Konu Başlığı: İslâmî Çözüm Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Haziran 2012, 17:45:25 İslâmî Çözüm Peygamber tarafından tebliğ edilen bu esasların günümüzden tamamıyla farklı şartlar altında belli bir çağda, belli durumlarda ve belli bir toplumda uygulandığı bir gerçektir. Ancak, bu esasların uygulanışlarında ve Peygamber'ın ve ashabının benimsediği usullerde, çağımızda âdil ve rasyonel bir topluluk oluşturmada aynı derecede elverişli ve faydalı olabilecek bazı temel prensipler bulabiliriz. Ekonomik alanda, İslam değişik kişilerin değişik ekonomik saikleri arasında ahenk oluşturmaya çalışır. İnsan fıtratında bulunan bencillik her fert ve topluluk itidalli bir hâle getirilir. Eğer bencillikle beraber fedâkârlık, merhamet, karşılıklı yardımlaşma, başkalarına karşı muhabbet gibi insanın fıtratında bulunan diğer yüksek vasıflara da şahsiyet oluşturmada yeterince yer verilirse, o vakit yeryüzündeki her fert kendi fıtrî kabiliyeti oranında şerefli ve nezih bir hayat sürmek için yeterli imkânlarla mücehhez olabilecektir. Böylelikle ekonomik sistemde gereksiz bozulma ve çözülmelere sebep olabilecek zararlı unsurların yeşermesi de önlenecektir. Gayesine ulaşmak için İslâm'ın yaptığı şey şudur: İnsanlığın bencillik ve hırs gibi dürtüleri ni yüksek ahlâkî eğitim ve terbiyesi ile yumuşatmış ve onlann kendi arzularıyla hiçbir dış zorlama olmaksızın, ülkede âdil ve dengeli bir sistem oluşturulmasına yardım etmelerini mümkün kılmıştır. Fıtrî Yol: Hayatın problemlerinin çözümüyle meşgul olurken insan fıtratında doğuştan varolan hayatın fıtrî kanun ve prensipleri ile çatışmamak İslâm'ın esas bir noktasıdır. Bu fıtrî yoldan ne zaman bir sapma meydana gelirse İslâm bu sapmayı yeniden fıtrî yoluna koyar. İslâm'ın bütün sosyal ve ekonomik inkılâplarını temellendirdiği ikinci önemli prensip şudur: Sosyal ve ekonomik sistemle ilgili sadece birkaç zahirî düzenlemede bulunmak yeterli değildir. İnsanlar arasında doğru ahlâkî tavır ve davranışların oluşturulması için ahlâkî inkılâba çok büyük önem verilmelidir. İslâm bunu bu şekilde Öngörür. Çünkü insanın zihnindeki kötülüğü kaynağında yok etmek ister. İslâmî sistemde varolan üçüncü perensip otorite, kanunî baskı ve devletin ezici gücünün kaçınılmaz olmadıkça kullanılmamasıdır. (Halife Abdul Hakim; islam and Communism, 1962). Peygamber toplumda dengeli ve âdil bir sistem tesis etmek için insanlara aynı yolu göstermiştir. İslâm'ın toplumda tesis etmek istediği ekonomik sistem sosyalizmin ilmî olarak en güzel düşünülmüş şeklidir. İnsanlara şahsî teşebbüs ve özel mülkiyet hakkı tanımakta, aynı zamanda hürriyet ve nizamı koruyacak tedbirler ve dengeler oluşturmaktadır, islâm, kapitalizmin "bırakınız yapsınlar" anlayışına, ahta-potvârî kollarını ferdin hayatına onun şuurunu boğacak derecede yayan totalirizme olduğu kadar karşıdır. İslâm'da özgürlük sadece fertlere değil, bütün sosyal yapıyı zehirleyecek alışkanlıklara müptelâ olmamaları şartıyla, bütün toplumlara kendi hayat tarzlarını takip etmeleri için verilen bir haktır. islâm belirli eşitlikçi eğilimlere sahiptir. Fakat bütün farklılıkları kuvvet yoluyla gidermeye Çalışmaz. İnsanların yetenekleri oranında -meşru ve kanunî olmak şartıyla- serbestçe düşünmesine, serbestçe hareket etmesine, inanmasına ve servet binmesine izin verir. Açıktır ki fertlerin serbest fiilen aşama ve maddi kazançlar bakımından farlılıklar oluşturacaktır. Eğer genelde toplum veya toplumun bir bölümü ağır sefalet ve aşın yoksulluk içinde bulunmuyorsa, namuslu kazanılmış ve İffetlice harcanan servette farklılık olmasının bir sakıncası yoktur. İslâm bir kişinin kendi bilgisi, emeği, ustalığı ile ve sosyal olmayan gayrî ahlâki metodları kul-lanmaksîzm sahip olabildiği kadar servet edinmesine izin verir. Maddi ve sosyal ödülleri açısından eşitsizlikle sonuçlanması mutlak fıtri enerji ve kabiliyet farklılıklarını gözönünde bulundurur. Fakat toplum tek bir canlı organizma olduğundan, servetin birkaç elde toplanmasına yarayan bütün yöntemleri yasak eder. Ekonomik hayatın, servetin Özel hazinelerde kilitli kalmayacağı bir şekilde düzenlenmesi Kur'anî bir emirdir. Bütün dinler gibi İslâm da sadakayı telkin etmektedir. Fakat bir yıl boyunca tek bir elde, kullanılmadan kalmış fazlalıkların bir bölümünü kanunen almak yoluyla bu konuda bütün inançlardan daha da öteye gitmiştir. İslâm miras kanunu (feraiz); sermayenin dağıtımı ve bir yerine, belirli sayıda fertlerin, hayata, kendi ferdi girişim ve şahsi gayretleri ile başlamasında fırsat eşitliği sağlaması için bir yöntem olarak kullanılmıştır. (Halife Abdülhakim, a.g.e). Mevlana Ebul Kelam Azad'ın sözleriyle: "Eğer toplumda İslâmın öngördüğü ekonomik sistem tamamıyla tesis edilir ve bütün kurumlar yerli yerinde düzenlenirse, ne büyük zenginler olur, ne de dilenci ve fakirler bulunur. İnsanların büyük çoğunluğunun ekonomik durumu iyi hale gelir." (Mevlana Azad; Tarjaman-ul-Quran c.llsh. 132). Toplumsal ve Ferdi Refah: İslâm toplumsal ve ferdi refahı birbirine rakip değil, tamamlayıcı olarak görür. Bu nedenle rekabet ve düşmanlık yerine, işbirliğini teşvik eder. Fertler arasında sıcak ilişkileri geliştirir. İslâmi bir sistemde, kişinin hayırlısı topluma faydası olandır. Eğer toplum refaha kavuşursa fertlerin durumu da iyileşir. Kişi zenginleşirse, toplum da refaha erişir. Fakat bu sistem ferdi ve toplumsal refah arasında bir dengenin oluşması ile mümkündür. Kişiler ihtiyaçlarını temin etmek için gösterdikleri çabalar da toplumun menfaatine aykırı bir yol tutamazlar. Kendilerinin faydalandıklarından başkalarının da pay almasına izin verirler. Ekonomik müesseseleri fazla kâr etmiyorsa bile, ondan faydajörebilecek başkalarını yoksaymazlar. Onların menfaatini de hesaba katarlar. Böylece Islâmın ekonomik sisteminde her fert başkalarının refahında hisse sahibi olur. Kişisel ve toplumsal refah birbirini tamamlar. (Muhammed Kutub; islam, The Misunderstood Religionsh. 154-155). Böylece İslâmın ekonomik sistemi ferd ve toplumun ahengi mefhumuna dayanır. Ne ferdi toplumdan ayırıp ne de terdin menfaatim toplumun menfaat ile çatışma hâlinde göserir. Toprak ve diğer üretim araçlarının özel mülkiyetine izin verir. Ancak bu hakkı topluma zarar, vermesini engelleyecek şekilde sınırlandırır. İslâmın gayesi insanlar arasında geçim vasıtalarını İhtiyaçlarına göre temin etmek ve dağıtmaktır. Düzenleme ve dağıtım işinin tesbiti şeklinde gereken hassasiyet gösterilmiştir. Üretim araçlarının kişiye mi, topluma mı emanet edilmiş olduğu önem arzetmez. Bu araçlar kime emanet edilmişse o bunlan vekil olarak iade eder. Yukarıda bahsedilen gayeye ulaşmada bu kişiler işbirliği yaptığı ve sosyal refah ve ilerleme güvencesi verdiği sürece bu üretim araçlarından diğer insanlarla birlikte faydalanır. Sosyal adaletin temin edilmesi, toprağı veya diğer mülklerin fertler arasında dağıtılmasıyla mümkünse bunlar dağıtılır. Eğer bu gaye ortak mülkiyetle daha iyi sağlanıyorsa, o vakit topluma emanet edilirler. (Muhammed Kutub; a.g.e. Aynı yer). İslâm, insanın sosyal bir varlık olduğunun gerçeği ve şahsiyetini .ancak toplumda geliştirebileceğini vurgular. Günde namazın beş vakit farz kılınması ve cemaatle eda edilmesi, haccm İslâmın temel esaslarından olması gibi ibadetlerin sosyal hayatla içice olduğunu biliyoruz. Müslümanlar günde beş kez namaz kılmakla emrolunmakta ve namazdan sonra ticaret, iş ve alışverişlerini sürdürmeleri istenmektedir. Çünkü; ibadetini yapan ama geçimini sağlama için hiçbir gayrette bulunmayan kişi, ne kendi kişiliğini geliştirmek yolunda ne de sosyal menfaat için hiçbir katkıda bulunmuyor demektir. Kur'an müminlere şöyle seslenmektedir: "Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılırı ve Allah'ın lûtfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz" (62:10). Yukarıdaki "Allah'ın lûtfundan (nasibinizi) arayın" ifadesi ticaret, endüstri, alışveriş gibi insanların hayatlarını kazanmak için meşgul olduğu bütün meşru işlere delalet eder. Müslümanlara hacc sırasında ticaret yapmalarına izin verilmişti. Bu insanın refah ve şahsiyetinin gelişmesi için ibadetin de ticaretin de gerekli olduğunu göstermektedir: "Rabbinizin lütuf ve keremini aramanızda sizin için bir günah yoktur..." (2:198). Bu ayet müslümanlara, dünyevi iyilikleri aramanın ibadet ruhuna hiçbir şekilde aykırı olmadığı ve haccederler-ken ticaret yapmalarının caiz olduğu konusunda ruhsat verir. İslâm müslümanlann hile ve kumardan uzak meşru işlerle meşgul olmalarına izin vermektedir. Böylece İslâmın insanlara sadece "Nefislerini ahiret için muhafaza etmelerini söyleyen, diğer inançlardan olmadığı" açığa çıkmaktadır. İslâm insanlara bu hayatın nasıl güzel yaşanacağını, bu dünyada huzur içinde olmanın gerektirdiği maneviyat faktörünü öğreten bir dindir. Maddi bir dünyada yaşamaktayız, dolayısıyla maddi İhtiyaçlarımız vardır. Bütün tabiat insanın filleri için geniş bir alandır. Her salih amel ibadet yerine geçmesine rağmen, insan çalıştığı gibi ibadette de bulunmalıdır. İnsanın aslî idaelleri manevidir. Onun tabiatında olan değerler insanüstüdür. Ruh, bir madde olan beden ile iç içedir. İnsan, bir şekle bürünmüş ruh değildir. Aklı ve vücudu sıhhatli tutmak için tek vasıta kişinin doğru fizikî ve zihnî gayretleridir. Bütün insanî fonksiyonların böyle ahenk İçinde olmasını öğreten ve hayatın tüm unsurları arasında bütünlük telkin eden bir din diyalektik materyalizmden ve herşeyİ biyoloji ile izah eden bir düşünce biçiminden fevkalâde uzaktır. İslâm, hayatın maddî ve ekonomik yönlerine bigâne kalmamıştır. Ancak, hayatın tümüyle bu esaslara göre düzenlenmesini insanın varlığının mutlak amacı olarak görmez. Materyalizm, maddî İhtiyaçlara ve maddî sebeplere önem verir, fakat maneviyat ve öngördüğü hayat, maddiyatı daha yüksek idealler için bir atlama taşı olarak telakki eder. (Halife Abdul Hakim; islam and Communism, 1962). İtidal: İslam, sisteminde ahenk sağlamak için mensuplarını eğitme ve terbiye etme konularında pratik usûller benimsemiştir. Manevî eğitim yoluyla kişinin bencillik duygusunu yumuşatmaya, manevî ve maddî ihtiyaçları arasında denge sağlamaya çalışır. Karakter İnşası: Bu ideal sistemi oluşturma ve koruma yolunda İslâm esas olarak üyelerinin manevî eğitim ve terbiyesine dayanmaktadır. İslâm, eğitimi inananlar arasında işbirliği, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma ruhunu oluşturmak için etkili bir vasıta olarak kullanır. Eğitimin temeli Allah'a iman esası üzerine kuruludur. Allah'a İman: Allah'a iman, İslâm'ın müminlerde inşa etmek istediği karakterin gelişmesinde esastır. Eğer bir kişi Allah'a ve Hesap Günü'ne inanıyorsa Allah'a ve O'nun yarattıklarına karşı sahip olduğu sorumlulukların tamamen şuurundadrr. Bu vazife duygusu onu toplumun yeterli, Allah'tan korkan; çalışan bir üyesi yapar. Kur'an-ı Kerîm insanın sorumluluklarından şu ayette bahseder: "Sonra o gün (size verilen) nimetten sorulacaksınız. "(102:8). En'âm suresinde şöyle buyurulmaktadır: "Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur..."(6:165). Burada Müslümanların Allah'a bağlı ve O'nun yarattıklarına karşı nâzik ve merhametli olup olmadıklarının denenmesi ve kendilerine verilen servet ve diğer kudret vasıtalarının kötü kullanımının sonuçları hakkında uyarılmaktadırlar. Müslümanlardan sadece Hesap Gününü hatırlamaları değil, Rezzâk-ı Mutlak'm O'ndan başka kimse olmadığı gerçeğini de hatırlamaları isteniyor: "Siz Allah'tan başka bir takım putlara tapıyorsunuz, yalan uydurufp onlara tanrı, şefaatçi di)yorsunuz. Sizin, Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık veremezler. Siz rızkı Allah'ın yanında arayın, O'na tapın ve O'na şükredin. Hepiniz O'na döndürüleceksiniz. "(29:17). Fâtır suresinde de şu ayeti görmekteyiz: "Allah, insanlara bir rahmet açtı mı onu tutan olamaz, O'nun tuttuğunu da O'ndan sonra salacak yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir." (35:2). Peygamber ashabına bu inancın önemini ehemmiyetle belirtmiş ve daha önce izah edildiği gibi ihtiyaçları için daima Allah'a niyaz etmelerini tavsiye etmiştir. Rızkı Veren Ve Ona Kefil Olan Allah'tır: Müslümanlardan Allah'a ve O'nun Rezzâk-ı Mutlak olduğuna inanmaları istenmiştir. Bu sebeple herhangi bir zamanda rızık darlığına düştüklerinde ne telâşa kapılmalı, ne de bolluktan dolayı öğünülmemelidir. Daima, bütün yaratılmışlara rızık veren Rablerine güvenmelidirler: "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, nzkı Allah'a aid olmasın..."(11:6) Müslümanlara, hiçbir geçim vasıtası olmayan yaratıklara; kuşlara, insanlara bakıp ibret almaları, onların da rızkını veren Rablerine güvenmeleri de söylenmektedir. Böyle yaparlarsa helak olmayacakları anlatılmaktadır: "Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz; onları da sizi de Allah besler. O, işiten, bilendir. "(29:60). Bu öğreti, insan aklının ufuklarım genişletmeyi ve insanlar arasında sevgi, şefkat ve karşılıklı yardım duygularını geliştirmeyi amaçlamaktadır. Böylelikle insanlar hayatlarını kazanmak için hayvanlar gibi birbirlerine saldırmayacaklar, haklarına tecavüz etmeyeceklerdir. Yüksek İdealler: İslâm, insanların Önüne, onları sadece yiyecek için yaşayan ve ekonomik bir varlık olmaktan koruyan çok yüksek bir ideal sunmaktadır: "Siz insanlar için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz." (3:110). Müslümanların mükemmelliğinin, iyiliği emretmek ve kötüden alıkoymalarında, Allah'a olan sarsılmaz imanlarında yattığı belirtilmeye değerdir. Eğer bu vasıflarını kaybederlerse, Şüphesiz bu mükemmelliklerini de kaybederler. Kur'an-i Kerîm'in bu talimatı müslüman toplumun üyeleri arasında Öylesine bir ruh yayar kî, bu insanlar diğerlerinin daha iyiye gitmeleri ve arınmaları için kendi zaman, servet ve diğer güçlerinden daima daha fazlasını harcarlar. Nefis Tezkiyesi: Toplumu oluşturan fertlerin karakter inşasında ve şahsiyetlerinin geliştirilmesinde bir başka vasıta nefis tezkiyesidir. Bu dünyadaki hayatı müreffeh ve başarılı kılmak için, hayatı belirleyen değer ve maddî güçleri yeniden düzenlemeli, maddî ihtiyaçları bu yüce İdeallere tâbi hâle getirmelidir: "Nefsini temizleyen iflah olmuş, onu kirletip Örten, ziyana uğramıştır. " (91:9-10). Bu ayette kullanılan "zekkâha" kelimesi "onu büyüttü, arttırdı, kuvvet bularak büyümesini sağladı" anlamına gelir. "Dessaha" kelimesi "gömdü sakladı, gizledi" anlamındadır. İlki nefis tezkiyesine, ikincisi nefsin azdırılmış olmasına delâlet etmektedir. Ayette bu kelimelerin kullanılmış olması, her insana bu mükemmelliğe ulaşmak için yetenek ve güç verildiğini göstermektedir. Bu yetenek ve gücü kişiliklerini arıtmak ve geliştirmek için kullananlar olduğu gibi onu gizleyen ve faydasını görmeyen kimseler de vardır. Bu anlayışa göre temel ihtiyaç nefsin arıtılması ve kişiliğin geliştirilmesidir. Bu, itidal yolundan sapma anlamına gelmez ve Müslümanın servete olan tavrını yansıtır. Bu telakkinin Özü şudur: "Ekonomik olanlar dahil bütün işlevler insanın kölesidir, efendisi değil ve hepsinin gayesi insanın kişiliğini geliştirme ve nefsini arıtma yolunda yardımcı olmaktır. Adaletsizliğin ve yanlış davranışların ana sebebi insan zihninin tamahkârlığında yetişen kıskançlıktır. İslam, kendini yetiştirmesini sağlayarak İnsanı, zihninin tamahkârlık ve kötü tesirlerden korumuştur. İnsandaki bu içgüdü tahrip edilmeksizin yüksek ahlâkî eğitim ve terbiye ile yönlendirilmiştir. Marifet olarak adlandırılan bu durum şu ayetle ifade edilmektedir:".. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir." (64:16). Bu sebeple alınması gereken en hassas tavır, maddî varlığın gerçek ihtiyaçlarını gidermek ve olağanüstü bir gayret göstermeden kendi nasibine düşenle yetinmektir. İnsan, kendisini maddî varlığının gerçek ihtiyaçları ile ve başkalarını kıskanmadan kendisine gelenle sınırlama düşüncesine ancak kendini yetiştirmesi sayesinde varabilir. (Aftab-ud-Din Ahmed; islam or Marnsın, sh. 6-13). Bu hakiki maddî ihtiyaçlar ile suni olanların arasında orantı kurma düşüncesine sadece manevi eğitim ve terbiye ile varılır. İnsanoğlunun ihtiyaçlarının çoğunun gerçek olmaktan ziyade sun'î olduğu bir hakikattir. Bunlar manevî eğitim ve zihnin uygun şekilde yetiştirilmesiyle büyük oranda azaltılabilir. Şatafatlı ve hayal ürünü ekonomik ihtiyaçlar azaltılabilir, pratik ve gerçek ihtiyaçlara indirgenir ve bunun sonucunda fakirlik korkusu zihinlerden silinirse; insan maddî servetin peşinden körü körüne koşarak aradığı huzurunu gerçekten tadabilir. (Aftab-ud-Din Ahmed;a.g.e.Aynı yer). Kur'an-ı Kerim, yoksulluk korkusunu şeytanın sebep olduğu bir hastalık olarak vasıf-landırmışür: "Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliği ve hayâsızlığı emreder. Allah- ise kendisinden mağfiret ve bol nimet vadeder. " (2:268). Hatalı fakirlik korkusundan kurtulmanın insanlığı ekonomik olduğu kadar manevî bakımdan da zenginleştireceği açıktır. Buna ancak İslâm tarafından sağlanan dengeli ve sıhhatli bir dîn kültürü ile ulaşılabilir. İnfâk Dersi: İnsanlar arasında yüksek ahlâkî değerleri geliştirmek ve bunları korumak için başka kurallar yanında İslâm, fazla servetin infiik edilmesini öngören kanunlar da koydu. Fazla servetin fazilet, doğruluk, sosyal refah hizmetinde ve nasiplerini, ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar temin edemeyenlere yardımda kullanılmasını tavsiye etmektedir. İnsanlar İçin fazla serveti en hayırlı bir biçimde harcama yolu onu ihtiyaçlarını karşılamaları için diğerlerine vermektir. Bu nitelik İslâm'da en yüce manevî değerlerden biri olarak kabul edilmektedir. İslâm toplumunda her zaman kazanıp infak edenlere, servetlerini istifleyen ve daha fazla kazanma hırsı ile yatırımda bulunanlardan çok daha fazla hürmet edilmiştir. (Ebu'l-Alâ Mevdûdî; Economic Problem, sh. 51). Kanun, zenginlerin servetlerinin bîr kısmını almaktadır. Halbuki manevî eğitim daha kapsamlı sonuçlara ulaşır ve insanlar arasında mallarını Allah yolunda harcamaya hazır hâle getirecek ruhu aşılar. Kur'an'da, insanlar arasında bu ruhu aşılayan ve onları, servetlerini fakirler için harcamaya teşvik eden pek çok ayet yer alır: "Ey inananlar, kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardığımız nîmetlerin iyilerinden (Allah için) verin, kendiniz (utandığınızdan ve iğrendiğinizden dolayı) göz yummadan alamayacağınız kötü söyleri sadaka vermeye kalkmayın. Bilin ki Allah zengindir, övülmeye lâyık olandır." (2:267). Bu ayet, sadakanın sadece helâl yoldan kazanılan gelirden veya Allah'ın bahşettiklerinin İyi Ve değerli olanlarından verildiğinde bir kıymet ifade ettiğini açıkça belirtmektedir. islâm, belli sebepler dolayısıyla mü'minlere toplumun daha fakir kesrmferîne'saciaka vermeyi emretmiştir. İnfak, ilk olarak verenin kendini arındırmasını, ikinci olarak da alanın ihtiyaçlarını karşılamasını sağlar. Kur'an'da Bakara suresinin bir ayetinde bu husus şöyle ifade edilmektedir:".;. Sana hangi şeyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: 'İhtiyacınızdan geri kalanı harcayın. 'Allah ayetlerini size böyle açıklıyor İslam'ın Ekonomik Sistemi 317 kî, düşünesiniz." (2:219). Söz konusu ayette kullanılan "el-Afv" kelimesi bir kişinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra arta kalanı fazlalık anlamına gelir. Kur'an-ı Kerîm mü'minlere, ihtiyaçlarının üzerindeki fazla serveti fakirlere vermelerini açıkça emretmektedir. Peygamber, din kardeşi ve komşusu açken fazla servet sahibi olanlardan hiç hoşlanmazdı. Bir hadislerinde Peygaber'ın "Hiç bir Müslüman için komşusu açken tok yatmanın mümkün olamayacağı" buyurduğu rivayet edilmektedir. Peygamber şahsî harcamanın bu yönüne dikkat çekti. Toplumun yoksul fertlerine yardım etmeyenleri kötüledi. Bir rivayette Peygamber'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Eğer bir kişi kapısından bir dilenciyi boş çevirirse Allah ona Kıyamet Gününde; 'Ey Ademoğlu, Ben senden yiyecek istedim, ama sen vermedin' diyecektir." Şahsî harcamalarını bu yönde teşvik etmek için Müslümanlara servetlerinde fakirlerin zekattan başka hakları olduğu da söylenmiştir: "Servette, (Allah'a ve fakirlere ait) zekattan başka haklar da vardır." Kur'an, servetlerinden fakire hakkını verenleri şöyle övmüştür: "Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bir hisse vardır: Sâile ve mahruma (isteyene ve iffetinden dolayı istemeyip mahrum kalana). Ceza gününü tasdik ederler. Rablerinİn azabından korkarlar.. Emanetlerini ve ahidlerini gözetirler. Şahitliklerini yaparlar. Namazlarını korurlar. İşte onlar cennetlerde ağırlanırlar." (70:23-27,32-35). Zârİyât suresinde de şu ifadeler yer alır. "Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı, onu verirlerdi." (50:19). Allahu Teâla, servetlerini fakir ve muhtaçlar için harcayan kişilerin-gayretlerinden hoşlanır ve över. Fakat çevresindeki yoksul ve muhtaçlardan bigâne kalan da yerilmiştİr. "Şu namaz kılanların vay hâline. Ki, onlar namazlarından gafildirler. Onlar gösteriş (İçin ibadet) yaparlar. En ufak bir yardımı esirgerler."(107:4-7). Burada kullanılan "mâ'ûn" kelimesi her çeşit iyi veya nâzik davranış, fiil veya herhangi basit ama faydalı şey anlamına gelmektedir. Bu âyetlerde Kur'an namazlarını kılan, fakat fakirlere kullanmaları için basit şeyleri dahi vermeyen İnsanları açıkça kötülemektedir. Fecr süresindeki ayetlerde de şöyledir: "Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmeğe (birbirinizi) teşvîk etmiyorsunuz. "(89:17-18). Kur'an, burada yetimlere ve fakirlere ilgisiz kalan zenginleri ikâz etmekte, toplumda zayıflara karşı haksızlık yapmalarının sonucu olarak üzerlerine Allah'ın Gazabının geleceğinden bahsetmektedir. Bu sebeple fakirlerin ve yetimlerin servetlerinde olan haklarını tanımaları zenginlerin faydasınadır. Kur'an günde beş kere namaz kılan, fakat fakirlere yardım etmeyen kişileri de kötülemektedir. Daha sonra Kur'an zengin insanları ahiret günündeki, cimrilikleri ve Allah'a şükredici olmamaları sebebiyle ortaya çıkacak ciddî sonuçlar ile ilgili olarak uyarmaktadır:".. Altın ve Bİr çoğu günümüze kadar ulaşabilmiş cami, medrese, kervansaray, han, hamam, köprü bırakmış Müslümanların o muhteşem eserlerin yapıldığı dönemlere ait teknik imkanlarını tasvir eden minyatürler: gümüşü yığıp da onları Allah yolunda sarfetme-yenler var ya, işte onlara acı bir azabı müjdele!" (9:34). Yukarıdaki ayet servet edinilmesini değil, servetin Allah yolunda ve O'nun yaratıklarına faydalı olacak şekilde sarfedilmeyip istiflenmesini yasaklamaktadır. Cimri insanlar yine şu ayetle uyarılmışlardır: "Allah'ın kereminden kendilerine verdiğine cimrilik edenler, onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır, o, kendileri için şerlidir. Cimrilik ettikleri şeyler, Kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. (Bütün mülk O'na aittir ve O'na kalacaktır.) Allah yaptıklarınızı haber alandır. "(3:180). Ve yine Hümeze suresinde yer alan şu ayetler de bu hususu teyid eder: "O ki mal yığdı, onu saydı durdu. Malının kendisini ebedî yaşatacağını sanır. "(104:2-3). Faizsiz Borç Vermek: İslâm, faizi kötülemekte, aynı zamanda toplumda ihtiyaç içinde olanların faizsiz borç bulabilmelerini mümkün kılan ortamı oluşturmaktadır. Fakir borçluya ödeme güçlüklerinde mühlet verilmektedir: "Eğer (borçlu) darlık içindeyse, bir kolaylığa çıkıncaya kadar beklemek (lâzımdır). Eğer bilirseniz (verdiğiniz borcu eli darda olan borçluya) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır. "(2:280). Peygamber, Müslümanları faizsiz borç verme konusunda sürekli teşvik etmiştir: "Satarken, alırken, alacağını talep ederken ve edâ ederken sehâ (ve suhulet) gösteren kimseye Allah rahmet eylesin. "(Buharî). Peygamber'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ahiret gününde azabdan emîn olmak isteyen kişi, borçludan borç yükünü kaldırmalı veya mühlet vermelidir. "(Müslim). Yine bir başka seferinde Peygamberşöyle buyurmuştur: "Bir kimse darda olana mühlet verir veya tamamen ondan kaldırırsa Allahu Teâlâ onu kendi gölgesinde korur. Ki o gün, kendi gölgesinden başka sığınılacak yoktur. "(Müslim). |