๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Mayıs 2012, 18:32:01



Konu Başlığı: İslâmda Zorlama Yoktur
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Mayıs 2012, 18:32:01
İslâm'da Zorlama Yoktur

Rasulullah insanları etkili ve ikna edici bir tarzda, tartışma yoluyla Allah'ın Sözü'ne davet, etmiştir. O, insanlara "insan", "kâinat" ve "Allah" hakkında basit ve sa­rih gerçekleri yumuşak ve en inandırıcı bir şekilde anlatmıştır. Onun daveti sevgi, şef­kat ve merhamet doluydu ve o insanlara hik­metle, davranışların en güzeliyle ulaştırılmış­tı. Böylece çok kısa bir sürede bu davet in­sanların kalplerine nüfuz etti: "(Tarafımdan onlara) de ki: 'Ey nefislerine karşı aşın gi­den kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sı­rada, size azap gelmezden önce Rabbinizden size indirilen en güzel söze, Kur'ana uyun. (O gün günahkâr) nefsin şöyle demesinden sakının: 'Allah'ın yanında (O'na kullukta) kusur edişimden dolayı vah (bana). Hakika­ten ben alay edenlerdendim.' Yahut şöyle de­mesinden: 'Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de (Allah'ın azabından) korunanlardan olurdum.' Yahut azabı gördüğü zaman: 'Keş­ke benim için bir kez daha (dünyaya dönüş) olsaydı da güzel hareket edenlerden olsaydım' demesinden." (Allah şöyle buyu­rur): 'Evet ya, sana ayetlerim geldi de sen on­ları yalanladın, büyüklük tasladın ve inkar­cılardan oldun.' " (39: 53-59).

Görülüyor ki, insanların kendi yararlarına olan Hak Yol'a gelmeleri için şefkat ve mer­hamet dolu Peygamber tarafından, haki­kat onlara, baliğ ve sarih bir tarzda bildiril­miştir. İslâm'ın hakikatine ikna edildiklerin­de insanlar İslâm'a kendi arzulan ile girdi­ler. Bir peygamberin vazifesi insanların anıayabÜmeleri için mesajını mümkün olan en sarih ve en etkili bir tarzda tebliğ etmek idi. îste ondan sonrası insanlara kalıyordu, ister kabul ederler, İster etmezler: "Seninle tartış­maya girişirlerse de ki: 'Ben de kendimi Al­lah'a teslim ettim; bana uyanlar da.' Kendi­lerine Kitap verilenlere ve ümmilere de ki: 'Siz de İslâm oldunuz mu?' Eğer İslâm olur­larsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer döner­lerse, sana düşen yalnız duyurmaktır. Allah kulları(nı hakkıyla) görmektedir." (3: 20). Aynı inanç özgürlüğü şu sözlerle de ifade edilmiştir: "De ki: 'Hak (bu Kur'an), Rab-binizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen in­kâr etsin.'..." (18: 29).

Bu, inancın tüm felsefesini berrak bir şekil­de açıklamaktadır. İman insanlara teklif edi­lir ve onlar kabul etmek veya reddetmekte öz­gürdürler. İslâm'ı kabul etme olsun veya red­detme olsun, her ikisi de her şahıs için iste­ğinden ve düşünerek verdiği karardan kay­naklanır. O (kadın veya erkek) İslâm'ı kabul etmek veya reddetmek hususunda hiçbir zor­lama altında değüdir. Karar tamamıyla bi­reye aittir ve ciddî tetkiklerden sonra karara varılır; çünkü inanç bir ikna olma meselesi­dir ve hiç kimse zorla ikna edilemez. Eğer birey zihniyle imanın hakikatine tamamen ikna olursa, ancak, onu kabul eder; yok eğer öyle değilse onu reddedecektir. Birisini her­hangi bir inancı kabul etmeye zorlamak hiç­bir fayda vermez, çünkü inanmak kişinin kalbiyle ilgili bir konudur ve eğer bu kimse onun doğruluğuna inanmamışsa baskı ve zorlama, miktarı ne olursa olsun, ona bu inancı kabul ettiremeyecektir. Buna rağmen intikam alınma veya cezalandırılma korku­suyla bir kimse herhangi bir inancı sırf ha­yatını kurtarmak için— kabul etmiş görün­se bile bu işi gerçek bir inanan olarak kabul edilmeyecektir. Bunun da ötesinde böyle bir kimse zorlanma durumundan kurtulur kur­tulmaz, bu inancı reddedecektir.

işte bu yüzdendir ki, İslâm inancı kimseye . zorla benimsetilmez; ya da böyle zorla ka­bul ettirilmiş inanç Allah katında kabule şayan değildir, "Dinde zorlama yoktur. Doğ­ruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu İnkâr edip, Allah'a inanırsa, muhak­kak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapış­mıştır. Allah İşitendir, bilendir'' (2: 56). Bu ayet, İslâm'daki inanç özgürlüğü kavramını açıkça izah etmektedir. İslâm inancı hiç kim­seye zorla giydirilemez, çünkü o zaman, o, inanç olmaz. Kişinin başkasına inancını onun isteği dışında zorla kabul ettirmesi doğ­ru bir olay olmadığı gibi, böyle bir olay pra­tik bir fayda da sağlamaz. İslâm böyle bir politikayı tasvip etmediği gibi, onu şiddetle mahkum da eder. Bir insanın inancı, o kişi kendi isteğiyle ve kalbiyle inancını kabul et­medikçe, ne hakiki bir inanç olur, ne de ka­bule şayandır. İslâm, ancak kendiliğinden ka­bul edilirse güvenilir ve hakiki bir hâl alır. İnsan, dünya hayatında, hak ve bâtıl arasın­da seçim yapma özgürlüğü verilerek imtihan edilir. Bu gerçeğe dayanan "mükellefiyet = sorurnlu olma" kavramını zorlama, bütü­nüyle ortadan kaldırmaktadır. İnsanın ebe­dî kurtuluşa ermesi onun dünyadaki yaptık­larına, yani o insanın kendiliğinden hakkı kabul ederek Allah yolunda gidip gitmediği veya bunları reddederek şeytanın yolunu ta­kip edip etmediğine bağlıdır. Kavramın özel­liği, bireyin iki farklı hayat yolu konusunda seçim yapma özgürlüğüne sahip olmasıdır. Ve bu konuda herhangi bir zorlama ve bas­kı, imtihana tâbi tutulma fikrini ortadan kal­dırır. Bu yüzden hangi şartlar altında olur­sa olsun İslâm, yayılmak için zorlamayı tav­siye etmez. Çünkü böyle bir şeyi yapmak, onun hayat felsefesinin en önde gelen gaye­sini, yani insanın kendi seçimiyle mutlulu­ğunu yakalaması gayesini yok edecektir.

İlâhî Mesaj insanlara sadece açık olarak ile­tildiğinde Peygamber'in vazifesi tamamlan­mış olur ve artık tebliğin ulaştığı insanların yaptıklarından Peygamber sorumlu olmaz. Hak ile bâtılı açıkça birbirinden ayırdıktan sonra insanları zorla İslâm'a getirmek onun görevi değildir: "(Ey Muhammed), sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin." (88: 21-22). Şurâ Suresi'nde de şunlar yazılıdır: "Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onların üze­rine bekçi göndermedik, sana düşen, sadece tebliğdir." (42: 48).

Kur'an-ı Kerim'in tümü, mesajını tebliğ et­mekle "Peygamberlik vazifesinin" sona er­diğini işaret eden ve vurgulayan bu misallerle doludur, tşte bu vazifenin yapılmasıyla in­sanlar arzularına göre mesajı kabul etmekte veya reddetmekte muhayyer kalırlar. Seçme Özgürlükleri kaim olur ve inanç meselelerin­de hiç kimsenin kendi arzusunu onlar üzeri­ne empoze etme yetkisi ve hakkı olmaz. "Biz (bu) Kitab'ı, insanlar için, sana hak ile in­dirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi ya­rarınadır, kim de saparsa kendi zararına sap­mış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin." (39: 41). Bu ayet, Allah'ın peygamberlerinin (salât ve selâm üzerlerine olsun) insanoğlu­na Hakkı öğretmek için ellerinden geleni yaptığını, fakat onların insanları hiçbir şeye zorlayamayacağını, zorlamadığını göster­mektedir. Eğer kabul ederlerse, kendilerin­den başka hiç kimsenin bir kârı olmaz ve eğer bu öğretileri reddederlerse, kendilerin­den başka hiç kimse inkârın akıbetine ma­ruz kalmaz. Ve yaptıklarından dolayı İlâhî Mahkeme'de tamamıyla kendileri Allah'a karşı sorumlu olurlar, başkaları değil. Rasulullah'ın kendisi hem söz, hem de davra­nış olarak insanlara öğrettiği prensip üzere amel etmiştir. Sahabelerine de öyle yapma­larını söylemiştir. O, mesajını şefkatle tebliğ etmiş ve insanları İslâm'a döndürmek için hiçbir zorlama ve saldırganlığı tasvip ya da tavsiye etmemiştir. Kendisi hayatının 23 yılı boyunca bizzat mücadele etmişken, İnsanları İslâm'a yöneltmenin böyle kötü ve gayri ta­biî bir biçimini nasıl tasvip edebilirdi ki? Mekke'nin Kureyşlileri ve diğer müşrikler onu inancından zorla vazgeçirmek için elle­rinden geleni ardlarına koymamışlar ve hat­ta bunun için onu yurdunu terkederek Me­dine'ye sığınmaya zorlamışlardır; fakat o, as­la onların mütecaviz amellerine boyun eğme­miş ve inancını yaşamayı sürdürmüştür. Yi­ne Medine'de, davasını saldırganlıklara karşı müdafaa etmiş ve insanları İnançlarını uy­gulamaktan alıkoymanın veya başka bir inanca yöneltmenin tamamıyla yanlış ve hak­sız olduğunu insanlara böylece göstermiştir. Müşrikler tecavüzlerinden vazgeçmeyerek onu ve inancını yok etmeye uğraştıklarında, hayatını ve inancını korumak için mecburen savaşa başvurmuştur.

Rasulullah, kendi hayatı ve inancı tehdit edildiğinde, yani onları zor kullanarak mü­dafaa etmekten başka seçeneği kalmadığın­da savaşa girişmişti. Onun savaşçılığı düş­manları tarafından içine itildiği bir savunma stratejisinden ibaretti. İşte böylece Hz. Pey­gamber  azim ve kararlılıkla çarpışmaya başladı ve düşmanlarını bütün cephelerde ye­nilgiye uğrattı. O zamana kadar, İslâm'ın doğruluğuna tamamen inanmış fakat korku­larından bunu açığa vuramamış kişilerden zalim güçler uzaklaşır uzaklaşmaz, onlar kit­leler ve gruplar halinde İslâm halkasına da­hil oldular. Mekke galibiyetinden sonra in­sanlar, barış şartlarında, uygun bir perspek­tif altında İslâm'ın mânasını anlama ve onun hakkında düşünme imkânını elde ettiler. Do­layısıyla onu özgürce kabul ettiler ve İslâm'ın mesajını diğer insanlara ve başka ülkelere ta­şıdılar, "Allah'ın yardımı ve zafer günü ge­lip, insanların Allah'ın dinine akın akın gir­diklerini gördüğün zaman..." (110: 1-2).

Rasulullah @ insanlara cömert ve serbesti içinde muamele etti ve onlara çok geniş dü­şünme fırsatları tamdı. Çünkü cahil insan­lar olarak şu veya bu yolda karar kılmadan önce zamana ihtiyaçları vardı. "Ve eğer or­tak koşanlardan biri eman dileyip yanma gel­mek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözü­nü işitsin; sonra onu güven içinde buluna­cağı yere ulaştır. Böyle (yap), çünkü onlar bilmez bir topluluktur." (9: 6). Bu, Peygam­ber @ ve sahabelerinin genel hareket tarzı idi. Belki Allah'ın kelâmını işitme ve anla­ma imkânı bulurlar diye insanlara, kendile­rine sığınmayı ve korumaları altına almayı teklif ettiler. Onların çoğu cahillerdi ve İs­lâm'ın ne mânaya geldiğini bilmiyorlardı. Bir alışkanlık ve aile geleneği olarak putperest inancı izliyorlardı. Eğer kendi istekleriyle İs­lâm'ı kabul ederseler, iyi hoş; kabul etmez­ler ise kendi topraklarında muhafaza altın­da yaşamaya bırakılıyorlardı. Zorlama veya baskı meselesi hiçbir zaman ortaya çıkmadı veya böyle bir mesele ne Peygamber @'ın, ne de sahabelerinin kafasını kurcaladı.

Mekke fethedildiğinde, Rasulullah @'a ve as­habına uzun süre eziyet eden ve onları yurt­larını terketmek zorunda bırakan ve hatta Medine'de bile onları rahat bırakmayarak defalarca üzerlerine hücum eden bütün Ku-reyş liderleri, Ebu Süfyan da dahil affedil­miş ve serbest bırakılmışlardı. Bundan son­radır ki, onlar Hz. Muhammed'in inancının doğruluğuna, ikna oldular ve kendi istekle­riyle onu kabul ettiler ve İslâm'ın direkleri ve güçlü destekçileri oldular. İbni İshak'tan rivayet edildiğine göre Ensar'dan birisinin hı-ristiyan olan iki oğlu vardı ve İslâm'ı kabul etmiyorlardı. Bu adam Peygamber @ Efen­dimize gelerek onları İslâm'a girmeye zorla­yıp zorlayamayacağını sordu. Bunun üzeri­ne inanç hususunda zorlama olmayacağını bildiren ayet nazil oldu. (2: 256). îbni Esir, bu ayetin tefsirini yaparken Kur'an-ı Kerim­in öğretisini şu sözlerle Özetlemektedir: "İs­lâm o kadar aşikâr ve anlaşılır, onun hak­kındaki lehte tartışma ve değerlendirmeler o kadar güçlü ve ikna edicidir ki, kimseyi İs­lâm'a girmeye zorlamaya ihtiyaç yoktur; bu yüzden kimseyi İslâm'ı kabul etmeye zorla-mayınız. Ve eğer bir kişi ondaki hikmeti id­rak edemecek kadar korse, o kişinin İslâm'ı anlamadan İslâm'a girmesi zaten faydasız­dır."

Zemahşerî, bu ayeti tefsir ederken yukarıdaki görüşü desteklemektedir: "Allah, İslâm (iman) konusunda baskı ve zorlamayı öngör; memiştir, fakat onu kişinin kabiliyet ve ka­bulüne bırakmıştır." Şu ayet, "Rabbin iste­seydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka ina­nırdı. O halde sen mi insanları mümin olma­ları için zorlayacaksın?" (10: 99), bu görüşü bütünüyle   güçlendirmektedir.   İnsanların imana zorlanması eğer Allah'ın hikmetinden olsaydı O, herkesi aynı inanç üzere yaratır­dı, fakat böyle yapmadı ve her şeyi insanla­rın gönüllü kabulüne bıraktı. Böyle olması­nın hikmeti de şu sözlerle gösterilmiştir: "Her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik, eğer Allah dileseydi sizi bir şeriata bağlı tek ümmet yapardı; fakat bu, verdikleriyle sizi imtihan içindir. Öyleyse hayır işlerine ko­şun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılı­ğa düştüğünüz şeyleri size bildirir?' (5: 48).

İmam Razî, tefsirinde aynı ayet hakkında Ebu Müslim İsfahanı ve KeffePin görüşleri­ni şöyle nakletmektedir: "Bu demektir ki Al­lah, din problemini tazyik ve zorlamaya bı­rakmamış, fakat kabule ve kabiliyete mün­hasır kılmıştır. Allah tevhid lehine tartışma ve değerlendirmeleri etkili ve ikna edici bir şekilde ortaya koyduğunda ve hiçbir maze­rete yer bırakmadığında, bu tartışmaların açıklığa kavuşturulmasından sonra hiçbir in­karcının, inançsız kalmasının gerekçesi ola­mayacağını bildirmiştir. Eğer Allah bütün ayetlerini ortaya koyduktan sonra da inanç­sızlıkta direnirse, onu imana getirmenin tek yolu onu buna zorlamak kalıyor. Fakat bir deneme ve imtihan yeri olan dünyada buna izin verilmemiştir. Bunun sebebi, inanç me­selelerinde baskı ve zorlama ile Allah'ın Em­ri üzere öngörülen imtihan gayesinin iptal ol­masıdır: "De ki: 'Hak (bu Kur'an) Rabbi-nizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen in-, kâr etsin' ..." (18: 29). Yunus Suresi'nde şun­lar yazılıdır: "Rabbin İsteseydi, yeryüzünde­kilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları mümin olmaları için zorlayacak­sın?" (10: 99). Ve yine Şuârâ Suresi'nde şun­ları okuyoruz: "Mümin olmuyorlar diye ner-deyse kendini helak edeceksin! Dilesek on­ların üzerine gökten bir mucize indiririz de, boyunları ona eğilir (inanırlar)." (26: 3-4).

İmam Razî, bu görüşü destekleyerek şunla­rı yazar: "Bu fikir, Allah'ın kendisinin şu ayette söyledikleriyle daha da güçlenmekte­dir, "... Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli ol­muştur... (2: 256)." Bir diğer söyleyişle, bütün aklî deliller verilmiş ve bütün ayetler açıkça ortaya konmuştur. Artık bunun bir adım ötesi baskı ve zorlamadır, ama "mü­kellefiyet = sorumlu olma'' mefhumunu or­tadan kaldırdığı için ona da izin yoktur. Ra-sulullah @ gösterdiği davranışlarla bu pren­sibe tam manasıyla sadık kalmıştır. Düşman­larına galip geldiği muhtelif durumlarda on­lara karşı muhabbet ve merhametle muamele etmiştir. En şedid düşmanlarına karşı muzaf­fer olarak Mekke'ye girdiğinde şu sözleri söy­leyerek onları bıraktı; "Bugün hiçbir şeyden suçlanmayacaksınız. Gidin, hepiniz serbestsiniz." Hiç kimse İslâm'ı kabul etmeye zor­lanmamıştı. Çevre ülkelere birçok seferler düzenlenmiş ve savaşçılarına kesinlikle kim­seyi İslâm'a girmeye zorlamama emrini ver­mişti. İslâm'ı tanıtmak için ne zaman bir yere adamlar gönderse, onlara İslâm'ı daima yu­muşaklıkla, nezaketle anlatmalarını, asla in­sanlara kaba davranmamalarım öğütlemiş-ti. Muaz.b. Cebel ve Ebu Musa Eş yi Ye-men'e gönderdi ve onlara Yemenlileri hoşnut etmek, nefretlerini kazanmak için nazik ol­malarını, haşin olmamalarını söylemiştir. (Ebû'I Âlâ Mevdûdi, Cihad fil İslâm' sf. 153-163). Onun uygulamaları ve davranışları "Dinde zorlama yoktur" (2: 256) şeklinde­ki Kur'an buyruğunun hakikaten eksiksiz bir görüntüsünü teşkil etmiştir.

Kısaca, Peygamber @ balkına inancım bü­yük bir çekicilikle, güçlü delillerle ve ikna edici tartışmalarla tebliğ etti ve onları derin­den etkileyen sevgi, muhabbet ve merhametle İslâm'a davet etti. Ne zaman ki tağutun baskı ve işkencesi korkusundan kurtuldular, ken­di arzularıyla gruplar, bölükler halinde İs­lâm'a girdiler.

Thömas Cariyle şunları söylüyor, "Muham-med'in @ İslâm'ı kılıçla yayması hakkın­da çok şey söylenmiştir. Hıristiyanlık dini ba­rışçı bir şekilde vaaz ve ikna yoluyla yayıl­mıştır diye övünmemiz gerekir. Şüphesiz bu çok daha asîl bir yoldur. Fakat şimdi bu ko­nuya bütünüyle bir dinîn doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde tartışırsak, yaptığımız kökten yanlış olur. Gerçekten kılıç kullanı­lacak; fakat ona güç bahşedecek bu kalıç ne­reden elde edilecek! Her yeni fikir başlan­gıçta kesinlikle bir kişi ile sınırlıdır. O zama­na kadar, yalnızca bir kişinin zihninde yer eder. Dünyada yalnızca bir adam ona inanır; bütün insanlara karşı bir adam tekbaşınadır. Eline bir kılıç alması ve fikrini bununla ta­nıtmaya çabalaması ona fazla bir şey kazan­dırmayacaktır. İlk Önce kendi kılıcınızı elde etmelisiniz! Yani genellersek, bir şey başara-bildiği kadar kendi kendini tanıtacaktır... Kı­lıç konusunu pek önemsemiyorum. Herhan­gi bir kılıçla, dille veya sahip olduğu ya da elde edilmesine imkân tanıdığı aletle bu dün­yada kendisi için mücadele eden bir şeye hak veriyorum. Onu bırakalım vaaz etsin, öğre­ticisini bırakalım ve bırakalım savaşsın ve so­nuna kadar dinamiklerini harekete geçirsin ve kaidelerini ortaya koysun, el ve pençele­rini bırakalım, kısacası neye sahipse onlara izin verelim; şüphesiz uzun vadede o, fethe-dilmeye lâyık olmayan hiçbir şeyi fethetme-yecektir. Kendisinden daha iyi olanı ortadan silemez, fakat yalnızca daha kötüyü ortadan kaldırabilir. Bu büyük düelloda tabiatın ken­disi hakem olur ve tabiat hiçbir zaman ha­taya, yanlışa düşmez; tabiatta en derin kök­lere sahip olan şey, en doğru dediğimiz şey yani, işte öbürleri değil de bu şey en sonun­da büyüyor olacaktır. Ve şimdi olaya tekrar baktığımızda; bu vahşi putperest adamlar ona (İslâm'a) inanmışlarsa ve ateşli kalple­riyle ona sarılmışlarsa ve onu uygulamışlar-sa, (İslâm) onlara ne şekilde ulaştırılmış olur­sa olsun, diyorum ki o (İslâm) hakkıyla inan­maya değerdi. Ve yine diyorum ki bir biçim­de veya başka biçimlerde (İslâm) halâ bütün insanlar tarafından inanılmaya değer... İslâm bütün bu içi boş davul misali inançları yedi bitirdi ve zannedersem böyle yapmaya hak­kı da vardı. O, bir kez daha tabiatın yüce kal­binden kaynaklanan, bir realite idi. Arap pu­tperestliği, Suriye reçeteleri ve diğerleri (İs­lâm kadar) reel değillerdi, yanıp kül olma­ları gerekmişti... Çeşitli anlayışlarda, sadece cansız yakıt idiler, çünkü bu (İslâm) ateş idi."

 (On Hereos; Hero-Worshİp and The Heroic in History, sf. 259-299).

Daha önce de açıklandığı gibi Rasulullah tabiî ki silahı eline almıştır, fakat yalnızca inancım müdafaa etmek; insanları kendi di­nine döndürmek için değil. Diğer taraftan, eğer İslâm, kendini müdafaa edecek hiçbir araca sahip olmasaydı, düşmanlarının her ta­raftan yönelttikleri öldürücü niyet ve plan­larına karşı hayatiyetini nasıl sürdürebilirdi? Cihadın tabiatı gözönünde bulundurulursa; onun inananları, her tür zorbalıktan inanç­larını tam bir kararlılıkla ve elde edebildik­leri bütün güç ve vasıtalarla müdafaa etme­ye teşvik eden bir hayat anlayışı olduğu gö­rülür. İnancın yaygınlaştırılmasına gelince, o, davet etme, delillendirme ve yol gösterme yo­luyla husule gelmiştir. Bu iş bir adam tara­fından başlatılmıştır. Önce karısını, sonra ak­rabalarım, arkadaşlarını ve kölelerini davet etmiştir. Ve ondan sonra şehrindeki diğer in­sanları ve komşu bölgelerde yaşayan insan­ları davet etmiştir. Ve davası başarıya ulaşın­ca da diğer ülkelerin insanlarını yöneticileri aracılığıyla dinine davet etmiştir. İnsanlar zorlamayla değil de tartışma, anlama, delil­lendirme ve ikna gücüyle safha safha İslâm'a girdiler.

Medine halkı, Rasul Muhanımed'ın da­vasının doğruluğuna ikna olunca, onun di­nine kendi arzularıyla girmek için küçük gruplar halinde Mekke'ye onun yanına gel­diler. Sayılar çoğalıp da Medine halkının bü­yük çoğunluğu İslâm'ı kabul edince, Hz. Peygamber , kendi şehirlerine davet ede­rek onu ve dinini bütün güçleriyle düşman­larına karşı savunmaya söz verdiler. Rasulul­lah'ın, kendi şehrini, akrabalarını ve ar­kadaşlarını bırakarak yabancı bir ülkeye, ya­bancı insanların arasına gitmesine ne sebep olmuştu? O, memleketini kendi arzusuyla terketmemiş, ancak doğru olduğuna inandığı dininin gereklerini dilediği gibi yerine getir­mesine izin vermeyen düşmanları onu buna zorlamıştı. Böylece Allah'ın Rasulü Muhammed inancını serbestçe yaşayabilmek için başka bir şehîre sığınmaya çalıştı. Düşman­ları bu defa da onu ve dinini yeni şehrinde yok etmek için organize olunca, işte o zaman bu açık saldırganlığa karşı dînini müdafaa etmeye karar verdi ve Allah'ın yardımıyla ba­şarıya ulaştı. Düşmanlarının gayretlerini bo­şa çıkardı. Bütün bu insanlardan engelleme­ler kalkınca hakikati açıkça gördüler, tered­dütsüz İslâm'ı kabul ettiler ve bütün Arap Yarımadası Yüce Peygamber hayattayken İslâm'ın ışığıyla aydınlandı.