Konu Başlığı: İnsanlık Tarihi Üzerinde Kurânın Etkisi Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 04 Ağustos 2012, 10:05:53 İnsanlık Tarihi Üzerinde Kur'ân'ın Etkisi Kur'ân-ı Kerim, insan için Hidayet "yani Rehberlik Kitabı" olma hakkına sahiptir. O, tüm insanlık için varolan bir Kitaptır. Hakikaten, Kur'ân, insanlığın tamamına hitap eder. Onun mesajları, dünyanın değişik yerlerinde yaşayan farklı farklı insanlara uygundur. Ayrıca, onun mesajları gelecek tüm zamanlar İçin de geçerlidir, yani, o zaman aşımıyla hükmü kalkacak bir kitap değildir. Bu iddianın en azından temelde, kıymeti bilinebilmiş ve tarihî şahitlerin gözü önünde bu kanıtlanmıştır. Eğer Kur'ân bir anlamda "kâinatın Rehberlik Kitabı" ise ve onun mesajı tüm insanlarla, tüm çağlarla ve tüm diyarlarla ilgiliyse, o Kur'ân-ı Kerim'in, mevcudiyetinin bindörtyüz yıllık dönemi esnasında, insanlık tarihi üzerinde mutlak bir etkiye sahip olması gerekir. Özellikle, Kur'ân, öyle bir kurtarıcı ve değiştirici etkiye sahip olmalı ki onun okunuşunu dinleyenler tesiri altında kalabilmelidir. Kur'ân-ı Kerim'in böyle bir özelliğe sahip olduğu iddiası, açık tarihi delillerle desteklenmiştir. Aşağıdaki sayfalarda Kur'ân'ın geniş bir tetkiki yapılmaya çalışılmıştır. Fakat bunu yapmadan önce, İlahî kitap Kur'ân-ı Kerim'in içindeki pek çok delil, anlayışlı ve İdrak sahibi bir araştırıcı tarafından tetkik edilmeli ve iddiasının doğruluğu değerlendirilmelidir. Bunun, yukarıda bahsedilen tarihî delilin üstünde olduğunu belirtmek gerekir. Bu yüzden, sadece mü'minlere uygulanabilir. Yani, bu testler sadece, Kelime-i Şehadet getirmiş, İslâm Peygamberirnin bildirmiş olduğu asırlar boyunca hiçbir değişikliğe uğramaksızın korunmuş Kur'ân-ı Kerim'e sahip olan mü'minler için geçerlidir. Bununla birlikte, tarihin "arızî" testi emsalsizdir. Ben bu testi, Kur'ân-ı Kerim'in insanlık tarihi üzerinde yapmış olduğu etkinin kapsamını, ana hatlarıyla çizmek maksadıyla bir emek sarfedilmesini sağlamak için önerdim Eğer hakkıyle değerlendirildiyse bu test, kendilerini inanmayanlar grubuna koyan insanlar tarafından dahi, doğruluğu şüphe uyandırmayan tarihi delillere dayalı br iddianın ihtimalleri üzerinde bir kanaat oluşmasına yolaçmış ve tarafsız olarak tetkik edip objektif bir şekilde tasarladığımızda, Kur'ân-ı Kerim'in ihtiva ettiği Mesaj ile insanlık tarihinde incelikle işlenmiş bu fevkalâde devrimin karşımıza çıktığını görüyoruz. Bu açıdan, tarihin İslâm hâkimiyeti dönemi, Kur'ân'ın insanlık için bir Hidayet Kitabı ve onun öğretilerinin bütün zamanlar için geçerli olduğunu iddiası üzerinde bir izahı ortaya koymaktadır. Kur'ân'a göre, hem Doğu'nun hem de Batı'nın Rabbi olan Allah'ın, elçisi vasıtasıyla bildirmiş olduğu Hak, bütün insanların hayat ile ilgili düşüncelerini enine ve boyuna süzmüştür. Kur'ân bize şunu söylemektedir: "Hak geldi, bâtıl zail oldu. Zaten bâtıl ortadan kalkmaya mahkûmdur." (17: 81) Hz. Peygamber'in doğumyeri ve bu nedenle İslâm'ın doğduğu yer, coğrafi olarak en uygun yerdi. Burası, Batı'nın Grek ve Roma medeniyetinin, Mısır, Babil, Fenike ve İran gibi, Yakındoğu medeniyetleri ile Hint ve Çin gibi Uzakdoğu medeniyetlerinin ortasında bir yer idi. Arabistan topraklarından İslâm'ın zuhuru, tarihin yaygın görüşüne göre, kalın ve delinmesi mümkün olmayan karanlıklara batmış bir dünyanın ortasında yer almış pırıl pırıl ışık saçan parlak bir lambaya benzetilmiştir. Tabi, İslâm peygamberi, Kur'ân'da "ışık saçan bir lamba" olarak tasvir edilmiştir. Çünkü O, tüm insanlar üzerine bir "rahmet" olarak gönderilmiştir. İnsanlık O'nun yaptıklarına karşı yeteri kadar minnettar olamamıştır. En büyük İlahî Lütuf, Kur'ân'ı öğreten insanın üzerine olsun. Hakikaten, Allah Rahmet sahibidir. Bu, "O, insana Kur'ân okumayı öğretti" (55: 1-2) diyen Allah'dan başka hiçbir kimseye lâyık değildir. Kitap, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan İnsan'a verilmiş "Talimatname" olarak telakki edilmiş ve insanın hayatında tatbik edeceği bu davranışlarla bu dünyada başarılı olabilsin ve âhirette de Sonsuz Saadetle mükâfatlansın. Kur'ân-ı Kerim'in ayırdedici özelliği onun, insanlığın hidayeti için gelmiş vahyi toplayan ve onları beyan eden bir Kitap oluşu inkâr edilmez bir hakikattir. Allah, Peygamberine Maide sûresinde şöyle buyuruyor. Bu sure, Hz. Peygamber'e inen en son surelerden biridir: "...Bugün, size dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim..." (5: 3). Aynı şekilde A'lâ sûresinde Kur'ân şöyle beyan eder: "Doğrusu mutluluğa ermiştir arman; Rabbinin adını anıp namaz kılan. Ama siz dünya hayatını üstün tutuyorsunuz. Oysa âhi-ret daha iyi ve daha süreklidir. Şüphesiz bunlar, o eski sahifelerde mevcuttur; İbrahim ile Musa'nın sahifelerinde." (87: 14-19). Hak'tan, daha önce inen sahifelerde (suhuf) de bahsedilmiştir. Hatta, İbrahim ve Musa aleyhisselâma inen sahifelerde olduğu gibi. inkılâbın süreci, tarihi hatırlanmayan ya da tam olarak bilinemeyen bir zamanda başlamış ve kâinat dinlerinin peygamberleri tarafından insanlığa getirilmiş, ve zaman aralıklarında onun büyümesi ve gelişmesi hızlandırılmıştır. inkılâbın hakikati, hayatın gerçekleri tarafından ispatlanmıştır: Güç şartlarda, hemen İlahî Yardım'a yöneliriz. Hayatın kısa süresinde, idrak gücümüzün ve kabiliyetlerimizin sınırlı °ir sahada oluşu, İlahî Yardım olmaksızın, yeryüzündeki rolümüzü anlamak ve lüzumlu ihtiyaçlarımızı temin için feraset ve maharetinizi kullanamaz hâle getirmektedir. İnsan, vahiy için lüzumlu olanlardan haberdar olmak üzere nasibi olduğu çevreye {muhit) bağlılığını düşünmek durumundadır. Hakikaten, insan dünyada mevcut olan kaynaklardan temin ettiği yiyecek ve barınak sayesinde hayatını devam ettirme imkânı bulmaktadır. Bu âlem onun için yiyeceği üretmeseydi insan hayatını sürdürmeyi nasıl umabilirdü? Aynı şekilde, insan kendini milyonlarca yıldan beri bildiği kâinatın içinde bulmaktadır: Dünya, onun birkaç günlük ömrünün "gecelerin içinde kaybolmasından sonra, yaşarkenki gibi daima aynı kalacak şekilde devam edeceğinin farkındadır. Burada şu hakikat karşımıza çıkmaktadır: Kâinat, insanın hayatını idame ettirebilmesi için gerekli, ama kâinattaki hayatın devam ettirmesi için insan gerekli değildir! Peki, rolünü oynaması için insanın çağrıldığı bu oyunun manası nedir? Özellikle, insan herhangi bir rolü oynamayı umabilir mi? Ve eğer böyle ise, rolünün önem derecesi nedir? Böyle sorular karşısında, insan, eğer, hayatı sürüp giderken geçen zamanı ve fırsatları en verimli bir şekilde kullanabiliyorsa, cevapları bulabilmelidir. Kaçınılmaz son, onu yakalamadan önce, yaratılış gayesinin gereklerini tamamlamak için zamanı, kullanabileceği en iyi servet olarak telakki etmelidir. Tabi, eğer yaratılan o kişi bu zamana sahip olabilirse. Tefekkür edildiğinde, bu sorulara karşı, pek-çok filozof bile, hayli zamana rağmen, cevap bulmak için uğraşmışlar, fakat ikna edici cevaplar bulmada zorlanmışlardır. Henüz, bu problemlere çözüm aranırken, insan hayatı sürekli olarak acımasızca ileriye doğru devam etmekte ve akıp giden her an onu fırsat ve tecrübelerin kucağına doğru fırlatmaktadır. Geçen her anın bir daha geri dönmemesi hayatın bir trajedisidir. Peki, insan varoluşunun kanununu ifa etmek için ne yapmalıdır? Kanunun ne olduğunu bilmeden ne yapabilir? Bu, insanın kendini, tatmin edici cevapları olmayan soruların, zor soruların karşısına çıktığı ve kaçacak hiçbir yanı olmayan çaresiz bir durumda bulmak gibidir. Muhtemelen, Kur'ân, aşağıdaki ayette, insanın bu çok zor durumuna işaret eder: "...insan zaten zayıf olarak yaratılmıştır" (4: 28). Bu yüzden vahiy gerekli olmuştur. Din, peygamberlerin otoritesi altında hayatın meselelerine çözümler sağlamıştır. İnsan, tüm mahlûkatın Yaratıcısı ve Koruyucusu Rahman olan Allah tarafından İdare olunmaktadır. Rehber Kitap olarak Kur'ân, hidayet kavramının pek çok karmaşıklıklarını açıklamaktadır. Hidayet, kelime anlamı olarak 'yol göstermek' ve 'rehberlik etmek' anlamındadır. A'lâ sûresinde tüm yaratılan varlıkların tekâmül usullerinden bahsolunmaktadır: "Rabb'inin yüce adını teşbih et (O'nun eksikliklerden uzak olduğunu an). O (Rab) ki, (herşeyi) yarattı, düzene koydu." (87: 1-2) Bu, hidayefia geniş anlamda, insanın dahili tekâmülünün temel nedeni olarak telakki edilmesidir. Daha aşağıda bulunan hayvanlara ise kendilerini dengede tutabilmeleri için içgüdü ve duyu verilmiştir. Görme, işitme, hissetme ve koklama sayesinde kendilerini çevreye adapte edebilmektedirler. Böylelikle kendilerini koruyabiliyor ve nesillerini devam ettiriyorlar. Buna ilâve olarak, insana bir de Allah vergisi olarak muhakeme ve anlama yeteneği verilmiş, hidayet ihsan edilmiştir. Hidayet, insanın içindeki hayvanî vasıfları sınırlandıran ve kontrol eden bir ifadedir. Bu kontrol vasıtasıyla, insanın kendine yüklenmiş olan düşük tabiatı, daha yüksek bir düzeye yükseltmek yani hayvanî duygularını akıl vasıtasıyla kontrol ederek kendini yüceltme imkânı verilmiştir. Akıl nimeti başlı başına yeterli değildir. Akıl, sadece içgüdüsel hayatın çerçevesi içinde vazife görür. Aklın çalışması duyular ile ilgili uzuvların çalışmasına bağlıdır. Bu yüzden, kendi sınırları içinde çalışmalıdır. Bunun ötesinde onunla ilerlemek tehlikeli olur. Peygamberler insana, "hidayet"i Allah'dan sadece bir şekilde getirmişlerdir. Bu şekil, Emirler hakkında gelen Mesajla ilgilidir. Bu mesaj kendi potansiyeline karşı gerçek bir savaş açmış, savurganlık içindeki insana aldırmaz. Hidayet sayesinde silahlanan insan, aklının işlediği dar bölgeden kurtulma imkânına sahip olur. İnsan bu Rehberliğe, evrensel dinlerin peygamberleri tarafından kendine getirilmiş olan İlahi Vahyin ışığında, şahsî davranışlarını düzenleyen ve geleceğini düşünüp taşınmasını sağladığı için şükran borçludur. Görünen o ki her başarılı Rehberlik safhası, bir Öncekini sınırlandırmayı amaçlamıştır: Böylece, duyular içgüdüleri ve akıl duyuları doğrutmakta, vahiy de akim eylemlerini ayarlamaktadır. İsabetli anlayış (idrak), ihtiyatsız aklın işlemleriyle elde edemeyeceği Hakikati insana yansıtır. Eğer kurtulmuş olsa hareket etmesi gereken dairenin sınırlan insana bildirilmiştir. Ona tahsil olunan kaderinin gerçekleşmesi için çabaladığı şeylerin şeması gösterilmiş ve öğretilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de: "Doğru yola iletmek bize aittir. Son (âhirette) da, ilk (dünya) de elbette bizimdir." (92: 12-13) buyrulmaktadır. Aynı şekilde Kur'ân'da "Bizim uğrumuzda cihad edenlere, bize ulaştıran yolları göstereceğiz; şüphesiz ki, Allah, iyilik yapanlarla beraberdir." (29: 69) denilmektedir. Fakat, insanın İlahî Rehberliğe olan bağı aşağıdaki âyetlerde daha açıktır: "Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar..." (6: 125). "İşte benim doğru yolum bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın!.." (6: 153). "De ki: 'Rabbim beni doğru yola iletti. Dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine..." (6: 161). Bakara sûresinde de şöyle denilir: "Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar senden razı olmazlar. 'Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur.' de..." (2: 120). Hayatî meselelerin hallinde başarılı bir keşif için en azından iki ihtiyaç ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi manevî meseleler, hayatın problemlerine bir cevap bulma arzusu, Doğru Yol'un gösterilmesi için yapılan dua. Bu, Fatiha suresinde bildirilmiştir. Bu surenin önemi, Kur'ân'ın stratejisi hakkında derin bilgiye sahip olanlar tarafından vurgulanmıştır. Her zaman kişi şöyle dua etmelidir: "Bizi Doğru Yola ilet" ya da başka bir ifadeyle "Bize Hidayet bahşeyle!'". Eğer bir kişi, hulûs-i kalple Hidayet isterse ve Kur'ân okumaya devam ederse, bu sorulara cevap bulacaktır. İkinci ihtiyaç ise kişinin vahyolunan Hak Yol'da yürümek için irade'ye. sahip olmasıdır. Eğer kendisine gösterilmiş olan Hak Yol'un bir kısmında yürüyemİyorsa ona Yol'un tamamı gösterilmeyecektir. Gerçeği anlama kabiliyeti, kendisine gelen Hak Yol'da ilerleme çabası gösteren kişiye bağlıdır tamamen. Kişi, eğer Doğru Yolu görüyor fakat görmezlikten geliyorsa, nerede ise orada kalır. Hakikaten, bu bir Kanun'dur ve ona Yol'un geride kalan kısmı asla gösterilmez. Dinin stratejisi kişinin hesap edilen amaca ulaşmak için yolunu bulmasına imkan sağlayan herşeyi bütünüyle ihtiva eder. Sınırlı rasyonel kaynakları tarafından donatılmış zayıf gücünün yanıp sönen ışığı İle, kişinin Doğru Yolu keşfetmesi beklenemez, ancak az çok kendi gücü ve eğilimi ile bu yolu izleyebilir. Bu, kendisinin kurtuluşu için gelmiş evrensel dinlerin Peygamberlerinin getirmiş olduğu Vahiy Hakikati'ne insanın inancıdır. Çünkü insanın kendi kişiliğinin tabii menzili, hayatın meseleleri karşısında kendi başına geçerli hiçbir cevap bulamaz. Vahyin süreci, daha önce de ifade edildiği gibi, İslâm Peygamberinin insanlığa getirmiş olduğu 'Mesaj'la tamamlanmıştır. Bu nedenle, İslâm'ın insanlığın eğitimini tedarik ettiği söylenebilir. İnsan kendi gelişmesinin değişik safhalarına şahit olmuştur. Değişik Peygamberler, kendi kavimlerine muhtelif mesajlar getirmişlerdir. İnsanlığın bulunduğu değişik şartlara göre, herbir Mesaj, insanlık tarihinin tayin edilmiş belli devirlerindeki belirli insanlara tebliğ edilmiştir. Sadece böyle bir tebliğ ile insan gelişmesini koruma imkanına sahip olabilmektedir. İslâm ile din tamamlanmıştır. Başka bir deyişle, Vahy Devri, İslâm ile son bulmuş ve vahyolunan dinin prensiplerinin gerçekleştirilme devri resmen başlatılmıştır. Diğer bütün ilahî sayfaların (suhuj), İslâm peygamberinin vukuuna bağlanmış olmasının sebebi budur. Meselâ, İncil araştırmacıları, Hz. İsa'nın: "Size söyleyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o, hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir; fakat, her ne işitirse söyleyecek; ve gelecek şeyleri size bildirecektir." (Yuhanna, 16:12-14) dediğini bilmektedirler. Ayrıca, Yeni Ahit bu gerçeğe şahitlik eden sözler taşır: "Allah'ın kadimden (dünyanın başlangıcından) beri mukaddes peygamberlerinin ağzı ile söylediği bütün şeylerin iadesine kadar, gök onu kabul etmek gerektir. Gerçek Musa demiştir: 'Rab Allah, size kardeşlerinizin arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak; bütün şeylerde, siz her ne söylerse, onu dinleyeceksiniz." (Resullerin İşleri, 3: 21-22). Kur'ân-ı Kerim şöyle beyan eder: "Meryem oğlu İsâ: 'Ey İsrail oğullan! Ben size, benden önceki Tevrat'ı doğrulayarak ve benden sonra gelecek «Ahmed» adında bir peygamberi müjdeleyerek gelen Allah'ın pe-yamberiyim!' demişti..." (61: 6). Bu, İslâm Peygamberi'nin peygamberlerin sonuncusu olduğunu emreden İslâm'ın temel ilkesinin manasıdır. Kur'ân-ı Kerim, Allah'tan gelen en son Haberler'in şekillendiği bir kitaptır. İslâm Peygamberi insanlığa geldikten sonra İlâhi Haberleşme sürecini devam ettirme İhtiyacı sona ermiştir. İslâm, insanlığın tekâmül safhası tarihinin, bir ferdin hayatındaki olgunluk safhasına benzediğini belirtir. Sırası gelmişken Kur'ân-ı Kerim'in ayırdedici özelliğini açıklayan ve yeryüzünde İnsanlığın madden ve manen kurtuluşa ermesini sağlamak için getirmiş olduğu büyük stratejiyi anlamak isteyenlere yardımcı olacak küçük bir izahta bulunacağım. Kur'ân-ı Kerim'in "Rehber Kitap" olduğunu iddia etme gerçeği bize şunu gösterir: O, meselâ Yahudi Kutsal Metinleri gibi, "On Emir"e benzemeyen bir kitaptır. Hz. Peygamber, insanları arınmaya ve kurtuluşa çağırmış ve onlara Kur'ân'ı öğretmiştir. Bu onların mukadderatıdır. Onları bilgilendirmiştir (2: 129 ve 151, 3: 163 ve 62). Hz. Peygamber onları uyarmak ve yol göstermek için gönderilmiştir. Kur'ân, şüphe götürmez bir şekilde, insanın omuzlarına, dürüst ve tam bir şekilde iyi ile kötü arasında bir seçenek yükünü yerleştirir. Ve "Biz sana kolay ve zor olmak üzere iki yolu da göstermedik mi?" der. Kur'ân ayrıca, kişiye kendi gayretinden başka hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini açıklar. O şimdi burada yaptıkları İle yargılanacaktır. Kur'â-n'ın kişiyi, neyin doğru neyin yanlış olduğunu seçebilecek düzeye ulaştırma vazifesini üzerine aldığı bildirilmedi mi? Kur'ân-ı Kerim Furkan olarak da adlandırılmıştır. Fur-kan, fiilin iyi, daha iyi ve en iyi mi yoksa kötü, daha kötü, en kötü mü olduğunu belirten değerler ölçüsünün taslağını çizmiş ve kişiye bunları ayırdetmede yardımcı kitap anlamına gelmektedir. Bütün bunlar, Kur'ân'm kendini iyiyi kötüden ayırdedebilen olarak insanlara beyan ettiğini göstermektedir. Kur'ân'ın ihtiva ettiği Mesajın modern dünya için vazgeçilmez olduğunu ispat etmenin bir yolu da, günümüz mükemmellik ölçüleri olan değerleri ve idealleri birer birer ele almaktır. Bu değerler, çağdaş insanlığın aydın kesimi tarafından kabul edilmiş ve desteklenmiştir. Peki bu değerlerin ve ideallerin kaynağı nedir? Nereden gelmişlerdir? Özellikle, kişi bu değerlerin ve ideallerin, 'İslâm tarafından, ilk devirde, medenî insanın bu değerleri ve idealleri kabul edip benimsemesi vahyolunmuş-tur' sonucuna varmış olsaydık, o zaman bin-dörtyüz yıl sonra en azından prensipte mesajın halâ devam ediyor olması, Kur'ân-ı Kerim'in dünyaya ilan ettiği iddianın doğruluğunu ispatladığı bir hakikattir. Bunun aksine, eğer Kur'ân'm bize emrettikleri bugün geçerliliğini yitirmiş olsaydı, şimdiye kadar medenî insanların uygulamalarına tesir etmesi veya modern devirlerde bazı yeni değerler ve ideallerin geçerlilik kazanması Kur'ân tarafından önemsenmemiş olsaydı o zaman Kur'ân'm geçici bir kitap olduğunu, Mesajının ise bugün için geçersizliğini ifade etmek zorunda idik. Şayet bu yüzyılda, aydın kimselerin fikir birliği içinde benimsedikleri değerlerin durumu sorulsa idi, onları şu şekilde sıraya koymak mümkündü: 1- Eşitlik, şeref ve insanların kardeşliği. 2- Serbest araştırma ruhu ile evrensel eğitime ve bilime verilen değer. 3- Dînî müsamahanın uygulaması. 4- Kadının hürriyeti ve erkekle olan manevî eşitliği. 5- Her türlü sömürü ve köleliğin ortadan kaldırılması. 6- Emeğin değeri. 7- İnsanlığı, hangi ırktan ve renkten olduklarına bakmaksızın bir birlik duygusu içinde birleştirmek (bu, ahlâkî ve manevî temellere dayalı olarak insanlığın birliğinin korunması programıdır). 8- Irk, renk, zenginlik vs. gibi özelliklerle övünmenîn değersizliğini ortaya koymak; adalet prensibine dayalı bir toplumun kurulması. 9- İnziva hayatının ve aşırı riyazet felsefesinin reddi. Günümüz insanının cesur ve asil gayretlerinin gündemini oluşturan bu maddelerin her biri, Kur'ân'ın çeşitli emir ve öğütlerîyle uygun şekilde ve tam anlamıyla desteklenmiş ve İslâm Peygamberi'nin yaşamış olduğu hayat ile de örneklendiril m iştir. İslâm Peygamberi tamamen örnek alınacak bir kişidir. Çünkü O bir 'Peygamber'dir. Kur'ân, hiçbir zaman O'nun, vahy'in kapsamı hariç, diğer insanlar gibi olduğunu söylemekle bezdirmemiştir. Allah ona Vahy'i göndermistir. O, sadece mucize gösteren mucize ile ilgilenen bir peygamber değil, aynı zamanda mucize göstermeksizin şahsiyeti ile de üstün bir insandır. O, hiçbir zaman kutsallık iddiasında bulunmamıştır. O sıradan bir insan olmakla razıdır. O, dürüst yaşayan ve hayatını kendi emeği ile kazanan biridir. Sonuna kadar ahlâkî dürüstlüğünü korumuş ve insanlar arasında hayatın zorluklarıyla mücadele etmiştir. O, bir savaşçı, mükemmel bir asker, müşfik bir koca, güvenilir bir arkadaş ve akıllı bir idareci İdî. O, hayatın ihtiva ettiği her türlü vaziyetin hiçbirini ihmal etmeden hayatı takdis etmiştir. Bütün dünyayı bir seccadenin üzerinde tedavi etmiş ve Arabın Arap olmayana ya da Arap olmayanın Araba bir üstünlüğü olmadığını ifade etmiştir. O, İnsanın ruhunun yüceliği ve azameti hakkında sadece bir defa ama kesin bir test yapmıştır. Bu, onun hakkı uygulayabilmesi için kendi kendini kontrol etme kapasitesini de ihtiva eder. Hz. Peygamber, tüm Arabistan'ın hâkimi olduğu zaman, hiçbir şekilde, eski ve sade hayatını terketmemiş, sürekli olarak kendisi ve sahabileri için, sahip oldukları en iyi şeyleri eğer bir başkasının ihtiyacı varsa ona ya da onlara hediye etmelerini emir buyurmuştur. Verirken de "Sağ elinizin verdiğini sol eliniz bilmesin" buyurmuştur. Ayrıca sahabilerine dünyadan sırt çevirmelerini yasaklamıştır. Hakikaten, Allah her yerde hâzır ve nazırdır. O'nun âlemi öylesine geniştir ki, kişi her nerde isterse orada O'na ibadette bulunabilir. Kur'ân'ın, eğitimin gelişmesi hususuna verdiği Önemden bahsetmek için çok açık olan bu hususu ince eleyip sık dokumaya gerek yoktur. Kur'ân-ı Kerim: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." (96: 1) ve "Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti." (96: 3-5) emirleriyle başlar, diğer bir ayette, mürekkebin, kalemin, ve onların yazdıklarının önemini belirtir (68: 1). Kur'ân-ı Kerim; düşünmenin, zihin yormanın, akletmenin ve farkına varmanın önemi üzerinde, tekrar tekrar vurgulamalarla doludur. Abartmadan söylemek gerekir ki, Kur'ân'ın tamamı, kişi onu okuduğunda İlahî İşaretler'e şahit olabileceği teknik ve metotların taslağını çizmiştir. Kâinatın tümü bir kitaptadır ve insan ona bakıp onun hakkında bilgi edinebilir. Kur'ân, tabiattaki birtakım fevkaladeliklere bakmamız için bizi devamlı uyarır. Ve, Rabb'in Yarattığı herşeye göz atmamızı, onda en küçük bir kusur arasak da, bulamayacağımızı meydan okuyarak ifade eder. Kâinata bir kere göz atmanın yeterli olmayacağı, ona ikinci bir defa daha bakmamız gerektiği teklif edilir. Bize şöyle hitap edilir: "Rahman'ın yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir kusur görebilir misin?" (67: 3) Sonra, tabiatta keşfedilebilen değişikliklerin uyumundaki Rabb'in alâmetlerine bakmamız isteniyor. Birbirini takip eden gece ile gündüz arasındaki değişiklikler gibi. Yağmurun düşmesiyle, hayat bulan ölü toprağın canlanmasına dikkat etmemiz isteniyor. Mevsimlerin değişmesi, güneş ve ayın kendi görevini nasıl yerine getirmek için koşuşturduğuna dikkat etmemiz isteniyor. Kur'ân, düşünen insanlar için tabiattaki alâmetlerin varlığından bahsediyor. Şu muhteşem kelimelerde: "Yeri düzleyen, orada dağlar, nehirler vareden, her türlü üründen çift çift yetiştiren, gündüzü gece ile bürüyen O'dur. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için ibretler vardır. Yeryüzünde, hepsi de aynı su ile sulanan birbirine komşu toprak parçalan, tek ve çok köklü üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır. Fakat onları şekil ve lezzetçe farklı kılmışızdır. Düşünen kimseler için bunda ibretler vardır." (13: 3-4). İlk Arapların, ilmin ve ilmî metotların öncüsü olmalarım sağlayan sebep, tabiatı ve onun hareketlerindeki sırlan anlamak ve gözlemlemek için yapılan, bu sürekli çağrı olmuştur. Tabii ki, günümüzde, medeniyet tarihçileri, herşeyi olduğu gibi değil -yani Arap ilmi sayesinde değil-, Yunanlılar! sayesinde olduğunu zannetmektedirler. "Avrupa kültür ve medeniyetinin ahlâkî ve aklî gelişimi diğer kaynaklardan daha çok ilim adamları sayesinde olduğu bilinmektedir. Avrupa medeniyeti, eski Protestanlığın bir ürünüdür. Tabi ki, Avrupadaki her okul çocuğuna, (16. yüzyılda Protestan kiliselerinin tesisi ile neticelenen) dinî devrimin, rönesan'ın sonucu olduğuna inanmaları öğretilmiştir. Rönesansın, İstanbul'un düşmesinden sonra yer alan öğretimin canlanması sayesinde öncü olduğu sanılmaktadır. Nasıl olduysa, Avrupa'nın Karanlık Devri aniden sona ermiş ve rönesansın aydınlığı oluvermiştir. Medenî Avrupa'da ve Amerika'da, serbest eğitim adı altında üniversitelerde öğretilen budur. Rönesansın kaynağı olarak da her türlü yanlış açıklamalar yapılmakta ve bu uydurma açıklamalara devam edilmektedir. Fakat, Dr. Robert Briffault'un mantıkî sözleriyle dürüst bir teşebbüs gerçekleşmiştir: 'Reform, yeniden yapılanmış Arap ve Fars kültürünün etkisi altında idi. Ve onbeşinci yüzyılda, gerçek Rönesans yeraldtt İtalya değil, İspanya Avrupa'nın yeniden doğuşunun beşiği olmuştur. Avrupa, barbarlığa doğru hiç durmaksızın batmasından sonra, rezaletin ve cehaletin en karanlık derinliklerine ulaşmıştı. Diğer tarafta müslüman Arap şehirleri, Bağdat, Kahire, Kurtuba, Toledo, entellektüel faaliyetlerin ve medeniyetin merkezleri olma yolunda ilerliyorlardı. İnsanlık inkişâfının yeni bir safhasına doğru bir hayat başlamıştı oralarda. Avrupa'da ise, kendi kültürlerinin etkisi kendi kendini yokettikten sonra yeni bir hayatın canlılığı ile kıpırdanmaya başladılar. Yüksek bir ihtimaldir ki, Araplar olmasaydı modern Avrupa medeniyeti asla zuhur etmi-yecekti. Bu kesinlikle bellidir; onlar olmasaydı, Avrupa'nın tekâmül safhalarını aşmaya muktedir olması tasavvur bile edilemezdi. Avrupa'nın, İslâm'ın kat'i etkisiyle gelişmesinde tek bir durum olmasa da, Modern Dün-ya'nın zirveye ulaşan gücünün ve onun zaferinin kaynağını teşkil eden kuvvetin başlangıcında çok Önemli ve açık bir şekilde İslâm'ın etkisi vardır." (Robert Briffault, The Making Of Humanity, sh. 188-190). Doğruluğu kabul edilmiş ve anlaşılmış olan İslâm'ın etkisi, sadece Modem Avrupa'nın gelişmesi yönünde değildir. Aynı yazar şöyle yazmaktadır: 'İslâm'ın entellektüel kültürü, uygulamada değeri küçümsenemeyecek ahlâki gelişmeye uygun bir nüfuzun semeresi ile yüklenmiştir. Hıristiyan Avrupa'nın hoşgörüsüz şiddeti, Boccaccio ve Lessing tarafından meşhur edilen 'ahlâkî hikayeler' olarak bilinen hikâyelerle sembolize edilmiş Hıristiyan ve Yahudi prensipleri üzerinde yer alan şeref ve iman üstünlüğünden mahrum bir müsamahadan daha sert idi. Bununla birlikte bu, Fars Medeniyeti ile olan münasebetleri ile gelen daha düşünceli kişilerin etkisinin uzaklara-ulaşamamasından idi. Fakat, barbar Avrupa, İspanya Şövalyeleri tarafından tanıtılan nezâket ve şeref idealleri ve âlicenaplık ile rekabet karşısında battıklarını ve bunlardan etkilendiklerini itiraf etmiştir. Meselâ savaşlarda pekçok düşmanı kılıçtan geçiren celâdetli el-Mansur, hiç kimseye hakaret etmemiş, asîl ve kahraman bir kumandandır. Bundan, yüzyılımızın İngiltere'sinde çok iyi mülahazalar ile faydalanılmiştır. Merhametsiz haçlı seferleri, Selahaddin cömertliği, nezâketi ve yüce kumandanlığı karşısında utanç içinde bırakılmıştır. Bu fazilet, şövalyelik olarak benimsenmiş ve soyluların başkalarına karşı davranışında gelenekleri olmuştur. Dünya edebiyatını oluşturan (elden ele dolaşan ve hoşa giden) şiir ve hikâyeler, Arap fikirleriyle renklendirilmiş ve halkın hayal gücüne aktarılmıştır. Erkekle aynı menfaatleri ve aynı sevinci paylaşan kadının bulunduğu Fars dünyasından Provence Mahkemeleri (Fransa'da) vasıtasıyla Avrupa'ya geçen kadının itibarı ve statüsü hakkında yeni bir kavramdan (şiirlerde, romanlarda) bahsediliyordu... Bu, belki bizim ananevi milletlerimiz için bir paradox olarak anlaşılabilir. Belki, İslâm kültürünün, arınmış ahlâkî bir doktrin olarak, Avrupa'nın betonlaşmış ahlâkına, en azından uygulamada katkıda bulunmuştur demek çok acı bir gerçek olur. Aynı şekilde, İslâm-öncesi devirde kadının durumu çok acıklı idi. Günümüz İnsanına, İslâm'ın, kadının şerefi ve kadına karşı gereken saygının gösterilmesi hususunda insana getirmiş olduğu mecburiyetlerle ne kadar ilerlemiş olduğunu anlatmak mümkün değildir. Araplar, kız çocuklarını evlerinde büyütmenin zorlukları içinde bulunuyorlardı. Bu, onların toplumdaki durumları açısından küçültücü kabul ediliyordu. Onları diri diri gömüyorlardı. İslâm, bütün bunları yasakladı. Kız çocuğu, miras paylaşımında erkek kardeşi ile beraber belli haklara sahip kılmıyordu. Bu, İngiltere gibi medenî bir ülkede 1922'ye kadar, kadının kendi mülkünde hiçbir hakka sahip olamamasından daha anlamlıdır. İslâm, kadına sadece miras alma hakkını vermemiş, kocasına karşı kendi malına sahip olma hakkını da vermiştir. Bu o derece doğrudur ki, eğer bir koca, karısının malım haksız olarak almakla suçlanıyorsa, kadın ondan ayrılma hakkını elde etmiştir. Dul bir kadın, kocasının malından bir pay alır. Kadının hakları kocası tarafından tasdik edilmiştir. Bu haklardan Kur'ân'da Bakara (2: 228-229) ve Nisa sûresinde (4: 34) açıkça bahsedilmiştir. Kadına, boşanma hakkı bindörtyüz yıl önce verilmiştir. Halbuki, Kilisenin kanunlarına göre kadının boşanma hakkım elde etmesi mümkün değildi. Günümüzün seküler kanunları, boşanmayı Hıristiyan ülkelerden almışlardır. Yani dolaylı da olsa bu konuda Kur'ân'ın hikmetini kabul etmiş oluyorlar. Bir zamanlar denildi ki: 'Erkek de Allah için Kadın da Allah için vardır.' Ama şimdi İslâm ile kadın bağımsız bir kişilikle bahsedilmektedir. O şimdi doğrudan Allah'a karşı sorumludur. Kur'ân, kadını pekçok değer ile şeref-lendirmiştir. Kur'ân'da "Nisa" başlığı altında bir sûre vardır ve kadının statüsünü ve itibarını İslâm-öncesi kadının durumundan kurtarıp şereflendiren daha pek çok bahisler vardır. Hakikaten, bu konu hakkında bir karşılaştırma çalışması yapılsa, kadmın, Kur'ân'ın tebliği çerçevesindeki durumunun, günümüz modern dünyasının herhangi bir yerindeki şimdiki durumundan çok daha üstün olduğu görülür. Kadının özgürlüğünün başarıya ulaşması tamamen Kur'ân'ın eseridir. Aynı şekilde, İslâm kölelik devrine de son vermiştir. Gerçekten, Kur'ân, köleliği kaldırmakla insan haysiyetini en yüksek noktasına çıkarmıştır (90:13). Kur'ân, insanlığın kurtuluşu meselesi hakkında çok kapsamlı bir şekilde bahseder. Buna insanlığı kurtuluş ahdi' denilebilir. İnsan hür olarak ilan edilmiştir. Allah ile arasında doğrudan bir İrtibat vardır. 'Papazlık' denize atılmıştır. Kişi siyasî, iktisadî, sosyal ve inancıyla istismardan özgür olmadıkça Allah'a nasıl serbest olarak ibadet edebilir? Allah'ın bize şah damarımızdan daha yakın olduğu hakikati karşısında, Allah ile kul arasına bir başkası nasıl girebilir? Kişi Rabb'ine karşı ibadeti serbestçe yapabilmek için hür olmalıdır. Günümüzde bütün dünya, dinî müsamahaya inanır. Bütün medeni ülkeler, kendisilerine verilmiş olan gayeye ulaşmak İçin, kıt kaynaklarının ve gücünün ışığı altında gayret sarfetmek isteyen kişinin doğuştan bu hakka sahip olduğunu kabul etmişlerdir. Diğer yandan, müntesiplerine dinlerini yaymak için ikna edici güzel kelimelere başvurmalarını emreden yegane kitap olan Kur'ân, başkalarının dinî inanç ve uygulamalarına karşı hoşgörüsüzlüğü yasaklamıştır. Aşikâr bir biçimde kitapta 'dinde zorlamanın olmadığı' ifade edilir. Bunun ötesinde Peygambere, inanmayanlara şunu dedirtmiştir: 'Sizin Tanrınız ve benim Tanrım bir Tanrıdır.' Ve bütün muhakemeler kifayet etmeyince ve İslâmı çekiştirenler aklın sesini dinlemeyince Müslümanın yapması gereken şey, Peygamber'in kendisini çekiştirenlere dediği gibi 'Sizin dininiz size, benim dinim banadır' şeklinde konuşmaktır. Gerçekten, bu konuda en ileri Kur'ân gitmiştir ve şöyle belirtmiştir: 'Onların Allah'tan başkasına taptıklarına sövmeyin ki, onlar da haksız yere ve ne söylediklerini bilmeyerek Allah'a sövmesinler. Biz bunlara yaptığımız gibi, her ümmete, davranışlanını güzel gösterdik. Sonunda hepsinin dönüşü Rablerinedir. O zaman O, ne yaptıklarını bir bir kendilerine haber verecektir.' (6: 108). İslâm'ın vaazettiği ve müslümanlar tarafından tatbik edilen bu tür dinî müsamahanın kaynağı daha derin bir hakikatin sonucudur ki, o da, dinin, yani Allah tarafından emredilip peygamberler vasıtasıyla insanlara vahyedilen hayat tarzının özde bir ve aynı olduğudur. Kur'ân'da şöyle ifade edilmiştir: '...Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiklerinde sizi sınamak istedi. Öyleyse hayır işlerine koşun...' (5: 48). Benzer şekilde Kur'ân, Büyük Hakikat'ı da açıklar: 'Biz her ümmete, usûlüne göre İbadet ettikleri bir ibadet yolu (şeriat) yaptık. Onun için (din) iş(in)de seninle asla çekişmesinler. Sen Rabb'ine çağır, şüphesiz sen doğru, (Hakka varan) bir yol üzerindesin.' (22: 67). Çeşitli topluluklara, muhtelif zamanlarda, değişik peygamberler gönderilmiştir ve bunların hepsi onlara aynı Dini (hayat tarzını) vahyetmiştir; bu Din, kendi zamanlarında her ne kadar farklı ibadet yollarına sahip idiyse de Kur'ân, '...Her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı (peygamber gelip) geçmiştir.' (35: 23). Ve gerçekten de İslâm'ın Peygamberi bir uyarıcı ve yol göstericiden başkası değildir. (13: 7). 'Biz, önce gelenlere de nice Peygamberler) gönderdik.' (43: 6). Onların bazıları ismen Kur'ân'da geçer. Peygamber'e şöyle denir: 'Andolsun biz, senden önce de elçiler gönderdik. Onlardan kimini(n hayatını) sana anlattık, kimini de anlatmadık...' (40: 78). Gerçekten; İslâm'ın vaazettiği müsamaha Bakara sûresinde en üst mertebeye ulaşır: 'Şüphesiz iman edenler (yani müslümanlar); Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabitler, bunlardan kim ki, Allah'a ve âhiret gününe inanır, iyi bir iş yaparsa elbette onlara, Rableri katında mükâfat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.' (2: 62). Dinî müsamahanın ruhu bundan daha Öteye gidebilir mi? Kur'ân'ın insanlık tarihine yaptığı en büyük katkı insanlığın bir bütün olarak barış ve ahenk içinde bir arada yaşayabilmesi konusundaki yegane yapıcı ilkeyi sunmuş olması gerçeğidir. Kur'ân, defalarca insanlığın bir araya gelmesinin en üst derecede zaruret olduğunu vurgulamıştır, çünkü sonuçta, 'Beşeri kendimiz gibi yaratmadık mı' buyurur Allah. Herkes için ölümcül olan topluluklar arası, halklar arası, milletler arası ve mezhepler arası savaşların kaynağı Doğru olanın yüceltilmesi değil de, kimin Doğru olduğu konusunda karar kılınması şeklindeki beşere ait müzmin bir ihtiras olsa gerek. Kur'ân, hepimizi güzel ve yerinde bir mecaz ile Allah'ın kanununa uymaya davet eder: Birbirimize sarılmak ve hep birlikte Allah'ın uzattığı, aynı ipe tutunmak. Kur'ân, hizip kurmama ve ayrılıkçılığa göz yummama konusunda olduğu gibi, partizanlık ruhunun ortaya çıkmasına karşı da bizi uyarır. Gerçekten Kur'ân, fırka kurmaya çalışan ve ayrılığa sebep olanları azap ile tehdit eder; ve dinlerini parçalayıp hiziplere ayrılanlar konusunda Peygamber'e şöyle hitap eder: 'Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.' (6: 160). Ayrıca da başka bir yerde şunlar yazılıdır: 'Fakat işlerim aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara ayırdılar. Her parti kendi yanında bulunan (din veya kitap)la sevinmektedir.' (23:53). Dünyadaki barışı yok eden dahilî bölünmeler ve ayrılıklar, insanlığın, kendi yaratı lışmdaki yüce hakikatin, hepimizin Allah için var olduğumuz ve Allah'a döneceğimizin göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Benzer olarak, ırk konusunda büyüklük taslamak da Kur'ân tarafından tasvip edilmez. Peygamber, bütün insanlığın Adem'den gelme olduğunu ve Adem'in topraktan yaratıldığraı soylemistir. Şeytan lanetlenmiştir, çünkü kendi kökeninin insana göre üstünlüğünü Öne sürmüştür. 'Sonuçta insan, topraktan yaratılmıştır, halbuki ben ateşten yaratıldım' demiştir. Bu türden bir dışlama anlayışı, -benzer olarak bazı topluluklarda, kendi damarlarında akan kanın üstünlüğü ve yüceliği iddiası- Kur'ân tarafından kesinlikle reddedilmiştir. Peygam-ber'i çekiştirenler ne derse desin, İslâm sonrası tarihin en önemli hadisesi, bütün öğretilerin arasında sadece İslâm'ın ırk, renk ve seçkinlik konusunu geçersiz kılmış olmasıdır. İslâm, insanlığı kan birliği ya da coğrafi yakınlık veya savunulacak herhangi bir üstünlük çerçevesinde örgütleme anlayışına karşı uyarmıştır. İslama göre yalnızca muttaki olan, yani kendini denetleyen, Allah'ın kanunlarına tâbi olan kişi üstündür. Şahsî yaşantının bütün diğer olayları sahtedir ve hiçbir anlam taşımaz. Günümüzde, her türlü ayrımcılıkla parçalanmış, milliyetçilik adındaki sahte tanrının bedbaht kıldığı bir dünyada, insanlar arasındaki kardeşliğin temelini ancak manevi bir ilke atabilir. Bunun renk, ırk ya da üstünlük anlayışlarıyla gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu manevi İlke insanlığı, insan olma vasfıyla; sahip olduğuyla değil de, kim olduğu yönüyle birliğe kavuşturur. Irkî üstünlüğe inanan herkes lânetlenmektedir; bir ulusun büyüklüğünün, onun sanayi ve iktisadi potansiyeliyle ölçüldüğüne inananlar her tarafta nefretle karşılanmaktadır ve en kötüsü, onlar kendi içlerinde de huzur bulamamıştır. İnsanlığın birliğini manevi bir ilke çerçevesinde işler kılan tek bildiğim kurum, İslâm tarafından buyurulan Hac'tır; Müslümanların her yıl Mekke'de toplanması, insanlığı, milletler-üs-tü bir senteze teşvik edecek yegane modeldir. İnsanlığın birliğini sağlayacak manevî ilke, İslâm'a göre, hak idealine duyulan sadakattir. Hakka dayanan bir toplumun kurulmasının mutlak gerekliliği konusunda Kur'ân'da sayısız referans mevcuttur. Şahıs olarak biz erkek ve kadınlar, hakka saygı göstermeye, hak terazisini dengede tutmaya davet edilmekteyiz ve tartarken sahte ölçü kullanmak ya da teraziyi kendi aleyhimizde bozmak bize yasaklanmıştır. Çocuklarımız, akrabalarımız ve yakınlarımız zarar görse bile, her halükârda hakkı korumak zorundayız. Bir zamanlar en büyük ideal, adaletsizliğe ve haksızlığa maruz kalan, acı çeken insanlara umut vermek ve onları teselli etmekti. Dinî görev yalnızca, Allah'ın, aşağılanmış ve zavallı olanların yanında olduğunu ve bunların, çektikleri acılardan dolayı ebedî âlemde mükâfatlandırılacaklarını öne sürerek tesellide bulunmayı kapsardı. Kur'ân, hakkaniyete dayanmayan bir ölçüyü kabul etmez, her millet ya da topluluğa hakettiği verilmelidir. Günümüz otoritelerine göre, Hıristiyanlık toplumu, yalnızca zayıflık ilkesine dayanarak ayakta kalabilmektedir. Hakka inanan insanların yaptırımıyla geçerli kılınan bir hak temeline dayanarak değil de, Sezar'a ait olanı Sezar'a, Tanrı'ya ait olanı Tanrı'ya vermek anlayışıyla merhamet ve acıma hislerini ön planda tutarakvarlığını sürdürmektedir. İslâm, hadleri aşan kimselerin öngörülen cezalara çarptırılmasını emreder ve iktidarlarını kötüye kullananları, haksızlığa uğrattıkları insanları tazmin etmeye çağırır. İslâm, bütün kudretin Allah'a ait olduğunu buyurur, kim iktidar sahibiyse bunu, kendini değil, Allah'ın İsm-i Şerifini ve Maksadını yüceltmek için kullanmalıdır. Kur'ân'ın buyurduğu aynı zamanda herkes için açıktır. Şöyle ya da böyle, kendini bütün dünyada kabul ettirmiş durumdadır. Bütün dünya onun idealleri adına yemin eder ve gerçekten onda ortaya konan bütün değerlere saygı gösterir. Bu konuda, "beyanlarımızla "tatbikat"larımız arasında büyük çelişkiler söz konusudur. Ayrıca, tatbikat alanında Kur'ân'ın öğrettiklerini en az kendine Müslüman diyenlerin uyguladığı da bir gerçektir. Kur'ân'a şüphesiz en çok saygı gösteren onlardır. Hiçbir kitap Kur'ân'ın Müslümanlardan gördüğü saygıyı görmemiştir. Fakat bu gösterilen saygı Kitabın beklediği yegane şey değildir. Bundan çok daha önemli olan, Kur'ân'ın bir Yol Gösterici (hidayet) olma özelliğidir ve onun detaylanna kadar günlük yaşantımızda tatbik edilmesidir. Müslümanlar Kur'ân'i anlamaktan çok ezberleme yoluna gitmişlerdir. Kanaatimizce bu olgu, yüce Kitab'ın muhteviyatına aykırıdır. Eğer Kur'ân bir hidayet Kitabı ise, bizim için, muhteviyatını ve bize emrettiğini bilmek zaruri değil midir? Bizlere emredilenlerin ne olduğunu, O'nun dediğini anlamadan nasıl bileceğiz? Kur'ân'ı anlamak için sadece Arapça bilmek yeterli değildir. Eğer Arapça bilmek yeterli olsaydı, bugünün Arapları Kur'ân ve onun gerektirdiği tatbikat konusunda uzman olurlardı ve uygulamaları Kitabın öğrettiklerini yansıtırdı. Arap dünyasında hüküm süren kargaşalığa üstün körü bir bakış atmak, onların Yüce Kitabın bahsettiği Mutlak Hakikati anlamaktan ne kadar uzak olduklarını göstermeye yeter. Kur'ân'ın, insanın kalbini cezbedebilmesi için gerekli olan şartların neler olduğunu detaylı olarak açıklamanın yeri burası değildir. İnsanın dahilî safiyetinin tabiatıyla ilgili büyük bir disiplin ve bunu insanlığa açıklayan Tanrı'ya büyük bir bağlılık gereklidir. Arapça bilmenin faydalı olabilmesinden önce, Arapça bilmenin gerekli olduğu doğrudur ve ne kadar iyi Arapça bilirsek o kadar iyi olacaktır; ama, Arapça bilgisi, onun cümle yapısı, grameri ve kelime anlamlarındaki ince farklılıkların bilinmesi ile karıştırılmamalıdır. Kur'ân Arapçasının sadeliği onun mucizevî yönlerinden biridir; bu yüzden de bilgiçlik taslayanlar onu basit-sıradan (!) bulmaktadırlar. Allah'ın varlığına ve Muhammed'in Resul olduğuna inanmamız için en iyi kanıt Kur'ân'dır. Kur'ân aynı zamanda bir Umut Kitabıdır, şöyle ki, bizi affeden ve kendi ahmaklığımızdan bizi koruyan Tanrı'nın tasvirini bize vermektedir. İslâm, kanaatime göre, dinî inanış ve amelin merasim yönü diyebileceğimiz tarafıyla pek ilgili değildir. Onun tarafından merasim olarak gösterilen ancak müminin kendi isteğiyle bu merasimleri yerine getirmesi ve onlardaki sembolik özelliğin idrakinde olması yoluyla tatbik edilmesi anlamlıdır. Eğer dinî tatbikat, niye teşvik edildiği bilinmeden teşvik edilirse hiçbir anlamı olamaz. Dua etmeden, Hacca gitmeden ya da oruç tutmadan önce bir Müslüman niye; etmek (yani bilinçli bir amaç ortaya koymak) zorundadır, ya da din tarafından buyurulan herhangi bir amel sözkonusu olunca, niyet etmek terimiyle anlaşıan bu ruh halini şuurlu olarak ortaya koymadan amel (eylem) olamaz; çünkü, Peygamber'in dediği gibi, uygun bir niyet olmadıktan sonra amel olamaz. Gerçekten, Peygamber, dinin emirlerine göre hareket ederken, bu konuda oluşturulan şuurlu bir niyetin, onun yerine getirilmesinden daha önemli olduğunu özellikle belirtmiştir. Bütün bunlar, İslâm'ın çerçevesinde bir tatbikatın ancak şuurlu bir mümin için mümkün olduğunu gösterir: mekanik bir eylem olarak merasim boşunadır. İslâm'da, Allah'a ibadet etmek ve O'nun Kanununu yerine getirmek için yapılan herşey şuurlu olarak yapılmalıdır. Eğer bu doğruysa, yerine getirmesi gereken dini tatbikatın ve oldukça açık, berrak ve çarpıcı bir şekilde inandığı Kitap'ta dile getirilen anlam ve değerlerin ne olduğunu bilmeyen bir kişi nasıl Müslüman olabilir. Kitabın ruhu, İslâm dünyasının nefsine işlesin ve Müslümanları bütün dünya için taklit edilecek bir örnek hâline getirsin. Bütün erkek ve kadınların bu konudaki şahsî gayretleri ve daha geniş toplulukların çabalan doğru yönde atılmış bir adım ve Peygamber'İn vazifesiyle ahenk içinde olacaktır. Müslüman olarak Cenab-ı Hakk'ın kulluğuna girmiş bulunuyoruz; 1400 yıl önce, insanlığı, ona musallat olan kötülüklerden ve onu felç eden cehaletten kurtarmak üzere Peygamber tarafından ortaya çıkarılan inkılâb ve dünya hareketinin gerçekleşmesi İçin çalışan birer asker olmak isteyenler büyük bir şerefe lâyıktır. Kur'ân'da Peygamber'e atfen belirtilen, İnsanların fevc fevc Cenab-ı Hakk'ın yolunda yürüyeceği ifadesi Müslümanların çabalarıyla gerçekleşecektir. Bu, Peygamber'i sevdiğini iddia eden ve onu bize uyarıcı ve yol gösterici olarak gönderen Rabbimize dua edenler için en yüce görevdir, (islam in the Modern World, Lahor 1975, sh. 141-167). |