Konu Başlığı: İhtiyarî Tedbirler Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 18 Haziran 2012, 11:02:18 2- İhtiyarî Tedbirler Bir İslam devletinde zekatın yanisıra halkın gelirlerinin yükselmesine katkıda bulunan diğer bazı ahlaki olarak geçerli, çok faydalı ve etkili, tedbirler bulunmaktadır. a- Yetimlerin Servetinin Kullanılması: Toplumda sermayenin büyümesini teşvik etmek için yetimlerin sermayesini ticaret ve diğer kârlı teşebbüslere yatırmaları, iddihar etmemeleri ve âtıl tutmamaları yetim mallarını israf etmemeleri, yetimlerin istifadesi için uygun bir şekilde kullanmaları da istenilmektedir. Bu husus Kur'an-i Kerim'de şu kelimelerle ifade edilmektedir: "Ey yetimlerin veli ve vasileri, Allah'ın dünya geçimi için sebep kıldığı tasarrufunuzdakî yetim mallarını, onların akılsızlarına vermeyin. Eğer buluğa vardıktan sonra kendilerinde bir akıl ve rüşd görür ve anlarsanız, hemen mallarını onlara teslim edin." (4: 5-6). Kur'an-ı Kerim burada, kendilerini destekleyen bir araç olan yetimlerin zenginliklerinin küçümsenemeyeceği ve israf edilmeyeceği gerçeğini vurgulamaktadır. Onların sermayelerini kârlı teşebbüslerde kullanmak sizin (bizim) görevinizdir. Böylece giderleri sermayeden değil kârdan karşılanır ve dolayısıyla onlar için uygun bir geçinme vasıtası bulunmuş olur. Peygamber, çok kesin ifadelerle, vâsilere yetimlerin servetini gelir getirici işlerde kullanmalarını ve âtıl bırakmamalarını emretti: "Sakının. Aranızda zengin bir yetime vâsi olan herhangi biri onun (serveti) ile ticaret (yani kârlı işletmelere yatırım) yapsın ve onu bırakmasın (iddihar), böylece (yıllık mecburi ödeme olan) zekat onu tüketmesin." (Tirmizi). İmam Mâlik'e göre Peygamber'ın zevcesi yetimlerin servetini, onunla alış-veriş yapmaları ve yetim için bir kâr elde etmeleri için sık sık tüccarlara verirdi. (Muvatta1). Hz. Ömer Hz. Osman ve Hz. Ali kendi halifelik dönemlerinde yetimlerin servetini ticarete (ve diğer işlere) yatırdılar. Ve Hz. Ömer sık sık şöyle söylerdi: "Zekat tarafından tüketilmesin diye yetimlerin serveti ile ticareti yapın" (Mebsut-el- Serahsi ve Kitabû'l Emval). b- Paranın Yeniden Yatırımı: Sermayenin artışı çok önemli kabul edilmekte ve her müs-lüman ticaretteki parasını yeniden yaarıma yöneltmeyi ümit etmektedir. Bu hususta şu hadis çok önemlidir: "Allah, ev ve toprak şeklinde tekrar, yatırıma yöneltilmeyen ev ve toprağın değerini kutsal (meşru) kabul etmez." (İbn-i Mace ve Kitabu'l-Harac). Başka bir hadis-i şerif şu ifadelerle sermayenin önemini vurgulamaktadır: "Her kim olursa ofsun, kazanç getiren bir ev veya toprağı satar ve bedelini ona benzer birşeye yatırmazsa, o kimse için bu (bedel) meşru değildir (aynı şekilde serveti de artmaz). Bu, Peygamber'ın toplumda sermaye artışının devam ettirilmesinde ısrarlı olduğunu açıkça göstermektedir. O, müslümanlann sermayelerini korumalarında ve daha fazla servet üretmede kullanabilmek için onu satmamalarında ısrar etmiştir. Herhangi bir kimse, şartlardan dolayı bunlardan birini satmaya zorlanırsa, o parayla benzer (verimli) mal almaya razı edilmelidir. c- Zengin Vârisler Bırakma: Toplumda sermayenin artışına daha fazla yardım etmek için İslam, insanları zengin ve müreffeh mirasçılara bırakmalarını ve tüm servetlerini sadakaya vermemelerini teşvik etmektedir. Peygamber bu hususu şu şekilde vurgulamaktadır: "Onların diğer insanların kapılarında dilenmemeleri için, serveti fakirlere bırakmaktan zengin mirasçılara bırakmak daha iyidir." Sa'd b. Ebı Vakkas'dan şöyle rivayet edilmiştir: Sa'd demiştir ki: Veda haccı yılı (Mekke'de) şiddetli bir hastalığımda beni ziyaret ederdi. (Bir ziyaretinde) ben: "Ya Rasulullah, bendeki hastalık, görüyorsun şu müzmin hadde erişmiştir. Ben zenginim; bir tek kızımdan başka kimse de bana mirasçı olamıyor. Bundan dolayı malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi?" dedim. "Hayır!" buyurdular. "Yansını tasadduk edeyim mi?" dedim, (yine) "Hayır!" buyurdular. "O halde üçte birini tasadduk edeyim mi?" dedim. Rasulullah; "Üçte bir? Üçte bir de çok. Şüphesiz ki senin mirasçılarım zengin bırakman, onları fakir, âleme el açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır." buyurdular. (Buhari, Tirmizî). Peygamber'ın bu ifadeleri, fakir bir kimsenin mirasçılarına verilen aşın yardımın faziletli ve takvaya uygun bir davranış olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin, onlar daha iyi ve daha müreffeh bir hayat yaşasınlar diye, mirasçılarına daha çok servet bırakması hayırlıdır. Hayata ve mülkiyete karşı bu tavır, umûmi olarak toplumdaki zenginliğin yayılmasına yardımcı olur. İsrafın Önlenmesi: Gelir artsa bile, halkın harcaması gelirden daha hızlı artarsa yeterli tasarruf olmaz. Dolayısıyla toplumda lüzumsuz harcamaları kısmak ve israfın artışını önlemek gerekir. Bu amaca ulaşmada Kur'an-ı Kerim, müslüman bir toplumda israfı ve aşırılığı kesin bir şekilde haram kılmış ve yasaklamıştır. Araf suresinde şöyle buyurulmaktadır: "Ey Adem oğullan! Her namazınızda süslü elbisenizi giyin. Yiyin, için, Allah israf edenleri sevmez." (7: 31). El-İsra suresinde de şöyle buyurulmaktadır: "Bir de akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkım ver. Bununla beraber (malını) büsbütün saçıp-savurma. Çünkü israf yapanlar şeytanların kardeşleri (dostları)dir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür." (17: 26-27). Böylece Kur'an-ı Kerim (fakire) yardımı emrederken, tasarrufa dikkat etmeye ve bu şekilde müsriflik ile cimrilik gibi iki aşırılık arasında orta yolu bulmaya sevkeder. Allah'ın ihsanından dünya hayatını desteklemek ve geçimlerini sürdürmek için verdiklerini israf ederek Allah'a karşı nankör olduklarından, şeytanın kardeşleri olarak adlandırılmaktadır. Kur'an-ı Kerim, halk arasında israf alışkanlığını yayan ve teşvik eden şeyleri, israfı önlemek için haram kılmıştır. Bu, ayette şu şekilde açıklanmaktadır: "iman edip salih amel işleyenler üzerine, bundan böyle sakmdıklan ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ve imanlarında kökleş tikleri, daha sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları taktirde, önceden (haram kılınmadan evvel) tattıkları şeylerde bir günah yoktur." (5: 93). Kur'an-ı Kerim, tüm müslümanlara, israfa yol açan (teşvik eden) şeyleri bırakma konusunda yaptığı çağrı ile, müreffeh olmak isterlerse israf ile refah arasında negatif (ters) bir ilişkinin bulunduğunu göstermiştir. İsraf ve aşırılığa kapılan milletlerin tasarrufları bitince üretim ve yatırımlarının olumsuz yönde bundan etkileneceği ve bunun sonucunda müreffeh hayat-lannm fakirlik ve açlığa dönüşeceği şüphe götürmez bir gerçektir. İddihar (Biriktirmek, Saklamak): Sermaye artışını durduran bir diğer faktör de iddihardir. Çoğu Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerindeki alışkanlık gibi, servet, daha fazla servet üretimi için kullanmak yerine, atıl bırakılır veya toprağın altına gömülürse bu, ticarette, tarımda ve endüstride mevcut kullanılan sermaye miktarını azaltacaktır. Bu durumun aynı şekilde, ekonomik gelişme hızını düşürmesi ve tedrici olarak ülkeyi fakirleştirmesi muhtemeldir. İslam, iddihar alışkanlığını cimrilik gibi yasaklamış ve onu şu şekilde günahın özelliklerinden biri olarak tasvir etmiştir: "Bir de (mal ve para) biriktirip yığan (depo eden) kimseyi" (70:18). Bu ifadeler devamlı iddihar (yığdığı) halde asla tatmin olmayan insanların halet-i ruhiyesini tasvir etmektedir. Bu tür kimseler asla harcanmasın diye hazinelerini gömerler ve mühürlerler. Tevbe suresinde, zenginlik (servet)lerini iddihar edenler ve onu harcamayanlar için bir ikaz bulunmaktadır: "Bir de altını ve gümüşü biriktirerek saklayıp onlan Allah yolunda harcamayan kimseler! İşte bunları azıklı bir azap ile müjdele ." (9: 34). Zenginliği elde etmek (servet sahibi olmak) helaldir, fakat onu topluma zarar verecek miktarda iddihar etmek kesinlikle haramdır. Herkes zenginliğini istifler veya ölü bir yatırıma aktarırsa, o zaman toplumun işleyen bütün sermayesi bloke edilmiş olacak ve herkesin İstifadesi için ticaret ve endüstri kanallarının çalışmasının devam etmesi bakımından hiçbir (veya çok az) şey kalmayacaktır. Diğer bir İfadeyle, ferdi talepler kadar milletlerin refahı, ülkenin endüstriyel ve ticari kaynaklarını geliştirmek ve korumak için belli miktar sermayenin daima bulunmasını gerektirir, iddihar veya başka sebeplerden dolayı zorunlu sermaye arzmdaki bir azalma, ekonomik büyümeyi ve bunun sonucu olarak halkın ferdi refahını olumsuz yönde etkileyecektir. Yine, Hümeze suresinde, aşağıdaki ifadelerde, iddihar cehennem ateşine mahkum edilen insanların bir vasfı olarak tasvir edilmektedir: "Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı adet edinenlere yazıklar olsun. O, malının kendisini ebedi kılacağını mı zanneder?" (104: 1-3). Asr suresinde iyilik ve sabır, insan karakterini teşkil edecek ve dünya ve ahirette başarılı olmasına yol açacak olan temel (prensip)ler durumunda bulunan iki vasıf olarak birleştirilmektedir. "Burada servetin biriktirilmesi ve iftira, sosyal (ve ekonomik) gelişmenin kanı emen ve eninde-sonunda fakirlik ve tehlikeye yol açan iki günah olarak birleştirilmektedir." Kur'an-ı Kerim'de tasvir edildiği gibi, iddiharın zararlı etkileri bakımından Peygamber'in ashabı bu alışkanlığı verimsizlik ve müsriflik olarak hoş karşılamamışlardır. Kays b. Ali Asım anlatıyor: "Bir gün Habbab'a gitmiştik. O, duvar örüyordu. Peygamber şöyle buyurdu: 'Her müslüman servetini sarfettiğî herşeyden dolayı ecrini aldı, yalnız toprağa gömdüğü (ölü yatırım) hariçtir." Barış ve Güven: Sermaye birikimi için ülkede banş ve düzenin bulunması gereklidir. Gerçekten üretim ve özellikle sermaye birikimi barış ve güvene sıkı sıkıya bağlıdır. Eğer ülkede barış ve güven varsa halk, iş ve tasarruf için daha az fırsat elde ettikleri düzensizlik ve güvensizlik zamanından daha fazla çalışacak ve tasarruf edecektir. Kur'an-ı Kerim, halkın daha mutlu bir hayat yaşayabilmesi ve müreffeh olabilmesi için müslümanlara banş ve istikrarı korumayı emretmektedir. Toplumda herhangi bir kötü (şer) unsur yoksa, barışın yayılması ve gelişmesi ve sistemin rahatsız edilmemesi muhtemeldir. Kur'an-ı Kerim şu ifadelerle müslümanlara büyümeyi (artışı) kontrol etmeyi emretmektedir: "Fitneden eser kalmaymcaya ve din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar o müşriklerle savaşın." (2: 193). Burada müslümanlarda, ülkedeki herkes için barış ve adalet uğruna savaşmaları istenilmektedir. Fakat "Onlar zulüm sona erdiğinde ve erkekler bir inancı kabul etmek veya reddetmeye zorlanmadıklarında, kabul ettikleri gerçek bir inancı itiraf edebilmeli ve bundan sonra savaş olmamalıdır. Aşağıdaki ifadeler oldukça açık anlamlıdır. Zulümden vazgeçerlerse müslümanlar derhal onlara karşı savaşı durdurmalı ve saldırganlar hariç hiç kimseye karşı savaş hali sürdürülmemelidir." Hacc suresinin 40. ayeti ile yapılacak bir karşılaştırma, bu açıklamanın doğru olduğunu gösterecektir. Bu ayette yer alan ifadeler İslam savaşlarının gayesini açık olarak ortaya koymaktadır: "Eğer Allah, insanların bir kısmını (müşrikleri) bir kısmı ile (müminlerle) defetmeseydi, içlerinde Allah'ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler elbette yıkılırdı" (22: 40). Bu açıkça göstermektedir ki, müslümanlar sadece mescidlerin ve kendi iktisadî ve sosyal sistemlerinin savunmasında değil, aynı zamanda kiliseler, havralar ve temsil ettikleri ekonomik ve sosyal sistemler için de savaşmıştır. Aynı amaç sözkonusu âyette inançlara baskı yapılamayacağını ve herkesin istediği İnanca sahip olmada hürriyeti beyan edilmektedir. Bu âyet dinî, sosyal ve ekonomik hürriyetin geniş prensiplerini ortaya koymaktadır. "Saldırganlara karşı hâriç" ifadesi, düşmanlığın yalnız zâlimlere karşı zulümden vazgeçmeleri için devam ettirilebileceğini, bu hâllerinden vazgeçtiklerinde onlara karşı, düşmanlıkların durdurulması gerektiğini ifade etmektedir. Aynı prensip Peygamber tarafından veda haccında şu şekilde ifade edilmişti: "Sözümü iyi dinleyiniz! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bîr ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur." (Buharı ve Müslim). Bu ifadelerde Peygamber, hiç kimsenin ferdi hakları ihlal etmemesi ve diğer insanların mülkünü gasbetmemesi veya hayatını tehlikeye sokmaması veya namusuna zarar vermemesi için ülkedeki güven ve barışı korumanın kollektif olduğu kadar bireysel olarak her müslümanın görevi olduğunu açıkça belirtmektedir. (2: 188,4: 5, 5: 32, 6: 152, 25: 68). |