Konu Başlığı: İslâm Ve Ceza Kavramı Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 04 Ağustos 2012, 10:17:19 İslâm Ve Ceza Kavramı Bazılarının sıksık şöyle dediklerini işitirsiniz: "Uzun yıllar önce çölde uygulanan cezaları bugün aynı şekliyle uygulayabilir miyiz? Çeyrek dinar çalanın elini kesmeye müsade edebilir miyiz? Suçluya toplumun kurbanı olarak bakan ve cezadan çok tedaviye ihtiyacı olduğu savunulan yüzyılımızda böyle şeyler kabul edilebilir mi?" Bunlara cevap olarak, yirminci yüzyıl medeniyetinin Kuzey Afrika'da 40 bin suçsuz insanın öldürülmesine göz yumarken, nasıl olur da günahkâr ve suçlu olduğu hâlde bir tek ferdin cezalandırılmasını kabul etmediği hatırlatılır. Hakikati gizleyen kimselere yazıklar olsun! Bu kadarı yirminci yüzyıl ve onun kötülükleri için yeter. Şimdi İslâm'da suç ve ceza kavramını tartışalım. Suç genellikle topluma karşı yapılmış ferdî bir tecavüz olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden suç ve ceza kavramı bir ülkenin fert-toplum ilişkisi anlayışı ile yakından alakalıdır. Kapitalist batı ülkeleri gibi ferdiyetçi ülkeler fertleri kutsallaştırmada çok ileri gitmektedirler. Ferdi, sosyal hayatın merkezi olarak kabul eden bu ülkeler, devletin, ferdî hürriyeti sınırlandırma hakkını daraltırlar. Bu durum onların suç ve ceza görüşlerine de yansımıştır. Onlar suçlulara alâka gösterirler ve onlara nâzik bir şekilde muamele ederler. Çünkü o suçlular, bozuk bir çevrenin, psikolojik karmaşıklıkların ve üstesinden gelemedikleri asabi rahatsızlıkların kurbanıdırlar. Bundan dolayı böyle ülkeler cezalara, suçlular daha fazla cezaya çarptırılmadan -özellikle ahlâkî suçlarda- karşı çıkmak eğilimindedirler. Bu safhada, suçu açıklamak veya haklı çıkarmak için psikoanaliz devreye girer. Freud'un toplum, din, ahlâk ve gelenekler tarafından cinsî içgüdülerin baskısı sonucunda, cinsî karmaşalıkların kurbanı olarak sayılan, tarihî değişikliğin şampiyonu olduğuna dikkat edilmelidir. Sonraları, bütün psikoanalist okullar Freud örneğini takip ettiler. Fakat onlardan pekçoğu cinsî gücün hayatın merkezi olduğu hususunda Freud ile aynı fikirde değildirler. Bu okulların tümü, suçluyu, genel ve ferdî olayların durumları arasında yetiştirilmiş bir kurban olarak sayar. Onlar psikolojik determinizme inanırlar. Psikolojik determinizm, önceden tayin edilmiş tavırlara göre psikolojik enerji konusunda davranış veya irade serbestliğine sahip olmayan bir kişide olur. Diğer tarafta, toplumu ön plâna çıkaran ülkelerde, toplum, hiçbir ferdin karşı durması ve isyan etmesi doğru olmayan kutsal bîr varlıktır. Bu yüzden toplumcu görüş, devlete karşı gelen bir ferdin cezalandırılmasında, öldürme ve işkence derecesine varacak kadar şiddet kullanır. Psikoanali silerden Freud ve diğerlerinin inandığı gibi, özel olarak komünizm, bütün suçların aslının psikolojik sebeplerden değil, ekonomik sebeplerden meydana geldiği iddiasındadır. Buna göre ekonomik sistemi bozuk bir toplumda faziletlerin meydana gelip gelişmesi mümkün olmaz. Bu yüzden suçlular cezalandırılmamalıdır. Fakat, tam bir eşitlik teorisiyle ekonomisi yönetilen Rusya'da nedense yine suç işlenmiştir, mahkemeler ve hapishaneler kurulmuştur; izaha muhtaç bir durumdur. Şüphesiz, hem ferdiyetçi hem de toplumcu görüş bazı hakikatleri barındırdığı için doğruluk paylarına sahiptirler.Ferdi kuşatan şartlar, onun yapısında büyük tesire sahiptir ve şuuraltmdaki ukdeler onu bazen suç işlemeye sevkeder. Fakat bununla beraber insan, şartların karşısında tamamen pasif değildir. Psikoanali stl erin hatası şudur: Onlar insandaki muharrik güce bakıyorlar, fakat canlı sistemin tabiatında eşit olarak bulunan kontrol enerjisini önemsemiyorlar. Bir çocuğa bezini kontrol etmesini ve belli bir yaşa gelince yatağını ıslatmaktan kaçınmasını sağlayan güç ve takat; onu hislerini ve davranışlarını, devamlı olarak asi tutkularına ve ani kaprislerine teslim olmasın diye kontrol eden enerjiyle aynıdır. Diğer tarafta, ekonomik şartlar, fertlerin, hisleri ve davranışları üzerinde bazı etkilere sahiptir. Ruhun yapısından bozduğu ve kinlerden orada depo edip geliştirdiği faktörler sebebiyle açlık, ahlâkî düşüklüğe sevk ettiği gibi, suç işlemeye de sevkeder. Fakat, insan davranışlarını sadece ekonomik faktörün etkilediğini söylemek mübalağa olur. Hayatın gerçekleri onu yalanlar, ayrıca solcuların, fakirlik ve açlığı öldürdüğünü iddia ettikleri Sovyet Rusya'da işlenmiş olan suçlar da onu tekzip etmiştir. Başlıca soru şudur: Suçlunun cezalandırılıp cezalandırılmaması konusunda karar vermeden önce, kişinin işlemiş olduğu suçtaki sorumluluğunun derecesini belirlemeliyiz. İslâm'ın suç ve ceza meselesini gözönünde bulundururken bunu da hesaba kattığına dikkat edilmelidir. İslâm, gelişigüzel ceza vermediği gibi, verdiği cezanın karşılığım hesap etmeksizin de bu cezaları yürürlüğe koymaz. Bu münasebetle, İslâm hem toplumcu hem de ferdiyetçi görüşleri birbirine en iyi şekilde bağlayan yegane bir sisteme sahiptir. İslâm adalet dengesini hakkaniyet esasında tutmuş ve sapkınlıkla bağlantılı olan bütün şartları ve durumları inceleme hususunda ısrar etmiştir. Bir suçu araştırmada, İslâm iki durumu aynı anda hesab eder: Suçlunun bakışı ve içinde suç işlenen toplumun bakışı. Bundan sonra İslâm, akl-ı selim mantığı ile mutabakat hâlinde olan âdil bir cezayı tesbit eder. Hiçbir vakit ne sapık görüşlere, ne fertlerin ne de milletlerin şehevî arzularına yönelir. İslâm, bir takım yerleşmiş ve mütekâmil cezalar tesbit ve tayin eder ki, bazı durumlarda, meselenin derinliğine inmeyen, doğru düşünceden mahrum, meseleyi sathî bir tarzda ele alan kimselere kaba ve kasvetli görünür. Ancak İslâm o cezaları, suçu işleyen ferdin, bir zaruret ve mecburiyet karşısında kalmadan suçu İşlediğine tam olarak kanaat getirilmeden kesinlikle bu cezalar yürürlüğe girmez. İslâm, hırsızın elinin kesilmesini emreder. Fakat hırsızlığın açlıktan dolayı olduğunu bilir veya meselede böyle bir şüphe olursa o zaman kesinlikle el kesmez. İslâm zina eden erkek ve kadını recmetmeyi emreder. Fakat her ikisi de iffetli ve evli olmadıkça ve suç sayılan fiili işlediklerini tam bir müşahade ile gördüklerine dört şahit tarafından şehadet edilmedikçe onları recmet-mez. Yâni zâniler, her ikisi de evli oldukları hâlde suçu, şahitlerin göreceği bir tarzda ahlâksızlık derecesine vardıkları zaman ancak recm ile emredilir. İslâm'ın, emrettiği cezalara göre benzer tedbirler aldığı hususu burada belirtilmelidir. Biz bunu, İslâm müctehitlerinin en bariz şahsiyetlerinden biri olan üçüncü Halife Ömer İbn Hattab'ın tatbik ettiği açık bir prensipten alıyoruz. Hz. Ömer, şeriat kanunlarını uygulamada ve onun hükümlerini infaz hususunda oldukça sert bir halife idi. Uygulamada onu, baskıcı zihniyetiyle itham etmek mümkün olmaz. Şunu unutmamak lâzımdır. Hz. Ömer kıtlık yılı süresince, hırsızlık yapanların açlık sebebiyle mecbur kalarak yapmış olacakları şüphesi mevcut olduğu gerekçesiyle, hırsızlık suçuna el kesme cezası vermemiştir. Sözkonusu kural aşağıda zikredilecek olay ile en iyi şekilde örneklenmektedir: Rivayet edilir ki: Hâtıb b. Ebî Belte'a'nm çalıştırdığı çocuklar, Müzeyne kabilesinden bir adamın devesini çalmışlardı. Çocuklar Hz. Ömer'e getirildi, suçlarını itiraf ettiler. Hz. Ömer onların ellerinin kesilmesini emretti. Fakat sonradan aklına gelen düşüncelerle şöyle dedi; "Allah aşkına, eğer siz iş verip onları böylece açlıktan ölmekten kurtarsaydınız ben de onların ellerini kestirmemiş olacaktım." Ve çocukların patronu olan Ebî Belta'a'yı, çalınan devenin fiyatının iki katını deve sahibine ödemekle cezalandırdı. Burada çok açık bir prensip vardır: Rasûlullah'in "Şüpheli olan durumlarda hadleri tatbikten çekininiz." hadisiyle amel ederek, mesele ele alındığında görülür ki, suç işlemeye sevkeden şartların ortaya çıkması, şayet zaruret veya elde olmayan sebep ile suç işlenmişse, hadlerin tatbikini meneder. İslâm'ın öngördüğü bütün cezaları tatbik etme şekil ve siyasetini gözden geçirdiğimizde, İslâm'ın ilk alanda, suça sevkeden sebeplerden toplumu koruma çarelerine başvurduğunu görürüz. Bu tür tedbirler aldıktan sonra ferdin işlediği suçu makûl ve zarurî bir sebep zorlamadığı halde işlediğine ve cezanın da adaletle verildiğine mutmain olarak değişmez cezasını takrir eyler. Toplumun, suça yönelten durumlara engel olunamadığı zaman veya suçta bazı şüpheler olduğunda ceza yürürlüğe girmez ve kanun suçluyu serbest bırakır veya ona işlemiş olduğu suçtaki sorumluluğu oranında dayak veya hapis gibi tazir cezası verir. İslâm, ihsanları suça teşvik eden durumları değişik yollarla engellemeye gayret eder. Meselâ, âdil bir dağıtım ile serveti taksim etmeye çalışır. Ömer b. Abdülaziz devrinde meydana bu durum, toplumdan yoksulluğu kaldırma derecesine kadar ulaşmıştır. İslâm; dinine, diline, ırkına, rengine ve sosyal statüsüne bakmaksızın her vatandaşına her türlü emniyet ve kefaletten devleti sorumlu sayar. Devlet aynı zamanda, her vatandaşı için normal bir iş sağlamakla yükümlüdür. Eğer, herkese yetecek kadar iş sahaları temin edilemezse veya iş sahaları mevcut olmasına rağmen fertlerden bir kısmı çalışmaktan âciz ise, o zaman devlet, onların yaşama masrafını Beytü'l-Mal'den temin eder. İşte İslâm, bu nizamı ile toplumda hırsızlığa yol açan sebepleri yok eder. Fakat bunlara rağmen cezayı uygulamadan önce suç işleyenin, işlediği suçu elde olmayan seberin tesiri altında kalarak işlemediğini tam olarak tesbit etmek gayesiyle her suçta tahkikat yapar. İslâm, cinsî faktörün gücünü ve insan üzerindeki şiddetli baskı ve ısrarını kabul eder. Fakat bu ihtiyacın meşru yoldan giderilmesini öngörür. O meşru yol ise, evliliktir. Bundan dolayı, erken evliliği destekler ve erken evlilik yapmak isteyen fakat bunun üstesinden gelemeyenlere yardım için Beytü'l-Mal'den destek sağlar. Diğer tarafta, tslâm, kişinin şehevî arzularını kışkırtan ayartılardan toplumu kurtarır. İslâm ayrıca, aktiviteyi genel menfaatin hizmetine yönlendiren asil ve yüce idealleri emreder. Boş zamanların Allah'a daha fazla yaklaşmak için harcanmasını tercih eder. Bu tarzda, İslâm insanları suça yönlendiren veya suç işlemeyi doğru bir hareket gibi gösteren sebep ve âmilleri men eder. Bununla beraber İslâm, işlenen suçu, dört şahidin açıkça göreceği hayvanı mertebeye vardırmakta ısrar ederek toplumun geleneklerini hiçe saymak, işlediği suçla iftihar etmek durumuna düşünceye kadar cezayı uygulamakta acele etmez. Denilebilir ki, günümüzün ekonomik, sosyal, ahlâkî şartlan gençlerin evlenip böylece cinsî münasebette bulunmalarını zorlaştırmıştır. Bunda bazı gerçekler vardır. Fakat İslâm, tam anlamıyla uygulandığında gençliği sapkınlığa düşürecek bu çılgın tahrikler, açık saçık resimler, hayâsız gazeteler ve dergiler, müptezel şarkılar ve sokakta dalga dalga kaynaşan fitneler elbette ki olmayacaktır. İnsanları evlilikten alıkoyacak, yoksulluk-sefillik de olmayacaktır. İşte o zaman, insanlar fazilete çağrılabilecek ve erdemli olabileceklerdir, Böyle durumlarda, suçlulara ceza verilcek çünkü onların, işlemiş oldukları suçu haklı gösterecek veya mazeret beyan edecek halleri olmayacaktır. Ceza verilmeden önce, İslâm ilk planda insanları suça yönelten her türlü ortamı yok etmeye çalışır. Fakat bundan sonra hâlâ suç işleniyorsa, herhangi bir şüphe durumunda cezayı yürürlüğe koyma hakkından vazgeçer. Acaba İslâm adaletiyle diğer sistemler yarışabilir mü? Bazı Avrupalılar, İslâm'ın suç ve ceza görüşünü gerçekçi bir yaklaşımla araştırmadıkları için bu cezaların tatbikini barbarlık ve insan haysiyetini alçaltıcı olarak nitelerler. Onlar, büyük bir hata eseri olarak kendi medenî cezaları gibi her gün tatbik olunacağını zannederek, İslâm toplumunda korkunç bir mezbaha hayal ediyorlar: Şu değneklenir, bunun eli kesilir, o recm olunur, şeklinde... Oysa gerçek bu değildir. Bu cezalar, kasvet ve şiddetinden dolayı neredeyse tatbik olunmazlar. Zira bu cezaların, başlangıçtan itibaren suçların vukuunu men eden bir takım cezalar olduğunu anlamamız gerekir ki, hırsızlık haddi olan el kesmenin, dörtyüz senede ancak altı defa tatbik edildiğini bilmek kâfi gelir. Şunu unutmamak gerekir: İslâm, cezayı uygulamazdan önce, suçu işleten sebep ve saik-lerden toplumu korumayı amaçlar. Hadler nâdir hallerde uygulanır ki, bu cezaların âdil olduğunda kimsenin şüphesi olmamalıdır. Avrupalıların niçin hâlâ, suçlulara karşı İslâm'ın kurallarını uygulamaktan kaçındıklarını ve her türlü mazereti haklı çıkaran sebepleri olanlar hariç, suçlulara bu cezalan uygulamamakta direndiklerini anlamak mümkün değildir. Diğer taraftan, bazılan böyle cezaların pratik bir öneme sahip olmadığını düşünürler. Bu doğru değildir. Bu cezalar, makûl bir sebebi olmayan ve yine de suç işlemek için kuvvetli bir arzu duyan kişileri engellemek ve korkutmak için emredilmiştir. Suça temayülü olanları bu cezalar tekrar tekrar düşünmeye sevkeder. Bazen gençler ihtiraslarını baskı altında tutmada zorlanırlar. Ancak ceza yolunda çalışma devam ettiği ve ilgisiyle herkesi gözettiği sürece, canlanna, ırz, namus ve mallarına tecavüz elinin uzanmaması ve bundan emin olması toplumun en tabiî haklarındandır. Diğer yönde, bir sebebi olmadan suç işlemeye meyleden insanlar akıbetlerine bırakılmazlar. İslâm onları normale döndürmenin her türlü mümkün yolunu dener. İşte bunlar, kültürlü gençlerin ürktükleri ve Batıhlarca barbarlık ve düşüklükle suçlanmaktan çekinen modern hukukçuların nefretle kaçtıkları İslâm'ın emredici cezalandır. İslâm'ın bu üstün hükümlerinin hikmetini şu veya bu, herkesin hakkıyla anlayıp takdir edemeyeceği de bilinmelidir (islam the Misunderstood Religion, sh. 132-137). İslâm Hukuku Ve Hint Hukuk Sistemi: Hint Kıtası'mn İslâm hukukuyla tanışması ilk devirlere uzanır. Hicretin ilk asrında, İslâm'ın takipçileri, sahabe ve tabi'un dahil, bu topraklara yerleştiler. Beraberlerinde İslâm hukukunun iki direği olan Kur'ân ve Sünnet'i de getirdiler. Müslüman hukukçuların bu klasik kaynaklarında bulunan meşru prensipler ve numuneler, İslâm'ın zindelik devresi süresince Hindistan tarafından ithal edildi. Dünyanın bu bölgesinde yerleşen ilk müslümanlar tarafından uygulamaya konulan prensip ve numuneler, kıtanın muhtelif yerlerinde, ilmî tartışmalara ve araştırmalara konu oldu. Başlangıçtan itibaren, Hindistan İslâm kanunlarının gelişmesine katkıda bulundu. Aynı zamanda İslâm hukuk düşüncesi Hindistan'da kanunî fikirleri etkilemeye başladı. Tarihin bu yönünde, Hindistan, İslâm Hukukunun sistemleşmesine ve araştırılmasına çok zengin bir katkıda bulunurken, sonraları, Hindistan'ın kendi ıslahatçıları, hukukçuları üzerinde derin tesirler bıraktı ve onların kendi hukuk sistemlerinin yerli görüşlerinde ve birkaç kanun branşının geliştirilmesinde rol oynadı. Bu bölümde, hem Hindistan'ın İslâm kanunları ile nasıl zenginleştiğini hem de daha sonraları bölge kanunlarını nasıl etkilediğini kısaca gözden geçirelim. İlk İslâm Hukukçuları Ve Hindistan'ın Birliği: Bazı hukuk tarihçileri, İmam Ebu Hanife'nin şeceresini, İmam-ı Azam'm içtihatlarını ve Hanefi mezhebini, Hint kıtasının eski aşiretlerine kadar izlemişlerdir (M. Ishak Batti, Barri Saghir, Pak-o-Hind Men 'Hm-i Fıqh, Lahor, 1973, sh. 25). Bu durumda Hindistan, İslâm'ın en seçkin hukuk âlimlerinden biri olan İmam Ebu Hanife üzerinde hak id- dia edebilir. Tarihçilerin bu keşfi tereddütlü iken İmam Ebu Amr el-Evzâî, onun Sindli olduğunu daha güvenilir kaynaklarla iddia etmektedir (Tezkiratu'l-Huffâz, 3. bsk., Haydarabad 1955, c. I, sh. 178). Diğer bir dikkate değer şahsiyet, islâm'ın ilk hukukçularından İmam Süfyân Sevrî, Ebu Mazhar Sİndî'nin talebesi idi. O Medine'ye hicret etmiş ve kendini İslâm'ı öğrenmeye adamış müslüman bir Hintli fâkih idi (a.g.e., sh. 234-235). Hindistan böylece kendim İslâm hukukunun gelişmesiyle henüz biçimlendirici safhada iken tamamen birliğini kesmiştir. Evzâî ve Sevrî'nin kurduğu hukuk okulları uzun ömürlü olmazken içtihatları Küfe ve Bağdat okullarında okutulmaya devam etmiştir. Bugünkü Hindistan'da İslâm Hukuk Okulları: İslâm hukuku muhtelif okullarda geliştiği zamanlarda, Müslümanlar kendi dinlerini, sosyo-kültürel geleneklerini bu kıtada tamamen oturtmuşlardı. İslâm Hukuk okullarından pek çok çeşidi tedricen, dünyanın bu bölgesinde etkili olmaya başlamıştı. Hindistan'a yerleşen ilk müslümanlar, İmam Ebu Davud ez-Zâhirî'nin talebeleri idiler ve onun kanun öğretilerine geçerlilik kazandırmışlardı (Nuzhat el-Khavatir, Haydarabad 1947, c. I, sh. 38). Bununla birlikte, Zâhirî'nin fıkhî görüşleri İslâm dünyasında yok olduğu gibi Hindistan'da da gözden kaybolmuştur. İslâm'ın sayılı takipçileri ve hayranları tarafından -Hanefî, Şafiî, Caferi ve İsmaüî- diğer fıkıh okulları kurulmuştur. (Ayrıntılar için bkz: T. Mahmud, The Müslim Law of India, Hindistan, Allahabad 1980, bölüm 4). Bunların arasında, Safî mezhebi güney ve batı bölgelerinde etkili iken Hanefî mezhebi kıtanın diğer kısımlarına yayılmıştır. İsmailî hukuku batı kısmında ve merkezî bölgelerde gelişmiş. Caferî hukuku ise birkaç hatırı sayılır varlıklı kimselerce himaye edilmiş, kuzeyde yoğun olmak üzere, ülkenin hemen hemen tamamına yayılmıştır (a.g.e.). İslâm'ın bu dört fıkıh okulu zamanla, Hint topraklarında mensupları tarafından zengin bağışlar alır hale gelmiştir. İmparatorluk Kanunları: Ortaçağda Hindistan'ın İslâm hukukunun sistemleştirilmesi-ne ve araştırılmasına yapmış olduğu en önemli katkı, İslâm prensiplerine ve teamüllerine büyük emek vermesidir. İslâmî kuralların bu ülkedeki ilk devrelerinden itibaren devlet yöneticileri, çağdaş hukukçuların öğütleri ve yardımları ile derlenmiş İslâm hukuk kurallarını bir ahenk İçinde birleştirmek için büyük gayret sarfettiler. Hindistan'dan İslâm hukukuna belli başlı fıkıh eserleri kazandırılmıştır. Bunun ilk örneği, onüçüncü yüzyılın ortalarında Sultan Gıyaseddin Balban'ın emri altında hazırlanan Feteva-i Gıyasiye'dir. (Şeyh el-Kâtib'in Arapça olarak derlediği bu fetvalar Hicrî 1321'de Mısır'da basılmıştır). Bu eser, hukukun bütün sahalarını kuşatan ve aile hukukundaki boşanmaya teşvik etmenin etkilerinden, suçlunun adlî muhakemesindeki şüpheye kadar sıralanan meselelerle ilgilenin kapsamlı bir kanunnamedir. Feteva-i Gıyasiye ile bir kez başlayan ve Hindistan'ın birkaç Balban'ın halefleri birinden sonrakine geçen taht İslâm Hukuku'nun kanun halinde toplanması için ihtimamla düzeltilmesini sağlamıştır. Her defasında, yani taht birinden bir sonrakine geçtiğinde kanun halinde toplanma daha genişlemiş ve kapsamı artmıştır. Fıkıh heyetlerine yöneticiler tarafından hazırlatılan sayısız kanunnamelerden en önemlileri şunlardır: 1- Feteva-i Karahâni. Delhi Sultanlıklarından Halacîler devrinde (Celâleddîn II. Fîrûz Şâh, 689/1290) Yakub Muzaffer Kiramı tarafından derlenmiştir. Şimdiye kadar yayımlanmamıştır. 2- Feteva-i Tatarhâni. Tuğluklular devrinde (III. Fîrûz Şâh, 752/1351) Kebireddîn 'Alam Indrapati tarafından derlenmiştir. Otuz bölüm halinde hazırlanmış kapsamlı bir çalışmadır. Yayımlanmamıştır. 3- Feteva-i İbrahim Şâhî. Cavnpur'daki Şarkî hükümdarlar devrine aittir. Arapça ve Farsça olarak ciltlere ayrılmıştır; yayımlanmamıştır. 4- Feteva-i Bâburî. Şeyh Nureddîn tarafından Moğol imparatoru Zâhirüddın Bâbur'un emriyle hazırlanmıştır. (Bkz. Ferid Ahmed, Feteva-i Baburi, Ma'arif, Azamgarh, Haziran 1950). Ünlü Feteva-i 'Alemgîrî, Moğol imparatoru Evrengzîb'in emirleri ve himayesiyle Şeyh Nizam Burhanpuri başkanlığında bir heyet tarafından derlenmiştir. Bu kanunname sonraları Arapça, Farsça, Urduca ve İngilizce olarak yayınlanmıştır. Bütün bu çalışmalar Hanefi fıkıh okulunun kanunnameleridir, ve hepsi de İslâm dünyasının iftihar ettiği kıymetlerdir. Hindistan'da İslâmî kuralların güçlü olduğu yaklaşık beş-yüz yıl, İslâm dünyasına hukuk sisteminin bir çetelesini vermiş, her biri kendinden öncekilerin mükemmeliyetine üstün gelmiştir. Bunların arasında en çok rağbet olunanı Feteva-i AlemgîrVdir. Arap dünyasında Feteva-i Hindiye olarak bilinen bu eser, Hanefî fıkhının emsalsiz bir otoritesi ve hukuk ilminin bir klasiği olarak telakki edilir. Adlî Kararlar: Hindistan'da İslâmî kurallar baştan başa, modern medenî hukuk ilmi gibi yasal-sisteme dayalı olarak kalır. Mahkeme içtihatlarına dayanan, genel hukukun modeli olan hukuk, o zamanlar bilinmiyordu. Hindistanlılar çevrelerinde yüksek derecede kadılığı öğrendiler, fakat sadece klasik metinlerdeki ve bölge imparatorluğa ait kanunlarla yönetildiler (M. B. Ahmed, Administration of Justİce in Medieval India, Aligarh 1941). Moğol İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, İngilizler kanun ve adlî teamüllerinden oluşan hukuk sistemlerini bu ülkeye getirdiler. İslâm Hukukunun bazı kanunları ve muhakeme usûlü, Hindistan'ın İngiliz yöneticileri tarafından miras alınmıştır. İslâm hukuk ilmi, bir aksilikten ızdırap çekmiştir. Müslüman liderliğin uyumlu çabaları kadılık makamını güçlü hâle getirmede başarısız kalmıştır. Hatta Sir Seyyid Ahmed Han, 1880'de "Kadı Yasası" adıyla bilinen kararnamenin sadece korunmasında başarı sağlayabilmiştir. (T. Mahmud, Müslim Personal Law: Role of State in the Subcontinent, Delhi 1977, bölüm 4). O zamanlar müslümanlar tam bir hayal ki-rıklığıyla, ulemâdan Mevlana Muhammed Kasım Nanavtâvî'nin Deoband'da (1877) kurduğu ve kısa zamanda hukuk ilmi ve müşavirliğinin merkezi haline gelen Dârû'l-ulûm'a umutla döndüler. 1896'da tam yetkili Dârû'l-iftâ (Adlî Hükümler Enstitüsü) kuruldu. Bu sırada, zaruri hükümleri resmen bildiren milyonlarca hukuk ilanları basıldı. Tedricen büyük ölçüde medrese ve pekçok âlim halka fıkhı rehberlik hizmeti vermeye başladı. Daha sonraları birkaç mümtaz müf-ti'nin hükümleri derlendi ve yayınlandı. Bunlar arasında 'Aziz el-Fetevâ derlendi ve yayınlandı. Bu eser, Müfti Azizurrahmân'ın fetvalar kolleksiyonudur ki, Dârû'l-iftâ 'da (Deoband) Feteva-i Dârû'l-Ulâm adı altında birkaç cilt hâlinde yayınlandı. Imdad el-Fetevâ (Mevlana Eşref Ali Tanavî) ve İslâm Hukuku'na dair her türlü meselenin içinde bulunabileceği pekçok hüküm ve fetvalar bu meyanda sayılabilir. Bu çalışmaların nüfuzu ve tanınması Müslümanların idaresindeki dönemin düsturlarında anlaşılmıştır. Hâkim ve Hukukçuların Katkıları: İngiliz yönetimi süresince, Hint hukuk sistemi İngiliz sistemi İle yer değiştirince, İslâm hukukunun korunması ve geliştirilmesi hususundaki görev, hâkim ve dâva vekillerinin üzerine düştü. Hint hakimler konseyinin sayılı seçkin üyeleri, bilgi ve hünerlerini İslâm Huku-ku'nun davasına adadılar. Kararlar, başkadı Seyyid Mahmud, Sir Abdurrahim, Seyyid Emir Ali, Şah Muhammed Süleyman ve pekçok diğer klasik usûldeki kadılar tarafından verilirdi. Başkadı ve vekillerden bazıları ilmî çalışmalara zaman ayırırlardı. 1911'de Sir Abdurrahim, ilk defa İslâm hukukunun temelleri üzerine İngilizce, muteber bir eser verdi (General Principles of Muhammadan Jurisprudence, Madras 1911). Bir yıl sonra Seyyid Emir Ali, Şahıs hukuku üzerinde abidevî bir eser yazdı (Personal Law of the Mussalmans, Kalkuta 1912, c, I; Londra 1929, c. II). İslâm hukuk prensiplerine büyük katkılarda bulunmuş Hintli yazarlar arasında pekçok gayrimüslim de vardır. En doğru haliyle alınan kanunları ihtiva eden ünlü ders kitabı, gayri müslim bir avukat olan Sir D. F. Mulla tarafından yazıldı (Muhammadan Law, 1. bsk., 1906; 18. bsk. 1978 M. Hidayetullah). Şimdi 18. baskısı yapılmış olan bu ünlü kitap, İngilizce konuşan ülkelerde çok yaygındır. Güneydoğu Afrika ülkelerinden bazılarında ve manda altında yönetilen ülkelerde bu kitap takip edilmektedir (meselâ, Singapur 1957). İslâm hukukunun Hanefi mezhebi, Hindistan'da hakimiyeti olsa bile, kendi hukuk alimlerine dikkat etmekle meşgul Müslüman Hukuk ilminin sadece uyarlaması değildir. Güney Hindistan'da bilhassa Malabar'da hakimler ve hukukçular, görüş ve içtihatlarını, Safı hukukunun sergilenmesine ve araştırılmasına bağışladılar. İbni Babavâhî'nin Risaletu'l-itikadât el-îmamiye ve Kadı Nu'man'ın Da'aimu'l-Islâm'ı -fıkh-ı Caferi ve fıkh-ı Ismailtinin meşhur çalışmaları- derinlemesine araştırıldı ve modern Hindistan'ın büyük İsmail'i hukukçusu Asaf A. A. Feyzi tarafından dünyaya sunuldu (Ayrıntılar için, T. Mahmud, Family Law and Social Change, Fyzee Memorial, Bombay 1975). Kanun Yapma: İslâmî kanunlar sahasında da Hindistan müessir bir rol sahibidir. Şibli Nu'manî'nin; Seyyid Emir Ali'nin ve Muhammed Ali Cinnah'ın 1913'deki hukuk ilmine ait öğretilerinin sonucu olarak evkaf-ı zürrî ile bağlantılı olarak İslâm Vakfı Tescil Kanunu'nu ihtiva edeen bir Hindistan Nizamnamesi oluşturulmuştur. 1937'de ünlü İslâm Şahıs Hukuku (Şeriat) Uygulama Yasası ortaya çıkmıştır. Büyük müslüman devletler, Endonezya, Malezya gibi gayri-İslâmî gelenekleri (âdet) bu yasa vasıtasıyla sosyal statülerinden söküp atamazken, Hint müslümanları kendilerini şeriat ile sınırladılar. Hindistan'ın, zekası ve uzak görüşlülüğü ile tanınan baş mimarı Mevlana Eşref Ali Tanavî'ye şükran borcu vardır. Bu çok yönlü dâhi, diğer bir hukukî düzenlemenin dönüm noktası olan, İslâmî Evliliklerde Ayrılma Yasası (1939) mimarı idi. Şimdi bu kanunlar Hindistan'ın üç bölgesinde uygulanabilmektedir. Bu, mükemmel derleme takhayyur hukuk tekniğinde göz alıcı bir alıştırmadır. Bu alıştırmada, Müslüman kardeşliğine başlangıç için Hindistan'da birlik kanunu olarak Malikinin faskh kanunu benimsenmiştir. Hindistan, takhayyurda Mısır ve Sudan'dan sonra üçüncü sıradadır. Diğer müslüman ülkeler bunu çok daha sonra benimsemişlerdir. İmam Malik'in 1930 Yasası'yla kanunlaşan faskh yasasından on yıl önce, İbni Subruma'nın evliliğin yaşı üzerindeki doktrini bu ülkede 1929 Sarda Yasasıyla ifade edilmiş ve bunu düzenleyenler, dönemin âlimi Allame Seyyid Süleyman Nedvî tarafından desteklenmişlerdir (T. Mahmud, Marriage-Age in lndia and Abroad: A Comparative Conspec-tus, XXII /. /. L. /., 1980, sh. 38-80). Bunu takip eden yıllarda, Müftü KifayetuHah ve Mevlana Ebu'l-Kelâm Azad dahil ulema tarafından vakıflar ile ilgili hukukî düzenlemeler tasarlanmış ve resmen yürürlüğe konmuştur. Bu yasadan, sonraları, pekçok ülke bir model olarak istifade etmiştir (Supra not 16). Bütün bunlar Hindistan'ın İslâm hukuk ilmine katkılarının kısa bir hikâyesidir. Araplar dışında hiçbir ülke Hindistan kadar Kur'ân-ı Kerim'i ve Sünneti derinlemesine araştırmamıştır. Bu ülkenin dili -Sindî- aslında, Kur'ân-ı Kerim'i ilk kez Arapça'dan başka bir yabancı dildir. Ortaçağ Hindistan'ında, Müslüman yöneticiler, İslâm'ın hukuk prensiplerini pekiştirmek ve derlemek için gayretleriyle oluşturulmuş divandan yetişmişlerdir. Bu yüzyılın başlarında, Muhaımned Abduh ve Reşid Rızâ gibi ıslahatçılar, Kudri Paşa, Rezzak Senhurî gibi kanun yapıcılar İslâm hukuk geleneğini uluslararası düzeyde zenginleştirmiş müctehid, fukaha ve ulema çıkarmıştır. Hint Hukuku'nun İslâm'a Borcu: Şimdi madalyonun diğer yüzünü çevirip, İslâm'ın yüzyıllar boyu Hindistan'ın hukuk sistemini nasıl etkilediğine bakalım. Hindistan'daki mevcudiyeti müddetince, İslâm, Hint sosyal ve hukukî gelenekleri üzerinde fevkalade bir etkiye sahip olmuştur. Hindistan'da İslâmî yönetim süresince, İslâm'ın ceza kanunları bu ülkenin, kanunları olmuş, fakat medenî kanunun kapsamına giren meselelerde her dinî toplum kendi kanunları ile yönetilmiştir. Hindular, Budistler, Hindularm, Jainler (bir Hindu kolu), Zerdüştler, Sinler ve Hıristiyanlar medenî kanunlarıyla tam bir koruma altındadır. Ancak, uzun yıllar boyunca Hindu kutsal metinlerinin yanlış yorumlanması sonucu ortaya çıkan saii uygulaması, bazı Müslüman hükümdarlar tarafından hoş karşılanmamıştır. Fakat bunlardan hiçbiri sosyal ya da hukukî bir muameleye tâbi tutulmamıştır. Müslümanlar bu kıtada yaşayan diğer gayri müslim toplumlara ve onlarına kanunlarına geniş bir müsamaha ve hatta saygı göstermişlerdir. Onların hukukları İslâm hukukuyla eş düzeyde tutulmuştur. Bununla beraber, İslâm hukuk düşüncesi Hint toplumunu derinden etkilemiştir. Zaman içinde Hindistan'ın kanuni çerçevesi îslâmî doktrin ve kavramlarıyla benimseyerek özümsemiştir. . |