Konu Başlığı: İslamın Köleliğe Karşı Tavrı Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 20 Temmuz 2012, 18:50:22 İSLÂM'IN KÖLELİĞE KARŞI TAVRI Kölelik, İslâm'ın doğuşunda, iyice yerleşmiş bir kurumdu ve dünyadaki tüm insanların toplumsal ve ekonomik hayatlarının bir parçasıydı. Buna rağmen İslâm, sonunda onu tamamen ortadan kaldıracak gerekli adımları attı. Alınan İslâmî tedbirlerin önemini tam olarak kavrayabilmemiz için kölelik meselesini bütün boyutlarıyla tartışmamız yerinde olacaktır. Bu konuda sıklıkla sorulan sorulardan bazıları şöyledir: İslâm niçin köleliğe izin vermişti. Bu dinin Allah tarafından gönderildiği konusunda herhangi bir şüphe yoktur. Bu din bütün zamanlarda yaşayan insanların tümü için bir rahmet olarak gönderilmişti. Bu hususta da bir tereddüt olamaz. O halde, İslâm'da köleliğe nasıl müsaade edilir? Temeli, insanlar arasındaki mükemmel bir eşitlik kavramına dayanan, onların ortak kökenini vurgulayan sonra da bu eşitlik kavramım başarılı bir şekilde toplumsal hayata geçiren bu din nasıl olur da köleliği toplumsal düzenin bir parçası kabul eder ve onun için hükümler koyar? Allah, "muhakkak Âdem oğullarım şerefli kıldık" buyurduğu hâlde, insanların bir kısmının, kölelik olayında olduğu gibi, alınıp satılan bir meta halinde kalmalarını ister mi? Eğer, böyle bir durumu istemiyor veya bu olaydan razı değilse, Kitabında niçin açıkça yasaklamamış ve tamamen yürürlükten kaldırmamıştır? Nitekim nefret ettiği içki, kumar, faiz gibi uygulamaları bu şekilde yasaklamamış mıydı?.. îslâm'm hak bir din olduğu biliniyorken bu sorularla zihni karışan kimselerin hâli Kur'ân'ın şu ayetinde açıklanan Hz. İbrahim'inki gibiydi: "İbrahim de bir zaman: 'Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!' demişti. (Allah): 'İnanmadın mı?' dedi. (ibrahim): 'Hayır (inandım), fakat kalbim kuvvet bulsun diye (görmek istiyorum)' dedi..." (2: 260). Dolayısıyla kölelik meselesini tarihî, sosyal ve psikolojik seviyede bütün açıklığıyla tartışmamız gerekmektedir. Kölelik meselesine 20. yüzyıl arka zeminiyle yaklaşan modern insan, köle ticareti süresince işlenen korkunç suçların ve (özellikle Roma İmparatorluğunda) kölelere reva görülen barbarca davranışların ışığında, köleliği en tiksindirici ve en iğrenç suç olarak mahkûm eder. O, şaşkınlık içerisindedir ve böyle bir şeyin bir din veya hayat düzeni tarafından tasvibini anlamakta aşırı derecede zorlanır. Sonra da şunu merak eder: Diğer bütün kanun ve esaslar köleliğin bütün çeşitlerinden ve biçerlerinden uzak olarak insanın hürriyetini hedeflerken, nasıl olur da İslâm köleliği izin verir? İşte bu, infial ve üzüntü içinde, keşke İslâm köleliği açık ve kesin hükümlerle yasak etse de akıl ve vicdanlar rahatlatılsaydı, diye temenni bile eder. Burada dikkatlerimizi tarihî gerçeklerin bize anlattıklarına çevirmeliyiz. Roma İmparatorluğunda kölelere karşı işlenen iğrenç suçlar, İslâm tarihine tümüyle yabancıdır. Roma'daki kölelerin hayatına dair etraflı bilgilere sahibiz. Bu bilgiler İslâm'ın, kölelerin kaderinde meydana getirdiği büyük değişikliği göstermemize yeterli olacaktır. Roma dünyasında köle, bir insan olarak değil, yalnızca bir mal olarak görülürdü. Ağır görev ve mecburiyetleri olmasına rağmen, hiçbir hakkı yoktu. Peki, bu köleler nereden getirilmişlerdi? Onlar savaşlarda esir edilen kimselerdi. Bu savaşlar da soylu ilkeler veya yüksek ideallerden değil, yalmzca diğer insanları köleleştirme, kendi itibarlarını yükseltmek için onları sömürme arzusundan kaynaklanmıştı. Bu savaşlar, Roma halkının, sapkın şehevî zevklere düşkünlüklerini ve refah içindeki hayatlarını devam ettirebilmelerini, sıcak ve soğuk banyolardan, pahalı giyeceklerden, her çeşit lezzetli ve zevkli yiyeceklerden faydalanabilmelerini ve -içki müsabakaları, fahişelik, dans, halk toplantıları ve festivaller gibi- şuh eğlencelerde eğlenebilmelerini sağlamak amacıyla yapılmıştı. Bu zevkleri elde edebilmek için, onlar, diğer kavimleri boyun eğdirip, merhametsizce sömürmüşlerdi. Daha sonraları Roma hâkimiyetinden İslâm'ın kurtardığı Mısır'a da daha az zâlimce davranıl-mamıştı. O Mısır ki, Roma İmparatorluğunun tahıl ambarı olmuş, bunun yanısıra, ülkedeki her çeşit maddî kaynak Roma'ya akıtılmıştı. Köleler, Romalı sömürgecilerin bu açgözlü isteklerini karşılayabilmek için tarlalarda çalışırlardı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, onların herhangi bir haklan yoktu. Tarlalarda çalışırlarken kaçmalarını önlemek için ayaklarına ağır prangalar vurulurdu. Hiçbir zaman, gereğince beslenmezlerdi; verilen erzak, canlı kalabilmelerine ve çalışabilmelerine ancak yeterdi. Bunları bile iaşe teminini, en az hayvanlar ve bitkilerin olduğu kadar kölelerin de haklan olarak düşündüklerinden dolayı yapmazlardı. Çalışma süresince köleler, zâlim ve canavar ruhlu kimseler tarafından keyfî olarak kırbaçlanırlarken, sadist soylular ya da kâhyalan bundan büyük zevk alırlardı. Günün sonunda, onları, büyük gruplar halinde -bir grupta, ayakları yine prangalı olarak 10-50 kişi bulunurdu- karanlık, pis kokulu, fare ve haşerelerin istilâ ettiği küçücük yerlerde, uyu-malan için biraraya toplarlardı. Onlar, sürülerin faydalandıkları geniş ve ferah ağılların konforundan dâhi mahrumdular. Romalılann kölelere reva gördükleri kötü ve iğrenç davranışların şekli, onların en çok sevdiği eğlencelerde görülebilir. Bu olay, aynı zamanda, Roma medeniyetinin barbarlığını ve zalimliğini de ortaya koyar. Bu medeniyeti, çağımızda, ellerindeki bütün emperyalist sömürü vasıtalarıyla birlikte modern Avrupa ve Amerika temsil etmektedir. Kılıçlar ve mızraklarla donatılmış köleler arenaya bırakılırlar, müsabakayı izlemeye gelmiş, yüksek sıralarda oturan efendilerinin (arasıra imparatorun) zevk ve eğlenceleri için öldüresiye çarpışırlardı. Bir diğerini kılıç ve kargısıyla dü-şürebilen köle, onu parçalara ayırmakta bir an bile tereddüt etmezdi. Savaşçılardan biri köleyi öldürüp, cansız ve soğuk cesedini yere attığında eğlencenin zirvesine ulaşılırdı. İşte bu anda, kazanan, sevinç çığlıkları, kuvvetli el çırpmalar ve neşeli, gönülden gelen kahkahalarla alkışlanırdı. Roma dünyasında kölelerin içinde bulundukları durum bu şekildeydi. Herhalde, böyle bir düzende onların hukukî konumlarından bahsetmeye pek gerek yoktur: Sahipler, mutlak bir şekilde öldürme, cezalandırma ve merhametsizce sömürme haklarına sahipken, kölelerin, ne itiraz etme haklan ne de içinde bulundukları durumdan kurtulacaklarına dair manevî bir dayanakları vardı. Bu son bilgiler, yukarıdan beri tarif edegeldiğimiz durumu biraz daha aydınlatacaktır. İran, Hindistan ve diğer ülkelerdeki kölelerin durumu, Roma'dan daha iyi değildi. Çok küçük farklılıklara rağmen, bu ülkelerde de kölelerin kaderi hep aynı idi. Hayatlarının bir değeri yoktu, katillerine kısas uygulanmazdı, Çok ağır görevler yüklenmesine rağmen karşılığında hiç bir menfaatleri olmazdı. Bu ülkelerdeki hâkim düzenler ne düşünce olarak ne de uygulamadaki gerçekler açısından, kölelere merhametli değillerdi. Sadece kölelere karşı işledikleri zulümlerin ve iğrençliklerin derecelerine göre birbirlerinden ayrılıyorlardı. İslâm sahneye çıktığında varolan hayatın şartlan bunlardı. Onun gelişi, bu kölelere, insanlık şerefinin tekrar iade edileceğini haber verdi. Sahiplere, köleleri, hakkında şunlan söyledi: "... hepiniz birbirinizdensinİz.." (4: 25). îslâm; "Kim kölesini öldürürse, biz de onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya yiyeceğini keserse onu hapseder ve yiyeceğini keseriz. Kim kölesini hadım ederse, biz de onları hadım ederiz" (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai) hükmünü ilân etmiştir. İslâm; "Siz Âdem oğullansmız, Âdem de topraktandır." (Müslim, Ebû Davud) diyerek aslın, kökenin ve gidişin bir olduğunu takrir etmek için geldi. Bilinmelidir ki, sadece birinin efendi, diğerinin köle olmaları sebebiyle hiçbir efendinin köleye üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir: "Biliniz ki, hiçbir Arab'ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Araba, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza herhangi bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir." (Buhari). îslâm, köle sahiplerine, köleleriyle olan ilişkilerinde âdil olmalarını emretmek için gelmiştir: "Allah'a ibadet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya, yalanlara, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin. Allah, kendini beğenip, övünenleri elbette sevmez." (4: 36). Yine, köle ile sahibi arasındaki gerçek ilişkinin, bir köle-efendi ilişkisi veya boyun eğme-başkaldırma mücadelesi olmadığını, ancak, akrabalık ve kardeşlik ilişkisi olduğunu ifade eder. O kadar ki, efendilere, sahip oldukları cariyelerle evlenme izni verilir: "İçinizden, hür nıü'min kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, elleriniz altında bulunan mü'min genç kızlarınız (olan cariyeleri-niz)den alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Hepiniz birbirinizdensiniz (hepiniz Adem soyundansınız. insanlık bakımından aranızda bir fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tut-mamalan şartıyla, sahiplerinin izniyle onlarla evlenin, ücretlerini (mehirlerini) de güzelce verin..." (4: 25). Böylece efendiler, kölelerinin kardeşleri olarak nitelendirilir: "Köleleriniz, sizin kardeşlerimizdir. Eli altında böyle bir kardeşi bulunan, ona, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin; ona yapamayacakları işler yüklemeyin. Eğer onlara zor işler buyurursanız yardım edin." (Buharî). Kölelerin duygularma saygı gösterilmesinin bir işareti olarak Hz. Peygamber şunlan da eklemiştir: "Sizden hiçbiriniz, bu benim kölemdir, bu benim câriyemdir, demesin. Ancak benim kızım, oğlum veya kardeşim, desin." (Ebû Hureyre rivayet etmiştir). Ata binmiş bir adam ile arkasından güçlükle yürüyen kölesini gördüğünde, Ebû Hureyre, yukarıdaki ha-dİse dayanarak adama şöyle dedi: "Onu da atının üzerine, terkine al. Çünkü, şüphesiz o, senin kardeşindir, o da seninki gibi bir can taşımaktadır." Bununla birlikte, İslâm'ın köleler lehine yaptıkları bu kadarla kalmaz. Ancak, tetkikimizi ilerletmeden önce, bu ilk dönemde kölelerin statülerinde meydana getirilen ve İslâm'a borçlu olduğumuz büyük gelişmeleri özetlemek isteriz. Bundan böyle köle, yalnızca (ticaretin bir parçası) bir 'meta' sayılmayacak, efendisi gibi bir can sahibi insan olarak görülecekti. Buna karşılık, geçmişte ona, köle olarak sahibine hizmet etsin diye yaratılmış ve her türlü aşağılanmaya müsait, sahibinden tamamen farklı bir yaratık gözüyle bakılırdı. Bu anlayıştan dolayı kölelerini katlederken, cezalandırırken, yakarken, iğrenç ve zor işleri yaptırtırken, köle sahipleri vicdanlarında en ufak bir rahatsızlık duymazlardı. Hindular, kölelerin Tanrı Brahma'nın ayaklarından yaratıldıklarına inanırlar, doğuştan değersiz ve aşağılık, kesinlikle karşı çıkılamayan ve değiştirilemeyen bir kaderle doğduklarım kabul ederlerdi. Bu nedenle onların önündeki tek çıkar yol, ruhlarının öldükten sonra daha güzel bir yaratığa dönüşeceği ümidiyle bu aşağılamalara ve cezalara sabırla tahammül etmeleriydi. Böylece baskıcı zâlimler onlan fizikî köleliğin sefil durumuna alçaltmakla kalmıyor ve bir adım daha ileri giderek onları, alçaltan ve sefalete düşmelerine neden olan adaletsiz toplumsal düzene karşı ayaklanma isteklerinden de mahrum bırakıyordu. İslâm onları bu zelîl kölelikten kurtarıp hür insanlarla kardeş olmanın yüksek mevkiine çıkarmıştır. İslâm'ın bu başarılan yalnızca kuru iddialar olmayıp, tarihin bizzat şahit olduğu gerçeklerdir. Avrupa'nın peşin hükümlü yazarları dahi, İslâm'ın ilk döneminde kölelerin, dünyanın herhangi bir köşesinde daha önce görülmemiş bir şekilde asîl insanlar konumuna yükseltildiklerini kabul ederler. Onlar İslâm toplumunda o kadar şerefli bir konumda idiler ki, azadlı köleler sabık efendilerini ortada bırakmayı çirkin bulurlardı. Oysa, şimdi eski efendilerine ne ihtiyaçları vardı, ne de onlardan korkuyorlardı; onlar gibi hürdüler. Bu hareket, onların kendilerini eski efendilerinin aile fertlerinden biri olarak görmeleri ve kan bağına benzer bağlarla bağımlı saymaları gerçeğine dayanır. Yine, köle, can emniyeti kanun ile teminat altına alınmış bir insan durumuna gelmişti şimdi. Bu hüküm, ona karşı sözlü veya fiilî tecavüzleri yasaklıyordu. Hz. Peygamber de onlarla kötü şekillerde konuşulmasını men etmiş; onlara, kendilerini ailenin fertlerinden biriymiş hissini verecek ve kölelik utancını giderecek bir tarzda hitap edilmesini emretmiştir. Ve bu gayeyle şöyle demiştir: "Allah sizi onlara mâlik kıldı. Dilerse onları size mâlik kılar." (İhya). Onları köle haline getiren özel şart ve durumlardı. Bunun dışında onlar da efendileriyle aynı idiler, aralarında başkaca bir fark yoktu. Bu şekilde İslâm, efendilerin birazcık kabarmış gururlarını kırıp, kölelerin konumunu da yükselterek, herkesi saf beşerî ilişkilerle birbirine bağlamıştır. Onlara, aralarındaki karşılıklı ilişkilerin temelini sevgiden başka bir şeyin ouşturmamasını söyleyerek birbirlerine daha da yakınlaştır-mış, aralarındaki merhamet ve muhabbeti güçlendirmiştir. Meydana gelebilecek herhangi bir maddî zarar veya yaralama durumunda her iki tarafın aynı şekilde cezalandırılacağı açıkça belirtilmiştir: "Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz..." ilkesi çok geniş uygulamaları olan açık bir hükümdür. Herhangi iki kişinin ilişkisi gibi efendi ile köle arasındaki ilişki de varolan mükemmel eşitlik durumunu gösterir. Bunun yanısıra tarafların her birinin insan olarak yaşama hakkını teminat altına alır. Sonuçta İslâm, varolan durumun kesinlikle köleyi insanî haklarından mahrum bırakmadığını açığa kavuşturur. Bu teminatlar yalnızca kölenin can emniyetini kabul etmekle kalmaz, ayrıca, İslâm'dan önce veya sonra bütün dünya tarihînde varolmuş köle yasalarında eşi benzeri olmayan cömertlik ve asalettedirler. Bu hususta İslâm o kadar ileri gider ki, terbiye maksadının dışında köleye tokat vurmayı, hürriyetine kavuşmaya vesile ve kanunî bir sebep kılmıştır. Efendi kölesine terbiye kasdi ile ancak çocuklanna yaptığı muameleyi yapmakla mükelleftir. Köle âzad etme, hürriyetine kavuşturma: İlk safhaada İslâm, kölelere manevî hürriyetlerini kazandırdı. Onlara insanlıklarını geri verdi. Aynı ortak köken telâkkisiyle onlara şu hususu öğretti: Efendilerinin sahip oldukları konuma onlar da sahiptiler. Yalnızca bir takım haricî şartlar ve durumlardan dolayı hürriyetlerinden mahrum kalmışlar, bu sebeple de toplumsal hayatta doğrudan yer alamıyor-lardı. Ancak bunun dışında, gözetilen insan hakları konusunda efendi İle köle arasında başkaca bir farklılık yoktu. Fakat, İslâm bu safhada kalmadı. Onun asıl önemli prensibi insanların her birini aynı şekilde hür kılarak, onlar arasında mükemmel eşitliği temin etmektir. Bu sebeple, kölelerin gerçekten hürriyetlerim sağlayabilecek iki önemli vasıta öne sürdü: 1- Efendilerin kendi istekleriyle köleyi âzad etmesi (el-'ıtk). 2- Hürriyetin kaydedilmesi (mükâtebe). 1- Bunlardan ilki, efendinin kendi isteğiyle köleyi serbest bırakmasıydı. Bu uygulama İslâm tarafından büyük bir titizlikle teşvik edilmişti. Bu hususta ilk Örnek davranışta bulunan bizzat Rasûlullah idi. O, sahip olduğu bütün köleleri âzad ederken, ashabı da O'nun örneğine uymuştur. Özellikle Hz. Ebû Bekir, putperest Kureyş reislerinden köle satın almak için çok büyük meblağlarda paralar harcamış, daha sonra o köleleri serbest bırakmıştı. Bunun yanısıra, ne zaman bey-tu'l-mâl'de fazla para bulunsa, âzad etmek gayesiyle köle satın alınırdı. Yahya b. Sa'îd şöyle der: "Ömer b. Abdülaziz zekâtları toplamam için beni Afrika'ya gönderdi. Zekatları topladıktan sonra çevremde onu dağıtabileceğim fakir insan aradım. Fakat kimseyi bulamadım, ne de benden zekatları kabul edebilecek herhangi bir kişiye rastladım. Çünkü Ömer b. Abdülaziz insanları zengin etmişti. Sonuçta o paralarla bir miktar köle satın aldım ve onlan serbest bıraktım." Hz. Peygamber, müslümanlardan on kişiye okuma yazma öğreten veya buna benzer bir hizmette bulunan köleleri azad ederdi. Kur'ân bazı günahlann kefareti olarak köle azad etmeyi emrederken, Hz. Peygamber de bir kişinin işleyebileceği her hangi bir günahın kefareti olarak yine köle azadını teşvik etmiştir. Bu, büyük sayılarda kölenin serbest kalmasına diğer âmillerden çok daha fazla yardımcı oldu. Zira, hiç kimse tamamıyla günahlardan berî olduğunu umamaz. Rasûlullah'in buyurduğu gibi günahlar kesilmeyeceğine göre kefaret yolu ile âzâd işi devam edecektir İslâm'ın günahlar için emrettiği keffaret-lerden .birine burada değinmemiz yerinde olur. Özellikle bu örnek İslâm'ın kölelik hakkındaki görüşünü izah eder. İslâm, hata ile bir mü'minin Öldürülmesinin cezasının paraya çevrilmiş şekli olarak, inanan bir kölenin âzad edilmesini ve Ölünün yakınlarına kan diyetinin ödenmesini emreder: "Bir mü'mini yanlışlıkla öldürenin, bir mü'min köleyi âzad etmesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça, ona diyet ödemesi gerekir..." (4: 92). Hataen öldürülmüş olan kimse, mensup olduğu ailenin ve toplumun haksız olarak kaybettiği bir insandır. Bu sebeple İslâm, her iki tarafa da -aileye ve topluma- bir tazminat ödenmesini emreder: Ailesi âdil bir kan diyeti alırken, topluma da onun yerine hizmet edecek yeni bir kişi, yani âzad edilmiş mü'min köle katlin". Böylece, bir kölenin hürriyetine kavuşturulması, hata ile öldürülme sonucunda kaybedilen bir kişinin tazminatı olarak bir insanın hayata geri döndürülmesi anlamına gelir. Bu nokta açıkça gösterir ki, İslâm, bir köle için sağladığı bütün bu teminatlara rağmen yine de köleliği ölüm veya Ölüme çok benzer bir dururn olarak görür. Dolayısıyla, insanlığın bu düşkün sınıfına hürriyetlerini geri vererek canlandırmak için her türlü fırsatı büyük bir şevkle değerlendirmiştir. Tarih bize, İslâm'daki bu "kendi arzusuyla köle âzad etme" (eî-'ıtk) usulüyle çok büyük sayılarda kölenin hürriyetine kavuştuğunu gösterir ki, İslâm'dan önce veya sonra, modern zamanlara kadar herhangi bir ulusun tarihinde böyle bir olayın benzeri dahi görülmemiştir. Bunun yanısıra şu gerçeği unutmamak gerekir: Köle azadına yardım eden unsurlar sâfiyâne insanî idi ve müslümanların, mâlik oldukları köleleri serbest bırakarak Allah'ın rızasını kazanma arzularından doğmaktaydı. 2- İslâm'ın kendisiyle kölelere hürriyet getirdiği ikinci usûl mükâtebedii yani, köle ile efendisinin üzerinde anlaştıkları belli miktardaki para karşılığında efendinin kölenin hürriyet isteğini yazması. Böyle bir durumda efendi, fidyeyi vermeye hazır kölenin serbest bırakılmasını ne reddedebilir, ne de geciktirebilir: Onun üzerine düşen fidyeyi alır almaz köleyi azad etmesidir. Aksi hâlde köle; hürriyetinin şer'an karara bağlanması için mahkemeye başvurabilir. Bu mükâtebe müessesesiyle İslâm, hürriyetlerine kavuşmayı arzu eden kölelerin tamamına hürriyet yolunu açmışür. Böylelikle onlar, kendilerince uygun bir zamanda serbest kalabilmek için pasif olarak efendilerinin iyi niyetlerini veya mut-takiliğini bekleme gereği duymayacaklardı. Bir köle efendisine hürriyetinin fidyesini teklif ettiğinde, bu teklif geri çevrilemediği gibi, reddedilir endişesine de gerek yoktur. Zira İslâm idaresi, bundan böyle kölenin efendisine belli bir ücret karşılığında çalışmasını ya da hürriyeti için gerekli parayı biriktirene kadar dışarıda başkaları için çalışabilmesini mümkün kılacak düzenlemeler yapmayı teminat altına almıştır. Bu, daha sonraları 14. yüzyılda yani İslâm'ın ülkede yürürlüğe koymasından 700 yıl sonra Avrupa'da gerçekleştirilen olaydı. İslâm'ın başka bir yerde çok zor olarak bulunabilecek ayırıcı vasfı, İslâm idaresinin mükâtebelerini talep eden kölelere devlet hazinesinden mâlî yardımda bulunması ve borç vermesiydi. Bu olay, İslâm'ın hiç bir maddî karşılık beklemeksizin, yalnızca Allah'ın rızasını elde etme ve O'nun kölesi olarak yükümlülüklerini yerine getirme düşüncesiyle kölelerin âzadedilmesine gösterdiği yakın ilginin göstergesidir. Zekâtın kullanım şeklini belirleyen Kur'ân ayeti şöyle der: "Sadakalar (zekatlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan (zekât toplayan) memurlara, kalbleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur..." (9: 60). Böylece, Kur'ân zekatın, kendi özel kazançlarıyla mükâtebeyi Ödemekten âciz kölelerin, hürriyetlerini elde etmelerinde kullanılmasını beyan eder. Bu iki usûl, İslâm'ın köleli dünyada başardığı büyük pratik ilerlemeyi gösterir. O, insanlığın tarihî gelişiminin en az yedi asır önündeydi. Bunun yanısıra, ilerlemede çok yeni bazı unsurlara da önem vermiştir. Meselâ, köleye devlet tarafından sağlanan güvenlik -ki, modern zamanlara kadar insanlık tarihinde çok nâdir görülen bir olay- ve insanlığın bugün hâlâ gerçekleştiremediği, kölelere asil ve cömert muamele veya bir kişinin iktisadî ve siyasî gelişmelerin baskısı olmaksızın kendi hür iradesi ile köle âzad etmesi gibi davranışlar. Oysa, Batılılar ancak alttan gelen baskı ve taleplerle kölelerin hürriyetlerini kabule mecbur kalmışlardır. Bu iki husus, 'İslâm da dahil olmak üzere bütün sistemler insanlığın iktisadî gelişmesinde yalnızca bir safhayı temsil ederler' iddiasındaki hatalı görüşleri çürütmeye yeterlidir. Diyalektik materyalizme inananlar, bütün inanç ve görüşleriyle birlikte İslâm'ın da devrinin iktisadî ve maddî şartlarını yansıttığını ve en uygun bir zamanda geldiğini söylerler. Çünkü, onlara göre bir sistem yalnızca varolan ekonomik hayatı yansıtabilir ve hiç bir vasıtayla gelecekteki safhaların önüne geçemez. Onlar bu nazariyenin yanlış olamayacağı hususunda ısrarlıdırlar. Buna karşılık, İslâm, isteğe bağlı itaat üzerinde kendi düzeninin bütün toplumsal ve iktisadî üst yapısını yükseltmiştir. Bir çok bakımdan bu yapı, toplumsal düzenler tarihinde hâlâ eşsiz ve benzersizdir. Burada bir çok insanın zihnini karıştıran, şaşırtıcı bir soru akla gelebilir: "Madem ki İslâm, kölelerin âzad edilmesini savunuyordu. Gönüllü olarak, herhangi bir dış baskı ve zorlama olmaksızın bütün dünyadan önce bu kuruma son verecek böylesine köklü tedbirler almıştı, niçin en son ve kesin adımı atıp, onu bir defada ve tamamıyla ortadan kaldırmadı? Bu şekildeki hareket insanlığa daha çok fayda sağlayabilirdi. Bunun yanında, İslâm'ın gerçekten mükemmel bir düzen olduğunu, sonuçta, insanı bütün yaratıklarından daha şerefli kılan Allah tarafından gönderildiğini is-patlayabilirdi." Bu soruya cevap verirken, kölelikle ilgili sosyal, psikolojik ve siyasî meseleleri de, yani İslâm'dan köleliği bir defada, bütünüyle yürürlükten kaldırması beklenirken, bu davranışı ertelemesine yol açan sebepleri gözonüne alıp, araştırmalıyız. Bu araştırma sırasında şu hususu gözönünde tutmalıyız: Eğer kölelik fonksiyonunu, dış sapma unsurlarının etkisinden uzak olarak eski safiyetinde sürdürüyor idiyse, onun ortadan kaldırılmasını geciktiren sebepleri İslâm'ın arzusundan veya izninden daha başka yerlerde aramalıyız. O zaman, ilk elde şu husus hemen kaydedilmelidir ki, İslâm, dünyanın her tarafında köleliğin makbul olduğu, hiçbir kimsenin onu inkâr ve değiştirme hususunu düşünmediği, aynı zamanda köleliğin, insanlar arasında, sosyal ve iktisadî genel-geçer bir değer olduğu bir sırada zuhur etti. Onu değiştirmek veya tamamen son vermek uzun zaman dilimine yayılmış, tedricî bir işlemi gerektirecekti. Aynı hususu içkinin yasaklanmasında da görebiliriz. Birden değil, ancak hazırlık yıllarından sonra yürürlüğe kondu. Oysa, bazı sosyal etkilerine rağmen, her şeyden Önce o şahsî bir alışkanlıktı. Hatta, Arapların bazısı, cahiliyye devrinde dahi, içkinin, gerçekten soylu insanlar için alçaltıcı bir alışkanlık olduğu inancıyla kendilerini ondan uzak tutmuşlardı. Fakat, onlar köleliğe oldukça farklı bakıyorlardı. Devrin sosyal yapısında olduğu kadar, kişilerin psikolojilerinde de çok derin kökleri vardı. Ferdî, toplumsal ve ekonomik uygulamalar onu gerekli buluyordu ve yukarıda gördüğümüz gibi hiç kimse köleliğin varlığını istenmeyen bir durum olarak telâkki etmiyordu. Bu sebeple köleliğin ilgası, İlâhî vahiy dönemiyle aynı dönem olan Hz. Peygamber 'in hayatından çok daha uzun bir zaman dilimine ihtiyaç duymuştu. Allah yarattığı her şeyi daha iyi bilir. Şarabın yasaklanması için ânında tenfîz edilecek bir kanun çıkarmak kâfi olsaydı, o vakit Allah şarabı birkaç senede kademeli olarak haram etmezdi. Ânında bir tek emirle haram ederdi. Aynı şekilde, köleliğin ortadan kaldırılması için onu lağveden bir emrin çıkarılması yeterli olsaydı, o zaman Allah'ın ilmi mucibince bu emrin ertelenmesine bir sebep kalmazdı. Biz, "İslâm bütün insanlık ve bütün zamanların dinidir, iyi bir hayatın varlığını ve devamını sağlayacak gerekli tüm sağlıklı unsurları içinde barındırır" derken, İslâm'ın bütün zaman ve mekânlarla ilgili bütün ayrıntılı hükümleri daha önceden vazetmiş olduğunu söylemek istemiyoruz. Çünkü, İslâm böylesi ayrıntılı hükümleri yalnızca, tarihin bütün olaylarına rağmen değişmeden kalan temel beşerî problemler için vazeder ki, bu meseleler insan fıtratının değişmeyen karakterleriyle alâkalıdır. Hayatın daima değişen şartlarına yönelik olarak İslâm bazı genel prensipler koyar. Bu prensipler gelişmenin gelecekteki şeklinin çerçevesini belirler. Tam olarak kölelik meselesine yapılan da budur. O, kölelerin âzad edilmesini, isteğe bağlı âzad etme veya fidye karşılığı hür olma gibi iki sağlam temele oturturken, bu eski ve karmaşık sorunun gelecekteki çözüm biçimine de işaret etmişti. İslâm, insan fıtratım değiştirme niyetinde değildi. Daha çok, kaçınılmaz sınırlarına gereken dikkati göstererek onu ıslâh etmeye çalışmıştır. Böylece, herhangi bir şekilde baskıya başvurmadan insanlığın, gücünün yettiği seviyenin en üstüne yükseltilmek için inmiştir. İslâm bazı fertlerin terbiyesinde harikulade, şaşırtıcı basanlar elde etmiştir. Toplumu bir bütün olarak ele alırsak, onun başarısı hiç de daha âz Övünülecek bir olay değildir. İnsanlık tarihinde şimdiye kadar başarılmış hiç bir olayla kıyas kabul etmez. Ancak bu başarısına rağmen İslâm, kapasitesi belli olan insanlığı, pratik hayatta, nâdir ve imkânsız mükemmellik derecelerine ulaştırmayı amaçlamıştır. Zira, eğer Allah böyle bir şeyi dileseydi, daha ilk başta insanları melekleri gibi yaratır ve onlara ancak, meleklerin tahammül edebileceği görevler verirdi. Melekler hakkında şöyle buyururun "...Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler vardır." (66: 6). Allah, insanların bu şekilde melekler olmalarını istememiştir. Onları insanlar olarak yaratmıştır. Yaratıcı olması sıfatıyla onların güçlerini, muvaffak olabilecekleri zamanı, hangi emre uyup, başarıyla yerine getirebileceklerini bilir. Bununla beraber, İslâm'ın özgürleştirme hareketini, dünyanın kabul edip, uygulamasından 7 asır önce, ilk olarak başlatması yeterlidir. Gerçek şu ki, köleliğin yeni bir kaynağı ortaya çıkmasaydı; İslâm, herşeye rağmen Arap yarımadasında onu daha çabuk sona erdirecekti. Ancak kölelik dünyanın her tarafında kolay kolay ortadan kalkmamasına rağmen, bütün İslâm dünyasında sona erdirilmesi işi ciddiyetle yerine getirilmeye çalışıldı. Köleliğin bu yeni nedeni varken İslâm'ın onu tamamen yürürlükten kaldırması imkânsızdı. Zira, bu neden yalnızca müslümanlan ilgilendirmiyordu, aynı zamanda, İslâm'ın kontrol edemediği veya güç yetiremediği muhalifleriyle de ilgiliydi. Köleliğin yeryüzünden tamamen silinmesini önleyen kaynak bizzat savaşlardı. Çünkü savaşlar, zamanında köleliğin en ziyade kaynağı olmuştu: Onun ayrıntılarını kısaca ele alalım. Kölelere güzel muamele ve onlara insanî mevkiilerini iadede İslâm, gerisinde çok harika ve hayranlık uyandıran örnekler bırakmıştır. Bunlara Kur'ân ayetleri ve Hz. Peygamber'in sünnetinden bazısı ile işaret etmiştik. Şimdi, ilk dönemin yaşantısından biraz daha örnekler vermek istiyoruz. Hz. Peygamber Medine'de iken bazı Arap reisleriyle âzadlı köleler arasında kardeşlikler tesis etmişti. Böylece O, Bilâl b. Rebbâh'ı Halid b. Ruveyhâ el-Has'amî ile, âzadlı kölesi Zeyd'i amcası Hamza ile, Hârice b. Zeyd'i Ebu Bekir ile kardeş yaparak onları birbirine bağladı. Bu kardeşlik ilişkisi kan akrabalığına benzer gerçek bir bağ idi. O kadar ki, kardeş yapılmış iki kişi birbirine mirasçı olurdu. Oysa günümüzde yalnızca kan bağıyla bağlı akrabalar bu haktan faydalanırlar. Ancak İslâm bu noktada durmamış, bir adım daha ileri gitmiştir. Hz. Peygamber, teyzesinin kızı Zeyneb bintü Cahş'ı eski kölesi Zeyd ile evlendirmiştir. Bilindiği gibi evlilik özellikle bir kadının nazarında hassas bir meseledir. Kadın daha çok mevki bakımından kendisinden daha üstün olan birisiyle evlenmeyi tercih eder. Buna mukabil Zeyneb, sosyal statü, soy ve servet bakımından kendinden daha aşağı olan bir kişiyle evlenmeyi kabul etmiş olmasına rağmen, bunun kendi seviyesini düşürdüğünü düşünerek sonunda ayrılmıştır. Ancak Hz. Peygamber bunların hepsinden daha üstün bir mânayı hedef tutuyordu: O hedef, zâlim insanların köleyi itmiş olduğu çuKurüan alıp, Kureyş eşrafının seviyesine yükseltmekti. Bu yüksek insanî seviyeye İlâve olarak kölelerin askerî kumandan ve önderler konumuna yükseltildiklerini zikredebiliriz Hz. Peygamber, en yakın sahabilerin, muhacir ve ensarın, Arapların ileri gelen kimselerinin de içinde bulunduğu ordunun kumandanlığına kölesi Zeyd'i tayin etmişti. Zeyd şehid olunca, aralarında Hz. Peygamber'in İki veziri ve kendinden sonra iki halifesi olan Ebu Bekir ve Ömer'in de bulunduğu bu ordunun kumandanlığına Zeyd'in oğlu Üsâme'yi tayin etti. Böylece, köleler sadece diğer insanlarla aynı eşit konuma getirilmiyor, aynı zamanda hür insanların ordularının başına geçebilecek kadar yükseltiliyorlardı. Bu hususta Rasûlullah, mü'minlere şu şekilde emir verecek kadar olayın boyutunu genişletmişti: "Başı kuru üzüm tanesi gibi simsiyah habeşli bir köle size âmir tayin edilse bile, Allah'ın hükümleriyle hükmettiği sürece onu dinleyin ve itaat edin." (Buharı). Bu şekilde, bir köle İslâm devletinin en yüksek makamına talip olabilirdi. Halefini belirleme meselesiyle yüzyüze geldiği zaman Hz. Ömer şöyle demişti: "Eğer Ebû Huzeyfe'nin kölesi Salim sağ olsaydı, halife olarak onu namzet gösterirdim." Bu durum Hz. Peygamber'in sünnetinin sürdürülmesiydi sadece. Bu hususta Hz. Ömer'in hilâfeti sırasında vuku bulan bir diğer olay şöyledir. Fey' (fethedilmiş topraklar)in taksimi meselesinde eski köle Bilâl, Ömer ile tartışmıştı. Halifenin görüşüne Bilâl ve arkadaşlan ısrarla muhalefet göstermişlerdi. İslâm'ın köleliğe yaklaşımının büyüklüğü çeşitli yönleriyle kendini gösterir. O köleleri hem harici olarak hem de dahili olarak âzad ettirmeyi hedeflemişti. Ancak bu hedefe ulaşmada yalnızca muttakîlerin arzulan yeterli olmaz. Tıpkı Abraham Lincoln'ün yaptığı gibi, köleleri zihnen hazırlamaksızın bir kanun çıkarmakla bu iş gerçekleşmez. Bu da, İslâm'ın insan fıtratını ne kadar derinden kavradığını, hedefe ulaşabilmek için mümkün olan her vasıtayı nasıl kullandığını gösterir. O, bu insanlara serbestlik verip bırakmamış, ayrıca bu hürriyetlerini korumalan ve hürriyetlerinden doğan vazifelerini yerine getirebilmeleri hususunda onlan eğitmiştir, tslâm, topluma sevgi ve dayanışma ruhunu aşılamış; toplumda bu haklar uğruna çatışmalar patlak vermesini beklememiştir. Oysa Avrupa'da son derece şiddetli olaylar meydana gelmiş, bu çatışmalar geriye nefret ve düşmanlığı miras bırakmış, insanın bütün manevî hislerini kurutmuştur. Şimdi, İslâm'ın uygun bir muamele ile kölelerin manevî yükselişini tamamladıktan sonra, hürleştirmenin son safhasına geldiği ana esası ele alalım. Daha önce köleliğin bütün eski kaynaklarının İslâm tarafından başarılı bir şekilde kurutulduğunu, geride, sadece bir tek sebep olarak savaşın kaldığını, ancak, fiilen onun ortadan kaldırılmasının imkânsız olduğunu söylemiştik. Bu kötülüğün tek müessir kaynağı, İslâm'a karşı yapılan Haçlı savaşlanndan geriye kalmıştır. Konuyu biraz daha genişletelim. Eski zamanlarda yaygın olan uyglamaya göre savaş esirleri ya köleleştirilir ya da öldürülürdü. Milâdî 599 yılında. Roma İmparatoru Ma-rius, Avarlann eline düşmüş olan esirlerden birkaç bininin mübadelesini iktisâdı mülâhazalarla reddetmişti. Bunun üzerine Avar Hanı, elindekilerin hepsini sonuna kadar kılıçtan geçirmişti. (Unİversal History of The World, sh. 2273). Bu, geçmiş çağlarda insan varoluşunun gerekli bir şartı olarak zaman içinde yerleşmiş bir uygulama idi. Köleliğin kaldırılması, İslâm'ın gönderildiği toplumsal zemine aykın idi. Islâmî güçlerle, muhalifler arasında bir çok savaşlar oldu. Bu savaşlarda esir edilen müslümanlar düşman tarafından köle yapıldılar. Hürriyetlerini kaybettiler. İnsanlar zulme uğratıldılar ve bütün bu acı ve elemler o zamanki bir kölenin genel kaderi oldu. Kadının şerefi pek rezil bir şekilde ayaklar altına alındı. Bir sürü erkek -babalar, oğullar ve arkadaşlar- ortaklaşa tek bir kadın esiri paylaştılar, bunu yaparken de herhangi bir kural veya kanuna tâbi olmadılar; onun kadınlığına hürmet etmediler ya da onun bakireliğini veya evli oluşunu gözönün-de tutmadılar. Bunların yanısıra esir edilen çocuklar en iğrenç ve zelîl kölelik altında bü-yüdüler. Bu şartlar varolduğu sürece, İslâm'ın savaşta elegeçirilen esirlerin tamamını hemen serbest bırakması mümkün değildi. Zira, bu hareket tarzı yalnızca kötü bir siyaset olacaktı. Özellikle, esir edilmiş müslümanlar onların yakınları ve sevdikleri düşman tarafından köleleşti-rilip, her türlü işkence, zulüm ve zillete maruz kalırken, bu siyaset düşmanın fiilen cesaretlendirilmesi mânasına gelecekti. Bu şartlar allında İslâm'ın önündeki en isabetli ve tek çıkar yol, tıpkı onların müslümanlara yaptıkları gibi esir muamelesine tâbi tutulmalarıydı. Savaş esirlerinin köleleştirilmesi uygulaması, düşmanlar onun sürdürülmesinde ısrarlı oldukları sürece İslâm tarafından tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılamazdı. Sonuçta, başka bir tercih olmadığı sürece ve insanlar, savaş tutsaklarına davranışlarım kölelikten daha başka bir ortak temele dayandırana kadar uygulamaya müsamaha gösterildi. Bu noktada İslâm ile diğer dinler arasındaki savaşlar ve bu savaşlarda elegeçirilen esirlere muameleler konusunda varolan farklılıkları gözden kaçırmamalıyız. Savaşlar oldu ve savaşlar hâlâ, bir ulusun genişleme emellerini ve bencil amaçlarını gerçekleştirebilmek için diğer bir ulusu sömürme arzusundan kaynaklanan hainliklerin, şaşırtıcı olayların ve köleleştirmelerin meydan kavgası olmayı sürdürüyor. Bu savaşlar bir kralın veya komutanın şahsî ihtirasının, gururunun, kibrinin veya intikam arzusunun bir sonucudur ve öyle de olmuştur. Âdî dünyevî emellerin motive ettiği bu savaşlarda tutsak edilen insanlar iman ve idealleri veya düşmanlarından maddî, manevî ve zihnen daha aşağı olmaları sebebiyle köle yapılmış değillerdir. Sebep sadece, savaşı kaybetmeleri ve galiplerin eline geçmeleriydi. Buna ek olarak, savaşta, mağlup insanları aşağılamaktan, rezil etmekten, ırzlarım çiğnemekten, şehirleri yerle bir etmekten, kadın, çocuk ve ihtiyarları kılıçtan geçirmekten muzaffer tarafı men edecek hiç bir güç olamazdı. Tabiatıyla bu durum, onlara yol gösteren yüksek bir idealin, ilkenin veya imanın yokluğunun mantıkî bir sonucuydu. İslâm'ın gelmesiyle bütün bu uygulamalar yürürlükten kalktı. O, biri hâricinde bütün savaşları yasakladı. Bu savaş da Allah yolunda yapılandır ki, müslümanlarm uğradığı zulüm ve adaletsizlikleri defetmeye, insanların Hak dini benimsemelerini zor ve şiddet kullanarak önleyen baskıcı zâlimi devirmeye veya insanlar ile Allah araşma girerek, onların hür iradeleriyle hakikati görmelerini, duymalarını, izlemelerini önleyen sapkın kuvvetleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu husus şöyle açıklanır: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez." (2: 190) ve "Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın..." (8: 39). Sonuçta İslâm'ın mesajı, kimsenin anlama-mazhk cüretinde bulunamayacağı bir barış mesajıdır. "Dinde zorlama yoktur, doğrusu hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır..." (2: 256). Bugün dahi İslâm âleminde, kendi ayrı dinlerini serbestçe takip eden Hıristiyanlar ve Yahudiler şu inkâr edilmez gerçeğin şahitleridir: İslâm, insanları zor kullanarak kendini kabule zorlamayı kesinlikle onaylamaz. Ünlü İngiliz yazar Sir Arnold, The Preaching of islam adlı kitabında buna şehadet etmektedir. Eğer insanlar islâm'ın bu mesajını ve Haki-kat'e tâbi olmayı kabul ederlerse, onlarla müslümanlar arasındaki düşmanlık derhal sona erer. Onlar İslâm toplumunun bir parçası olurlar, herhangi bir boyun eğme ve aşağılanmaya maruz kalmazlar. Bir müslümanın faydalandığı hakların aynısından onlar da faydalanırlar. Çünkü, bir müslümanla diğeri arasında ayırım yapılmaz, Arab'ın Arap olmayana hiç bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva iledir. Din olarak İslâm'ı kabul etmeyen, ancak kendi dinleriyle birlikte İslâm'ın himayesi altında yaşamaya istekli insanlara, İslâm kendi inancım kabul ettirmeye uğraşmaz, onların korunma isteklerini Özel bir vergi (cizye) karşılığında memnuniyetle kabul eder. Bütün bu vergilerde hâkim olan anlayış şudur: Himayesi altındaki bu insanlara dışarıdan gelebilecek herhangi bir saldırıyı önleyemezse, müslümanlar aldıkları bütün vergileri geriye ödeyeceklerdir. Tarih buna şahitlik eden hâdiselerle doludur. Ancak, biz sadece ikisini zikredeceğiz: "Hîre civarında bulunan bazı kasabalar halkı ile anlaşma imzalandığı sırada Halid b. Velid şu sözleri de koydurmuştu: 'Eğer sizi himaye edersek cizye almak hakkımızdır. Edemezsek o vergiyi de hak edemeyiz.' (Taberî). Bu çeşit bir şartın ne kadar açık olarak tanındığı Halife Ömer zamanına ait olan aşağıdaki hâdiseden anlaşılabilir. İslâm ordularını geri püskürtmek için İmparator Hirakl büyük bir ordu meydana getirmişti. Bunun bir neticesi olarak Müslümanlar da bütün gayretlerini seferber ederek hazırlanmışlardı. Bu münasebetle İslâm kumandanı Ebû Ubeyde, Suriye'deki fethedilmiş olan yerlerin valilerine gönderdiği talimatta tahsil edilmiş ne kadar cizye varsa, ödeyenlere geri verilmesini emretmiş ve halka hitaben yazmış olduğu bir yazıda bu meseleye dair şu açıklamada bulunmuştu: 'Büyük bir düşman kuvvetinin bize karşı ilerlediğini haber aldığımızdan ödediğiniz cizyeleri size geri veriyoruz. Aramızdaki mukaveleye göre bu vergi karşılığında sizi himaye edecektik. Fakat şimdiki durumda bu himayeyi sağlama bizim kudretimiz dışına çıkmak üzere olduğundan sizden aldığımız paranın hepsini geri veriyoruz.' Bu talimat gereğince devletin kasasından büyük bir miktar para halka ödendi. Bundan dolayı Hıristiyanlar: 'Allah sizi yine bize hâkim kılsın ve Romalılar üzerine da muzaffer eylesin. Eğer sizin yerinizde Romalılar olsaydı bize bir şey iade etmek şöyle dursun, elimizde ne var ne yok hepsini alırlardı.' diyerek İslâm kumandanlarının basanları için dualar eylemişlerdi." (Ebû Yusuf, Kitâbû' l-Harâd'dan naklen Sir Arnold, The Preaching of İslam, sh. 61-62). İslâm, kendisinin ondandaha iyi ve daha doğru olduğunu bilmesine rağmen başka bir inancın korunmasını üstlenmişti. Eğer bir topluluk hem İslâm'ı kabul etmez hem de İslâm devletine cizye ödemeyi reddederse, onlar İslâm'a karşı düşmanlıklarını inatla sürdüren ve onun barış anlaşması teklifini gözönüne almayan hasımlar olarak kabul edilirler. Bunlar, sahip oldukları bütün maddî zenginlik ve güçleri insafsızca, Hakikat ve İlâhî nurun yayılmasını önlemek için sarfeden kimselerdir. Bu takdirde yalnızca bunlara savaş açılır. Ancak, böyle bir savaşa dahi, kan dökülmesini önlemede ve yeryüzü barışının korunmasında son bir gayret olarak resmi ültimatom veya savaş ilâm olmaksızın teşebbüs edilmez: "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan..." (8: 61). İşte, İnsanlığı dosdoğru yola iletme gayesine ulaşmada bütün barışçı yollar yetersiz kaldığında ortaya çıkan İslâmî savaşların hikâyesi budur. Bu savaşlar herhangi bir komutanın bir topluluğu sömürme veya altetme ihtirasından doğmamıştı. Zira, tek kelimeyle onlar Allah yolunda devam ettirilmekteydiler. Sadece bu sebepten dolayı değil, ayrıca savaş durumuyla ilgili olarak açık emirler ve kurallar da konulmuştu. Hz. Peygamber müslümanlara şunları Öğütlemişti: "Allah yolunda, Allah'ın adına savaşınız, Allah'ı reddedenleri öldürünüz. Savaşınız, fakat zulmetmeyiniz. Uzuvları parçalamak şeklinde kimseye eziyeti reva görmeyiniz, çocukları öldürmeyiniz." (Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi). Müslümanlara karşı silâhlı mücadeleye »girişen ve onlara silâhlarıyla karşı koyan savaşçıdan başkasını öldürmek, yakmak, yıkmak, ırzlara tecavüz etmek, kötülük ve fesat arzusu ile ateş açmak İslâm'da yoktur. Zira: '.. .yeryüzünde bozgunculuk (etmeyi) istemeyin, çünkü Allah bozguncuları sevmez." (28: 77). Tarih, müslümanlann düşmanlarına karşı bu insanî prensiplerleri uyguladıklarına, bunların içerisinde zâlim Haçlıların da bulunduğuna şahitlik eder. Hıristiyanlar Kudüs'ü yeniden ele geçirdikleri zaman şehirde yaşayan müs-lümanlara günahın ve suçların her çeşidini reva gördüler. Onların ırzlarına tecavüz edip, istisnasız kılıçtan geçirdiler. Mescid-i Aksa dahi onların saldırılarından kurtulamadı. Ancak müslümanlar şehri yeniden fethettiklerinde, onlardan intikam almaya tevessül etmediler, oysa Allah, onlara aynı şekilde karşılık vermelerine izin vermişti: "...Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın..." (2: 194). Bunun yerine onlar öyle bir yol seçtiler ki bu davranış âlicenap ve soylulukta günümüze kadar eşsiz kaldı. Bunlar, müslümanlarla gayri müslimler arasında, savaş gayeleri ve gelenekleri konusunda varolan temel farklılık çizgisini oluşturdu: Oysa İslâm eğer isteseydi, bu hususta Hak onları destekler, esirlerden silâhlı olanlar karşısında hidayete girmemekte inat eden ve düşük putperestlikleriyle hiçbir esasa dayanmayan şirklerinde ısrar edenleri, insanlığı noksan kimseler sayar ve sadece bu sebeple onları köleleştirebilirdi. Çünkü İlâhî nûr gözüktükten sonra bu hurafe üzerinde hiçbir insan ısrar etmez. Aksi hâlde onun ruhunda bir düşüklük veya aklında bir sapıklık var demektir. Böyle olan kimse ise, beşerî yapıdan noksan olup insanlara ait olan şerefe ve hürriyete lâyık değildir. Fakat İslâm bu yolu izlemedi. Savaş esirleri insandan aşağı yaratıklar gibi düşünülmemiş ve köle yapılmalarına izin verilmemiştir. Onlar harplerde müslümarların köle yapılması mukabilinde köleleştirilmişlerdi. Böylelikle İslâm, bütün savaşçılar savaş esirlerine davranışlarını kölelikten daha başka bir temel üzerine oturtmaya karar verene kadar bu meseleyi kesin karara bağlamamıştır. Bunun da müslüman esirleri gayri müslimlerin kötü davranışlarından, hiç bir kısas korkusu duymaksızın onları sefalet ve aşağılanmaya uğratmalarından korumanın tek teminatı olarak uygulamıştır. Yeri gelmişken savaş esirlerinin kaderine değinen tek Kur'ân ayetini de burada zikredelim: "(Onları esir alın). Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız..." (47: 4). Ayet, esirlerin köleleştirilme-lerinden bahsetmiyor, eğer böyle bir şey olsaydı bu, ebedî bir savaş hükmü olarak kalırdı. Açıkça vazedilenler ya fidye ile ya da karşılıksız olarak kalırdı Açıkça vazedilenler ya fidye ile ya da karşılıksız onların serbest bırakılmasıdır ki, bunlar âyetin emrettiği ebedî iki savaş kuralıdır. Sonuç olarak müslümanlar savaş esirlerini köle olarak elinde tutmuşsa bu hareket kesinlikle şartların zorlamasıyla alınmış bir tedbirdir. Bu, İslâm hukukunun herhangi gerçek bir prensibini oluşturmaz. Buna rağmen, İslâm'da genellikle kabul edilen uygulama, savaş tutsaklarının köle olarak elde tutulmasında ısrarlı olmamaktır. Barış sağlandığında kesinlikle köle yapılmazlar. Hz. Peygamber, Bedir savaşında elegeçi-rilmiş Mekkeli esirlerden bazısını para karşılığı bazısını da iyi niyet gösterisi olarak serbest bırakmıştı. Aynı şekilde, Necran ahalisinin cizye ödemesini kabul etmiş ve esirlerini onlara geri vermişti. Bütün bu asîl davranışlar, insanlığa geçmişindeki iğrenç mirastan kurtulabilmesinde ve savaş esirlerine insan muamelesi yapabilecek düzeye gelmesinde emsal teşkil etmiştir. Savaşlarda müslümanlann eline düşen esirlerin, yukarıda zikredildiği gibi, katiyyen kötü davranışlara, işkenceye, aşağılanmalara maruz kalmadıklarım da buraya ekleyelim. Aksine, hürriyetle atbaşı giden mükellefiyetleri de yüklenmeyi gerektiren hareket tarzını seçtiklerinde hürriyet yolunu önlerinde açılmış bir şekilde bulacaklardır. Eğer bu şartlan yerine getirirlerse, onların çoğu Müslümanların eline düşmeden önce köleler -ki, bunlar Romalılar ve İranlılarca yakalanıp, müslümanlarla savaşmaya gönderilen kimseleri de kapsıyordu-olmalarına rağmen hürleştirilirler. Yabancı düşman topraklarından ele geçirilse-ler dahi, İslâm, kadınlara esir olmalarına rağmen gereken hürmeti göstermiştir. Şereflerine leke sürülmesine ve yalnızca savaşta elegeçi-rilmiş ganimetin bir parçası olarak muamele edilmesine izin verilmemiştir. Artık, hayvanı İhtiraslarını tatmin etmek isteyen her erkeğin serbestçe yol bulabildiği orta malı olmaktan çıkarıldılar. Bundan böyle sadece efendilerine aittiler. Başka hiç kimse onlarla cinsî bir münasebette bulunamazdı. Dahası onlara da erkekler gibi mükatebe usulüyle hürriyetlerini kazanma hakkı verilmişti. Bunun yanı stra efendisinden bir çocuk doğurur doğurmaz câriye hür olacaktı. Câriye ile birlikte çocuk da hür kabul edilecekti. Tutsaklara esaretleri süresince İslâm'ın yaklaşımı asil ve bir o kadar da âlicenaptı. İşte İslâm'da köleliğin hikâyesi bunlardan ibarettir. Bu öyle bir hikâye ki, insanlık tarihinin en parlak sayfalarından birini oluşturur-İslâm, prensip olarak köleliği kesinlikle tasvip etmedi ve sahip olduğu değişik vasıtalarla onu bir an önce ve bütünüyle ortadan kaldırmak için bütün gücünü kullandı. Zamanında onun varlığına, sadece başka bir seçenek olmaması sebebiyle müsamaha gösterdi. Zira kölelik yalnızca müslümanları değil, onların doğrudan kontrolünde olmayanları da ilgilendiriyordu. Onlar ellerinde köle olarak tuttukları müslümanlara muhtemel en kötü aşağılamaların ve acıların her çeşidini çektiriyorlardı. Bu tür bir davranış müslümanları da aynı şekilde davranmaya zorladı, en azından savaş esirlerini köle olarak kabul ettiler. Tabiî ki, sonraları bunlara gerçek kölelermiş gibi dav-ranılmadı. Dünya köleliğin tek kaynağı olan savaş esirlerinin köleleştirilmesi olayına son verme kararını kabul etmedikçe, İslâm köleliğin yürürlükten kaldırılmasını başaramazdı. Ancak bu ittifak gerçekleştirildiğinde İslâm onu büyük bir hoşnutlukla benimsedi ve siyasetinin en temel, değişmez prensibini ortaya koydu: Herkese hürriyet, herkese eşitlik. Sonraki dönemlerde herhangi düzenli bir savaş olmamasına rağmen İslâm tarihinde görülen köle alışverişi, müslümanların satılması gibi olaylarih İslâm ile en ufak bir ilişkisi yoktur. Günümüzde de kimi müslüman yöneticilerin İslâm adı altında işledikleri kötü suçların ve şenaatlerin İslâm'a yamanması hiçbir haklı gerekçeye ve gerçeğe dayandırılamaz. Buna dayalı olarak, aşağıdaki hususların hatırda tutulması iyi olacaktır: 1- Tarihin daha sonraki dönemlerinde yönetimler, herhangi gerçek bir ihtiyaç olmaksızın çeşitli şekillerde köleliği teşvik edip, müsamaha göstermişlerdir. Bunda en büyük âmil, bir ulusu veya sınıfı boyunduruğu altına almış diğer bir ulus veya sınıfın güç ve zafer kazanma hırsı idi. Köleliğin diğer şekilleri yoksulluk, belli bir aşağı sınıfın mensubu olarak doğmak, belli bir toprak parçasına bağlı olarak çalışan köylüler olayı gibi nedenlerden kaynaklanmıştır. İslâm, bütün bu kölelik biçimlerinin kaldırılmasını desteklemiş, yalnızca birini, etkin bir şekilde kontrol edemediği elverişsiz şartlardan kaynaklanan kölelik şeklini kaldıramamıştı. Köleliğin kaldırılmasına müsait şartlar gelişinceye kadar ona müsamaha gösterildi. 2- Avrupa'da köleliğin bir çok biçimi herhangi hakiki ihtiyaçtan doğmaksızın yaygın olmasına rağmen, gerçekte Avrupalılar köleliği kesinlikle ortadan kaldırmadılar. Bu durum, en sonunda onu yasaklamak lûtfunda bulunduklarında dahi böyleydi. Avrupalı yazarlar bizzat şu gerçeği itiraf ederler: Avrupa'da kölelik, ekonomik şartlardan, kölelerin çalışma isteklerinin ve güçlerinin kalmamasından dolayı bir kölenin ekonomik yükü efendisine diğer mallardan daha ağır gelmeye başladığı zaman sona ermiştir. Efendiler, kölelerin çalışması sonucunda elde edecekleri kârdan çok daha fazlasını onların geçimleri ve denetlemelerine harcamak zorunda kalmışlardı. Sonuçta Avrupa'da köleliğin ortadan kaldırılması bütünüyle kazanç ve kâr düşüncesi ile olup iktisadî bir hesaptan başka bir sebebe dayanmamaktadır. Bu vasfıyla, her insana insanlığından dolayı saygı gösteren yüce idealden ve yüksek insanlık anlayışından ilham alınarak kölelere hürriyetlerinin iade edilmesi olayıyla kıyas edilemez. Kölelerin daha fazla hareketsiz kalamamalarının bir sonucu olarak ardarda yapılan ve sonunda köle sahiplerinin kölelerini daha fazla boyunduruk altında tutmalarını imkânsız kılan devrimler Çerçevesinde olaya baktığımızda Avrupa'da bir kölenin hürriyetini kazanması değerini kaybediyor. Buna rağmen bu devrim serileri kölelerin hürriyetlerini yeniden kazanmalarına yardım edemedi. Bu devrimler onların daha sıkı bağlanmalarına yol açtı, zira, bundan böyle işledikleri toprağa bağımlı seriler haline getirildiler ve toprağın satılması veya değiştirilmesiyle efendileri de değişir oldu. Köle toprağını terkedemezdi. Aksine bir durum vâki olursa, derhal bir talimatname ile kaçak ilan edilir, zincire vurulur, ateşle dağlanır ve efendisine geri döndürülürdü. Köleliğin bu biçimi, Fransız devrimi sonunda onu ortadan kaldınncaya kadar varlığım sürdürdü. Yani İslâm'ın hür-leştirme ilkesini ilân ettikten yaklaşık 11 yüzyıl daha yeryüzünde varoldu. Bir takım sloganlara ve unvanlara kanılma-malıdır. Avrupa'da Fransız devrimi, Amerika'da Lincoln, dünyadaki bütün insanlar arasında köleliğin her türlüsünün önlenmesi anlayışıyla köleliği yürürlükten kaldırdılar, ancak bunlar işin hep dış görünüşleri, tabii ki güzel görünüşleridir. Fakat kölelik gerçekten kaldıtılabildi mi? Baskıcı zorbalar bütün dünyada değişik görünüşlerde varlıklarını hâlâ sürdürmüyor mu? Cezayir'de olanlar nedir? Amerika'nın siyahilere, ingiltere'nin Güney Afrika'da beyazların dışındakilere yönelik cinayetleri neyle izah edilebilir? Dünyanın özellikle müslüman halkların yaşadığı bölgelerde sürdürülen zulüm, baskı, işkence ve soykırım acı hakikatler değil de nedir? Bir ulusun diğer bir ulusu boyunduruğu altına alması, bir sınıfın faydalandığı haklardan kendileri gibi insanlardan oluşmuş diğer bir sınıfı mahrum bırakması kölelik değil midir? Bütün bunlar kölelikten başka bir şey ile izah edilemez. O zaman, niçin açıkça söylemeyelim? Niçin, köleliğin bu değişik şekillerini hürriyet, kardeşlik ve eşitlik olarak adlandırıyoruz? İnsanlığın yeryüzündeki uzun serüveni boyunca şahit olduğu gibi, altında en canice ve iğrenç suçların işlendiği bir yerde dış görünüşün ve süslerin pek az bir değeri vardır. İslâm, tarafını tuttuğu ve savunduğu konuda çok samimi ve açık sözlü idi. O insanlara doğrudan doğruya, açık ve sarih sözlerle kölelik hakkındaki düşüncesini söyledi. Dedi ki, köleliğin gerçek nedenleri şunlar şunlardır, bu da hürriyete giden yoldur, onun bütünüyle ortadan kaldırılmasının yolu şudur... Bu yol zamanında dünyadaki insanlar arasında savaş esirlerine nasıl davranılacağı konusunda çıkan anlaşmazlıktan doğan ve kontrol edilemeyen durumun ortadan kaldırılmasıdır. Fakat modern zamanların sahte görünümlü medeniyeti gerçek hedefleri ve metodlan konusunda ne bu kadar açık sözlü ne de samimidir, ama bir hususta çok beceriklidir: O da karanlık ve kasvetli iç yüzünü gizleyebilmek için dış görünüşünün boyasını en güzel renklerle boyayıp, parlatması ve zarifleştirmesidir. Bu medeniyet, sadece hürriyetlerini ve insanî itibarlarını, dışarıdan herhangi bir müdahale olmaksızın kendi ülkelerinde serbestçe yaşamayı, kendi dillerini konuşmayı, kendi inanç ye dinlerini uygulamayı, ülkelerinin dış dünya ile siyasî ve iktisadî ilişkilerin belirlenmesinde doğrudan doğruya güç sahibi olmasmı istedikleri için Tunus, Cezayir ve Fas'ta yüz binlerce insanı katletti. Bu masum insanları yiyeceksiz ve susuz, iğrenç hapishanelere tıkarak, onurlarını çiğneyerek, kadınlarına tecavüz ederek öldürdüler. Hamile kadınları hem öldürdüler hem de taşıdıkları çocuğun erkek'ini kız mı olduğu konusunda bahse tutuşup karınlarını deştiler. Bütün bu canavarca suçlar işlenmesine rağmen 20. yüzyılın iki yüzlü medeniyeti bunları hürriyet, kardeşlik ve eşitlik ilkelerinin propagandası olarak tasvir eder. Buna karşılık 14 yüzyıl Önce islâm'ın kendi isteğiyle, kölelere gösterdiği ideal, hürmetkar ve âlicenap davranışları ve köleliğin sürekli bir durum olmayıp hayatın geçici bir vakıası olduğunu ilân etmesi gericilik ve barbarlık olarak adlandırılır. Aynı şekilde bu iki yüzlü medeniyet, Amerikalıların otellerine ve halka açık yerlere "Sadece Beyazlar için", "Siyahlar ve Köpekler giremez" gibi uyan levhaları asmalarını şaşırtıcı bir olay olarak görmez. Yine bir zencinin, medenî bir Amerikalı topluluk tarafından yerlerde süründürülmesi, ölünceye kadar merhametsizce tekmelenerek linç edilmesi de garip değildir. Zira bu zenci, öncelikle kızdan gelen arkadaşlık teklifinin cazibesine dayanamayarak bir beyaz Amerikalıyla arkadaşlık yapma suçunu işleme cüretini göstermiştir. Bu olay olurken, polis etrafta hiçbir şey olmamış gibi öylece durur. Ne o topluluğu durdurmaya çalışır, ne de kendilerine hem insanlık hem de dil ve din bağıyla bağlı bir kişiyi kurtarmak için bir şey yapar... Onlar bu vahşice suçları işlerler, ama yine de her zaman "medenî" kalırlar ve bu ulus modern medeniyet ve gelişmenin zirvesi olarak görülür. Bunlara karşılık şu olayı görebilirilir: Mecusî bir kölenin Hz. Ömer'i ölümle tehdit etmesi, ondaki kötü niyeti anlamış olmasına rağmen, Ömer'in onu hapsetmeyi veya oradan uzaklaştırmayı düşünmemesi, yine Ömer'in, gözleriyle gördüğü halde sırf bâtıla olan taassubu ile ateşe tapmaktaki ısrarı karşısında onun öldürülmesini emretmemesi; işte bu türlü davranışlarından dolayı Ömer, onlarca, ne kadar keşmekeş, beşer cinsinin şeref ve haysiyetine karşı hürmeti ne de çoktu. O, tehdidi duyduğu zaman köleye kaba ve hakir davranmamış sadece şunları söylemiştir: "Köle beni tehdit etti." Sonra da yoluna devam etmiş, kölenin hürriyeti herhangi bir şekilde kısıtlanmamış-trr. Ancak, iğrenç suçunu gerçekten işledikten sonra Halifenin katili olarak suçlanmıştır. Diğer yandan, Afrikalı zencilerin zulüm gördüklerini, öldürüldüklerini, -İngiliz gazetelerinin yazdığı şekliyle- bir av gibi izlenip yakalandıklarını, kendi hürriyet ve insanî haklarından mahrum bırakıldıklarım görüyoruz. İşte bu, zirvedeki İngiliz adaleti ile en mükemmel seviyedeki insan medeniyetidir. Bütün bunlar, Avrupa'nın bütün dünyaya öncülüğünü ve hâkimiyetini yapmakla övündüğü medeniyetin yüksek ilkeleridir. Ancak İslâm'ı gözönüne aldığımızda, Avrupa aşırı ölçüde barbar ve yüzeyseldir. Zira İslâm, düşmanlarına karşı güzel davranmayı kabul etmiş, prensip olarak köleliği tasvip etmemesine rağmen esirlerin geçici olarak köleleştirilmesine izin vermiştir. Diğer uluslarda, savaşlarda ele geçirilmiş cariyeler fuhşun utanç verici ve rezil hayatını yaşamak zorunda bırakılırlardı. Zira, onlara bakıp gözetecek hiç kimseleri yoktu, bu şekilde günahkârca bir hayat sürdürmeleri ise efendilerinin şeref duygusunu çok nâdir olarak yaralardı. Bilakis efendileri maddî kazançları için onları bu işe zorlarlardı. Ancak İslâm, kesinlikle zinaya arka çıkmadı ve toplumu bu ahlâksızlıklardan koruyup, temiz tutabilmek için bütün gücünü harcadı. Bu sebeple, cariyelerin yalnızca efendilerine ait olmasını, bakım ve beslenmelerinin sağlanmasını, cinsî ihtiyaçlarının temiz ve iffetli bir biçimde efendilerince karşılanarak şeytanî tu- zaklara düşmelerinin önlenmesini emretmiştir. Fakat "vicdanlı" Avrupa bütün kanunî destek ve korumalarıyla zinayı onaylar. Bununla da yetinmez emperyalist entrikalarının ulaştığı dünyanın her yerinde bu inancı yayar. Görünüşler değişmesine rağmen gerçek aynen kaldı. Kadın önceden olduğu gibi yine erkeklerin ihtiraslarının kölesidir. Ama bu modern bir fahişeliktir. Çokça reklamı yapılan hürriyeti gerçekte müşterisini reddetme hürriyetidir. Bu müşteriler, onu hayvanı arzularının tatmini görevini yapan, başkaca bir işe yaramayan bir araç olarak görürler. Gerçekte hür kadın bu mudur? İnsan vücutlarının bu pis ve iğrenç ticareti ile İslâm'ın kadını efendisine bağlayan manevî bağlan arasında hiç bir müşterek yön yoktur. İslâm'ın tersine modern medeniyetin görüşleri kesinlik ve açıklıktan mahrumdur. Meselâ, fahişeliği bir kölelik kurumu olarak kabul eder, ama, toplumsal bir ihtiyaç olduğunu ileri sürerek fuhşa verdiği desteğini sürdürür. Avrupalılar fahişeliği neden "toplumsal bir ihtiyaç'"olarak telakki ediyorlar? Fahişelik Avrupa medeniyetinde toplumsal bir ihtiyaç olarak yerleşti, çünkü, medenî bir Avrupalı kendisinden başkasının, bir kadın veya çocuğun bakımını üzerine almak istemez. O, genellikle yapıldığı gibi zahmetsiz, sorumluluğu olmayan zevkler peşindedir. Bu nedenle, aradığı, cinsî hazlannı tatmin edebilecek bir kadındır. Kadının kim olduğu, birbirleri hakkında ne düşündükleri hiç önemli değildir. Tek istediği kadının vücududur, başka bir şey değil. Bu hayvanî isteklerini sokaktaki her hangi bir kadınla tatmin etmesi mümkünken, o, herhangi özel bir kadına bağlanmaktan çok uzaktır. İşte, modern çağda kadınların köleliğini toplumsal ihtiyaca bağlayan görüşün haklılaştı-rılması bu şekildedir. Oysa bu koskoca bir yalandan başka bir şey değildir. Çünkü Avrupalı erkek gururundan ve hayvanî isteklerinden bir an bile kurtulamıyor. Nerede kaldı ki, İnsanlığın daha yüksek derecelerine ulaşabilmeyi istesin. Bir noktayı daha zikredebiliriz: Modern Avrupada resmî fuhşu yasaklayan devletler onu, kendi haysiyetlerini zedelediği, yahut fahişelerin insanî konumlarına saygı göstermelerinden yahut da aklî, ruhî ve ahlâkî seviyelerinin o türlü düşük davranışlardan kurtulup yüceldiği için yasaklamadı. Bu yasak daha çok, so^ kaklarda vesikasız dolaşan kadınlarla diğer cinsî sapıkların vesikalı fahişelere ihtiyaç duymaktan kendilerini kurtarmalan dolayısıyla getirilmiştir. Artık bundan sonra devlet herhangi bir müdahaleye ihtiyaç duymamıştır. Buna rağmen Avrupalılar hâlâ, cariyeler meselesine 1400 yıl önce bulduğu çözümden dolayı İslâm'ı suçlama küstahlığında bulunabiliyorlar. O İslâm ki, bu hâlin geçici olduğunu, sonsuza kadar devam edeceği anlamına gelmediğini açıkça beyan etmişti. Bununla birlikte İslâm'ın düzeni 20. yüzyıl medeniyetinden çok daha üstün ve temizdir; onlann önerileriyle karşılaştırıldığında en tabiî ve mükemmel çözümlerden biri olduğunu kimse inkâr edemez veya bir sistemi değiştirmeyi dahi düşünemez. O insan medeniyetinin zirvesidir ve sonsuza kadar da böyle kalacaktır. Bu zevk toplumu kızlannın, kendilerini baş-kalanna teslim edip, sonra da hür olduklarını düşünmeleriyle ortaya çıkan görünürdeki özgürlük bizleri yanıltmasın. Zira biliyoruz ki, özgürlüklerinden vazgeçip, kendi istekleriyle önceki köleliklerini kabul eden ve bundan mutluluk duyan köleler topluluğu daima varolmuştur. Fakat, bazı köle ruhlu insanlann kendi hür insanî konumlarından vazgeçmeye hazır oluşları, ne İslâm'a ne de diğer din ve hayat anlayışlanna göre, onlann sürekli köle-leştirilmelerini haklılaştırmaz. Bununla birlikte bu vakıa, insanlann kendi istekleriyle köleliği hürriyete tercih ettikleri ekonomik, sosyal, siyasî, fikrî ve ruhî şartlan hazırlayan bir hayat sisteminin üzüntü verici görünümüdür. Gerçekte ise vesikalı fuhşa kendini atan ve onu tasvip eden ancak Avrupa medeniyetidir. O, resmî fahişelik veya sapıkların gönüllü fahişelikleriyle zinayı ve ahlâkî yozlaşmayı teşvik etmiştir. Bu, 20. yüzyıla gelinceye kadar Avrupa'daki köleliğin, kadınların, erkeklerin, ulusların ve sınıfların köleliğinin kısa bir hikâyesidir. Bu köleliğin çeşitli kaynaklan ve sebepleri vardır. Ama hiçbirisi, 1400 yıl Önce İslâm'ın kaçınılmaz olarak müsamaha göstermek zorunda kaldığı kölelik biçimi gibi gerçek ve aslî toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklanmamıştı. Bu köleliği Avrupa medeniyetinin iğrençliği ve gayri insanî karakteri kurdu. Bir kaç söz de, komünist ülkelerde yaşanan kölelik hakkında söyleyelim. Bu tür ülkelerde devlet tek efendidir, geriye kalanların tamamı yönetimin kölesi olup, emirlerine boyun eğmeye hazırdırlar. Erkekler ve kadınlar işlerini veya çalışmak istedikleri mekânı seçme hürriyetine dahi sahip değildirler. Yani eski kölelerden çok farklı bir yanlan yoktur. Benzer durum, batının kapitalist ülkelerinde de yaygındır. Büyük sermayedarlar gerçek güç ve iktidan kullanan zımnî efendilerdir. Çalışan smıf ise çaresiz ve tamamıyla onlara bağımlıdır. Sonuç olarak, İslâm'ın dışındaki sistemlerin eski çağlardan bu yana süregelen kölelik biçimlerinin halka, "medeniyet, toplumsal gelişme ve yeni dünya düzeni" adlan altında empoze edildiği bir vakıadır. Bütün bunlardan sonra sanıyoruz ki okuyucuda, islâm'ın rehberliğinden uzak olarak yaşanılan 14 yüzyıl boyunca insanlığın sürekli ilerleyip, ilerlemediği, alçalıp alçalmadığı; sonuçta da uzun bir süredir içinde çırpınıp durduğu karanlıklardan çıkabilmesi için İslâm'ın desteğine ne kadar ihtiyaç duyulduğuna dair bir kanaat oluşmuştur. (Muhammed Qutb, a. g. e., sh. 24 -52). |