๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 28 Temmuz 2012, 10:30:49



Konu Başlığı: İktisadi Islahatlar
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 28 Temmuz 2012, 10:30:49
İKTİSADİ ISLAHATLAR

Bir peygamber, Allah tarafından sadece sos­yal, iktisadî ve siyasî ıslahatları tanıtmak, bu ekonomik reformlara vasıtalar bulmak veya herhangi bir kimseye hayatın ahlâkî prensip­lerini öğretmek için gönderilmez; aynı za­manda güzel, temiz ve rahat bir hayata yönel­sinler diye insanlığın bütün hayatını günahtan ve kötülükten temizlemek için gönderilir. (57: 25). Böylece O, madde ve manasıyla insanın bütün yönleriyle ilgilenir, hayatını iyileştir­meye cehdeder. Gıdasını yeterli derecede ala­mayan vücut gelişemez; güçsüz düşer. Hayat sistemleri de ahenk ve düzen olmaksızın ge­reği gibi çalışıp ilerleme ve yükselme kayde­demez. Allah'ın yeryüzündeki elçileri olan peygamberler, insanı ve hayat düzenini bu perspektifte ele alırlar. İnsan hayatının her­hangi bir sahasında buldukları engelleri orta­dan kaldırmaya çalışır ve gördükleri hataları düzeltirler. Ancak düzgün işleyen bir kural var ise ona dokunmazlar. Çünkü gayeleri, in­san hayatını bozmak veya altüst etmek değil; aksine bütün kuralların ana gaye doğrultusun­da ahenkle işlemesi, adalet ve hürriyet içinde barış ve huzurun temin edilmesidir.

Bundan dolayı Rasûlullah'a, insanların ha­yat sistemlerine dahil ettikleri bütün kötülük ve uyumsuzlukları temizlemesi Rabbi tarafın­dan emredilmişti. Muhakkak ki her peygam­ber; insanların refah ve ıslâhları, zamanın ihtiyaç ve olaylarına, bunların güç ve vasıtaları­na uygun olarak dünya düzeninin sağlanması için üzerlerine düşenin en iyisini yapmıştır. Bu zaman zarfında insan tecrübesi şunu gös­termiştir: Mülkiyetin büyük ölçüde tek elde toplanması, dünyadaki iktisadî faaliyetlerde daima aşırılığa ve baskıya yol açmıştır. Bu, sadece insanlık düzeninin dengesini bozmak­la kalmaz, aynı zamanda bir kısım insanların diğerlerine karşı haksız muamelelerine ve saldırganlıklarına sebebiyet verir. Bu kötülükleri ortadan kaldırmadan peygamberlerin müsbet ve yapıcı gayretleri bir netice vermeyecekti. Çünkü bunlara mani olunmadan uzun süre Jcendi haline bırakılırsa, meydana gelecek karşılıklı ihtilaf ve çatışmalar toplumu derece derece bozarak "Fıtrat KanunıTnun sonuçla­rını davet ederler (17:16).

Zenginler servet elde etmek için âdil olmayan yollar kullandıkları, fakir ve zayıflan istismar edip ezdikleri ve servetlerini israf içinde har­cayıp lükse daldıkları zaman, servetin eşit ol­mayan dağılımı toplumda hayatın dengesini bozar. Zengin daha zengin, fakir daha fakir olur. Sonuçta bu ekonomik tablo insanların huzur ve refahını alt-üst eder, topluca çöküşü beraberinde getirir. Bir tarafta lüks ve sefaha­te milyonlar harcayan zenginler ve diğer ta­rafta temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan sefalete boğulmuş kitleler: Servetin bu âdil olmayan dağılımı toplumları helak eder.

Halkın gelir dağılımı arasında var olan uçu­rum onların iman ve ahlâklarının önünde bir engel olarak dururken hiçbir peygamberin tebliğinde tesir ve başarı sağlayabileceği dü­şünülemez.

Allah'ın rasûlü Hz. Muhammed, toplumda âdil olmayan gelir dağılımının sebep olacağı kötü sonuçlan yeri geldikçe ifade etmiştir. Rivayet edildiğine göre bir hadis-i şerifte şöy­le buyuruluyor: "Bir taraftan aşın servet Müs­lümanların imanlarını ve ahlâklannı tehlikeye atarken, diğer yandan yoksulluk onları küfre sürükleyebilir."

Bir defasında Rasûlullah bazı Müslüman­ları fakir ve perişan bir hâlde gördüğünde Şöyle dua etmişti: "Ey Rabbim! Bu insanlar Çıplaktırlar; onlan giydir. Ey Rabbim! Bu in­sanlar açtırlar; onlan doyur." (Ebû Davud).

Münzir b. Cerîr'in rivayetine göre; "Bir öğle vakti ashabı, Rasûlullah'ın huzurunda iken Mudar kabilesinden aç, çıplak bir fakirler ka­filesi gelmişti. Bunları derin bir yoksulluk içinde gören Peygamber'in müşfik siması

birden değişmişti. Bilâl'e ezan okumasını ve kamet etmesini emreyledi. Öğle namazım kıl­dıktan sonra irâd ettiği beliğ bir hutbesinde sadakaya, yardım ve dayanışmaya teşvik bu­yurdu, ilk önce Ensar'dan bir zât, elinde taşıyamayacak kadar ağır ve para ile dolu bir tor­bayla geldi. Bundan sonra yiyeceğe ve giye­ceğe dair kesretli ve önemli iki küme mal bu­nu takip etti. Bu olayda Rasûlullah'in mü­barek yüzünü, altın yaldızlı gümüş bir levha gibi parlar surette gördüm..." (Buharı ve Müslîm).

Rasûlullah, beşerî ihtiyaçlann tedarik edil­mesini, maişet temini için çalışmayı Müslü­manlar için hemen hemen farz görecek kadar Önem vermiştir. O'nun, "fakirlik insanı küfre yaklaştırır" (Müslim) sözü insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasının gerekliliğini göstermektedir. Çünkü bu istek ve ihtiyaçlar karşılanmazsa insan manevî yönünü koruya­maz.

Maddî varlık öncelikle sahibine ibadetlerinde yardımcı olur. İbadeti takviye, yemek, giy­mek, mesken ve evlenmek gibi zaruri ihtiyaç­lar ekonomik şartların yerinde olmasıyla te­min edilir. İslâm'ın hacc ve zekât emirleri, sadaka ve mal ile cihad da servetin varlığıyla doğrudan ilgilidir.

Yine Kur'ân, insanın ahlâkî ve manevî yükse­lişi için iktisadî refahı, önceden gerekli şey olarak gösterir; çünkü zarurî ihtiyaçlarım kar­şılayamayan bir kimse ne iyi bir vatandaş ola­bilir, ne de ahlâkî faziletlerini geliştirebilir. Muhtaç insanlardan dinî veya ahlâkî bir ölçü­ye tâbi olmalarını beklemek gerçekçi olmaz. Bu yüzden islâm, kendi iktisadî sisteminde herkesin aslî ihtiyaçlarını temin etmiştir. Rasûlullah'in, "Nerede ise fakirlik küfür olacaktı" sözü her ferdin aynı temel ihtiyaçlarına işaret etmektedir.

Böylelikle İslâm, insan hayatının maddî ve manevî yönleri arasında bir denge kurmaya Çalışır; çünkü birindeki eksiklik diğerinde de eksikliğe yol açacaktır. İslâmın öngördüğü sistemde insanı, bir yanda maddî kazancıyla meşgul iken diğer yanda kulluğunun şuurun­da buluruz: "Kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah'ı anmaktan, namaz kılmak­tan, zekât vermekten alıkoymadığı erkekler. (Onlar), yüreklerin ve gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar." (24: 37). Al­lah nimetlerini sebepsiz olarak bahşetmez, onları ancak hak edene lütfeder. Alıcının ken­disini içten sevdiğini, karşısında huşu ile dur­duğunu, lûtfunu isteyip gazabından çekindiği­ni, maddî kazançlar peşinde koşturmadığım ve dünyevî meşguliyetlerine rağmen., kalbini daima zikirle uyanık tuttuğunu gördüğü za­man nimetlerini yayar. Bunları hak eden kişi, alt seviyedeki manevî mertebelerle yetinmez. Rabbinin kendisini vâsıl edeceği zirvelere ulaşmaya gayret eder. Bu fâni dünyanın de­ğersiz kazançlarına göz dikmez, bunun yerine gözü hep ebedî âhiret yurdundadır. Bütün bu vasıflar, kişinin Allah'ın nurundan faydalanıp faydalanamayacağını belirleyen ölçülerdir. Sonra, Allah nimetlerini vermeye razı olduğu zaman, bunları hesapsız verir, eğer kişi bunla­rı bütünüyle alamıyorsa, bu kabının dar oluşundandır. (The Meaning ofthe Qur'ari).

Bu husus Rasûlullah tarafından şöyle dile getiriliyor: "Sizin en hayırlınız ahireti için dünyayı, dünyası için ahireti terketmeyen ve başkalarına yük olmayandır."

Rasûlullah burada, hayatın ahlâkî ve iktisadî yönlerinin ahengini insanların zihnine yerleştirmek istemiştir. Bir kimse ne hayatın maddî vasıtalarının elde edilmesi çabasında bu dünya hayatına tamamen kendini kaptır­mak ve Allah'ı (O'nun hayatla ilgili emirleri­ni) unutmah ve ne de iktisadî sahayı görmez­likten gelecek kadar manevî hayata meyletmelidir. Herşeyi lâyık olduğu gibi yerli yerin­de değerlendirmelidir.

"Başka insanlara yük olmamalıdır" buyur­makla Rasûlullah, İslâm'ın, çalışmayıp başkalarına bağımlı olan kimseleri tasvip et­mediğini açıkça belirtmektedir. İslâm insanla­ra, hem şahsî ihtiyaçlarını temin etmeleri hem de başkalarına faydalı olabilmeleri için çalış­malarını telkin eder.

Rasûlullah'in; "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya İçin, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın." buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu hadis-i şerifte Rasûlullah, müslümanlara doğru ve orta yollu bir hayat seyrini benimse­melerini, böylece maddî ve manevî ihtiyaçları arasında ahenk sağlamalarını tavsiye etmekte­dir. Bir tarafı ihmal edip diğer tarafa yönelmemelidir. Çünkü madde ve mâna eşit dere­cede öneme sahiptir. Bunların her ikisi bir arada olmadığında insan hayatı eksiktir. Bu şekildeki bir terbiye insanın hayatında aşırı­lıklardan uzak, orta bir yol tutmasını mümkün kılar.

Hz. Peygamber, insanların kendileri için oluşturdukları her türlü yanlış din telâkkilerini reddetmiş ve dinin insanlara bu dünyadan nefret etmeyi öğretmediğini, dün­yadan nefretin bir insanı muttaki yapmayaca­ğını belirtmiştir.

Kur'ân ve Sünnet'in ortaya koyduğu bu iktisadî yapıyı Rasûlullah'ın ilk dört halife­si bütünüyle tatbik etmiştir. İlk halife Hz. Ebû Bekr (r.a.), halifeliğinin siyasetini şu sözlerle ifade etmiştir: "Ey insanlar! Sizin en iyiniz olmadığım hâlde başınıza geçmiş bulunuyo­rum. Vazifemi yollu yolunda ifa edersem ba­na yardım ediniz, yanılırsam bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emanet; yalancılık hıya­nettir. Aranızdaki zayıf, hakkını alıncaya kadar benim nazarımda kuvvetııaır. Yine ara­nızdaki güçlü, ondan başkasının hakkını alın­caya kadar zayıftır. Bir millet Allah yolunda cihaddan geri kalırsa, o millet zillete düçâr olur..."

Bu sözleriyle Hz. Ebû Bekr, toplumdaki iktisadî eşitsizlikleri her an sona erdirebilmek için bir yol göstermiştir. Zayıfın hakkı yerde kalmaz; kuvetli görünen de olsa derhal hak­kın gereği îfa edilir. Bu sistemde fazlalıklar, bunları gayri âdil ve hileli yollardan elde eden kişilerden alınırken; kendi haklarına düşeni tam olaiak alamayanlara hisseleri teslim edilir- Böylece, toplumda iktisadî adalet ve ahenk sağlanmış olur.

İkinci halife Hz. Ömer (r.a.) da, şu sözleriyle bu adalet prensibine işaret etmektedir: "Al­lah'a yemin ederim ki, içinizden hiçbir kimse, hakkını başkalarından alıncaya kadar benim gözümde zayıftan daha güçlü değildir. Yine içinizden hiçbir kimse, başkalarının sırtından haksızlıkla kazandığı paylarını ondan geri alıncaya kadar, benim gözümde güçlüden da­ha zayıf değildir." (Muhammed Hüseyn Hey­kel, el-Fâruk).

Hz. Ömer, sosyal adaleti temin etmede son derece titizdi ve bir suç işlendiğinde hiçbir kimseyi kayırmamıştı. Bir defasında şöyle de­mişti: "(Zayıfın hakkını gasbeden) bir mütecavizi yakalarsam başını ayağımın altına alıp o haksızlığa uğrayanın bütün hakkını on­dan alacağım. Müslümanlardan önce ben ken­di yanağımı yere koyacağım."

Bu sözleriyle Halife Hz. Ömer, bize sosyal adaletin önemini hatırlatmıştır. Çünkü ekono­mik sistemde dengesizlik ve aşırılık bulundu­ğu müddetçe toplum olgunlaşamaz. Gerçekte, toplumdaki güven, başarı ve refah; ahenk, iti­dal ve adaletle oldukça yakın bir şekilde bir­birine bağlıdırlar. Toplum bu prensip üzerin­de yürüdüğü sürece gelişecek ve orada hiçbir dert zuhur etmeyecektir.

Rasûlullah adalet prensibinin aslını şu söz­lerinde açıkça beyan etmiştir: "İşlerin en ha­yırlısı itidalli olanıdır" (Buharî). Yine aynı prensip hakkında Rasûlullah'dan şu hadis-i şerif rivayet ediliyor: "Ben (içtimaî hayatta bütünüyle uygulanan) güzel ahlâkı insanlara öğretmek için gönderildim" (Muvatta, Müsned-i Ahmed).

Şah Veliyullah Dehlevî, bu prensibi aşağıdaki sözleriyle genişletmeye çalışmıştır: Şu önemli nokta hatırlanmaya değerdir. Allah'ın rızası­na, hayat mücadelesinden kaçınılarak ulaşıla­maz. Peygamberlerden hiç biri bunu tavsiye etmemiştir. Mağaralara ve manastırlara çekilip barbarlar gibi münzevî bir hayatı benimse­yen insanlar Allah tarafından sevilmezler. Onların bu hareketi, Rasûlullah'in talima­tına aykırıdır. Ashabdan bazıları münzevî bir hayatı arzuladıklarında Rasûlullah, onları bu davranışlarından alıkoyarak: 'Ben riyazi­yeyi va'zetmek için değil, dininde zorluk ol­mayan İbrahim peygamberin yolunu tebliğ için gönderildim." buyurmuştur.

Peygamberler, mevcut sosyal sistemi ıslah et­mekle emrolunmuşlardır. Eğer insanlar siste­me herhangi bir ahenksizlik sokmuşlarsa pey­gamberler ahengi geri getirmeye çalışırlar. Allah, gayretlerini sadece maddî refahın temi­nine hasretmiş insanlardan müteşekil bir sis­temi de sevmez. Gerçekte Allah, lüks içinde bir hayat yaşanmasını da, riyazeti de sevmez. Her iki yönü de göz önüne alarak peygamber­lere, orta yolu benimsemeleri ve böylece in­san hayatının maddî ve manevî yönleri ara­sında bir denge kurmaları buyurulmuştur." (Şah Veliyullah Dehlevî, Hüccetüllâhi-l Bâliğa,c.l,sh. 105-106).

Belirtildiği gibi insana, manevî hayatını ke­male erdirmesi için maddî hayatını da imar etmesini öğretmiş olması, İslâm'ın en önemli katkılarındandır. Hayatın bu ahlâkî telâkkisi, birbirine zıt sistemler arasında pratik bir köp­rü oluşturur. Bir yandan yeryüzündeki herşe-yin insanın kullanımı için olduğu bildirilir­ken, diğer yandan insanın kendi nefsine oldu­ğu kadar, ailesi, yakınları, içinde yaşadığı toplumu ve bütün insanlığa karşı mesul oldu­ğu hatırlatılmaktadır. Kendi servetinden bizatihî İstifade ettiği gibi aynı şekilde başka­larının da bundan faydalanmasına müsaade etmelidir.

Böylece, insanın bencilliğini cömertliğe çe­virmekle ve maddiyat ile maneviyatı dengele­mekle İslâm, en karmaşık ve müşkil mesele­nin pratik çözümünü göstermiştir. Adalet ve eşitliğe dayalı bir sosyal sistem kurarak haya­tın maddî ve manevî yönlerinden istifade et­mesini mümkün kılmaktadır. Bu hedef Öylesi­ne basit bir tarzda gerçekleşmektedir ki, fert,
şuurlu veya şuursuz, ekonomik sistemin fay­dalı bir parçası hâline gelerek tamamen onun içinde yer alır. Toplumun ortak menfaatine kendi payıyla katkıda bulunur ve aynı zaman­da ondan istifade eder.