๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 14 Ağustos 2012, 12:41:58



Konu Başlığı: İktisadî Konularda
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 14 Ağustos 2012, 12:41:58
İktisadî Konularda

Hz. Peygamber Medine'de Yahudi kabile-leriyle şehrin savunulması konusunda anlaş­malar yapmıştı. Fakat onlar bu anlaşmalara sâdık kalmayarak müslümanlarm düşmanla­rıyla bir olup bir takım dolaplar çevirdiler. Anlaşmaya uymamaları sonucu Medine'den kovuldular ve arazileri fakir Muhacirler ara­sında dağıtıldı. Ayrıca fakir Ensar ailelerine de Sahâbilerle müşavereden sonra verildi.

Bilal (r.a)'dan nakledildiğine göre Hz. Ömer'in Halifeliği esnasında, kendisine Pey­gamber tarafından arazi verilen birisinin araziyi ekip biçmediği ve kullanmadığı öğre­nildi. Ömer adamı çağırdı ve bir yıllık süre içerisinde araziyi kullanılır hâle getirmezse arazinin kendisinden geri alınacağını söyledi. Adam, Ömer'e karşı çıkarak arazînin kendisi­ne Hz. Peygamber tarafından verildiğini, Ömer ya da herhangi bir yasal gücün elinden alamayacağını söyledi. Fakat bir yıl sonra adamın karşı koymasına rağmen Ömer arazi­yi geri aldı.

Suriye, Irak, İran ve Mısır fethedildiğinde iç­lerinde Bilal, Talha ve Zübeyr gibilerin yer aldığı bir çok sahabi Ömer'e bu arazileri mü­cahitler arasında dağıtmasını teklif ettiler. Peygamber'in fetihlerde böyle yaptığını söylediler. Ömer, muhacirler ve diğer sahâbi­lerle istişare etti ve üç gün bu konuyu düşün­dü. Bu zaman süresinde Sahabilerin bir kısmı arazilerin savaşçılar arasında dağıtılmasında ısrar ettiler. Fakat Ömer nihayetinde bu belde yönetimlerinin halka özenle yaklaşıp asıl sa­hiplerine kiraya vermesini ve gelirlerin kamu işlerine harcanmasına karar verdi. (Ayrıntılı bilgi için bkz., Sîret Ansiklopedisi, II. cilt, Kısım 19).

Halife Ömer Kadı Şureyh'e bir mektup gön­derdi: "Bir problemle karşılaştığında kararını Allah'ın Kitabına göre ver. Eğer Allah'ın Ki­tabında çözümü bulunmazsa Rasûlün Sünne­tine göre karar ver!" Başka bîr rivayete göre mektuptu şöyle denir: "Çözümü Allah'ın Ki­tabında bulursan başka birşeye başvurma. Eğer aradığını Kur'ân'da bulamazsan o konu­da Rasûlün sünnetini takip et. Eğer aradığın delilleri hem Kur'ân'da hem de Sünnette bu­lamazsan kendi kararını ver ve bana da bil­dir." (Beyhakî, Sünen-i Kübrâ; İbn Kayyım, A' tâmü'l-Müvekkı' iyri).

Abdullah İbn Mesud şöyle söylemiştir: "Yeni bir meseleyle yüzyüze geldiğinde kararım Al­lah'ın kitabına göre ver. Eğer Allah'ın kitabın­da bulunmazsa, Peygamber de o konuda bir Şey söylememişse kendi kararına göre davra­nırsın."

Hz. Peygamber ve Dört Râşit Halife'nin bu kararlan iktisadî, siyasî ve umumî maslahatı ilgilendirmekteydi ve herhangi bir ilâhî talimat yoktu. Müslümanlar umûmun düzeni ve maslahatı, zaman ve mekânın icaplarını gözönünde bulundurarak Allah'ın sınırlarını aşmadan kendi hür iradeleriyle kararlar aldı­lar. İçtihad kapısı bu konularda açıktır, böyle olunca da Müslümanlar zaman ve mekânın gerektirdiği ihtiyaçlarına karşılık bulabildiler.

Müslümanlar İslâm'ın akla uygunluğu ve Ebedî Hakikatinin, içtihadın ve felsefenin, amacının uzun zaman farkında olmuşlardır. Yeni düşünceleri ve gelişmeleri, ilim ve fenni inceleyerek hayatlarını canlı ve taze tuttular. Fakat sonraları İçtihadın ruhu yitirildi. İnsan­ların yeni düşünceleri oluşturacak ilim kayna­ğı kurumaya, böylece hayat tarzları durağan­laşmaya ve çöküşkeye yüz tuttu.

Şüphesiz; dosdoğru takipçiler {selef-i sâîihın) Hz. Peygamber'den başkanını hatasız ve ma­sum kabul etmediler. Bu Rasûlullah'den sonraki Râşit Halifelerin yönetimlerinde de göze çarpmaktaydı. Olaylar karşısında ve muhtelif problemler hakkında farklı kararlar verdiler. Politikaları birbirlerinden farklılık arzetmekteydi. Bazen toplum ve devleti ilgi­lendiren konularda Allah Rasûlünün Râşit Halifeleri arasında fikir ve uygulama farklı­lıkları olabilmekteydi. İkincisi bu farklar çok tabiî karşılanmakta, üçüncüsü taklit olmayan düşünce farkları yaşayan ve gelişen sağlıklı bir toplumun işaretiydi ve sonuçta hiç kimse­nin fikri dokunulmaz değildi. Bu konuların yapısı ve çizgisi, ihtiyaç ve talepler halkın du­rumuna göre değişmekte, netice olarak kanaat ve yargıları büyüyen, gelişen, medeniyet ve kültüre göre İslâmî siyasetin ahengini sağla­maktaydı.

Bir ders tâlimini tasvir eden İran minyatürü. 17. yy., İran Dekoratif Sanatlar Müzesi.

Râşit Halifeler ve Sahâbîler arasında görülen ihtlâflar ne onların mertebelerini ve Allah ka­tındaki yerlerini düşürdü, ne de İslâm toplu­munda izzet ve şerefleri, onlara karşı duyulan vefa duygusu, bilgi ve tecrübelerinden istifa­de küçümsendi. Eski değer ve yerlerinden hiçbir şey kaybetmediler.

Aslında şeref ve vefa duygusu ilmin pratik te­zahürü olup, hiç bir zaman cehalet ürünü de­ğildir. Bu nedenle insanların verdiği kararlar yine onların şartları içinde değerlendirilmeli­dir. Bu muhtelif sosyal, siyasî ve iktisadî ko­nularda sağlıklı ve taklit olmayan farklılıklar toplumda şiddetin ve haramın ortaya çıkması­nı sınırlamaktadır. Bu nedenle Kur'ân Hz, Peygamber'e nihâî karara varmadan Saha-bileriyle istişareyi tavsiye etmekte (3:159), her görüşün temsiline önem verilmekte (42:38) ve bu sayede hareket için en uygun yolun bulunacağı hatırlatılmaktadır. Allah'ın Kitabı bu tür ihtilafların giderilmesi için açık­lık ve belirginlik kazandırmış, eğer Müslü­manlar bu yolu benimserse ihtilafları dostça hail edememeleri için bir sebep kalmayacak­tır.

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygam­bere ve sizden buyruk sahibi olanlara (ulu'l-emr) itaat edin. Eğer bir şeyde çekinirseniz, -Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız- onun hallini Allah'a ve Peygamber'e bırakın. Bu daha hayırlı ve netice itibariyle daha güzel­dir." (4: 59). Şüphesiz ki, sosyal, siyasî, iktisadî ve diğer problemlerin çözümünde dü­şünce farklılıklarının giderilmesi toplumun maslahatı için en İyi ve en pratik metoddur. Yaşadığımız sistemin bozulmasını engelleye­cek başka bir yol sözkonusu değildir. Fakat bir şarta saygı duyulmalıdır; kim gerçeği ister ve araştırırsa, onun karşısında olsa bile, Al­lah'a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsa kabul etmelidir.

Yukardaki açıklamaların ışığında konuyu şöylece hülâsa edebiliriz:

1- İbadet (kulluk): Evrensel nitelikteki ebedî ilkeleri İçeren Şeriat konularında Kur'ân ve Sünnet her zaman belirleyici­dir ve şahsî hüküm ve kanaatlere yer yoktur. Bu Kur'ân'da şöyle izah edilir: "Hayır, Rabbine and olsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerin­de bir sıkıntı duymadan kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (4: 65).

2- Kur'ân ve Sünnet herhangi bir konuda sustuğunda, Sâri' (Kanun Koyucu) tara­fından önceden belirlendiği üzere, zaman ve mekânın ihtiyaçları gözönünde tutula­rak halk kendi kararım istişare ederek alır. İslâm toplumu Allah'ın sınırlarını (hududullah)  ihlâl  etmeden  iyilik ve adaleti gözönünde bulundurarak kendi kararını vermekte hürdür. Şâtibî'nin ifa­desiyle, fert hâlinde kulun durumu toplu­mun umumi maslahatından ayrı düşünül­melidir. Umumi maslahat konularında Mutlak güç bir şey bildirmezse halk ken­di kararını uygulamakta hürdür. Bunlar müsade edilen alanlardır. Fakat bunun tersine, konuların kulu ilgilendiren şahsî cephesinde Şeriatta yer almayan hiç bir şey benimsenemez. Ferdî ibadetler doğ­rudan Allah'ın rızasını gözetmektedir. Bu farklılığın nedeni genel hayatı ilgilendi­ren problemleri bilgimizle, doğru yolu bularak çözebiliriz. Fakat bilgilerimiz kul Allah ilişkisine yaklaşım getiremez. Bil­gilerimiz bize Allah'a nasıl yakın olaca­ğımızı söyleyemez, {el-l'tisâm, c.   II; Mevdudİ, The Islamic Lav and Constitu-tion, Lohare 1977, s.81)

Müslüman, ibadetin genel prensiplerine emredildiği şekilde uymak durumunda­dır. Yeni bir tapınma şekli getiremez. Fa­kat hayatın geneline ilişkin konularda ih­tiyaçlar doğrultusunda kendi düşünceleri­ni uygulayabilir.

3- İbadet kurumunun doğrudan dinî konu­sudur ve Şeriatın emirleri olmadan haya­tın geneline ilişkin konularda (muamelât) müslümanlar ihtiyaçlarına ve prob­lemlerine yukarıda açıklandığı şekilde bağımsızca karar verebilirler. Yeni ka­nunlar yapabilirler. Bunlar İslâm'ın ger­çek özelliklerinden hareket etmelidir. Halkı tiksindirici özellik taşımamalıdır. İslâmm genel çizgi ve anlayışına uygun düşmelidir. Aynı zamanda halkın gerçek ihtiyaçlarını konu almalıdır, Buna mesele-i mürsele denilmektedir. Başka her­hangi bir yol emredilmediğinde, kendi tercihlerimize ulaşmak için izlediğimiz yoldur. Şâtibî'ye göre, bunun sözkonusu olabilmesi için belirgin şartların gerçek olması gerekir.

a- Yapılan kanunlar Şeriate aykırı düş­memeli ve halkı bıktırmamalıdır.

b- Halk tarafından anlaşılabilir ve kabul edilebilir olmalıdır.

c- Gerçek bir imtiyaz olmalı ve meşak­kat getirmekten uzak olmalıdır,  (el-İ'tisâm, c. II, ss. 118-119).

Bu şartlara göz atıldığında bunların çok özel şartlar olmadığı fakat yeni problemlerin mut­laka umûmun faydası ve halkın refahı gözönüne alınıp İslâm inancının genel çizgisine uygun olmasına dikkat ederek karar verilmesi gerektiği anlaşılır. Bu nedenle İçtihad yalnız­ca İslâm yasalarının dinamizmini temin et­mekte en etkili ve kullanışlı birim olmakla kalmaz; aynı zamanda ihtiyaçlar ve sosyal ha­reketlerin zamana ve mekâna göre değişmesi­ne ayak uydurmak suretiyle sistemin canlılı­ğını ve gücünü hiçbir zaman yitirmemesini, çürüme ve çöküşe mahal bırakılmamasını sağlar.