Konu Başlığı: İslâm Ve Gelişme Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 05 Ağustos 2012, 12:00:02 İslâm Ve Gelişme Bu dinin tarihini boydan boya gözden geçiren bir kimse, bu tür şüphelerin anlaşılır bir temeli olmadığını görecektir. İlerleme ve medeniyet yolunda İslâm'ın karşı durduğu tek bir an geçmemiştir. Şüphesiz İslâm; yarısı bedevi olan, kabalıkta, taş yüreklilikte son hadde vardıkları için haklarında Kur'ân-ı Kerîm'in "Bedeviler küfür ve nifak yönünden daha şiddetli ve Allah'ın Rasûlüne indirdiği emir ve yasaklan bilmemeye daha müsaittirler..." (9: 97) buyurduğu bir muhite gelmiştir. İslâm'ın en büyük mucizelerinden biri, böylesine kaba, haşin ve atılgan bir topluluktan; gerçek ve Örnek insanlık vasıflan yüklü bir millet meydana getirmiş olmasıdır. Öyle bir millet ki, sadece kendileri Allah'ın gösterdiği hidayet yoluna girmek, böylece içinde bulunduklan hayvanlık mertebesinden yüksek insanî ufuklara doğru yükselmekle yetinmemişler, aynı zamanda, insanları İlâhî yola yönelten rehberler olmuşlardır. Yalnızca bu hâl bile, İslâm'ın, insanlan medenileştirmek ve ruhlan terbiye etmek hususundaki kudret ve maharetine açık bir misaldir. Şüphesiz İslâm, ruhların içinde cereyan eden bu muazzam işlerle de yetinmez. Halbuki bu, emekleri tüketen ve tescile lâyık olan gerçek iş ve vazifedir. Çünkü bu, bütün medeniyet ve gelişmenin son hedefidir. İslâm bu fikir ve şuurları güzelleştiren derin terbiye ile de yetinmemiştir. Bunların hepsinden fazla olarak, insanlığın önemle üzerinde durduğu ve hayatın özü saydığı medeniyet eserlerinin hepsini kendi sahasına çekmiş, Allah'ın vahdaniyeti hakkındaki akidesine muhalif olmadığı ve Allah'ın kullan için yapılması gerekli hayır ve iyiliklerden insanlan uzaklaştırmadığı müddetçe fethettiği memleketlerdeki medeniyetleri himaye ve teşvik etmiştir. Müslümanlar, eski Yunanlılarda mevcut üb, astroloji, matematik, fizik, kimya ve felsefe gibi ilimlerle ilgilendiler. İlmî çalışma ve araştırmalanyla şan ve şeref sahifelerine yenilerini katülar. Hatta müslümanlar ilmî çalışmada o kadar ileri gittiler ki, Avrupa'da meydana gelen rönesans hareketi ile bilim ve keşif sahasındaki zaferleri, Endülüs'deki İslâm medeniyetinin temelleri üzerine kurulmuştur. Bütün bunlar bilindiği halde, İslâm için insanlığa faydalı ilim ve tekniğin karşısında olmuştur, denilebilir mi? İslâm'ın günümüz Batı medeniyeti karşısındaki durumuna gelince, onun durumu geçmiş medeniyetlerin hepsinin karşılaştığı durumla aynıdır. İslâm bugünkü medeniyetten, kendine verebileceği her türlü hayır ve iyilikleri kabul eder, içinde kötülük bulunanları ise reddeder. İslâm insanlan fikrî veya maddî uzlete çağırmaz, hiçbir vakit de çağırmamıştır. İnsanlığın birliğine, her ırktan ve eğilimden İnsanlar arasındaki yakınlık bağlanna olan inancından dolayı, diğer medeniyetlere şahsî, millî veya dinî herhangi bir düşmanlıkla karşılık vermez. Bilinmelidir ki, İslâm davası, bugünkü modern imkânlardan istifade etmenin karşısında değildir. Hiçbir zaman Müslümanlar, evlerinde, iş yerlerinde, çiftliklerinde ve benzeri yerlerdeki âletlerin üzerine, kullanma şartı olarak, üzerlerine Allah'ın adı veya besmele yazılmasını öne sürmemişlerdir. Ancak, Müslü-manlann o âletleri, Allah'ın adıyla ve O'nun yolunda kullanmalan yeterlidir. Esasen ilim, teknik ve bunlann sonucu olan makina ve âletlerin dini, milliyeti ve vatanı yoktur. Ancak bunlardan gaye, bu iyi şeyleri iyilikte kullanmaktır. Bütün insanlar onlann kullanış yollanndan etkilenirler. Meselâ tabanca dînî, ırkı, vatanı olmayan bir icattır, fakat siz onu başkalanna karşı düşmanlık ve saldırıda kullanırsanız, işte o zaman hakkıyla müslüman olamazsınız. İslâm'a göre onu kullanmanın şartı, ya bir saldırıyı püskürtmek veya Allah rızâsı için hakkı müdafaa etmek olmalıdır. Sinema da modern bir buluştur. Eğer onu, temiz eğilimleri, yüksek insanlığı ve hayır yolunda canlıların mücadelesini göstermekte kullanırsanız, işte o zaman hakkıyla müslüman olmaya hak kazanırsınız. Fakat çıplak vücutları hayasızca temsil edilen şehvet sahnelerini ve rezalet çamuru içine düşmüş insanların gayri ahlâkî davranışlarım yansıtmakta kullandığınızda müslümanlıktan uzak hir tavır içine girmiş olursunuz. Aslında bu tür filmlerin kötülüğü, sadece insanın nefsini kışkırtmasında değil, olgun bir toplum için lâzım gelen manevî gıdaları ve hayatı küçümsemesinde, insanları rezil ve sapık hedeflere yöneltmesindedir. İslâm dini, dünyanın neresinde olursa olsun, insanlığın yararına olan fikirleri tartışmaya veya benimsemeye karşı çıkacak değildir. İnsanların yapacağı herhangi faydalı bir buluşun, müslümanlar için de alınması gerekli bir şey olduğu şüphesizdir. Rasûlullah "İlim tahsil etmek kadın erkek her müslümana farzdır" buyurmuştur. İlim bu şekilde mutlak olarak beyan edildiğinde, bütün ilimleri kapsar. Dolayısıyla Rasûlullah'in daveti, her yoldan ilmin tüm branşlannadır. Sonuç olarak denilebilir ki; İslâm, insanlık için faydalı hiçbir teknik ve medenî vasıtanın karşısında değildir. Böyle bir korku da yoktur. Fakat medeniyetten maksat alkollü içkiler, kumar, ahlâkî sapıklık, sömürgecilik ve muhtelif adlar altında insanları köleleştirmek ise, İslâm haklı olarak bu sözde medeniyete karşı savaşacak ve onun insanlığı iğvasma yenilmekten en iyi şekilde koruyacaktır. Yanlış yönlendirilmiş kimseler, İslâmî hayat tarzının bazı prensiplerinin modern hayatın ihtiyaçlarını kabul etmediğini, bazı İslâmî emirlerin aslında geçmiş nesillere hitap ettiğini dolayısıyla bunların iptalinin gerektiğini, Çünkü bunların ilerlemeyi geciktiren ve engelleyen irticaî sınırlamalara sahip olduğunu İddia ederler. Aynca şu kalıplaşmış sorularını sorarlar: "Modern zamanların vazgeçilmez ekonomik gereği olan faizin haramhğmda hâlâ ısrar mı ediyorsunuz? Siz hâlâ zekâtı toplamak ve onu toplandığı yerde sarfedilmesinde ısrar mı ediyorsunuz?" Zekâtı da kendilerince şöyle yorumlarlar: "Zekât sistemi, modern devlet düzenleriyle uyuşmayan, ilkel bir yöntemdir. O, köylü veya şehirli fakirleri, kendilerine İhsanda bulunan zenginlerden sadaka alan kimseler olarak mahcup düşürür, gururlarını kırar." Bir başka itiraz da şudur: "Yine siz, içkiyi, kuman, iki cins arasında arkadaşlığı, birlikte yaşamayı ve beraber dans etmeyi haram sayıyorsunuz.. Halbuki bütün bunlar modern çağm sosyal gerekleridir." İslâm'ın faizi haram kıldığı doğrudur. Fakat, faizin ekonomide bir zaruret oluşu ise doğru değildir. Bugün dünyada ekonomiyi faiz temeline dayandırmayan iki görüş vardır. Bunlar, asıl gaye ve hedef bakımından birbirine zıt durumda olan İslâm ile komünizmdir. Bu iki sistem arasındaki uygulama farkı, komünizm kendi sistemini ve ekonomisini tatbik edecek gücü bulmuş; İslâm ise, henüz gücünü biraraya toplayamamıştır. Dünyadaki son gelişmelere bakacak olursak, birçok ülkede kendini gösteren mücadeleler, yeni bir İslâmî uyanış ve canlanmanın işaretleridir ve bunların ortaya koyduğu gerçekler, İslâm'ın güçlenmeğe doğru yol almakta olduğunu gösterir. İslâmî yönetim kurulduğu zaman ekonomik yapısını faizin dışında kalan esaslar üzerine bina edecektir. Ekonominin şartlan onu asla acze düşüremeyecektir. Şüphesiz ki, faiz, modern dünyanın vazgeçilmez ekonomik bir gereği değildir. Faiz zarureti, sadece kapitalizm dünyası için gerekli olabilir. Çünkü kapitalizmin faizsiz ayakta durması imkânsızdır. Bununla beraber, bazı Batılı ekonomistler faiz sistemini tenkit ederek, onun serveti birkaç kişinin elinde biriktiren bir yapısı olduğu uyansında bulunurlar. Kitlelerin tedricen servetten mahrum bırakılması ve sonuçta bunları, servetleri ellerinde bulunduran küçük bir azınlığın kölesi durumuna düşürür. Kapitalizm bize bu gerçekleri gösteren birçok örnek sunmaktadır. Hatırlanmalıdır ki; İslâm, kapitalizmin ortaya çıkışından yaklaşık bin yıl önce, onun iki temel direği olan tekelciliği ve faizciliği yasaklamıştır. Faizin sebep olacağı kötü sonuçlan, felaket ve zulümleri elbette ki en iyi bilen Al-lahu Teâlâ, önceki nesillere bunu yasakladığı gibi, son vahyi olan Kur'ân ile de bunu yasaklamıştır. Tefecilik belki, ekonomisi yabancı yardımlara bağımlı olan yerlerde, bir zillettir. Fakat İslâm âleminde ekonomik yapı bağımsız ve kendi kendine ayakta durmağa muktedir olduğu, diğer ülkelerle ilişkilerimiz, boyun eğme esası üzerine değil de karşılıklı münasebetlere dayalı olduğunda, ekonomik sistemimizi İslâmî kurallar üzerine kurar ve faizi haram ederiz. Böylece bütün dünyaya oranla gelişen ve ilerleyen bir güç olarak kendi kurumlarımızı meydana getirmiş oluruz. Zekâta gelince; herşeyden önce belirtilmelidir ki, o, fakirlere verilen bir ihsan değildir. Allah tarafından bir mükellefiyet olarak devletin milletten alıp yerine sarfedeceği bir haktır. Maalesef, pekçok entellektüel, batıdan ithal edilen her türlü sistemi alkışlamakta ve hoş görmekte, ona medeniyetin zirvesi muamelesini göstermektedir. Fakat aynı sistem İslâm'dan gelse, bunu gericiliğin bir sembolü olarak mütalâ etmektedirler. Bu düşünce sahiplerine, A.B.D.'ndeki, bazı merkezî idare yetkilerinin mahallî idarelere devrine dayanan, yönetim sistemini hatırlatmakta fayda vardır. Orada köy veya kasaba, kendisini şehre veya bağlı olduğu eyaletin içinde sosyal, siyasî ve ekonomik bakımdan bağımsız bir kurumdur. Sonra bu kurum merkezî yönetime bağlanır. Bu bağımsız birlikte, belirli bir oranda köy meclisinin tayin edeceği vergiler toplanır. Toplanan vergiler, aynı köyde öğretim, ulaştırma vasıtalan, sosyal hizmetler ve benzeri işlerde harcanır. Eğer bu gelirler, yapılan harcamalardan fazla ise, bu fazlalık şehir ya da eyalet hükümetine gönderilir. Diğer yandan, gelirler harcamalardan daha az ise, fark devlet tarafından ödenir. Şüphesiz bu, esas itibariyle mükemmel bir idarî sistemdir ve bu mahallî halkın bileceği ve başaracağı bir organizedir. Bu sistem, bütün işleri, küçük topluluklann ihtiyaçlannı gereği gibi bilip gidermeğe güç yetiremeyen merkezî yönetimin omuzlarına yığmaktan daha iyidir. Entelektüellerimiz bu sistemden büyük bir hayranlıkla sözederler. Aslında onların "çağdışı" dedikleri İslâm bu uygulamaya bin üç-yüz sene önce ulaşmıştır. İslâm vergilerin toplanmasını mahallî kıldığı gibi, harcanmasını da mahallî kılmıştır. Gelir ve gider arasındaki denge, merkezî hazineye gönderilerek ya da oradan karşılanarak ayarlanırdı. Zekâtın dağıtılmasına gelince, öncelikle şu husus açıklanmalıdır ki, İslâm'da zekatı aynen veya nakten şahısların eline vermeyi gerektiren bir zorunluluk yoktur. Zekatı, güçsüzlük, ihtiyarlık, çocukluk ve benzeri sebeplerden dolayı çalışmaktan âciz olan muhtaçların eline vermeye ilaveten, eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler şeklinde vermeye bir engel yoktur. Günümüz toplumunda İslâm'ın kurallarını tatbik ettiğimiz vakit, elbette ki her bölge, bağlı bulunduğu merkeziyle olan teması çerçevesinde, kendi işlerini kendisi gören, sonra devleti, daha sonra da İslâm âlemini ve en sonunda bütün dünyayı içine alacak olan küçük veya büyük topluluklar meydana getirmekten daha fazla bir şey yapmayacağız. Fakat kumara, içkiye, iki cins arasındaki serbest ilişkiye gelince; bunlar İslâm tarafından, ilerlemenin öncüleri denmelerine bakılmaksızın yasaklanmışlardır. İçki alışkanlığı, sosyal ve ferdî hastalığın belirtisidir. Sınıf farklarının şiddetlendiği toplumlarda bir sınıf halk, hislerini uyuşturan çirkin bir lüksün içinde yaşar. Bu yüzden tabiî olmayan uyarıcılara muhtaç olur. Bir başka sınıf da, içinde yaşadığı kötü gerçeklerden kendini uzaklaştırıcı tesirlere karşı amansız bir ihtiyaç ve mahrumiyet içinde bulunur. Bir lokma ekmek elde etmek mücadelesi, hislerini taşıran veya ardı arkası kesilmeyen ağır ve rahatsız edici âletlerin gürültüsü veya duvarlar arasına sıkışmış işyerinde geçen yorucu ve uzun mesailerin, iş görüşmelerinin bıkkınlık yüklediği toplum. İşte bu toplum üyelerinin hayalinde, yorgunluklardan uzak başka bir âlem meydana getirmek maksadıyla içkilere ve uyuşturuculara koşar, onlara sığınır. Ancak bunlardan hiçbiri içki içmenin haklılığını göstermez. Şüphesiz, içkinin varlığı, hastalığın varlığına bir delil ve onun ortadan kaldırılması için bir davetçidir. Toplumda sosyal rahatsızlıkların içkiden önce ortadan kaldırılması daha mantıklıdır. İşte bu manasıyla islâm'ın yaptığı da budur. İslâm önce insanları içki alışkanlığına iten tüm illetleri ve sebepleri ortadan kaldırır, sonra da içkiyi yasaklar. Dolayısıyla yeni medeniyet, İslâm'ı eleştirmek yerine, fikrî, manevî, sosyal, iktisadî ve fizikî tanzim sistemiyle, ruhun hastalıklarını nasıl tedavi ettiğini İslâm'dan öğrenmelidir. Kumara gelince, bunu uzun boylu tartışmaya gerek yoktur. Çünkü kumarı işsiz güçsüz kimselerden başkası tasvip etmemektedir. Şimdi, büyük tartışmaların merkezi olan, kadın-erkek arasındaki serbest ilişkiden bahsedelim. Bazı kişiler İslâm'ı bu husustaki kısıtlamalarından dolayı suçlarlar. Bunlar Fransız medeniyetinden büyük bir hayranlıkla bahsederek, orada birbirine sarılmış iki âşığın çevrelerindeki kalabalığa aldırış etmeksizin Öpüştüklerini, bu durumda kimsenin onları rahatsız etmediğini, hatta polisin onları gelip-geçenden koruduğunu dile getirir. O hâli vazgeçilmez bir özgürlük olarak kabul eder. Bazıları da Amerikan hayat sistemine büyük bir hayranlık besler. Orada insanların kendilerine ve başkalarına karşı oldukça samimi olduklarını söylerler. "Onlar, cinsî arzuların biyolojik bir zaruret olduğunu kabulle onun yolunu açmışlar ve o zarurete karşı toplumun dikkat ve ihtimamını sağlamışlardır. Bu yüzden her gencin bir kız arkadaşı, her kızın da bir erkek arkadaşı vardır. Beraber girerler, çıkarlar, dolaşırlar. Beraberce o zarureti giderirler. Böylece beden, ruh ve sinir üzerindeki cinsî yükten kurtulurlar. Bundan dolayı rahatlamış olarak kendilerini derslerine, işlerine verirler. Dolayısıyla işlerinde başanlı olurlar; üretimde ve ilerlemede büyük bir artış sağlanır. Bu tarzda, tüm ülke ilerler, gider." Bu tür önemsiz ve sıradan kimseler Batı'nın ahlâkî sapkınlığından büyülenmişlerdir. Onlar, övgüyle sözettikleri o Fransızların ilk Alman saldırısına karşı nasıl zelil ve hakîr olarak yerlere kapandığını unuturlar. Bu yenilgi hiçbir zaman hazırlıklarının eksikliğinden ve askerî gücünün yetersizliğinden değildi. Bu yenilgi, savunacağı bir şeref, ırz, namus ve haysiyeti olmadığı içindi. Öyle bir millet ki, düşük zevklerin içine dalmış, şehevî arzular kendilerini bürümüştü. İşte bu yüzden, bombaların ve savaşın sadece Paris'in muhteşem binalarını ve hayâsız oyuncularını tahrip edip parçalamasından korkmuşlardı. Acaba entel-lektüelerin bizi çağırmak istedikleri bu mudur? Şüphe yok ki, sinirler üzerinde etki yapan cinsî ağırlıktan kurtulmak doğru bir hedeftir. İslâm ona en büyük ihtimamı göstermiştir. Çünkü çok iyi bilir ki, cinsî ihtiyaçlarını tatminden mahrum olanlann çalışma ve üretim gücü düşer. Bu arzu, onları ayrılamayacakları bir âleme hapseder. Ancak bu konuda değerli olan hedef, doğru vesilelerin ele alınmasını gerektirir. Bütün toplumu kötülüğe bulaştırmak, birbirlerinin üzerine atılan hayvanlar gibi gençleri başıboş bırakmak hiçbir zaman doğru değildir. Şayet bazı yanlış yönlendirilmiş kimselerin anladığı gibi, Amerikanın büyük üretimi bu cinsî başıboşluktan ileri geliyorsa, anlaşılmalıdır ki, o maddî bir üretimdir. Bunun sadece insan ile robotun yer değiştirmesine dayalı maddî bir üretim olduğunu bildirmeliyiz. Bu tarz üretimde insana ihtiyaç en alt düzeye indirilmiştir. Fikrî ve prensipler âleminde dönen dolaplara gelince, tarih boyunca insanlığın tanıdığı en çirkin kölelik usulleriyle zencileri köleleştiren Amerika'dır. Sömürgeciliğin lehindeki davaları dünyanın her yerinde destekleyen de odur. Hayvanı hislerin tesirindeki düşüklük ile sömürgecilik ve köleleştirmede kendini gösteren ruhî düşüklük arasını ayırmak mümkün olmaz. Bunların her ikisi de medenî kimselerin başvurmaları mümkün olmayan bir düşüklüktür. İnsanların çoğu güzel ve nazik kadınlarla arkadaşlıktan büyük zevk alırlar. Şüphesiz bu vakidir ve gerçektir. Tabiî ki nefis, yemeklerde olduğu gibi değişik şekil ve tarzlardan da hoşlanır. Fakat biz, öncelikle hedefleri sınırlamak zorundayız. Diğer hedeflerden vazgeçerek acaba hayatta bizim vazifemiz, sürür ve sevinçten en büyük nasibi almak mıdır? Bedenî zevklerin hazzı 20. yüzyıl batı dünyasının keşfi değildir. Daha Önce Yunan, Roma ve İran onu tanımış ve boyazlanna kadar o zevklerin içine dalmışlardır. Fakat bahsedilen bu toplulukların haram olan şehevî arzulara düşkünlüğü, hepsinin şan, şeref ve devletlerini altüst etmiş, sonlarım getirmiştir. Batı, hayli önemli maddî güce (ilim, toptan üretim ve çalışma azmi) sahiptir. Bu maddî gücün meydana getirdiği zevkler onu azıtarak çöküşünü hazırlamaktadır. Fakat biz bu güce sahip olamıyorduk. Geçen iki yüzyıl boyunca bizi kuşatan sosyal ve siyasî şartlar, hiçbir zaman bizim lehimize olarak cereyan etmedi. Böyle olunce medeniyet adına, ilerleme adına ya da gericilikle suçlanmaktan kaçmakla, şehvetlerin üzerine eğilmekten ne fayda elde ederiz? Eğer, kendimizi heva ve hevesimize teslim edersek, durumumuz asla düzelmeyecek ve daima bozulup gerileyeceğiz. Gelenekleri terketmeyi destekleyen tüm bu "özgür düşünürler" sömürgeciliğin birer temsilcisidirler. Sömürgeci güçler bu yazar ve düşünürleri pek iyi tanırlar. İnsanların inançlarını ve ahlâkî değerlerini bozmak, zevk ve sefa peşine sürüklemek, gençleri şehevî arzularla yıpratrnak yolunda yaptıklarını teşvik ederler. Sık sık yanlış yönlendirilmiş insanların şöyle söylediklerini işitiriz: "Batı toplumlarındaki kadınlara bakın; diğer dişilerden farklı olarak kadınlığa yükselmiştir. Onlar sosyal hayatta rol oynar duruma gelmişlerdir." Kadının çalışmak maksadıyla dışarı çıkması ve toplumda dağılması, evinde oturduğu zaman meydana çıkması mümkün olmayan bazı kabiliyetleri ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla kadın evde çocuklarıyla meşgul iken, bu gibi vazifeleri yapamazdı. Bu durumda şöyle bir soru karşımıza çıkıyor: Bu tür tecrübeler kadının şahsî yapısına her hangi bir katkıda bulunmuş mudur? Kadının bir çok hususlarda noksanlaş-masına yol açan bu hâl acaba kadına yeni bir şey kazandırmış mıdır? Yine soralım: Bu tür tecrübeler insanlığa yeni bir şey ilave etmiş midir? Yoksa birkaç şey kazandırmasına rağmen, çok şey mi kaybettirmiştir? Batıda kadın, erkekle beraber dolaşan, flörtü olan, onun cinsî arzularına cevap veren, bazı güç meselelerde erkeğe yardımcı olan iyi bir arkadaş olmuştur. Ancak o, bunlann hepsine rağmen iyi bir eş ve iyi bir anne olmağa muktedir olamamıştır. Bu gerçek ABD'deki boşanma oranlarıyla doğrulanmaktadır. % 50'yİ aşan bu oran Avrupa'da biraz daha azdır. Fakat orada da dost ve metres hayatı almış yürümüştür. Bu, evliler arasında bilinen bir şeydir. Eğer kadın her haliyle aile hayatını temin eden, kocasını istikrara kavuşturan İyi bir eş olsaydı, AB D'de bu kadar boşanma meydana gelmez, Avrupa'da da evlilikten kaçmak manasını taşıyan ve bîr çeşit boşanma olan metres hayatı veya benzeri şeyler vuku bulmazdı. Şu hususa da dikkat etmek gerekir: Kadının işte çalışması, annelikle meşgul olmaya gerekli zamanı ve ruhî imkânı vermiyor. Çünkü işten yorgun ve bitkin hâle gelen kadın, psikolojik yapısında anneliğe ait gerçek enerjiyi bulamaz ve sorumluluğundan daha fazlasını yüklenmeye gönlünde istek de kalmaz. Diğer tarafta, zevk ve şehvet düşkünlüğünden insanlık gerçek anlamıyla hiçbir şey kazanmamıştır. Şüphesiz kadınların milletvekili, bakan, başbakan, ilim adamı, tüccar olması veya fabrikalarda, otellerde, mağazalarda binlerce milyonlarca kadının çalışması insanlığın problemlerim halletmemiş ve azaltmamıştır. Kadının mecliste konuşmaktan veya yaptığı memuriyetten başka toplumda yapacak daha mühim vazifeleri vardır. Kadın belirli bir gayeye sahip olarak çocuklarını terbiye ettiği, böylece ıztırap ve sapıklıkların bozamayacağı olgun insanlar ve olgun vatandaşlar yetiştirdiğinde, onun toplumdaki önemli rolünü kimse İddia edemez. Belki mecliste alkışlandığı, salonda veya sokakta beğenildiği zaman keyiflenir ve gururlanır. Şayet bundan sonra kadına, annesiz bir takım nesiller yetiştirme hastalığı arız olacaksa, o zaman hayatın kıymeti nedir? Nesillere, ruhundaki kötü arzuları etkisiz hâle getirecek sevgiyi, kendisini böyle bir kutsal göreve adamış anneler verebilir ancak. Kadına eziyet etmek, onu dünya zevklerinden mahrum bırakmak, böylece şahsî yapısını geliştirmemek bize gerekmeyen şeylerdir. Fakat hayat bize -kadın ya da erkek olarak- kendi yolumuzu çizmemize ya da hoşumuza giden tarzda mevcudiyetimizi öne sürmemize izin vermez. Eğer hiçbir sınır olmaksızın kendi kendimize hoşça vakit geçirebilecek kadar bencil olsaydık ne olurdu acaba? Bizim bencilliğimiz ve sapıklığımız yüzünden kötüleşip yorgun düşen nesiller dünyada bize halef olurlar. Bu kötülük ve yorgunluk erkek ve kadın her ikisine da şâmildir. Gelecek nesillerin, dünyada bir cinse ait süren meselesi yüzünden iztırap çekmesi pahasına, nesillerden birinin bazı fertlerinin zevk ve safa içinde yaşaması bir fayda sağlar mı.. Bütün insanlığı, hiçbirini diğeri üzerine tercih etmeden, birbirine bağlı, bir kuşaktan bir başka kuşağa geçmekle kesintiye uğramayan bir bütün kabul etmesi İslâm'a ayıp ve kusur isnat etmek mümkün değildir (M. Kutub, Isla/n, the Misunderstood Religion, sh. 139-149). Batılı psikologlar dini; kişideki istekle çalışma azmini kırdığı; günah duygusunun hayatı tatsız hâle getirdiği; özellikle dindar insanları tedirgin eden suçluluk duygusunun yapılan her hareketi günah ve hatalı kabul ettiği; bunlardan ancak hayatın hoş zevklerinden sakınmakla kurtulabilecekleri düşüncesini verdiği iddiasıyla suçlamaktadırlar. Bu psikologlar, Avrupa'nın dine bağlı kaldığı sürece cehaletin karanlığında yaşadığını; dinin prangalarından kurtulduğunda ise duyguların hürriyete kavuştuğunu, iş ve üretim sahasında hamle üstüne hamle yapıldığını iddialarına ilave ederler. Arkasından şu soruları sorarlar: "Dine dönmek mi istiyorsunuz? Serbest bıraktığımız, ilerici duygulara pranga mı vuracaksınız? Gençleri 'bu haram, bu helâl' sözleriyle hayattan mı uzaklaştırmak istiyorsunuz?" Bırakalım Avrupa'yı, kendi dini hakkında dilediğini söylesin. Burada bizim onları tasdik veya tekzip etmemiz gerekmez. Çünkü biz, dinden genel olarak bahsetmiyoruz. Bİz, ancak İslâm'dan bahsediyoruz. İslâm'ın, hayatın akışını durdurup durdurmamasını, ele almazdan önce, "aydın" ve "yanaydın" kavramlarıyla yanlış uygulanagelen ve yanlış anlaşılan "baskı altında tutma (bastırma)"nın ne demek olduğunu belirtmeliyiz. Bastırma, birçoklarının anladığı gibi, tabiî olan işleri yapmaktan kaçınma değildir. Bastırma, bizzat insanın içgüdüyle ilgili davranışlarım kötü olarak telakki etmesi ve bu içgüdülerin gönlüne girmesini veya düşüncesini sarmasını kabulden kaçınmasının sonucudur. Bu anlamda baskı altına alma, şuursuzluk meselesidir. Bazı durumlarda içgüdülerle ilgili işleri yapmak onu tedavi eder. Şuurunda çirkin bir iş yaptığı düşüncesi mevcut olan kimse bu işi hergün yirmi defa yapsa bile o, baskı altına almanın ıztırabını çekendir. Çünkü onun kendi iç âleminde, yaptığı şey ile yapması gereken şey arasında mücadele devam edecektir. Şuurda ve şuuraltındaki bu gel-gitler ruhî düğümleri ve ıztırapları meydana getiren bir harekettir. Bu tarif, bu konudaki araştırmalarda ve insanlığın çalışma azmini kırdığı gerekçesiyle dine hücumda bütün ilmî gücünü harcamış olan Freud'un kendi açıklamasıdır. Freud, Three Contribution to the Sexual Theory adlı kitabında (sh. 82), "Bu şuursuz bastırma ile içgüdülere ait olan işi yapmamak arasını kesin bir ayırımla ayırmamız lâzımdır. Bu ise, sadece iş için bir geciktirmeden ibarettir." demektedir. Buna göre bastırmanın (repression), fıtrî olan içgüdüyü kötü kabul etmekten ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Şimdi de İslâm ve baskı tartışmasını ele alalım. Dünyadaki dinler ve sistemler arasında fıtrî olan içgüdülerin kabulü, onun duygu ve düşüncelerdeki yerinin temizliği hususunda İslâm'dan daha açık olanı yoktur. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "Kadınlara, evlâtlara, altın ve gümüş yığınlarına, güzel cins atlara, davarlara ve ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara hoş gösterildi..." (3: 14). Kur'an, bu âyetinde, insanın şehevî arzularını kamçılayan bütün âmilleri bir araya getiriyor ve onların, insanlar için süslenmiş, ilgi çekici birer emri vaki olduğunu, aslında insanın bu türlü eğilimine itiraz yapılamayacağını ve bu gibi hislerle duygulananların kötülenemeyeceğini kabul ediyor. Bütün bunlara rağmen, insanlara böyle arzulara köle olacak, bu yüzden kendilerini korumaya muktedir olamayacak dereceye kadar şehvetlere sürüklenip gitmelerine İslâm'ın izin vermediği de bir hakikattir. Çünkü insan için arzulanan gerçek hayat bu şekil üzere istikamet bulamaz. Eğer herkes heva ve hevesinin esiri olursa, hayat yanlış yöne doğru akar. İnsanlığın gelişme ve ilerleme yolundaki amaçları, aşırı hırslarının hükmü altında olduğu müddetçe asla başarıya ulaşamaz, hayva-nîlİğe doğru düşüş ve çöküş başlar. İslâm, insanlığın hayvanlar seviyesine düşmesine müsaade etmez. Ancak burada, bu şehvetleri kötü saymak ile, manevî temizlik ve yükselme isteyerek onları hissetmekten kaçınmaya çalışmak arasında önemli bir fark vardır. İnsan ruhuna muamelede İslâm'ın yol ve metodu, prensip olarak doğuştan gelen bütün içgüdüleri kabul etmek, böylece onların arzularını şuur altında toplamamaktadır. Bundan sonra İslâm, zevklerden makûl bir miktarın alınmasına imkân verir. Eşit olarak fert ve topluma isabet edecek zararların meydana gelmesine engel olacak sınırlar çerçevesinde o arzuların tatbikini serbest bırakır. Arzu ve ihtiraslarının esiri olan fertler, normal zamanından önce hayat enerjilerini tüketmekle karşı karşiyadırlar. Onların bütün düşünce ve meşguliyetleri sadece arzularının tatmini peşinde olmalarıdır. Aynı şekilde toplum, Allah'ın muhtelif sahalara sarfedilmek üzere yaratmış olduğu hayat enerjisini bir tek yakın ve değersiz hedefte tüketir, buna karşılık gerçekleşmesi lâzım gelen diğer hedefleri ihmal ederse, bu çok büyük ız-dıraplara sebebiyet verir. Bu ise onları, aile yapısını parçalamaya, toplumun bağlarını çözmeye, müşterek bir gaye ve bağın biraraya getiremeyeceği parçalara böler. Sonuçta, Fransa örneğinde olduğu gibi, dışarıdan gelecek bir saldırı ve işgal karşısında ciddî bir direnç göstermeksizin püskürtülmelerine zemin hazırlar. Sınırların kontrol altına alınması, fertleri kendilerine, başkalarına, aileye veya topluma karşı zarar vermekten korumak demektir. İslâm, ferde hayatın güzel nimetlerinden faydalanmasına izin verir. Hatta açık bir davetle: "...Allah'ın kulları için yarattığı zinet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?.." buyurul-maktadır (7: 32). Başka bir âyette: "...Dünyadan da nasibini unutma..." (28: 77). "Ey iman edenler, size verdiğimiz nzıklarm temiz olanlarından yiyin ve Allah'a şükredin..." (2: 172). "Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz..." (7: 31) buyurulmaktadır. İslâm, Rasülullah'in şu hadisinden de anlaşılacağı gibi cinsî duygular vakıasını kabul etmektedir: "Dünya zevklerinden güzel koku ve kadın bana sevdirildi; namaz da gözümün nurudur." Böylece Rasülullah, insandaki cinsî duyguyu, güzel koku derecesine yükseltiyor ve onu, insanı Allah'a yaklaştıran şeylerin en temizi olan namaz ile destekliyor. Bu yüzden tam bir açıklıkla İslâm, Rasülullah'in ifadesiyle: "Zevcesiyle yapacağı cinsî temasa karşılık kişiye sevab verilir." buyurur. Bu duruma şaşıran dinleyenler: "Ey Allah'ın Rasûlü! İçimizden birisi şehvetini tatmin eder ve buna karşılık ona sevap mı verilir?" deyince, Rasûlullah, onlara şöyle cevap vermiştir: "O, şehvetini haramda harcasaydı onun bir günahı olacağını kabul eder miydiniz?.. İşte böylece helâle sarfettiği zaman da onun için bir ecir vardır." (Müslim) Bu sebepten İslâmî kurallar altında mutlak olarak duygulara karşı manevî baskı meydana gelmez. Eğer gençler taşkınlık derecesinde cinsî arzu duyarlarsa, onda İslâmî bakımdan nahoş bir durum yoktur. Bu duyguyu çirkin saymaya ve ondan nefret etmeye bir sebep mevcut değildir. İslâm, bu arzulan duyan gençlerden, baskısız olarak onları, kontrol altına almalarım ister. Müslüman genç onu İradesiyle, şuursuzluğunda değil, duygusunda gemler. Onun tatbikini uygun bir zamana kadar bırakır. Freud'e göre, tatbiki geri bırakmak şuura baskı değildir. Tam tersine, cinsî duyguların tatbikinin geçici olarak ertelenmesi, insanın sinirlerine fazla yüklenmesine veya kargaşalığa ya da psikolojik düzensizliklere sebep olmaz. Bu arzuların kontrol edilmesi, hayatın zevklerinden mahrum kalmış kimselerin söylediği keyfi emirler değildir. Tarih, arzu ve ihtiraslarım kayda bağlamayan veya yasaklanmış şehvetleri baskı altına almayan toplulukların şeref ve haysiyetlerini, dolayısıyla bağımsızlıklarını koruyamadıklarına şahitlik etmektedir. Diğer yönden, fertleri zorluklan yüklenmeye alışkın, zaruretler ve şartlar gerektirdiğinde zevklerini saatlerce, günlerce veya yıllarca ertelemeye muktedir topluluklar hâriç, uluslararası mücadelede sabit kalabilmiş hiçbir millet yoktur. İşte İslâm'ın vazettiği orucun hikmeti buradan gelmektedir. Bazı sefih kimseler oruç hakkında "Açlık ve susuzlukla bedene işkence etmeyi; insanı yeme, İçme, zevklenme gibi arzularından mahrum bırakmayı... Bir hiç uğrunda ve herhangi bir hikmet ve amacı olmaksızın bir takım keyfî emirlere itaat etmeyi hedef tutan bu akılsızlık nedir?" dedikleri zaman büyük bir gerçeği keşfettiklerini zannederler. Böyle sefih kimselere söylenecek şudur; Doğruya yönelten denetimden yoksun insan nasıl bir yaratıktır? Sevdiği veya arzuladığı şeylerden bir müddet vazgeçmeye tahammülü olmuyorsa, o halde o nasıl bir insan olur? Böyle bir kimse yeryüzünde kötülüğe karşı mücadeleye nasıl sabreder? Çünkü mücadele birçok mahrumiyetlere katlanmayı gerektirir. Kişi eğer gücünü dizginlemeye alıştırma yapmazsa ne olur? Kişi eğer arzuların tatmin etmekten birkaç saat bile mahrum kalması gerekirse ve bunu yapamıyorsa bu kişi İnsanlığa nasıl yardım edebilir? Dünyadaki kötülüklerle savaşmak için nasıl sabredebiliriz ve kendimizi böylece pekçok arzudan nasıl mahrum bırakabiliriz? İslâm'ın oruç ve benzeri nefsi terbiye eden prensiplerini hafife alanlar şiddetli güçlüklere karşı güçlü olabilirler mi? Dinin, bağlılarını baskı altında bulundurduğu, acı çektirdiği ve günah gölgesiyle onları kovaladığı söylentileri de İslâm için hayli uzak iddialardır. İslâm'a göre günah, ne insanları kovalayan bir dev, ne de hiçbir zaman kurtulamadıklan bir hayalettir. Hz. Adem'in büyük hatası, insanlığın üzerine çekilmiş bir kılıç değildir. Günah, tevbe ile affedilmeyen ve temizlenmeyen bir şey de değildir: "Adem, Rabb'in-den birtakım kelimeler aldı (onlarla amel edip Rabb'ine yalvardı, O da) bunun üzerine onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir." (2: 37). İşte böylece herhangi bir merasime tâbi olmadan sade bir tarzda günahlara tevbe edilir. Hz. Âdem'in çocukları da babaları gibidir. Hata işlerler, fakat hiçbir zaman Allah'ın rahmetinden ümit kesmezler. Allah, kullarının mizaçlarını bilir, onlara ancak taşıyacakları kadar yük yükler. O kullarım kendi kudret ve yetkileri dahilinde olan şeylerden sorumlu tutar ve onlardan hesaba çeker: "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez..." (2: 286). "Adem oğulları hata edicidirler. Hatalıların en hayırlısı tevbe edendir." (Tirmizi), Kur'ân-ı Kerîm'de af, mağfiret ve rahmet ile ilgili âyetler pek çoktur. Burada yalnızca Âl-i İmrân sûresinden üç ayetin mealini vermekle yetineceğiz: "Rabbinizin mağfiretine ve takva sahiplerine hazırlanmış olan gökler ve yer genişliğindeki cennete koşun! O (takva sahibi ola)nlar ki, bollukta ve darlıkta dağıtırlar, kızdıklarında öfkelerim yenerler ve insanları affederler. Allah da güzel davrananları sever. Ve onlar ki, bir hayâsızlık işledikleri veya kendilerine zulmettikleri vakit, Allah'ı hatırlayıp günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükâfatlan, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Çalışanların ecri ne güzeldir." (3: 133-136). Ne kadar geniş bir rahmet! Allah, onların sadece tevbelerini kabul etmekle kalmıyor, belki onlara rızâsını da veriyor, böylece onları muttekiler derecesine yükseltiyor, (islam, îhe Misunderstood Religion, sh. 150-155). Bundan sonra artık Allah'ın af ve mağfiretinde zerre kadar bir şüphe olabilir mi? Bir tek sözden ibaret olan tevbe kelimesini samimiyetle söyleyenlere; bu derece Allah'ın af ve mağfireti vadedilirken, acaba azâb, insanları nerede ve nasıl kovalıyormuş?! Bununla beraber konumuzla ilgili olarak Rasûlullah'in şu hadislerini aktarıyoruz: "Canım kudret elinde olan Allah hakkı için, eğer siz, günah işlememiş olsanız, Allah sizi, yerinize günah işleyen ve mağfiret talebedenlerle değiştirir. Ve onları affeder." (Müslim). O halde, insanları affetmek, onların günahlarını bağışlamak Allah'ın zatî iradesidir. Nisa süresindeki şu âyetin ifadeleriyle: "Siz şükredip iman ederseniz ne diye Allah size azâb etsin? Allah şükredenlerin mükâfatlarım veren ve onların ne yaptıklarını bilendir." (4: 147). Eğer Allah'a ihlasla şükreder ve O'nun verdiği nimet ve nzıklara karşılık O'na nankörlükle karşı yolu seçmezseniz, Allah'ın sizi cezalandırması için hiçbir sebep olmaz. Şükrün belirtisi içtenlikle Allah'ın lütfettiği nimetlerin kadrini bilmek ve bunu dil ile ikrar edip, davranışlarla sergilemektir. Bu da üç şeyi ifade eder: Birincisi, şükreden kimse kendisine nimet verenin lûtfunu İyice değerlendirmeli ve şükürde başkasını O'na ortak kabul etmemelidir. İkincisi, kendisine nimet veren varlığa sevgi ve bağlılık duymalı ve bu tür duyguları O'nun düşmanlarına karşı beslememelidir. Üçüncüsü, kendisine nimet verene itaat etmeli ve O'nun isteğine aykırı hareketlerde bulunmamalıdır. Arapça şâkir kelimesi, Allah kastedildiğinde, Allah'ın kulunun hizmetlerini kabul ettiği manasına gelir. Kullar kastedildiğinde ise kulun, verdiği nimetler karşılığında Allah'a şükrettiği manasına gelir. Allah, rahmeti ile kendi yolunda hizmet eden kullarının amellerini cömertçe takdir eder; ayrıca kullarının hizmette yaptıkları kusurları görmezden gelme hususunda çok halim ve affedicidir (The Meaning of the Qur'an). |