Konu Başlığı: İnsanın Fıtratında Varolan Kuvvet Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:58:45 İnsanın Fıtratında Varolan Kuvvet Vahyin ilk yıllarmda İslâm muazzam bir realite ile yüzyüze geldi. Bu realite Arap Yarımadası ve daha da ötesinde bütün dünya idi. İnançlar, fikirler, değer yargıları, ölçütler, sistemler, olaylar, menfaatler, bağlılıklar bu realiteyi oluşturuyordu ki, hepsi İslâm'a muhaliftiler. İlk vahiy yıllarında İslâm ile Arap Yarımadası ve dünyanın diğer bölgelerindeki insanların fiilî durumları arasında çok büyük ve çok kuvvetli ayrılıklar vardı. Yüzyılların birikimi, çeşitli çıkarlar, değişik güçler tarafından desteklenen bu fiili durumların hepsi yeni bir inanç yolunun önündeki engelleri oluşturdu. Yeni din, yalnızca inançları, fikirleri, değer yargılarını, ölçütleri, âdetleri, gelenekleri, ahlâk ve duyguları değiştirmeyi yeterli görmeyerek; ısrarlı bir biçimde sistemleri, kurumlan, hukuku, refah paylaşımını ve geçim vasıtalarını da düzenlemek istedi. Ayrıca insanlığın kontrolünü zulüm ve cehaletten kurtarıp, Allah'a ve İslâm'a vermek noktasında kesinlikle kararlı davrandı. Eğer, o zamanda yaşayan birine, şu yeni din böylesine kuvvetli realite ve bütün yeryüzü güçleri karşısında basan kazanacak, bu realiteyi yarım asır içinde değiştirecek denseydi, kuşkusuz tek karşılık küçümseme ve buna inançsızlık olurdu. Fakat bu büyük, karşı konulmaz realite daha sonra yerini yeni gelene bırakmak zorunda kaldı. Yeni önder Hz. Peygamber insanlığı İslâm sancağı altında, Allah'ın ahkâmıyla karanlıklardan aydınlığa çıkarma görevini yüklendi. Bu nasıl olabilirdi? Hz. Peygamber'in olaylar ve şartlarla başa çıkması, realiteye hayran ve onun ağırlığı altında ezilen bir kimseye imkânsız gelir. Bir İnsan, Abdullah'ın oğlu Muhammed nasıl olur da bütün dünyaya yalnız başına karşı durabilirdi? En azından başlangıçta Arap Yarımadasına ya da görevinin ilk yıllarmda Araplann yöneticisi olan Kureyş'i karşısına alabilirdi? Mevcut bütün inançlara, fikirlere, değer yargılanna, ölçütlere, sistemlere, kurumlara, çıkarlara, bağlılıklara karşı çıkıp, başanya ulaşmak... Ve bunla-nn tamamını değiştirip yeni bir yol ve düşünceye dayanan yepyeni bir düzen kurmak... Evet, nasıl başarılmıştı bütün bu olanlar? Hz. Muhammed onlann fikirlerini ve inanışlarını methetmedi, duygu ve düşünceleri karşısında alçalmadı veya onlann liderliğiyle uzlaşmadı. O kendi durumunu sağlamlaştırmak için onlann Önünde eğilmedi. Daha ilk zamanlarda Mekke'de bütün kuvvetler O'na karşı bir cephe oluşturmuşlarken şöyle emrediliyordu: "(Ey Muhammed!) De ki: 'Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (109:1-6). O, kendi dîniyle ve ibadet tarzıyla diğerlerinin ayrılığını ve bu aynlığın büyüklüğünü vurguladı. Dahası, O'na, gelecekte herhangi bir uzlaşmanın gerçekleşme ümidinin olmadığı da emredildi. Onlara şu sözleri tekrarladı: "Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz." Aynca, Peygamber'den kâfirlerle arasındaki uçurumun giderilemeyecek derecede büyük olduğunu belirtmesi İstendi: "Sizin dininiz size, benim dinim banadır." O, insanlan, esrarengiz güçler ve gaybla ilgili insanüstü olaylar göstermek suretiyle kendisine hayran etmedi. "De ki: 'Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum'..." (6: 50). Hz. Muhammed mü'minlere, muhaliflerine karşı zafer kazandıkları zaman yüksek mevkiler ve zenginlikler vaadinde bulunmadı. İbni İshâk'ın ifadesine göre, hac mevsiminde Hz. Peygamber şöyle diyerek kabilelerin karşısına çıktı: "Ey falanca kabile! Ben, Allah'ın size gönderdiği elçisiyim. O Allah ki, sizden kendisine ibadet etmenizi, ortaklar koşmamanızı, O'nun yerine tapmakta olduğunuz putları terketmenizi emrediyor; bana inanın ve Allah'ın mesajını tebliğ etmemde bana yardımcı olun." dedi. İbni îshak şöyle devam eder: Bana ez-Zührî haber verdi. Rasûlullah Mutlak kudret sahibi Allah'a ibadete davet için Benî Âmir b. Sa'saa'mn kabilesine gider. Onlara hitap ettikten sonra Beyhâre b. Firâs isimli biri ortaya çıkarak şöyle dedi: Vallahi, eğer Kureyşli şu adama tâbi olursam, O'nun yardımıyla bütün Arabistan'ı elime geçirebilirim. Sonra Peygamber'e şunu sordu: "Diyelim ki sana işinde yardımcı olduk ve Allah da düşmanlarına karşı sana zafer verdi. Bundan sonra bizler de iktidardan pay sahibi olacak mıyız?" Hz. Peygamber bu soruyu; "Bu iş Allah'ın elindedir. O kime dilerse iktidar verir" şeklinde cevaplandırdı. Bunun üzerine Beyhâre: "Hem bizden Araplara karşı savaşmamızı istiyorsun, hem de Allah sana yardım ederse iktidara sahip olamayacağımızı söylüyorsun. Gidin, biz böyle bir şey istemiyoruz." dedi. Ve onlar Peygamber'i reddettiler. (İbni İshâk). O zaman bunların tümü nasıl olmuştu? Yalnızca tek bir kişi o 'realite'nin üstesinden nasıl gelmişti? Hz. Peygamber bunları bir daha olmayacak olağanüstü mucizelerle başarmadı. Mucizeler göstermeyeceğini kendisi açıklamıştı ve bir kez bile dikkatleri çekebilmek için böyle vesilelere gerek görmedi. Bütün bu olanlar, insanların başvurduklarında daima gerçeğe ulaştıkları, değişmez ve tekrarlanabilir metoda uygun olarak meydana geldi. İlâhî hayat yolunun zaferi, onun insan fıtratının -görünen realitesinin ötesinde- gizli kalmış güçleriyle işbirliği yapmasından doğdu. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi bu güçler geniş ve muazzamdır; serbest bırakıldığı, belli bir şekilde yönlendirilip yoğunlaştırıldığı zaman sathî engeller onları altedemez. Sapık ve saçma itikatler insanlığı büyülüyordu. Sahte tanrılar Kabe'nin avlusunu ve insanların zihinlerini, hayallerini ve gönüllerini doldurmuştu. Kabilevî ve ekonomik çıkarlar bu sahte tanrılara dayandırılmış, onların ardına da Kabe'nin koruyucuları ve kâhinler yerleşmişti. Bu durum ulûhiyetin insanlar arasında paylaşılmasından, Kabe'nin koruyucularına ve kâhinlere insanlar için yasa koyma ve hayat tarzlarını belirleme yetkisinin verilmesinden kaynaklanıyordu. İslâm bu realiteye tek bir îlâh ile karşı çıktı. Tek bir îlâh'ı tanıyan insan fıtratına hitap etti; insanlara daha önce öğretilmiş, fakat uydurma inançların enkazı altında kalmış, gerçek İlâh'ı, O'nun sıfat ve vasıflarım bildirdi. "De ki: 'Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat beslenmeyen Allah'tan başka dost mu tutayım?' 'Ben İslâm olanların ilki olmakla emrolundum.' de ve sakın ortak koşanlardan olma! De ki: 'Eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım! (O öyle bir gündür ki) o gün kimden azâb çevrilip savılırsa gerçekten (Allah) ona rahmet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur. Allah sana bir zarar dokundursa, onu yine kendisinden başka açacak yoktur ve eğer sana bir hayır dokundursa, şüphesiz O, her şeyi yapabilendir. O, kullarının üstünde tam hâkimdir (onları istediği gibi yönetir), O her şeyi yerli yerince yapan, (her şeyi) haber alandır.' De ki: 'Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?' De ki: 'Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'ân bana vah-yolundu ki, onunla sizi ve (onun) ulaştığı herkesi uyarayım. Siz gerçekten Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik ediyor musunuz?', 'Ben şahitlik etmem!' de. 'O, ancak tek bir Tann'dır, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.' de." (6:14-19). "De ki: 'Ben, Alah'tan başka yalvardıklarmı-za tapmaktan men olundum.' De ki: 'Ben sizin keyiflerinize uymam, çünkü o takdirde sapıtmış ve yola gelenlerden olmamış olurum.' De ki: 'Ben, Rabbim'den (gelen) açık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. Acele istediğiniz (azâb) da benim yanımda değildir. Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir. (O) gerçeği anlatır ve O, (dâvayı çözüp) ayırdedenle-rin en iyisidir.' De ki: 'Eğer acele istediğiniz şey elimde olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş, şimdi (çoktan) bitirilmişti.' Allah zâlimleri daha iyi bilir. Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları, O'nun yanındadır, onları O'ndan başkası bilmez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, -ki mutlaka onu bilir,- yerin karanlıkları içine gömülen tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitab'da olmasın. O'dur ki, geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün ne işlediğinizi bilir; sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O'nadır; sonra (O, dünyada) yaptıklarınızı size haber verecektir. O, kullarının üstünde tek hâkimdir. Size koruyucu (melek)ler gönderir, nihayet birinize ölüm gelince elçilerimiz onun canını alırlar, onlar (bu hususta) hiç geri kalmazlar. Sonra o (ca)nlar, gerçek Rableri olan Allah'a döndürülüp götü)rülürler. Doğrusu hüküm, yalnız O'nundur; O hesap görenlerin en çabuğudur. De ki: Gizli ve açık olarak 'Bizi bundan (bu güç durumdan) kurtarırsa elbette şükredenlerden olacağız!' diye O'na yalvarıp ya-kardığmız zaman, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor? De ki: 'Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarıyor, sonra siz yine O'na ortak koşuyorsunuz!?' De ki: 'O, sizin üzerinize üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azâb göndermeğe, ya da sizi fırka /ırka birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmağa kaadirdir.' Bak, anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz?!" (6: 56-65). İnsan fıtratı, kendisine hitap eden bu "mahlûk olmayan sesi" yoğun realite sisinin ardından, geniş günah yıkıntılarının içinden duydu. O hakiki bir tek İlâh'a yöneldi ve yeni davetler ağır realite karşısında başarı kazandı. İnsanlar bir Allah'a döndüklerinde insanın insana kulluğu imkânsız hale geldi. Kadir-i Mutlak Allah önünde boyun eğdikten sonra, bütün insanlar şeref sahibi olarak, önceden eğik başlarını yukarı kaldırdılar. Üstün soy ve ırk, tevarüs edilmiş asalet, yöneticilik, krallık masallarının hepsi sona erdi. Bu safhaya nasıl gelindi? Arap Yarımadası ve onu çevreleyen dünyada hâkim olan sosyal realite sınıf, ırk, maddî ve aklî çıkarlara dayanmaktaydı. Hiç kimse bu realiteye karşı çıkmamıştı. Zira, bu durumdan çıkar sağlayanlar bıkmamışlar; mazlumlar ise onları mahkûm edip, ortadan kaldıramamışlardır. Kureyş kendisini "soylu" ilân etmiş, kendi kendisine diğer Arapların sahip olmadıkları bir takım hak ve âdetler atfetmişti. Hac boyunca, onlar Müzdelife'de dururlarken, ötekiler Arafat'ta kalırlardı. Bu imtiyazlardan faydalanan Kureyşliler diğer Araplara karşı maddî üstünlük sağlamışlardı. Öyle ki, Kureyş'ten alınmamış elbiselerle Kabe'nin tavafını yasaklamışlardı. Aksi halde, Kabe çıplak olarak tavaf edilirdi. Arap yarımadasını çevreleyen dünya kan ve ırk ayrımının ağırlığı altında inliyordu. îran toplumu soy ve meslek ayrımına dayalıydı. Sosyal sınıflar arasında derin uçurumlar vardı. Yönetim, halka bir prens ya da ekâbirden birinin malını satın almayı yasaklamıştı. Sâsâni yönetiminin temellerinden birini, her bir kişinin kendisine soyu tarafından miras bırakılmış statüyle yetinmesi, bunu değiştirmeye çalışmaması oluşturmaktaydı. Hiç kimse Tanrının, kendisi yapması için yarattığı işin haricinde başka bir işle uğraşamazdı. İran kisraları görevlerinden birini dahi halka havale edemezdi. Benzer şekilde halkın toplumdaki yerleri açık bîr şekilde belirlenmiş, muhtelif sınıflara bölünmüştü. (Arthur Christensen, Iran in the Sasanid). İran kisraları, damarlarında ilâhî bir kan dolaştığını iddia ediyorlardı. İranlılar da onlara ilâh nazarı ile bakıyordu. Onların vücutlarında kutsal ve yüce bir nesnenin var olduğuna inanıyorlardı. Günahlarının affı için onlara yalvarırlar, iştiyakla ulûhiyetlerine dair şiirler terennüm ediyorlardı. Onları kanunlara bağlı olmayan, tenkid edilemez ve insanüstü varlıklar olarak düşünüyorlardı. Halk onların ismini ağzına alamaz, meclislerinde oturamazlardı. Onların her insan üzerinde hakkı olduğuna; buna karşılık, insanların kisralar üzerinde hiçbir hakkının olmadığına inanıyorlardı. Kisra-ların mallarının artıklarından ve sahip oldukları servetlerden yaptıkları bağışlar; bir hak değil, tamamen lütuf ve ihsandan ibaretti. Halkın görevi yalnızca itaat ve boyun eğmeydi. Hükümdarlık belirli bir hanedana aitti ki, bu Keyâniler hanedanıydı. Halk, tac giymenin, haraç ve vergi toplamanın yalnızca bu hanedana ait bir hak olduğuna inanırdı. Bu hak büyükten küçüğe ve babadan oğula geçerdi. Bu konuda onlara karşı çıkanlar ve onlarla çekişenler, ancak zâlim ve bayağı insanlar sayılırdı. Halk, her çeşit varlık ve mirasım, hiç bir karşılık beklemeden hükümdar ailesine bağışlar ve bundan asla kaçınmazdı. Hanedandan hükümdarlık makamına geçecek bir büyük yoksa, çocuk yaşta birini hükümdar ilan ederlerdi. Eğer aileden tahta çıkacak erkek yoksa, aynı hanedana mensup bir kadmı hükümdar yaparlardı. Meselâ Şireveyh'ten sonra yedi yaşındaki oğlu Erdeşİr'i tahta çıkarmışlardı. Aynı şekilde Kisra Perviz'in oğlu Ferruhzâd Hüsrev de henüz çocuk yaşta hükümdar olmuştu. Yine Kisra'nın kızı Boran'ı bile hükümdar yapmışlardı. Kisra'mn ikinci kızı Azermi Duht da Sâsânî tahtına oturmuştu. Ama kimse Rüstem veya Câbân gibi büyük kumandan ve Önde gelen devlet adamlarını hükümdar yapmayı hiç bir zaman hatırlarına bile getirmedi. Çünkü bunlar hükümdar ailesine mensup değillerdi. (Ebû'l-Hasen en-Nedvî, What the World has lost by the Decline of the Muslims). Hindistan'daki kast sistemi insanın insana yapabileceği en aşağılık, en insafsız hareketleri gösterir. Hz. İsa'dan üç yüzyıl önce Hindistan'da ortaya çıkan Brahmanizm uygarlığı, yeni bir Hindistan toplumunu oluşturdu. Manoşastr diye bilinen bu kanun, ülkenin hayat ve medeniyeti için dinî bir merci ve resmî bir kanun hâlini aldı. Bu kanun ülke halkını dört ayrı sınıfa ayırıyordu: 1- Brahmanlar: Rahipler ve din adamları, 2- Kşatriya: Hükümdar sülâlesi ve savaşçılar, 3- Vaisya: Tüccar, esnaf ve çiftçi, 4- Sudra: İşçiler, hizmetçiler. Bu kanunu hazırlayan Mamı, şöyle der: "Kadir-i Mutlak olan Tanrı, bütün insanların selameti için Brahmanlan ağzından, Kşatriyayı kollarından, Vaisyaları midesinden, Sudralan da ayaklarından yaratmıştır, İnsanların iyilik ve mutluluğu için, herbirine ayrı ayrı görevler ve sorumluluklar vermiştir. Brahmanlann görevi Vedalar'ı öğretmek, tanrılara kurban sunmak ve sadaka vermektir. Kşatriyanın görevi insanların güvenliğini sağlamak, onları düşmanlardan korumak, sadaka vermek, kurbanları ilahlara takdim etmek, Vedalar'ı öğretmek ve şehevî arzuları dizginlemektir. Sürüleri otlatmak, Vedalar'ı okumak, ticaret ve ziraatle uğraşmak da Vaisyalann görevidir. Sudrala-rm görevi ise bu üç sınıfa hizmet etmektir. (Manoşastr, I. bölüm). Bu kanun, Brahmanlar sınıfına bir çok imtiyazlar tanımış ve onları ilâhlar seviyesine çıkarmıştı. Buna göre, Brahmanlar Tanrının se-Çİlmiş kullan ve halkın efendileridir. Dünyada ne varsa, hep onların malıdır. Onlar, yaratıkların en üstünü ve yeryüzünün efendileridir. Köleleri olan Sudraların mallarından, zor kullanmaksızın, diledikleri kadar alabilirler. Çünkü köle hiç birşeye sahip olamaz, her şeyleri efendilerine aittir. İşlediği günahlar ve amelleri kâinatı yok edecek kadar çok olsa dahi kutsal kitap Rig-Veda'yı ezberleyen bir Brahman suçsuz sayılırdı. Bir hükümdarın, çok zor şartlar altında olsa bile Brahman'lardan vergi ve haraç almaya kalkışması caiz olmadığı gibi; bir Brahman'ın kendi ülkesinde açlıktan ölmesi de doğru değildir. Bir Brahman, idam edilmesini gerektirecek bir suç işlese bile, hâkim onun ancak saçını traş edebilir. Fakat, başkası aynı suçu işlerse cezası ölümdür. (Manoşastr, II. bölüm), Kşatriyalar, Vaisya ve Sudralardan üstün olmalarına rağmen Brahmanlardan bir hayli aşağı derecededirler. Manu der ki: "Bir babanın çocuğuna üstünlüğü gibi on yaşındaki bir Brahman, yüz yaşındaki bir Kşatriyadan üstündür." (Manoşastr, XI. bölüm). Parya olan Sudralar bu dinî ve medenî kanuna göre Hint toplumunda hayvanlardan daha aşağı, köpeklerden daha hakir görülürlerdi. Kanun, Sudraların Brahmanlara hizmet etmelerinin, onlar için büyük bir mutluluk olduğunu; onların bundan başka kazanacakları bir ecir ve sevabın olmadığım gayet açık bir şekilde ifade ediyordu. Sudralar, Brahmanlar içîn katlandıkları zahmetler karşılığında mal ve servet biriktiremezlerdi. Bir Brahmana dokunmak amacıyla elini veya sopasını uzatsa; derhal eli kesilirdi. Öfkeyle itecek olsa, ayağından olurdu. Paryalardan biri Brahman'ın yanma oturmaya kalksa, hükümdar onun kıçını ateşle dağlamak ve ülkesi dışına sürgün etmek zorundaydı. Eğer Brahman'a dil uzatır veya söverse, dili kökünden koparılırdı. Eğer bunun intikamını alacağım söylerse, kaynamış zeytinyağı içiriürdi. Bir köpeğin, bir kedinin, bir kurbağanın, bir karganın veya bir baykuşun öldürülmesinin keffaretiyle, parya sınıfına mensup birinin öldürülmesinden dolayı verilecek keffaret arasında hiçbir fark yoktu. (Ebû'l-Hasen en-Nedvî, a.g.e.). Ünlü Roma uygarlığı ise, nüfusun dörtte üçünü oluşturan kölelerin soylular için meydana getirdikleri lükse dayanmaktaydı. Kanunlar da, köleler ile efendiler, soylular ile aşağı sınıflar arasında ayırım yapıyordu. Meşhur Jüstinyen yasalarında şunları okuyabiliriz: "Namuslu bir dula veya bakireye tecavüzde bulunan kimse, eğer soylu bir aileden ise, servetinin yarısını ceza olarak kaybeder. Aşağı tabakadan bir aileden ise kırbaçlanır veya ülke dışına sürülür." Dünyada bunlar olurken, farkında olmadan dünyanın bu düzenini reddeden ve bu durumdan hoşnut olmayan hakiki insan fıtratını, İslâm hakikate çağırdı. Bu çağrıya insanlık, varolan düzeni tamamıyla değiştirerek cevap verdi. İnsan fıtratı, bütün insanlığa hitap eden Kadir-i Mutlak Allah'ı duydu: "Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi kabileler ve taifelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, (Allah'ın emirleri dışına çıkmaktan) en çok koru-nanınızdır. Allah bilendir, haber alandır." (49:13). İnsanlık O'nun, özellikle Kureys'e hitabını da duydu: "Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah'tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir." (2:199). İnsan fıtratı, Allah Rasûlünün bütün insanlara yönelik şu sözlerini de işitti: "Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem'densiniz. Âdem ise topraktandır. Allah indinde en değerliniz, Allah'tan en çok korkanınızdır. Arab'ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü y_oktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır." Yine, Rasûlullah'in özellikle Kureys'e dair şu sözlerini duydular: "Ey Kureyş topluluğu! Müslüman olup, nefislerinizi Allah'ın azabından koruyunuz. Yoksa ben, Allah'ın azabından hiç bir şeyi sizden men edemem. Ey Abd-i Menaf oğullan! Sizden de ben Allah'ın azabından hiç bir parçasını men edemem. Ey Rasûlullah'ın halası Safiyye! Senden de ben Allah'ın azabından bir kısmını olsun def edemem. Ey Muhammed kızı Fatıma! Malımdan ne dilersen iste (veririm. Fakat) Allah'ın azabından bir parçasını bile senden def edemem." İnsan fıtratı bu çağrıyı işitti ve cevap verdi, bunu herhangi bir zamanda tekrarlanabilecek olan âdetullah'a. uygun sonuçlar takip etti. Arap yarımadasına faizli düzen hâkimdi ve ticaret hayatı faize dayalıydı. Kimse faizin basit olarak ferdî işlemlerde ve sınırlı bir şekilde uygulandığını zannetmesin. Kureyş yazlan Suriye, kışları Yemen ile önemli tiearetler yapıyordu. Kureyş'in sermayesi bu ticarete yatırılmıştı. Bedir savaşında müslümanlann pusuya düşürmeye niyetlendikleri, daha sonra Allah'ın onlara daha güzelini takdir etmesiyle vazgeçtikleri mallarla yüklü bin develik Ebu Süfyan'ın kervanlarını bir daha hatırlayalım. Eğer faizcilik basitçe sınırlı ferdî ilişkilerde geçerli olsa, ekonomik hayatın kapsamlı bir düzenini oluşturmasa, Kur'an'da, herşeye Kadir Allah'ın defalarca tekrarlanan yakıcı kötülemelerine maruz kalmaz, Hz. Peygamber'in hadislerinde de bu kötülemeler sürmezdi. Sermayesi ve ticarî faaliyetleriyle ekonomik hayat bütünüyle faiz sistemine dayanmaktaydı. Kısaca, Hz. Peygamber'in risaletinden önce çeşitli şehirlerin ekonomilerini, ekonomisi Yahudilerin elinde bulunan Medine örneğinde olduğu gibi bu düzene bağlı sayabiliriz. Gerçekte faiz, Yahudilerin ekonomik düzenlerinin temelidir. Ülke hayatının içinde bulunduğu ekonomik realite bu şekildeydi. Sonra, bu adaletsiz ve canavar düzem suçlayan ve reddeden, yerine yeni ilkeler koyan İslâm geldi. Bu ilkeler zekat, karz-ı hasen, ortaklık ve karşılıklı dayanışmayı öngörüyordu. "Mallarını gece gündüz, gizli ve açık (Allah yolunda) sarfedenlerin mükâfatı Rab'leri yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların: 'alışveriş de faiz gibidir' demelerinden ötürüdür. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabb'inden bir öğüt gelir de (o öğüde uyarak faizden) vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi de Allah'a kalmıştır. Kim tekrar (faize) dönerse, onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır. Allah, faizi mahveder, sadakaları artırır. Allah, (haramda ısrar eden) hiçbir günahkâr kâfiri sevmez. Onlar ki iman ettiler, güzel işler yaptılar, namazı kıldılar, zekatı verdiler; işte onların mükâfatlan Rabb'leri yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Ey iman edenler! Allah'tan sakının, eğer inanıyorsanız, faizden (henüz alınmayıp) geri kalan kısmı bırakın (almayın). Eğer böyle yapmazsanız; o takdirde Allah'a ve Rasûlüyle savaşa girdiğinizi bilin. Tevbe ederseniz, ana sermayeniz sizindir. Ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız. Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa çıkıncaya kadar (beklemek lâzımdır). Eğer bilirseniz (verdiğiniz borcu, eli darda olan borçluya) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır. Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a döndürüleceksiniz, sonra herkese kazandığı tastamam verilecek ve onlara hiç haksızlık edilmeyecektir." (2: 274-281). İnsan fıtratı, Allah'ın davetini, içinde bulunduğu ortamdan daha güzel buldu. Faizciliğin varolduğu zelîl hayata olan nefreti çoğaldı. İnsanlık, hayatın dayandığı ekonomik sistemi değiştirmenin zorluğuna rağmen, bu çağrıya verdiği karşılıkla, bir kez daha insan fıtratının realitenin ağırlığından daha güçlü olduğunu ispatladı. İslâm toplumu cahiliyye devrinin kirinden temizlendi. Bunlar, ne zaman insan fıtratı bâtıl inançların enkazından selâmete çağnlsa tekrarlanan âdetullah'a. uygun olarak meydana geldi. Burada gerçek insan fıtratının realite karşısındaki zaferi, onun bâtıl inançların enkazı arasından zuhuru, İlâhî Rehberliği unutan insanların oluşturduğu dış realite karşısındaki başarısını gösteren üç örnekle yetineceğiz. Bu realite inançlar ve fikirler, olaylar ve geleneklerle ekonomik faktörlerden oluşmuştu. Bunların tamamı, inancın ve insan fıtratının gücünden habersiz kimseye karşı konulamaz ve dayanılmaz gerçekler olarak görünür. İslâm, etrafını kuşatan bu realite karşısında ellerini kavuşturup beklemez. Kaldırır, değiştirir, yerine sabit ve sağlam temelli kendi yüce, eşsiz yapısını kurar. Bir kez olan, tekrarlanabilir demektir. Meydana gelenler, devam edegelen hakikatle uygunluk içerisindeydi; yoksa olağanüstü bir hâdise, bir mucize değildi. Bu yapı, insan fıtratının varolan gücünden ortaya çıkmıştır. Bu potansiyeli, faydalanmak, yönlendirmek ve doğru yolda kullanmak isteyen herkes elde edebilir. Bugün insanlığın, ilk İslâmî hareket;n tarihteki izleri sebebiyle, bu İlâhî yolu daha kolay bir tarzda izleyebilmesi mümkündür. O İslâmî hareket ki, en acımasız muhaliflerle karşılaştığı halde, ardında derin izler bırakarak yoluna devam etmiştir. |