๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:45:40



Konu Başlığı: İbadet Ve Kurumlarda Eşit Hak
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:45:40
BÜTÜN İBADET VE KURUMLARDA HERKESE EŞİT HAKLAR TANINMASI

İslâm'ın doğuşunda varolan bütün dinî düzen­ler, ibadetleri ve ayinleri belirli sınıflara tah­sis etmişti. Bu sınıflar dinî kabul edilen hu­suslarda tam bir tekele sahiptiler. Halk, bun­ların insafına kalmıştı. Hindistan'da dinî sis­tem Vedalar'ın bilgisini bütünüyle kontrolle­rinde tutan Brahmanlann elindeydi. Bunlar belirli sınıflan Hindu dininin bilgisinden ve Vedalar'ı okumaktan dahi tamamen men et­mişlerdi. Brahmanlar olmaksızın hiçbir dinî uygulama veya ayin yapılamazdı. Zerdüşt di­ninde de Brahmanlar gibi özel bir smıf bütün imtiyazlara sahipti ve başka hiç bir sınıf dinî törenler üzerindeki bu tekeli onlarla paylaşa­mazdı. Aynı şekilde Yahudilik'te Beni Levi ve Beni Harun, diğer sınıfların faydalanamadıkları dinî ayrıcalıkların sahipleriydiler. On­lar bütün ibadetleri ellerinde tutarken, dinî tö­renleri bunlardan başka hiç kimse yönetemez­di. Eski Ahit (Tevrat)'te şu cümleleri görebili­riz: "Levililer diğer kabilelerle denk tutula­mazlar, çünkü Rab Musa'ya şöyle demişti: 'Askerlik hizmetine uygun insanlan seçerken Levilileri bunlara dahil etme. Fakat şehadet meskeni üzerine ve onun bütün takımlan üze­rine ve ona ait olan her şey üzerine sen Levi­lileri koy; meskeni ve onun bütün takımlarını onlar taşıyacaklar; ve ona hizmet edecekler, ve meskenin etrafına konacaklar. Ve meske­nin göçü olacağı zaman Levililer onu indire­cekler; ve mesken konulacağı zaman Levililer onu kuracaklar; ve yaklaşan yabancı öldürü­lecektir. Ve İsrail oğulları, her biri kendi ko­nak yerinde, ve ordularına göre herkes kendi bayrağı yanında konacaklar. Fakat israil oğul­larının cemaati üzerine gazap olmasın diye, Levililer şehadet meskeni etrafına konacak­lar; ve şehadet meskeninin bekçiliğini Levili­ler tutacaklar." (Sayılar, 1: 47-53).

Aynı kitabın üçüncü bölümünde şunları oku­ruz: "Ve Rab Musa'ya söyleyip dedi: 'Levi kabilesini yaklaştır ve kâhin Harun'un önün­de, ona hizmet etsinler diye durdur. Ve mes­kenin hizmetini yapmak üzre toplanma çadı-nnın önünde, Harun'un bekçiliğini ve bütün cemaatin bekçiliğini tutacaklar. Ve meskenin hizmetini yapmak için toplanma çadırının bü­tün takımlarını, ve İsrail oğullarının bekçiliği­ni tutacaklar. Ve Levilileri Harun'a ve oğulla-nna vereceksin; onlar İsrail oğullan arasından ona tamamen verilmiştir. Ve Harun ile oğul­larını tayin edeceksin, ve kâhinliklerini tuta­caklar; ve yaklaşan yabancı öldürülecektir." (Sayılar, 3*5-10).

Hıristiyanlık üzerindeki tekelci kontrol, delil gerektirmeyecek derecede açık ve herkesçe bilinen bir husustur. Dinî düzen, onun ayin ve törenleri tamamıyla Roma Katolik kilisesin­deki Papa'nm ve diğer kiliselerdeki papazlann elindedir. Onların haricinde kimse, bir ço­cuğu vaftiz edemez ya da ölen biri için son cenaze törenini yapamaz. İslâm'da ise ruhban­lık, dinî tören ve ibadetler üzerinde tekelcilik yoktur. Gerekli bilgiye sahip herhangi bir müslüman, namazda cemaate imam olabilir, iki kişiyi birbiriyle evlendirebilir, yeni doğ­muş bebeğin kulağına ezan okuyabilir ve for­maliteler olmaksızın cenaze namazını kıldırabilir. O, evrensel bir dindir ve herkese kapıla­rı açıktır. Her kim bu dine girerse, o, inançta ve İslâm'ın kabul ettiği haklardan yararlanma­da diğer kardeşleriyle eşittir. Diğer müslü-manlar gibi o da, hakkında gerekli bilgiyi edindiği her dinî vazifeyi yerine getirebilir. Bunun gibi İslâm itikadının bilgisi, her kadın ve erkek bütün müslümanlann ortak mirası­dır. Allah'ın emir ve yasaklarını öğrenmek için her müslümanın Kur'ân'ı öğrenmesi ve O'nun üzerinde çalışması gerekir. Zira, Hesap gününde hiç kimse Allah'ın yolundan haber­siz olduğunu mazeret olarak ileri süremeye­cektir.

Buna karşılık, kölelikten gelip müslümanlarca çok iyi tanınmış ve ilimde öncü olmuş bir çok din âlimini bulabiliriz. Rasûlullah'in ashabından sonra dahi, ilim alanında kendileri köle olan ve köle ailelere mensup büyük isimleri görebiliriz. Atâ b. Ebî Rebâh Mek­ke'de, Hasan Basrî Basra'da, İbrahim Nehâ'i Kûfe'de, Mekhûl Suriye'de ve Atâ-i Horasanı Horasan'da ilim ve irfan odaklarıydılar. Kelâm ve diğer İslâmî ilimlerde büyük isim yapmış bulunan bunlar ve diğer yüzlercesi ya köleydiler ya da köle ailelere mensuptular. Onların bu durumları bilgi edinmelerini, İslâm'da önderlik konumunu elde etmelerini, itibar kazanmalarını engellemedi.

Herkes vasıflarına ve kabiliyetlerine uygun bir vazifeyle görevlendirilmiştir. Mekke'nin fethinde Kabe putlardan ve heykellerden te­mizlendiği zaman Rasûlullah ömrünün bü­yük bir bölümünü köle olarak geçirmiş Bilâl'den Kabe'nin damına çıkıp ezan okuma­sını istemişti. Bu hareket, Kureyş ve diğerleri için, bütün insanların eşit olduğu ve araların­da hiçbir fark bulunmadığım gösteren bir ders oldu. Bu ders, nesep ve aileleri ile övünen, di­ğer insanları özellikle köleleri ve hizmetçileri hor ve hakir gören Mekke'nin ileri gelenleri önünde gerçek bir uygulama idi. Rasûlullah bu görevi Bilâl'e vermekle, hassaten Ku-reyş'e, genelde bütün insanlığa şunu gösterdi: Allah katında bütün insanlar eşittir, İslâm'da nesep gururunu besleyen ve destekleyen bu şekildeki tüm cahilî düşünceleri kafalarından söküp atmalıdırlar.

Rasûlullah, azatlı kölesi Zeyd b. Hârise'yi, Bizans ve onun. müttefiki Şurahbîl Gassani'ye karşı savaşmak üzere teşkil edilen 3000 kişi­lik ilk büyük kuvvete komutan olarak tayin etti. Daha sonra, genç bir insan olan Zeyd'in oğlu Üsâme'yi, Arap yarımadasından o zama­na kadar çıkan en büyük ordunun başına ge­çirdi. Sahabilerin en tanınmışları ve önde ge­lenleri, Rasûlullah 'in vefatından sonra hali­felik yapmış olanları, Rasûlullah Üsâme b. Zeyd'in komutası altına vermişti. Bunların arasında Ebu Bekir, Ömer, Ali ve Abbas gibi zâtlar da vardı. Mekke'nin fethinden sonra İslâm'a girmiş ve aile gururlarını tamamıyla atamamış olan kimi Kureyş ileri gelenleri kendilerini hakarete uğramış ve aşağılanmış hissettiler. Onların itirazları Rasûlullah'a iletildiğinde, O, geldi ve onlara şöyle hitap et­ti: "Neler duyuyorum? Allah'a andolsun ki, sizler (önceki Mute savaşı vesilesiyle) onun babasının önderliğine de itiraz etmiştiniz. Şimdi aynı (cahiliyye ve gurur) ateşi içinizde yanıyor. Halbuki onun babası o işe nasıl lâyık ve benim için değerli idiyse, oğlu da aynı şe­kilde buna lâyık ve benim için değerlidir!" (Buhari ve Müslim).

İslâm'da dinî liderlik ile askerî komutanlık arasında böyle bir ayırım olmadığını burada zikredebiliriz. İslâm düşüncesinde önderlikler birbirinden ayrılmaz. İlke olarak, namazda imamlık yapan kişi savaşta da komutan olabilir. Fakat tatbikatta, en yüksek etkiyi elde et­mek için dinî liderlikle, askerî seferlerin başına istişare ile farklı kişiler tayin edilebilir. Ancak bu tavır, İslâm'ın eşitlik ve evrensellik ilkelerini olumsuz yönde etkilemez, bu ilkele­rin varlığı konusunda şüphe uyandırmaz. Kur'ân bu ilkeyi şu sözlerle sarih bir biçimde açıklar: "Ey İman edenler! Allah'a İtaat edin, Rasûl'e ve sizden olan emir sahibine itaat edin..." (4: 59).

Bu âyet, İslâm'ın bütün dinî, kültürel ve siyasî sisteminin temelini teşkil ettiği gibi, sistemin kurulması için de, ilk ve en önemli düsturdur. İslâm sisteminde tek gerçek otorite olan Al­lah'a İtaat edilmelidir. Bir müslüman her şey­den önce Allah'ın kuludur; diğer bütün özel­likleri, bu vasfından sonra gelir. Bu sebeple bir fert veya toplum olarak bütün müslüman-lar, öncelikle Allah'a bağlıdırlar ve bütün di­ğer bağlar bu bağa boyun eğmek zorundadır. Çünkü bütün insanlar Allah'a verdikleri söz(ahd)e sâdık kalmak zorundadırlar. Bir başkasına bağlılık ve itaat, ancak Allah'a itaa­ti engellemeyecekse kabul edilir. Bu aslî bağ­lılık ve ahde aykırı olan bütün öteki bağlılık ve ahitler geçersizdir. Rasûlullah bunu bir hadîsinde şöyle açıklamıştır: "Yaratıcıya is­yan (itaatsizlik) olan yerde, yaratıklardan hiç birine itaat edilmez."

İslâm'ın ikinci önemli prensibi Rasûlullah'a bağlılık ve itaattir ki, bu itaat peygamber­lik kurumunun bir gereği değil, bilâkis Al­lah'a itaat etmenin tek çıkar yoludur. Allah'ın Rasûlü'ne itaat edilmelidir. Çünkü O, Al­lah'tan gelen emir ve direktiflerin elde edilebi­leceği tek kaynaktır. O halde, biz, ancak O'nun Rasûlü'ne itaat ederek Allah'a itaat edebiliriz. Çünkü itaatin başka bir yolu yoktur. Bunun aksine Rasûl ile aradaki bağı koparmak, O'nu gönderen Hakîm'e başkaldırmak demektir. Nisa sûresinde yer alan âyette bu husus şöyle açıklanır: "Kimi Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur, kim de yüz çevirirse (isyan ederse) biz seni onların üzerine bekçi gönder­medik" (4: 80). Bu birinci ve ikinci bağlılık­tan sonra bunlardan daha aşağı derecede yer alan bir bağlılık daha vardır. Bu, müslüman-

ların kendi aralarından seçip yetki verdikleri kimselere bağlılıktır. Uîû'l-emr (kendilerine yetki verilenler) kelimesi çok geniş kapsamlı­dır. Müslümanların herhangi bir işinin başın­da olan herkesi kapsar. Kısacası, müslüman-lar arasından seçilip kendilerine yetki verilen herkese itaat edilmelidir. Onlar (a) Müslü­manlardan oldukları, (b) Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ettikleri sürece, onlara karşı gelip, müslümanların toplum hayatındaki barışı bozmak doğru değildir. Bu iki şart onlara itaat edilme­sinin ön şartını oluşturur. Bunlar hem âyette açıkça ortaya konmuş, hem de Rasûlullah tarafından açıklanmıştır. (The Meaning ofthe Qur'an,c\ sh. 132-133).

Rasûlullah müslümanlara, yöneticilerine itaat etmelerini çok sarih bir biçimde şu sözlerle emreder: "Kulağı kesik sakat bir köle bi­le sizin üzerinize âmir olsa Allah'ın Kitâbı'na uygun yönettikçe, onu dinleyin ve itaat edin." (Müslim). "Size yönetici olan kimse başı üzüm tanesi gibi (siyahî) Habeşli. bir köle da­hi olsa, dinleyin ve itaat edin." (Buhari) ve "Emrettiği şey günah olmadığı sürece, bir müslümanın kendilerine yetki verilen yöneti­cilerin emirlerine, hoşlansın veya hoşlanma­sın, itaat etmesi gerekir. Günah ve kötülük ile emrolunduğunda ne dinlemek ne de itaat et­mek söz konusudur." (Buhari ve Müslim)

Rasûlullah şu kesin sözlerle,, yöneticilere karşı yapılan itatsizliğe dikkatleri çeker: "îtaati reddeden kimse Kıyamet günü herhangi bir özrü kabul edilmeksizin Allah'ın huzuruna çıkarılır. Biat etmeksizin ölen kimse cahiliye ölümüyle Ölür." (Müslim). Yine: "Bana itaat eden Allah'a itaat etmiş, itaatsizlik eden de Allah'a itaatsizlik etmiş olur. Emir sahiplerine itaat eden bana itaat etmiş, ona itaat etmeyen bana itaat etmemiş olur." (Buhari ve Müs­lim).

Bu hususlar hiç şüphe bırakmayacak ölçüde şunları ispatlar: İslâm'da bütün ibadet ve tö­renler, mükellefiyetler insanların statü ve mesleklerine bakılmaksızın herkes içindir; Kur'ân ve Sünnet ışığında, müdahaleyi gerek­tiren şartlar vukubulmadıkça insanlar yöneti­cilerine itaat etmek zorundadırlar. Yalnızca belirli sınıf veya zümreye tahsis edilmiş hususî ibadetler, vazifeler ve kurumlar yok­tur. Her bir ibadet ve mükellefiyet herkese aittir; sosyal ve ekonomik konumu çok düşük olsa bile bir kişi vazife için lüzumlu vasıflara sahip olduğu takdirde o vazifeye tayin edile­bilir.

İslâm'ın evrenselliği bu hususta bütün eşitsiz­likleri gidermiş, düzeninin kapsamını, bütün müslümanlan ibadet ve mükellefiyetlere uy­gun hale getirecek şekilde genişletmiştir. Böylece dinle ilgili bütün alanlarda, önderlik, Şeref ve itibar kazanmayı, renk, ırk, dil ve so­ya bakılmaksızın bütün ulus, ülke ve müslümanlar için mümkün kılmıştır.

Habeşli köle Bilâl, Rasûlullah'a o kadar muhabbet besliyordu ki, O'nun vefatından sonra Medine'de duramadı. Şam'a yerleşti. Bir seferinde Medine'ye geldiğinde İkinci ha­life Ömer, onu "yâ şeyhim, yâ şeyhim!" diye­rek karşılamıştı. Ondan ezanı okumasını rica etmiş, bu çağrıyı duyan tüm Medine halkı he­yecan ve coşku içerisinde onu görmek için Mescid-i Nebevî'ye hücum etmişti. Yine bir gün, Bilâl ve Ebû Süfyân, halife Ömer'i gör­meye giderler. Hizmetçi içeri girip, Kureyş'in eşrafından olan Ebû Süfyân'ın adını önce zik­rederek, "Ebû Süfyân ile Bilal geldi!" şeklin­de takdimini yapar. Ömer izin vermez ve kı­zar, hizmetçiden sözünü "Bilâl ile Ebû Süfyân geldi!" şeklinde söylemesini ister. O da önce Bilâl'in ismini söyler. Hz. Ömer Ölümcül bir şekilde yaralandığında, halifelik­le ilgili olarak devamlı, daha önce ölen azadlı kölesi Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe'yi hatırlar ve şöyle dermiş: "Yazık! Eğer yaşasaydı, bu me­suliyeti ona bırakır, ben de bu dünyadan hu­zur içinde ayrılırdım." (Usdü'l-öâbe, c. II). Rasûlullah , ashabından birkaç kişiyi insan­lara Kur'ân okumayı (Kıraatü'l-Kur'ân) öğ­retmekle görevlendirmişti. Onlardan birisi de yukarıda adı geçen Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe idi. (Buhari ve Müslim).