Konu Başlığı: İslâmda Zorlama Yoktur Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Mayıs 2012, 18:32:01 İslâm'da Zorlama Yoktur Rasulullah insanları etkili ve ikna edici bir tarzda, tartışma yoluyla Allah'ın Sözü'ne davet, etmiştir. O, insanlara "insan", "kâinat" ve "Allah" hakkında basit ve sarih gerçekleri yumuşak ve en inandırıcı bir şekilde anlatmıştır. Onun daveti sevgi, şefkat ve merhamet doluydu ve o insanlara hikmetle, davranışların en güzeliyle ulaştırılmıştı. Böylece çok kısa bir sürede bu davet insanların kalplerine nüfuz etti: "(Tarafımdan onlara) de ki: 'Ey nefislerine karşı aşın giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada, size azap gelmezden önce Rabbinizden size indirilen en güzel söze, Kur'ana uyun. (O gün günahkâr) nefsin şöyle demesinden sakının: 'Allah'ın yanında (O'na kullukta) kusur edişimden dolayı vah (bana). Hakikaten ben alay edenlerdendim.' Yahut şöyle demesinden: 'Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de (Allah'ın azabından) korunanlardan olurdum.' Yahut azabı gördüğü zaman: 'Keşke benim için bir kez daha (dünyaya dönüş) olsaydı da güzel hareket edenlerden olsaydım' demesinden." (Allah şöyle buyurur): 'Evet ya, sana ayetlerim geldi de sen onları yalanladın, büyüklük tasladın ve inkarcılardan oldun.' " (39: 53-59). Görülüyor ki, insanların kendi yararlarına olan Hak Yol'a gelmeleri için şefkat ve merhamet dolu Peygamber tarafından, hakikat onlara, baliğ ve sarih bir tarzda bildirilmiştir. İslâm'ın hakikatine ikna edildiklerinde insanlar İslâm'a kendi arzulan ile girdiler. Bir peygamberin vazifesi insanların anıayabÜmeleri için mesajını mümkün olan en sarih ve en etkili bir tarzda tebliğ etmek idi. îste ondan sonrası insanlara kalıyordu, ister kabul ederler, İster etmezler: "Seninle tartışmaya girişirlerse de ki: 'Ben de kendimi Allah'a teslim ettim; bana uyanlar da.' Kendilerine Kitap verilenlere ve ümmilere de ki: 'Siz de İslâm oldunuz mu?' Eğer İslâm olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer dönerlerse, sana düşen yalnız duyurmaktır. Allah kulları(nı hakkıyla) görmektedir." (3: 20). Aynı inanç özgürlüğü şu sözlerle de ifade edilmiştir: "De ki: 'Hak (bu Kur'an), Rab-binizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.'..." (18: 29). Bu, inancın tüm felsefesini berrak bir şekilde açıklamaktadır. İman insanlara teklif edilir ve onlar kabul etmek veya reddetmekte özgürdürler. İslâm'ı kabul etme olsun veya reddetme olsun, her ikisi de her şahıs için isteğinden ve düşünerek verdiği karardan kaynaklanır. O (kadın veya erkek) İslâm'ı kabul etmek veya reddetmek hususunda hiçbir zorlama altında değüdir. Karar tamamıyla bireye aittir ve ciddî tetkiklerden sonra karara varılır; çünkü inanç bir ikna olma meselesidir ve hiç kimse zorla ikna edilemez. Eğer birey zihniyle imanın hakikatine tamamen ikna olursa, ancak, onu kabul eder; yok eğer öyle değilse onu reddedecektir. Birisini herhangi bir inancı kabul etmeye zorlamak hiçbir fayda vermez, çünkü inanmak kişinin kalbiyle ilgili bir konudur ve eğer bu kimse onun doğruluğuna inanmamışsa baskı ve zorlama, miktarı ne olursa olsun, ona bu inancı kabul ettiremeyecektir. Buna rağmen intikam alınma veya cezalandırılma korkusuyla bir kimse herhangi bir inancı sırf hayatını kurtarmak için— kabul etmiş görünse bile bu işi gerçek bir inanan olarak kabul edilmeyecektir. Bunun da ötesinde böyle bir kimse zorlanma durumundan kurtulur kurtulmaz, bu inancı reddedecektir. işte bu yüzdendir ki, İslâm inancı kimseye . zorla benimsetilmez; ya da böyle zorla kabul ettirilmiş inanç Allah katında kabule şayan değildir, "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu İnkâr edip, Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah İşitendir, bilendir'' (2: 56). Bu ayet, İslâm'daki inanç özgürlüğü kavramını açıkça izah etmektedir. İslâm inancı hiç kimseye zorla giydirilemez, çünkü o zaman, o, inanç olmaz. Kişinin başkasına inancını onun isteği dışında zorla kabul ettirmesi doğru bir olay olmadığı gibi, böyle bir olay pratik bir fayda da sağlamaz. İslâm böyle bir politikayı tasvip etmediği gibi, onu şiddetle mahkum da eder. Bir insanın inancı, o kişi kendi isteğiyle ve kalbiyle inancını kabul etmedikçe, ne hakiki bir inanç olur, ne de kabule şayandır. İslâm, ancak kendiliğinden kabul edilirse güvenilir ve hakiki bir hâl alır. İnsan, dünya hayatında, hak ve bâtıl arasında seçim yapma özgürlüğü verilerek imtihan edilir. Bu gerçeğe dayanan "mükellefiyet = sorurnlu olma" kavramını zorlama, bütünüyle ortadan kaldırmaktadır. İnsanın ebedî kurtuluşa ermesi onun dünyadaki yaptıklarına, yani o insanın kendiliğinden hakkı kabul ederek Allah yolunda gidip gitmediği veya bunları reddederek şeytanın yolunu takip edip etmediğine bağlıdır. Kavramın özelliği, bireyin iki farklı hayat yolu konusunda seçim yapma özgürlüğüne sahip olmasıdır. Ve bu konuda herhangi bir zorlama ve baskı, imtihana tâbi tutulma fikrini ortadan kaldırır. Bu yüzden hangi şartlar altında olursa olsun İslâm, yayılmak için zorlamayı tavsiye etmez. Çünkü böyle bir şeyi yapmak, onun hayat felsefesinin en önde gelen gayesini, yani insanın kendi seçimiyle mutluluğunu yakalaması gayesini yok edecektir. İlâhî Mesaj insanlara sadece açık olarak iletildiğinde Peygamber'in vazifesi tamamlanmış olur ve artık tebliğin ulaştığı insanların yaptıklarından Peygamber sorumlu olmaz. Hak ile bâtılı açıkça birbirinden ayırdıktan sonra insanları zorla İslâm'a getirmek onun görevi değildir: "(Ey Muhammed), sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin." (88: 21-22). Şurâ Suresi'nde de şunlar yazılıdır: "Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onların üzerine bekçi göndermedik, sana düşen, sadece tebliğdir." (42: 48). Kur'an-ı Kerim'in tümü, mesajını tebliğ etmekle "Peygamberlik vazifesinin" sona erdiğini işaret eden ve vurgulayan bu misallerle doludur, tşte bu vazifenin yapılmasıyla insanlar arzularına göre mesajı kabul etmekte veya reddetmekte muhayyer kalırlar. Seçme Özgürlükleri kaim olur ve inanç meselelerinde hiç kimsenin kendi arzusunu onlar üzerine empoze etme yetkisi ve hakkı olmaz. "Biz (bu) Kitab'ı, insanlar için, sana hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin." (39: 41). Bu ayet, Allah'ın peygamberlerinin (salât ve selâm üzerlerine olsun) insanoğluna Hakkı öğretmek için ellerinden geleni yaptığını, fakat onların insanları hiçbir şeye zorlayamayacağını, zorlamadığını göstermektedir. Eğer kabul ederlerse, kendilerinden başka hiç kimsenin bir kârı olmaz ve eğer bu öğretileri reddederlerse, kendilerinden başka hiç kimse inkârın akıbetine maruz kalmaz. Ve yaptıklarından dolayı İlâhî Mahkeme'de tamamıyla kendileri Allah'a karşı sorumlu olurlar, başkaları değil. Rasulullah'ın kendisi hem söz, hem de davranış olarak insanlara öğrettiği prensip üzere amel etmiştir. Sahabelerine de öyle yapmalarını söylemiştir. O, mesajını şefkatle tebliğ etmiş ve insanları İslâm'a döndürmek için hiçbir zorlama ve saldırganlığı tasvip ya da tavsiye etmemiştir. Kendisi hayatının 23 yılı boyunca bizzat mücadele etmişken, İnsanları İslâm'a yöneltmenin böyle kötü ve gayri tabiî bir biçimini nasıl tasvip edebilirdi ki? Mekke'nin Kureyşlileri ve diğer müşrikler onu inancından zorla vazgeçirmek için ellerinden geleni ardlarına koymamışlar ve hatta bunun için onu yurdunu terkederek Medine'ye sığınmaya zorlamışlardır; fakat o, asla onların mütecaviz amellerine boyun eğmemiş ve inancını yaşamayı sürdürmüştür. Yine Medine'de, davasını saldırganlıklara karşı müdafaa etmiş ve insanları İnançlarını uygulamaktan alıkoymanın veya başka bir inanca yöneltmenin tamamıyla yanlış ve haksız olduğunu insanlara böylece göstermiştir. Müşrikler tecavüzlerinden vazgeçmeyerek onu ve inancını yok etmeye uğraştıklarında, hayatını ve inancını korumak için mecburen savaşa başvurmuştur. Rasulullah, kendi hayatı ve inancı tehdit edildiğinde, yani onları zor kullanarak müdafaa etmekten başka seçeneği kalmadığında savaşa girişmişti. Onun savaşçılığı düşmanları tarafından içine itildiği bir savunma stratejisinden ibaretti. İşte böylece Hz. Peygamber azim ve kararlılıkla çarpışmaya başladı ve düşmanlarını bütün cephelerde yenilgiye uğrattı. O zamana kadar, İslâm'ın doğruluğuna tamamen inanmış fakat korkularından bunu açığa vuramamış kişilerden zalim güçler uzaklaşır uzaklaşmaz, onlar kitleler ve gruplar halinde İslâm halkasına dahil oldular. Mekke galibiyetinden sonra insanlar, barış şartlarında, uygun bir perspektif altında İslâm'ın mânasını anlama ve onun hakkında düşünme imkânını elde ettiler. Dolayısıyla onu özgürce kabul ettiler ve İslâm'ın mesajını diğer insanlara ve başka ülkelere taşıdılar, "Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini gördüğün zaman..." (110: 1-2). Rasulullah @ insanlara cömert ve serbesti içinde muamele etti ve onlara çok geniş düşünme fırsatları tamdı. Çünkü cahil insanlar olarak şu veya bu yolda karar kılmadan önce zamana ihtiyaçları vardı. "Ve eğer ortak koşanlardan biri eman dileyip yanma gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Böyle (yap), çünkü onlar bilmez bir topluluktur." (9: 6). Bu, Peygamber @ ve sahabelerinin genel hareket tarzı idi. Belki Allah'ın kelâmını işitme ve anlama imkânı bulurlar diye insanlara, kendilerine sığınmayı ve korumaları altına almayı teklif ettiler. Onların çoğu cahillerdi ve İslâm'ın ne mânaya geldiğini bilmiyorlardı. Bir alışkanlık ve aile geleneği olarak putperest inancı izliyorlardı. Eğer kendi istekleriyle İslâm'ı kabul ederseler, iyi hoş; kabul etmezler ise kendi topraklarında muhafaza altında yaşamaya bırakılıyorlardı. Zorlama veya baskı meselesi hiçbir zaman ortaya çıkmadı veya böyle bir mesele ne Peygamber @'ın, ne de sahabelerinin kafasını kurcaladı. Mekke fethedildiğinde, Rasulullah @'a ve ashabına uzun süre eziyet eden ve onları yurtlarını terketmek zorunda bırakan ve hatta Medine'de bile onları rahat bırakmayarak defalarca üzerlerine hücum eden bütün Ku-reyş liderleri, Ebu Süfyan da dahil affedilmiş ve serbest bırakılmışlardı. Bundan sonradır ki, onlar Hz. Muhammed'in inancının doğruluğuna, ikna oldular ve kendi istekleriyle onu kabul ettiler ve İslâm'ın direkleri ve güçlü destekçileri oldular. İbni İshak'tan rivayet edildiğine göre Ensar'dan birisinin hı-ristiyan olan iki oğlu vardı ve İslâm'ı kabul etmiyorlardı. Bu adam Peygamber @ Efendimize gelerek onları İslâm'a girmeye zorlayıp zorlayamayacağını sordu. Bunun üzerine inanç hususunda zorlama olmayacağını bildiren ayet nazil oldu. (2: 256). îbni Esir, bu ayetin tefsirini yaparken Kur'an-ı Kerimin öğretisini şu sözlerle Özetlemektedir: "İslâm o kadar aşikâr ve anlaşılır, onun hakkındaki lehte tartışma ve değerlendirmeler o kadar güçlü ve ikna edicidir ki, kimseyi İslâm'a girmeye zorlamaya ihtiyaç yoktur; bu yüzden kimseyi İslâm'ı kabul etmeye zorla-mayınız. Ve eğer bir kişi ondaki hikmeti idrak edemecek kadar korse, o kişinin İslâm'ı anlamadan İslâm'a girmesi zaten faydasızdır." Zemahşerî, bu ayeti tefsir ederken yukarıdaki görüşü desteklemektedir: "Allah, İslâm (iman) konusunda baskı ve zorlamayı öngör; memiştir, fakat onu kişinin kabiliyet ve kabulüne bırakmıştır." Şu ayet, "Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları mümin olmaları için zorlayacaksın?" (10: 99), bu görüşü bütünüyle güçlendirmektedir. İnsanların imana zorlanması eğer Allah'ın hikmetinden olsaydı O, herkesi aynı inanç üzere yaratırdı, fakat böyle yapmadı ve her şeyi insanların gönüllü kabulüne bıraktı. Böyle olmasının hikmeti de şu sözlerle gösterilmiştir: "Her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik, eğer Allah dileseydi sizi bir şeriata bağlı tek ümmet yapardı; fakat bu, verdikleriyle sizi imtihan içindir. Öyleyse hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir?' (5: 48). İmam Razî, tefsirinde aynı ayet hakkında Ebu Müslim İsfahanı ve KeffePin görüşlerini şöyle nakletmektedir: "Bu demektir ki Allah, din problemini tazyik ve zorlamaya bırakmamış, fakat kabule ve kabiliyete münhasır kılmıştır. Allah tevhid lehine tartışma ve değerlendirmeleri etkili ve ikna edici bir şekilde ortaya koyduğunda ve hiçbir mazerete yer bırakmadığında, bu tartışmaların açıklığa kavuşturulmasından sonra hiçbir inkarcının, inançsız kalmasının gerekçesi olamayacağını bildirmiştir. Eğer Allah bütün ayetlerini ortaya koyduktan sonra da inançsızlıkta direnirse, onu imana getirmenin tek yolu onu buna zorlamak kalıyor. Fakat bir deneme ve imtihan yeri olan dünyada buna izin verilmemiştir. Bunun sebebi, inanç meselelerinde baskı ve zorlama ile Allah'ın Emri üzere öngörülen imtihan gayesinin iptal olmasıdır: "De ki: 'Hak (bu Kur'an) Rabbi-nizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen in-, kâr etsin' ..." (18: 29). Yunus Suresi'nde şunlar yazılıdır: "Rabbin İsteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları mümin olmaları için zorlayacaksın?" (10: 99). Ve yine Şuârâ Suresi'nde şunları okuyoruz: "Mümin olmuyorlar diye ner-deyse kendini helak edeceksin! Dilesek onların üzerine gökten bir mucize indiririz de, boyunları ona eğilir (inanırlar)." (26: 3-4). İmam Razî, bu görüşü destekleyerek şunları yazar: "Bu fikir, Allah'ın kendisinin şu ayette söyledikleriyle daha da güçlenmektedir, "... Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur... (2: 256)." Bir diğer söyleyişle, bütün aklî deliller verilmiş ve bütün ayetler açıkça ortaya konmuştur. Artık bunun bir adım ötesi baskı ve zorlamadır, ama "mükellefiyet = sorumlu olma'' mefhumunu ortadan kaldırdığı için ona da izin yoktur. Ra-sulullah @ gösterdiği davranışlarla bu prensibe tam manasıyla sadık kalmıştır. Düşmanlarına galip geldiği muhtelif durumlarda onlara karşı muhabbet ve merhametle muamele etmiştir. En şedid düşmanlarına karşı muzaffer olarak Mekke'ye girdiğinde şu sözleri söyleyerek onları bıraktı; "Bugün hiçbir şeyden suçlanmayacaksınız. Gidin, hepiniz serbestsiniz." Hiç kimse İslâm'ı kabul etmeye zorlanmamıştı. Çevre ülkelere birçok seferler düzenlenmiş ve savaşçılarına kesinlikle kimseyi İslâm'a girmeye zorlamama emrini vermişti. İslâm'ı tanıtmak için ne zaman bir yere adamlar gönderse, onlara İslâm'ı daima yumuşaklıkla, nezaketle anlatmalarını, asla insanlara kaba davranmamalarım öğütlemiş-ti. Muaz.b. Cebel ve Ebu Musa Eş yi Ye-men'e gönderdi ve onlara Yemenlileri hoşnut etmek, nefretlerini kazanmak için nazik olmalarını, haşin olmamalarını söylemiştir. (Ebû'I Âlâ Mevdûdi, Cihad fil İslâm' sf. 153-163). Onun uygulamaları ve davranışları "Dinde zorlama yoktur" (2: 256) şeklindeki Kur'an buyruğunun hakikaten eksiksiz bir görüntüsünü teşkil etmiştir. Kısaca, Peygamber @ balkına inancım büyük bir çekicilikle, güçlü delillerle ve ikna edici tartışmalarla tebliğ etti ve onları derinden etkileyen sevgi, muhabbet ve merhametle İslâm'a davet etti. Ne zaman ki tağutun baskı ve işkencesi korkusundan kurtuldular, kendi arzularıyla gruplar, bölükler halinde İslâm'a girdiler. Thömas Cariyle şunları söylüyor, "Muham-med'in @ İslâm'ı kılıçla yayması hakkında çok şey söylenmiştir. Hıristiyanlık dini barışçı bir şekilde vaaz ve ikna yoluyla yayılmıştır diye övünmemiz gerekir. Şüphesiz bu çok daha asîl bir yoldur. Fakat şimdi bu konuya bütünüyle bir dinîn doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde tartışırsak, yaptığımız kökten yanlış olur. Gerçekten kılıç kullanılacak; fakat ona güç bahşedecek bu kalıç nereden elde edilecek! Her yeni fikir başlangıçta kesinlikle bir kişi ile sınırlıdır. O zamana kadar, yalnızca bir kişinin zihninde yer eder. Dünyada yalnızca bir adam ona inanır; bütün insanlara karşı bir adam tekbaşınadır. Eline bir kılıç alması ve fikrini bununla tanıtmaya çabalaması ona fazla bir şey kazandırmayacaktır. İlk Önce kendi kılıcınızı elde etmelisiniz! Yani genellersek, bir şey başara-bildiği kadar kendi kendini tanıtacaktır... Kılıç konusunu pek önemsemiyorum. Herhangi bir kılıçla, dille veya sahip olduğu ya da elde edilmesine imkân tanıdığı aletle bu dünyada kendisi için mücadele eden bir şeye hak veriyorum. Onu bırakalım vaaz etsin, öğreticisini bırakalım ve bırakalım savaşsın ve sonuna kadar dinamiklerini harekete geçirsin ve kaidelerini ortaya koysun, el ve pençelerini bırakalım, kısacası neye sahipse onlara izin verelim; şüphesiz uzun vadede o, fethe-dilmeye lâyık olmayan hiçbir şeyi fethetme-yecektir. Kendisinden daha iyi olanı ortadan silemez, fakat yalnızca daha kötüyü ortadan kaldırabilir. Bu büyük düelloda tabiatın kendisi hakem olur ve tabiat hiçbir zaman hataya, yanlışa düşmez; tabiatta en derin köklere sahip olan şey, en doğru dediğimiz şey yani, işte öbürleri değil de bu şey en sonunda büyüyor olacaktır. Ve şimdi olaya tekrar baktığımızda; bu vahşi putperest adamlar ona (İslâm'a) inanmışlarsa ve ateşli kalpleriyle ona sarılmışlarsa ve onu uygulamışlar-sa, (İslâm) onlara ne şekilde ulaştırılmış olursa olsun, diyorum ki o (İslâm) hakkıyla inanmaya değerdi. Ve yine diyorum ki bir biçimde veya başka biçimlerde (İslâm) halâ bütün insanlar tarafından inanılmaya değer... İslâm bütün bu içi boş davul misali inançları yedi bitirdi ve zannedersem böyle yapmaya hakkı da vardı. O, bir kez daha tabiatın yüce kalbinden kaynaklanan, bir realite idi. Arap putperestliği, Suriye reçeteleri ve diğerleri (İslâm kadar) reel değillerdi, yanıp kül olmaları gerekmişti... Çeşitli anlayışlarda, sadece cansız yakıt idiler, çünkü bu (İslâm) ateş idi." (On Hereos; Hero-Worshİp and The Heroic in History, sf. 259-299). Daha önce de açıklandığı gibi Rasulullah tabiî ki silahı eline almıştır, fakat yalnızca inancım müdafaa etmek; insanları kendi dinine döndürmek için değil. Diğer taraftan, eğer İslâm, kendini müdafaa edecek hiçbir araca sahip olmasaydı, düşmanlarının her taraftan yönelttikleri öldürücü niyet ve planlarına karşı hayatiyetini nasıl sürdürebilirdi? Cihadın tabiatı gözönünde bulundurulursa; onun inananları, her tür zorbalıktan inançlarını tam bir kararlılıkla ve elde edebildikleri bütün güç ve vasıtalarla müdafaa etmeye teşvik eden bir hayat anlayışı olduğu görülür. İnancın yaygınlaştırılmasına gelince, o, davet etme, delillendirme ve yol gösterme yoluyla husule gelmiştir. Bu iş bir adam tarafından başlatılmıştır. Önce karısını, sonra akrabalarım, arkadaşlarını ve kölelerini davet etmiştir. Ve ondan sonra şehrindeki diğer insanları ve komşu bölgelerde yaşayan insanları davet etmiştir. Ve davası başarıya ulaşınca da diğer ülkelerin insanlarını yöneticileri aracılığıyla dinine davet etmiştir. İnsanlar zorlamayla değil de tartışma, anlama, delillendirme ve ikna gücüyle safha safha İslâm'a girdiler. Medine halkı, Rasul Muhanımed'ın davasının doğruluğuna ikna olunca, onun dinine kendi arzularıyla girmek için küçük gruplar halinde Mekke'ye onun yanına geldiler. Sayılar çoğalıp da Medine halkının büyük çoğunluğu İslâm'ı kabul edince, Hz. Peygamber , kendi şehirlerine davet ederek onu ve dinini bütün güçleriyle düşmanlarına karşı savunmaya söz verdiler. Rasulullah'ın, kendi şehrini, akrabalarını ve arkadaşlarını bırakarak yabancı bir ülkeye, yabancı insanların arasına gitmesine ne sebep olmuştu? O, memleketini kendi arzusuyla terketmemiş, ancak doğru olduğuna inandığı dininin gereklerini dilediği gibi yerine getirmesine izin vermeyen düşmanları onu buna zorlamıştı. Böylece Allah'ın Rasulü Muhammed inancını serbestçe yaşayabilmek için başka bir şehîre sığınmaya çalıştı. Düşmanları bu defa da onu ve dinini yeni şehrinde yok etmek için organize olunca, işte o zaman bu açık saldırganlığa karşı dînini müdafaa etmeye karar verdi ve Allah'ın yardımıyla başarıya ulaştı. Düşmanlarının gayretlerini boşa çıkardı. Bütün bu insanlardan engellemeler kalkınca hakikati açıkça gördüler, tereddütsüz İslâm'ı kabul ettiler ve bütün Arap Yarımadası Yüce Peygamber hayattayken İslâm'ın ışığıyla aydınlandı. |