Konu Başlığı: İslâm Nizâmı Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 29 Ağustos 2012, 08:20:09 İslâm Nizâmı Diğer yanda İslâm hiçbir imparatorluğun veya kralın hâkimiyeti altında bulunmayan bir yerde doğup gelişti. O, göçebe bir toplum içerisinde yayıldı. Bu toplumda, Roma imparatorluğunda bulunan türden yasalar veya hükümler yoktu. İlk dönemlerinde bu şartların varlığı İslâm'ın hiçbir engelle karşılaşmaksızın toplumu oluşturmasını ve o toplum için gerekli kanun ve düzenlemeleri yapabilmesini üzerine almak için daha uygundu. Aynı zamanda İslâm hem toplumun kendisiyle, hem de vicdan ve ruhuyla, günlük hayattaki gidiş ve ilişkilerini düzenlemekle de ilgilenmiş; daha doğrusu bunu üzerine almıştı. İslâm'ın bütün yol göstermelerinde, teşrilerinde din ve dünyayı bir arada bulundurması için böyle bir toplum içerisinde doğması uygundu... İslâm aynı düzen içerisinde yeryüzü ile gök âlemim bir arada ele almak esası üzerine kurulmuştur. O, toplum gerçeğinde yaşadığı gibi, kişinin vicdanında da yaşar, onda pratik hayat, dinî duygudan ayrı değildir; onun bir olan cevheri, özü, görünümleri ve yollan ayrı da olsa, hiçbir zaman birden fazla olmaz. Başta gelen vazifesi, insan hayatını bir bütün olarak yeni bir kalıba dökmek olan İslâm kendisini günlük hayattan, yani maddî hayattan alıkoyup sadece manevî hayata kesinlikle hasredemez. Aynı şekilde İslâm, tarihî büyüme sürecinde bir an bile olsun, bir imparator veya bir hükümdar korkusuyla çalışma alanının daraltmamıştır. O, Arap câhilİyyeti karşısında dikildiği zamanda bile kendi kendisinin efendisiydi. Cahiliyye, köklü bir takım sosyal şartları ve Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde karşı karşıya kaldığı temelleri sağlam bir sosyal düzeni bulunmaksızın, İslâm'a karşı çıkıyordu. İslâm'ın çalışma sahası maddî veya manevî, dinî veya dünyevî olsun, beşerî hayatın tümüdür. İslâm, İlk andan İtibaren, mükemmel olarak tabiatım ortaya koymak, vakıalara uygun bir şekilde gerçeğini belirtmek için en uygun bir ortamda doğmuştur. Şüphesiz ki, "Allah, risâletini nerede koyacağını iyi bilir." Kıyamete kadar baki kalacak bu dinin, doğduğu andan itibaren mükemmel bir şekilde uygulanması, Allah'ın onun hakkındaki taktirlerindendir. Ta ki, onda hiçbir şüphe ve "içbir kapalılık bulunmayan bir uygulama, sonra gelecek nesillere örnek olarak kalsın. Toplumdan uzak kalarak bu din, alması gereken dosdoğru yolda ilerleyemez. Sosyal, hukukî ve iktisadî düzenlerinde onu hâkim kılmadıkça, ona bağlı olanlar da müslüman sayılmaz. İslâm kanunları, onların yasa ve düzenlerinden uzak kaldığı sürece, toplumları "İslâm toplumu" olamaz. Bazı ibadet ve alâmetlerden başka, İslâm adına ellerinde hiçbir şey kalamaz. İslâm yalnızca Allah'a kulluk etmek ve ulûhiyeti yalnız O'na ait kabul etmektir Bunların başında da "hakimiyet" yer almaktadır: "Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (4: 65). Haşr suresinde: "...Elçi (Rasûl) size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir."(59: 7); Maide suresinde: "...Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte kâfirler onlardır."; ".. .işte zâlimler onlardır."; "...işte fâsıklar onlardır." (5: 44, 45, 47) ifadeleri yer almaktadır. İslâm ibadetler, muameleler, yasama ve rehberlîğiyle bölünmez bir bütündür. İbadetler onun yapısı içerisinde ve hedeflerinde sistem ve uygulamalarından ayrı değildir. Meselâ namazın ibadetler arasında özel bir yeri vardır. Kişinin ve cemaatin, aziz ve kadir olan bir İlâh'a yönelmesi anlamını verir. Alınlar yalnız O'nun huzurunda secdeye kapanır. Tek bir kıbleye yönelinir, başka bir tarafa dönülmez. Tek bir hâkimin önünde eşitliğin ifadesidir; namazda herkes O'nun kulu olur. Herkes O'nun önünde eşittir. Lâ ilahe illallah şehadeti de, bu dinin ilk itikadı rüknüdür. Bu nizâm, Allah'tan başkasına fikrî ve amelî bakımdan ibadet etme boyunduruğundan kurtuluş demektir. Böyle bir kurtuluş, herkesin eşit olduğu sâlih ve kerîm bir toplumun gerçekleştirilmesi yolunda atılan ilk adımdır. Hiçbir araştırmacı, bu dinde toplum düşüncesinin onun hem ibadetlerinde, hem düzenlerinde aynı şekilde ortaya çıktığı ve bütün yapısında güçlü ve apaydınlık bir esas olduğu konusunda asla şüphe etmez. Şayet bazı dönemlerde, bu dindeki ibâdet tarafının daha ağır basması ve bu tarafın sosyal yönden ayrılma veya sosyal tarafının ondan ayrılması için bir takım çabalara şahit olabilirsek; bilinmeli ki bu, o dönemin bir âfetidir, dinin değil. İslâm hakkında bu ifadelerimiz, kendiliğimizden çıkardığuz yeni bir şey veya onun gerçeğinin yeni bir yorumu değildir. Bilâkis, bu bizzat İslâm'ın kendi kendisini açıkladığı, Rasûlullah'in, O'na samimiyetle bağlı ashabının ve asil menbaına yakın olanların anladığı İslâm'dır. Cum'a suresinde, şöyle buyurulmaktadır: "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman Allah'ı anmağa koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın, ve Allah'ın lûtfundan (nasibînİ-zi) arayın. Allah'ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." (62: 9-10). Farz namazın bir günde ne kadalık bir kısmını doldurduğunu ve geriye kalanın ise çalışmak çabalamak İçin olduğunu hepimiz biliriz. İnsan hayatında namaza ayrılan zaman çok azdır. Gece ve gündüzden arta kalan zaman ise toplum ve hayat içindir. Nebe' suresinde şöyle buyurulmaktadır: "Geceyi (ka-ranlığıyla sizi örten) bir elbise yaptık. Gündüzü de geçim(iniz İçin çalışıp kazanma) zamanı yaptık." (78: 10-11). İslâm, ibadeti belirli bir takım hareketlerin yapılmasından ibaret saymamaktadır. İbâdet, hayatın tümünün Allah'ın şeriatına boyun eğ-mesİ, hayatın her durumunda insanın Allah'a yönelmesi demektir. Bundan dolayı o, her sosyal hizmetin ve her hayırlı işih "ibadet" anlamını taşıdığını kabul eder. Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Dul kadın ve miskin(in ihtiyaçlarını karşılamak) için çalışan, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri oruçla, geceleri namazla geçiren gibidir tutanın derecesi aynıdır." (Buharî, Müslim, Tirmizî ve Neseî). Rasûlullah, İslâm'ın ruhunu şu iki olayla açıklamıştır. Enes anlatıyor: "Bir yolculukta Rasûlullah ile birlikte idik. Kimimiz oruçlu, kimimiz de oruçsuz bulunuyorduk. Sıcak bir günde, bir yerde konakladık. Elbisesi daha çok olanın güneşten korunması daha fazla idi. Kimimiz de elimizle güneşten korunuyordu. Oruçlular (bitkin) düştü, oruçlu olmayanlar ise kalktılar çadırları kurdular, yolculara su taşıdılar. Rasûlullah bunun üzerine buyurdu ki: 'Bugün ecrin tamamını oruçlu olmayanlar, aldı." (Kütüb-i Sitte). Yine Enes anlatıyor: "Rasûlullah'ın hanımlarının evlerine iç kişi gelip ibadeti hakkında sordular. Onlara, (istedikleri şeyler) haber verilince, azımsar gibi oldular. Dediler ki: 'Biz nerede, Rasûlullah nerede! Üstelik onun geçmiş ve gelecek hataları bağışlanmıştır.' Onlardan biri dedi ki: 'Ben bütün gece namaz kılarım.' Diğeri: 'Ben de sene boyunca oruç tutarım.' Üçüncüsü: 'Ben ise kadınlardan uzak duruyorum ve hiç evlenmiyorum.' Rasûlullah onların yanına gelip şöyle buyurdu: 'Şöyle şöyle söyleyenler sizler misiniz? bana gelince, Allah'a yemin ederim ki, aranızda Allah'tan en çok korkan ve takva sahibi olanınızım. Fakat oruç tutuyor, iftar da ediyorum. Namaz kılıyor ve dinleniyorum. Evleniyorum da. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." (Buhârî, Müslim ve Neseî). Bu, getirdiği dinin mahiyetini daha iyi bilen Hz. Muhammed'in namazı ve orucu küçümsemesi değildir. Fakat bu, getirmiş olduğu dinin ruhunu kavramasının ifadesidir. Hayat için çalışırken akîdesi için de çalışmış olur. Böylece akîde ile hayatı bir arada ele alır. Asla,! manâ âleminde, uzlete çekilmiş olarak, akîdesiyle başbaşa kalmaz Âbidlik süsü veren ve ölmüş gibi duran bir adamı görüp, elindeki kamçı ile ona vurmasından Ömer b. Hattâb'ın da dini böyle anladığını farkediyoruz. Bu adama Hz. Ömer şöyle demiştir: "Dinimizi gözümüze ölü gibi gösterme, Allah canım alasıca!" Yine bunun gibi, yanına şahitliğe gelen kimse ile ilgili Hz. Ömer'in yaptıklarından bunu fark ediyoruz. Şahitliğe gelene demişti ki: "Bana seni tanıyan birisini getir." Şahit ona bir adam getirmiş, bu adam da o kişiyi hayırla yâd etmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer bu adama dedi ki: "Girip çıktığı yeri tanıyacak kadar yakın bir komşusu musun?" Adam: "Hayır" dedi. Ömer: "Adamın Allah'tan ne derece korktuğunu ortaya çıkaran para ile onunla herhangi bir muamelen oldu mu?" Adam yine, "Hayır" dedi. Bunun Üzerine Hz. Ömer dedi ki: "ihtimal ki sen onu mescidde nıırıldana mırıldana Kur'ân okurken, başını bir aşağı bîr yukarı kaldırıp indirirken görmüş olmalısın." Adam, "Evet" deyince, "Git, sen onu tanımıyorsun" dedi. Öbürüne de: "Haydi git, bana seni tanıyan birisini getir." dedi. Din'in, ibadetin, amelin, kalbde ve vicdanda gizli olan imanın ve açıkça yapılan fizikî hareketlerin mahiyetinin gerçek manası işte budur. Bu konuda ikinci bir şık yoktur. Kasas suresinde: "Allah'ın sana verdiği şeylerde, âhiret yurdunu da gözet, dünyâdaki payını da unutma." (28: 77); Hacc suresinde de: "...Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, İçlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi..." (22: 40) buyurulmuştur. Bakara suresinde: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez." (2: 190); "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, 0 (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanırdı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yolda kalmışlara, dilencilere ve "°yurduruk altında bulunanlara (köle ve esir) Verdi; namazı kıldı, zekatı verdi. Andlaşma Vaptıkları zaman andlaşmal arını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır." (2: 177) buyurulmuştur. Rasûlullah de şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir münker görürse onu değiştirsin..." (Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neşet). İşte amelde ve itikatta İslâm bunun üzerinde ayakta durur. O halde kutsal konsillerin şekillendirdiği gibi, Hıristiyanlıktaki haliyle din ile dünya arasında ve akîde ile toplum hayatı arasında bir ayrılık yoktur. İslâm'da ne papaz ve rahip sınıfına benzer bir sınıf ne de Yaratan ile yaratılan arasında bir aracılık vardır. Yeryüzünün neresinde olursa olsun veya denizin ortasında bulunsun, her müslüman tek başına Rabbine kullukta bulunabilir. Araya herhangi bir kâhin veya papazın girmesine gerek yoktur. İslâm nizamında yöneticiler velayet hakkını, başkanlık yetkilerini, ne kendisinde varolduğu kabul edilen "İlâhî Hak"tan, ne de Allah ile insanlar arasında aracı olmaktan alırlar. Bütün güç ve yetkilerin dayanağı doğrudan doğruya İslâm cemaatidir. Nitekim tüm otoriter gücünü de Şeriatı uygulamaktan alır. O Şeriat ki, bildikleri takdirde, onu anlamak noktasında herkes eşittir, herkes eşit olarak onun hükümlerine boyun eğmekle yükümlüdür. İslâm'da diğer dinlerde anlaşıldığı manada, kendileri olmayınca dinî ayin ve ibadetlerin yapılamadığı, bir din adamları sınıfı yoktur. İslâm'da ancak din âlimleri vardır; fakat onlara bile, halka karşı kullanabilecekleri Özel bir kuvvet verilmemiştir. Yöneticinin de onların üzerinde, kendisinin ortaya koymadığı, bilakis uygulanmasını Allah'ın hepsine farz kıldığı şeriatın uygulanmasından başka hiçbir hak ve yetkisi yoktur. Âhirete gelince, herkesin dönüşü Allah'adır: "Onların hepsi, kıyamet günü O'na tekbaşına gelecektir." (19: 95). İslâm'da, dîn âlimleri ile halkı ve mallarını yönetmekle görevli yöneticiler arasında herhangi bir çatışma olamaz. Aralarında paylaşamadıkları dünyevî veya uhrevî faydaların varlığı da sözkonusu değildir. İslâm'da biri madî, diğeri ise manevî iki ayrı otoritenin varlığı sözkonusu olamaz. O halde papalarla derebeyler ve krallar arasında olduğu gibi, bunlar üzerinde anlaşmazlık çıkarmayı gerektirecek herhangi bir durum yoktur. İslâm ne ilmin ne de ilim adamlarının düşmanıdır; bilâkis Allah'ı bilmeye götüren her ilmi, ki sağlıklı her ilim bu gayeye götürür, dinî tâatler arasında yer alan, kutsal bir farz olarak görür. Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "İlim talep etmek her müslüman üzerine farzdır." (İbn-i Mâce); "Kim ilim talep etmek için bir yola giderse, Allah da ona cennete giden bir yolu ona kolaylaştırır." (Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî. Ayrıntılı bilgi için bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. 1, "İnsanlığın Eğiticisi" başlıklı bölüm). Engizisyon mahkemelerinde olduğu gibi, fikir ve ilim adamlarına yapılan zulüm ve işkencelerin İslâm tarihinde yeri yoktur. Bir takım kişilerin, düşünceleri dolayısıyla cezalandırıldığı çok az olaylar, müslümanlann tarihinde bir istisna sayılır. Bu olaylar da çoğunlukla siyasî bazı renkler taşır ve arkalarında fırkaların eğilimleri yatmaktadır. Bunlar genel olarak İslâmî hayatın açık bir özelliği gibi görülemezler. Üstelik bunlara, islâm'ı anladıkları kabul edilemiyen bazı kimseler sebep olmuştur. Bu ise hârika ve mucizeler üzerinde yüksel-meyen bir din için tabiî bir şeydir. Çünkü bu din insanın içinde ve dışında yer alan Allah'ın âyetleri ve varlığının delillerini düşünmek ve bunlara dikkatle eğilmek esası üzerine kurulmuştur: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde, elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır." (2: 164). (Ayrıntılı bilgi için bkz., 5. bölüm: "Kur'ân ve Dünya"). Bu takva ile ilmi birbirine sıkı sıkıya bağlayan, ilmi Allah'ı tanımaya ve O'ndan korkmaya götüren bir yol olarak gören ve âlimleri cahiller üzerine yükselten bir din için çok tabiîdir. "Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar..." (35: 28). Zümer suresinde de şöyle buyurulmaktadır: "Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak İbadet eden, âhiretten korkan ve Rabbinin rahmetini uman gibi midir? De ki: 'Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?' Doğrusu anca akl-ı selîm sahipleri öğüt alır." (39: 9). Rasûlullah de: "Âlimin âbide üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir." buyurmuştur. (Ebu Davud, Tirmizî, İbni Hibban ve Beyhâkî). Kâinatın dış alâmetlerini ve insanın benliğini inceleyerek insanı Allah'a götüren gerçek ilim ile İslâm arasında bir çatışma yoktur. Böyle bir ilim ile din arasında bir çatışmaya ve Rönesans döneminde ve sonrasına rastlayan çağlarda kilise ile ilim adamları arasında görülen çatışmaya benzer olaylara, İslâm'ın mizacında da, tarihinde de rastlanamaz. Bu da bize ne İslâm'ın yapısının ne de tarihinin kendisini toplumdan ve sosyal hayattan ayrı tutulmasına izin vermeyeceğini gösterir. İslâm bizzat sosyal adaleti sağlamak için kurallar ortaya koyar, zenginin servetindeki fakirin hakkını belirler ve iktisadî, siyasî problemlerimizi çözebilmemiz için eşitlik ve adalet üzerine kurulmuş bir nizamı vaaz eder. Ayrıca duyguları uyuşturmaya, insanları, haklarını yeryüzünde bırakıp onları göklerin melekûtunda beklemek için çağırmaya de hiç gerek duymaz; aksine herhangi bir baskı sebebiyle şer'î haklarından vazgeçenleri âhiret-te çetin bir azap ile uyarmakta ve onları "nefislerine zulmedenler" diye adlandırmaktadır: "Nefislerine zulmedenlere, canlarını alırken melekler: 'Ne işte idiniz (dininiz için ne yapıyordunuz)' dediler. (Bunlar): 'Biz yeryüzünde âciz düşürülmüştük.' diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi ki, onda göç ed(ip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gid)eydiniz?' İşte onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş yeridir orası!" (4: 97). İslâm, müslümanları, haklarını almak için kıtale bile teşvik eder: "Zulme uğradığı (ve hakkım geri almak) için (çarpışırken) öldürülen kimse de şehittir." (Neşet). Böylece İslâm İnsanın maddî ve manevî faaliyetlerini bir bütün olarak birleştirerek, kapsamlı bir hayat nizamı sunar. "Maddî" ve "manevî" faaliyetler diye bir sınıflandırmanın olmadığını vurgular. Allah rızasını gözeterek yapılan her ibadet ve gayret, Kıyamet gününde karşılığını tastamam görecektir. Âhİrette başarılı olmanın yolu hem ibadetlerin hem de ticarî münasebetlerin olduğu dünya hayatından geçer. Bütün işlerini Kur'ân ve Sünnetin rehberliğinde yapanlar her iki dünyada da gerçek başarıya ulaşırken, sözüm ona ibadetlerini yerine getiren, fakat ilâhî hayat nizamına isyan edenler ebedî bir sefaletle uyarılmışlardır. (Seyyid Kutub, Social Justice in Islam). |