Konu Başlığı: İslâmda Özel Mülkiyet Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 05 Ağustos 2012, 11:44:48 İslâm'da Özel Mülkiyet Özel mülkiyet tabiî bir arzu mudur? Komünistler ve onlar gibi düşünenler, özel mülkiyetin fıtrattan olmadığında ısrar ederler. Onlar, komünizmin hâkim olduğu ilk toplumlarda özel mülkiyetin olmadığını, herşeyin sevgi, yardımlaşma ve kardeşlik ruhuyla paylaştırılmış halk mülkü olduğunu iddia ederler. Bu "melek çağı"nın uzun sürmediği, ziraatin keşfinin üretimde ve ekili alanlar üzerinde anlaşmazlıklara yol açtığı, sonuçta savaşlara sebebiyet verdiği söylenir. Komünistler, insanlığın bu kötü duruma son verebileceğini, bunun da, hiç kimsenin kendi özel mülkiyeti olmayan ve üretilenlerin halk arasında eşit olarak dağıtıldığı "ilk komünizm"e birkez daha dönmekle mümkün olacağını iddia ederler. Bunun dünyada huzuru, barış ve kardeşliği tesis edecek tek yol olduğuna inanırlar. Diğer tarafta psikolog ve sosyologlar, insanın davranışlarında, duygularında ve fikirlerindeki doğuştan ve sonradan kazanılan hususları sınırlama konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Aynı şekilde özel mülkiyet hakkında da anlaşmazlık halindedirler: Özel mülkiyet duygusu, insanı çevreleyen şartlardan ayrı olarak, doğuştan: gelen bir karakter midir? Yoksa çevrenin tesiri sayesinde mi kazanılır? Meselâ çocuğu, oyuncağını ve eşyasını korumaya sevk eden sebep, acaba onun oyuncağının yetersizliği veya başkasının onu almasına karşı koyma İhtiyacı mıdır? Bir yerde on çocuk için sadece bir oyuncak varsa, mutlaka kavga patlak verir. Fakat on çocuk için on tane oyuncak bulunduğu zaman herkes kendi oyuncağı ile yetinir ve böylece ayrılık ortadan kalkar mı? Bu kabil ileri sürülen tartışmaları şöyle cevaplayabiliriz: 1- Hiçbir ilim adamı veya düşünür, özel mülkiyetin tabiî bir içgüdünün sonucu olmadığını kesin olarak ifade ve isbat edememiştir. Özellikle solcuların bütün söyledikleri "özel mülkiyetin, fıîrî bir karakter olduğuna kat'i bir delil yoktur" sözünden ibarettir. 2- Onların göstermek istedikleri örnek, çocuklar ve oyuncaklar gibi, bu konuda ortaya koymak istedikleri sonuca ulaştırmaz. On çocuğa verilmiş on oyuncak mülkiyet için tabiî bir isteğin mevcudiyetini dizginlemediği zaman bu kavgalar ortaya çıkmaz. Bu, mülkiyet arzusu, sağlıklı bir durumda, tam bir eşitlikle tatmin edilebilir. Önceden söylenen örnek böyle bir arzunun varlığını dizginlemez ama, onun tabiatım tanımaya yardım eder. Kaldı ki bu gibi hallerde görülen, çocuklardan çoğunun, iradelerinin dışında bir mani bulunmadıkça, diğer arkadaşlarının oyuncaklarını zorla ellerinden almak suretiyle kendi ellerindeki oyuncakların adedini çoğaltmaya çalışmalarıdır. 3- İlk toplumda komünistlerin varolduğunu farzettikleri "meleklik devresi"ne gelince; biz böyle bir devrenin varlığı hakkında gerçek bir delile sahip değiliz. Orada üretim vasıta ve imkânları yoktur. O halde var olmayan bir şey üzerine nasıl tartışılabilir? İnsanlar yiyeceklerini doğrudan ağaçlardan temin ediyorlardı. Avlanmaya gittiklerinde, vahşi hayvanlardan korktukları için, gruplar halinde gitmek zorundaydılar. Hemen bozulduğu için Öldürdükleri hayvanları biriktirmeleri mümkün değildi. Bu yüzden, mümkün olduğu kadar yemek zorunda idiler. Bu durumda, ihtilafın yokluğu, mülkiyet için fıtrî bir arzunun varlığını dizginlemez. İşin doğrusu, ihtilafın yokluğu, uğruna savaşılacak hiçbir şeyin olmayışı yüzündendir. O devirde, henüz harekete sevkedici faktörün bulunmaması sebebiyle o karakter gizli kaldı. 4- Hiçbir kimse bize; o devirde, bir kadına sahip olmak için, erkekler arasında mücadele yapılmadığını söyleyemez. Komünizmin öngördüğü gibi, ilk toplum döneminde cinsî arzunun mevcut olmasına rağmen, kadın üzerinde ortaklığın hâkim olduğu iddia edilemez. Onun mevcut olduğu kabul edilse dahi, rakipler nazarında, diğerlerinden daha güzel bir kadın etrafında rekabetin varlığını men eden bir delil sayılamaz. Bu bizi "her şeyin birbirine benzediği ve birbirine eşit olduğu zaman ayrılık ortadan kalkar" varsayımına götürür. Fakat bazı şeyler farklı olduğu ve insanlar arasında değer ölçüleri değiştiği sürece, rekabet ve mücadele başlar. Hatta komünistlerin bütün hayallerinin ve geleceğe ait gerçekleşmesini umdukları ütopyalarının dayanağı olan "melekler toplumu"nda bile bu rekabet ve mücadelenin ortaya çıkması engellenemez. Son olarak, hiç kimse, o ilk toplumda üstünlük ve seçkinlik vasıflarında ortaya çıkan rekabetin varlığını inkâr edemez. Meselâ kahramanlık veya kuvvetlilik veya sabırlı ve metanetli olmak veyahut her hangi bîr sıfatla temayüz etmek gibi. İşte bugün iptidaî bir şekilde yaşayan kabilelerin bazısı -meselâ, "ilk komünist toplum" diye adlandırılanların benzerleri-kızlarını ancak, vurulacak yüz kırbaca, zafiyet göstermeden ve "of demeden tahammül edenlere verirler, bu imtihanı veremeyenlerle kızlarını evlendirmeyi reddederler. Şüphe yok ki, bu genç erkeklerin böyle ızdırap verici dayanıklılık denemesine girişmelerinin tek sebebi, onların kişisel üstünlüklerini gösterme arzusudur. Eğer, herşeyin tam bir eşitliği takip ettiği doğru ise, bazı insanların diğerlerine eşit olmadıklarını, onlardan daha üstün olduklarını iddia etmeye sevkeden sebebi araştırmamız gerekir. Bu bizi. eğer özel mülkiyet tabiî eğilimin bir sonucu değilse, başka bir eğilim ile yakından ilgilidir. Bu eğilim bizi, hatırlana-mayan zamanlardaki insanların da kişisel üstünlüklerini uygulama arzusuna sahip oldukları sonucuna götürür. Komünistler, özel mülkiyetin çağlar boyunca hep adaletsizlik ile bağlantılı olduğunu, bundan dolayı, eğer insanlık barışı sağlamak, huzur ve sükûna kavuşmak istiyorsa, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğini iddia ederler. Fakat onlar iki önemli gerçeği unutmuş görünüyorlar: Ferdî çabaların insanlığın ilerlemesine katkıda bulunduğu ve "melekhk devri" diye adlandırılan ilk komünizm devri boyunca hiçbir ilerleme kaydedilememİştir. İnsanlık ilerlemeye ancak mülkiyet mücadelesinden sonra başlamıştır. Dolayısıyla bu mülkiyet mücadelesi bütünüyle kötü değildir. Tam tersine, mücadelenin varlığı, mantıkî sınırlar İçinde, sosyal, iktisadî ve psikolojik bir zarurettir. Bunun yanında, İslâm'ın; insanlığı kederlendiren bütün haksızlıkların temelini özel mülkiyetin olduğunu kabul etmediği de akıldan çıkmamalıdır. Genel olarak Avrupa ve diğer gayri müslim ülkelerde özel mülkiyetin ciddi haksızlıklara eşlik etmesinin sebebi, mülk sahiplerinin, kanunu yapan ve hükmeden sınıf olması gerçeğidir. Böyle bir sınıfın, kendi çıkarları lehine hükmetmesi, kanun çıkarması gayet tabiî idi. Ancak İslâm'da böyle hâkim bir sınıf yoktur. Bilindiği gibi kanun da halktan belirli bir sınıfın yaptığı şey değildir. O, herkesin yaratıcısı Allah tarafından gelmiştir. Allah'ın, kullarından birini diğeri hesabına veya bir sınıfı diğer bir sınıf hesabına kayıracağı hayal bile edilemez. Böyle bir tarafgirlik için O'nu haşa hangi şey zorlayabilir? Yüce Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir ve O bütün kemâl sıfatların sahibidir. İslâm'da devlet başkanı hür bir seçimle millet tarafından seçilen bir şahıstır. Onu hüküm mevkiine lâyık kılan, herhangi bir sınıf meziyeti değildir. Sonra o, yönetime geçince, kendisini değil, yalnız Allah'ın vazettiği kanunları tatbik ve tenfiz etmekle vazifelidir. Onun halk üzerindeki otoritesi, Allah'ın kanununu uygulamaktan öteye geçemez. İlk halife Hz. Ebu Bekir şöyle demiştir: "Sizi idare hususunda Allah'a itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Eğer Allah'a âsi olursam, o zaman sizin üzerinize bana itaat etmek lâzım gelmez." İslâm'da yöneticinin, şeriatte bir imtiyaz olarak kendi şahsı veya başkası için kullanabileceği her hangi kanunî yetkisi yoktur. Bundan dolayı o, toplumun bir sınıfını başka bir sınıf üzerinde imtiyazlı kılmaya veya sermayedar zenginlerin siyasî nüfuzuna boyun eğerek mal sahibi olmayan fakirlerin aleyhine kanunlar vazetmeye ne yetkili, ne de muhtaçtır, İslâmî kurallar hakkında tartışırken, bu prensiplerin ve eğitiminin gerçek anlamda uygulandığı devirlerden bahsetmek gerekmektedir. Saltanat şekline dönüştükten sonraki devirlerde İslâm'ın idaresine giren bozukluklar misal teşkil etmez. Çünkü bozuk şekliyle o sistemler hiçbir vakit gerçek İslâm değildir. Bütün adaleti ve örnek şekliyle İslâm'ın tatbik edildiği sürenin kısalığı, hiçbir zaman onun, gerçekler dünyasında tatbiki mümkün olmayan hayalî bir sistem olduğunu ifade ve irade edemez. Bir defa vukua gelenin bir defa daha vukua gelmesi haliyle mümkündür. İnsanlar o Örnek devrenin geri dönmesini büyük bir özlemle candan İstiyorlar. Bugün müslümanlar için onu gerçekleştirmek tarihin uzak devirlerinde atalarının elinde gerçekleşmesinden daha kolay ve akla daha yakındır. İslâmî yönetim altında, imtiyazlı sınıflara, sadece kendi çıkarlarını gözeten kanunlar yapma fırsatı verilmeyecektir. İslâm, tüm insanlara, haklan ve itibarları hususunda, aynı muamele yapılmasını, hiçbir fark gözetilmeden aynı kanunların uygulanmasını emreder. Nasslardan birisinin yorumunda ihtilaf meydana geldiği zaman -yeryüzündeki her kanunda olduğu gibi- orada da sadece hukukçular (fâkihler) bu hususta son sözü söyleme hakkına sahiptirler. Büyük İslâm fâkihlerinin zengin sınıfı korumak gayesiyle çalışanlar aleyhine içtihat yapmadıklarına tarih şahitlik eder. Onlar daima, çalışanların haklarım korumaya ve onların temel ihtiyaçlarının yerine getirilmesine daha çok Önem vermişlerdir. İslâm'ın, işçiyi iş sahibine ortak kılması rastlanan hususlardandır. Diğer tarafta; İslâm, insan tabiatını istismar etmek için, mülkiyeti, daima zulme ve haksızlığa yönlendiren birşeymiş gibi hakirce değerlendirmez. İslâm, insan ruhunu terbiyede ve bazı insanları mal sahibi yapmada yüksek seviyeye ulaşmıştır. "...Tâ ki (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın... (Ensâr veya Medine'ye yerleşen müslümanlar) kendilerine muhacir olarak gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı duymazlar, ihtiyaç içinde olsalar bile (göç eden yoksul kardeşlerini) nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir." (59: 7, 9). Böylece onlar, gönüllü olarak mallarını başkalarıyla paylaşırlar; Allah'ın rızası ve sevabından başka bir şey beklemezler. Böyle asil ve yüce örnekleri -az olmakla beraber- daima hatırlamaya çalışmalıyız. Böyle örnekler, gelecek adımlarımıza yol gösterecek nur pırıltıları ve insanlığın gelecekte gerçekleştirebileceği muhteşem başarılar olarak telakki edilmelidir. Buradan İslâm'ın, hayal dünyasında yaşamamızı veya kesin olmayan iyi niyetler Üzerine bağlı umumî kazanç sağlamamızı istemediği kesin olarak anlaşılmış olmalıdır. İslâm, ruhun terbiye ve tezkiyesi için aşırı dikkati ile gerçeklere inanır. Bu esasa dayanan âdil bir dağıtım ile servetin tevziini teminatı altına alan kanunları ortaya koyar. Sadece ruhun terbiyesi üzerine yoğunlaşma İle değil, kanunlar koymak suretiyle de, İslâm sağlıklı bir toplum için uygun müesseseler kurar. Belki bu, üçüncü halife Hz. Osman'ın: "Allah, Kur'ân ile yasaklamadığını sultan ile yasaklar" sözüyle zihinlere yerleşmiştir. Mülkiyet hakkındaki soruya cevap olarak denilebilir ki, adaletsizliğe sevketmeksizİn belli devirlerde mülkiyet vardır. İslâm toprak mülkiyetine izin verir fakat, Avrupa'da yapıldığı gibi, mülkiyetin feodalizme yönlendirmesine kesinlikle izin vermez. İslâm, feodalizmi imkânsız kılan ekonomik ve sosyal kanunlar yaparak ve haysiyetli bir hayat standardı sağlayarak -hatta hiç toprağı olmayanlar için bi-16) - gerekli tedbirleri almıştır. Bu, fakir sınıfı mal sahiplerinin istismarından uzak tutan bir sistemdir. Diğer örnek, kapitalizmin mülkiyetiydi. Birincide olduğu gibi bunda da İslâm'ın dört bucağında kapitalizmin oluşması farz edilmiş olsaydı, ancak İslâm ondan hayırların galip olduğu bir miktarı mubah kılacaktı, elinde bulunan kanunî ve ahlâkî müeyyidelerle zulüm ve istismarın karşısına dikilecekti. Böyle olunca o zaman mülkiyet, bugün kapitalist batının altında inlemekte olduğu kötü neticelere maruz kalmayacaktı. Bunun yanında, İslâm, özel mülkiyeti belli sınırlamalarla hâkimiyeti altına almıştır. Meselâ, umûmi gelir kaynaklarının toplumun müşterek malı olduğu nass ile ifade edilmiştir. Adaleti gerçekleştirmek özel mülkiyetin yasaklanmasını gerekli kılması halinde, onu haram etti. Sonra zulümden ve ferdin ferde tahakkümünden emin olunca da onu serbest bıraktı. Bu hususu açıklığa kavuşturmak için, müslü-man olmayan ülkelerden bir örnek alabiliriz. Meselâ dünya devletleri arasında millî ve ırkî üstünlükle övündükleri herkesçe bilinen İngiliz, Amerikan ve Fransızlar, sevgi ve dayanışma bakımından İskandinav devletlerinin dünyanın en ileri devletleri olduğunu kabul ederler. Bu devletler özel mülkiyeti ortadan kaldırmamıştır. Onların yaptıklarının hepsi, halk sınıfları arasındaki mesafeyi yaklaştıran, emek ile karşılığı arasında denklik kuran âdil bir dağıtımla servetin dağılımını teminat altına almak oldu. Bu davranışlarıyla onlar, İslâmî görüşün bir tarafını uygulamaya koydukları için, gerçekten dünya devletlerinin en ilerisi olmuşlardır. Şurası muhakkaktır ki, herhangi bir ekonomik sistemi, onun arkasında yatan fikrî ve sosyal felsefelerden ayırmak mümkün değildir. Bugünün devletlerinin kendine çağırdığı üç sistemi gözden geçirecek olursak -ki, onlar kapitalizm, komünizm ve İslâm'dır- görürüz ki, her birinin ekonomik sistemi ve ondaki özel mülkiyet fikri, kendi sosyal düşüncesiyle yakından bağlantılıdır. Önceden de bahsedildiği gibi, kapitalizm, ferdin kutsallığı esası üzerine kurulmuştur. Ona göre, fert sınırlanması doğru olmayan mukaddes bir varlıktır. Toplumun onun hürriyetini sınırlaması doğru olmaz. Bu yüzden kapitalizmde özel mülkiyet sınırsız olarak mubahtır. Diğer yanda, komünizm ise toplumcudur. Ona göre asıl olan toplumdur. Yalnız başına ferdin hiçbir kıymeti yoktur. Komünizm her türlü mülkiyeti toplumun temsilcisi olan devletin eline verir. Komünizmde özel mülkiyet yoktur. O, ferdi her türlü mülkiyetten mahrum eder. İslâm farklı bir sosyal görüşe sahiptir ve bundan dolayı onun kendine has başka bir ekonomi anlayışı ve sistemi vardır. Fert-toplum ilişkilerine gelince; İslâm ferdi bir anda iki sıfat sahibi bir yaratık olarak görür, Müstakil bir fert olarak ve toplumun bir üyesi olarak. İslâm açık bir şekilde bazen bu sıfata, bazen de diğer sıfata cevap verir. Ancak sonunda her İkisini de birleştirir, her ikisine birden cevap verir. Sosyal görüş, ferdi toplumundan ayırmayan ve de birinin diğerine galip gelmeye çalıştığı iki güç çatışmasını kabul etmeyen böyle bir İnanca dayalı idi. Fert, müstakil varlığa sahip olduğundan ve aynı zamanda toplumun bir üyesi olduğundan, ferdî ve toplumsal istekler arasında, her ferdin kendi kazancı ve diğerlerinin kendi kazançları kadar aralarında ahenk tesis eden kurallar gereklidir. Ama böyle bir ahenk bazılarının iyiliği için tatmin edici olmaksızın başarılı olmalıdır. Kanunlar, fertleri toplumun iyiliği için ezmeyi ya da fertlerin iyiliği için toplumu parçalamayı amaç edinmemelidir. İslâm'ın ekonomik sistemi, yukarıda bahsedilen, kapitalizm ve komünizm arasında mutlu bir orta yol olan ahenk fikrine dayanır. İslâm, hiçbir hata ve sapma göstermeksizin bu iki sistemin faydalı yönlerini birleştirir. İslâm, özel mülkiyete prensipler dahilinde izin verir, ama, onu başı boş bırakmaz. Muhtemel zararlarına engel olacak sınırları çizer. İslâm, zaruret hâlinde özel mülkiyetin topluma ait bir maslahatı gerçekleştireceğini gördüğü zaman, topluma veya onun vekili olan devlete bu mülkiyeti düzenleme veya değiştirme yetkisini verir. İslâm, özel mülkiyeti, ondan doğabilecek her türlü kötülük yollarım izale gücüne sahip olduğu için onunla çelişme durumuna düşmez. Onu düzenleme ve sınırlama hususundaki toplumun hakkını kabul etmekle beraber prensip itibariyle mülkiyet hakkını tanımak, teminatsız bir esasa göre insanlara muamele yapmayı gerektirecek olan ilgasından daha iyidir. Bu prensip, mülkiyetin ne tamamen fıtrî bir karakter, ne de tamamen beşerî bir zaruret oluşuna dayanır. Özel mülkiyet niçin ortadan kaldırılmalıdır? Hangi gaye için İslâm'ın onu ilga etmesini isteyelim? Komünizm, hakimiyet ve güç için tabiî arzuları sindirmenin ve insanlar arasında eşitliği sağlamanın tek yolunun özel mülkiyet ilga etmek olduğunu iddia eder. Üretim sahasındaki mülkiyeti ortadan kaldıran (Sovyet) Rusya'nın acaba böyle bir ilga ile amaçlarını gerçekleştirmede başarıya ulaştığı söylenebilir mi? Unutulmamalıdır ki, Stalin döneminde Rusya, ek ücret karşılığında fazla mesai yapan ve kendinde bu enerjiyi bulan gönüllü bir işgücü ile tanışmıştır. Bununla bizzat işçiler arasında ücretlerde bir farklılık meydana geliyordu. Oradaki bütün insanlar aynı maaşı mı alıyorlardı!? Hemşire İle doktorun aynı maaşa çalışması mümkün müdür!? En yüksek ücretin mühendis ücreti olduğunu bizzat komünizmin davetçileri ilan ediyorlardı. Aynı zamanda sanatkârlar da gelir bakımından ileri bir zümredir. Böylece onlar, Rusya'da bir takım sınıflar bulunduğunu ve bu sınıflar arasında ücret bakımından farklılık bulunduğunu bizzat kendileri itiraf etmişlerdir. Bu durum işçiler arasında olduğu gibi bir tek sınıfın mensupları arasındaki eşitsizliğe ilave olarak verilmiştir. Netice olarak, başkalarından üstün olma şeklindeki arzu ve hakimiyete dönüşmek suretiyle komünizmin iddia ettiği eşitlik karakteri bozulmuştur. O halde sigortaların, fabrikaların, dairelerin, komiserliklerin başkanlarını (genel sekreterlerini) nasıl seçer? Komünist Partisindeki üyelerden aktif olanını, aktif ve dirayetli olmayanından nasıl ayırt eder? Özel mülkiyetin yasaklanması ya da onaylanması sorusu bir tarafa, üstünlük arzusu, tahakküm etme eğilimi insanın tabiatında mevcut değil midir? Mülkiyetin İlgası, madem ki komünizmin insanlığı kurtaracağını iddia ettikleri kötülüklerden kurtaramamişsa acaba bizi insanın tabiî karakteri ile çatışmaya, herhangi bir şekilde gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hedefin yolunda fıtrî karaktere baskı yapmaya sevk eden sebep nedir? Eğer onlar, o ülkedeki sınıflar ve fertler arasındaki farkın insanları lükse veya mahrumiyete sürüklemek için çok küçük olduğunu söylerlerse, -komünizmden 13. yüzyıl önce ortaya çıkan- İslâm'ın prensipleri arasında lüksü yasaklayıp yoksulluğu ortadan silen, insanlar arasında köprü kuran ihtiyaçların da mevcut olduğunu söyleyebiliriz (islam, the Misunderstood Religion, sh. 72-80). |