๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 09 Haziran 2012, 08:55:35



Konu Başlığı: Hürriyet
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 09 Haziran 2012, 08:55:35
4- Hürriyet

Rasulullah 'ın insanlığa kazandırdığı ö-nemli bir anlayış da,hürriyettir.Kavmiyyeti-ne, rengine, sosyal durumuna bakılmaksızın, her ferde tam bir ifade ve düşünce serbestli­ği verilmiştir. İnsan hürriyetine konan bütün kısıtlamalar ve engeller ortadan kaldırılmış, bunlara sebep olan bütün kurumlar yerle bir edilmiştir. İnsan, kula kulluk etmekten, ken­di nefsinin tahakkümünden, sosyal ve poli­tik yasaklardan, tabulardan kurtulmuş, Al-lah'tn kanunu dahilinde mutlak bir hürriye­te kavuşmuştur. Rasulullah bütün insan­ların eşit ve siyah-beyaz, zengin-fakir, işadamı-işçi, yönetici-halk ayırdedilmeksizin herkesin aynı şekilde hür olduğunu açıkla­mıştır. Sınıf, ırk, servet, sosyal ve politik sta­tü farklarına dayanan bütün imtiyazları kal­dırmış, insanı köle kılan zinzirleri parçala­mıştır. Fakat Rasulullah bu yüce kanunu getirinceye kadar bâtıl ve zalim beşer sistem­leri yürürlükteydi. Doğu'da ve Batı'da, in­sanlık uzun süre bu durumun ızdırabını çek­mek zorunda kalmıştı: "Kitlelerin hâli an­latılamayacak kadar sefil durumdaydı. Hiç­bir sivil ve politik hakları yoktu. Bütün hak­lar ve imtiyazlar, rahiplerin, zenginlerin ve güçlülerin ellerindeydi. Kanunlar, güçlü ve zayıf için veya zengin ve fakir için aynı şe­kilde uygulanmıyordu. İran'daki Sasani İmparatorluğu'nda tüm güç ve nüfuz din adamları, toprak sahipleri ve Dehkan'ların elindeydi ve ülkenin bütün zenginliklerinden bunlar istifade etmekteydiler. Köylüler ve fa­kir sınıflar zulmün altında ezilmektelerdi. Bi­zans İmparatorluğu'nda da, papazlar, yük­sek sınıflar, Sezar'ın yardımcıları olan sayı­sız kişiler, konsül üyeleri, gücün, zenginliğin, nüfuzun mutlu sahipleriydiler. Halk ise se­falet içinde inim inim inliyordu."

"Köylünün kaderi ya sörf ya da aşağı sınıf­lardan birisi olmaktı. Her iki halde de aile­leri ve eşyalarıyla birlikte, onlara karşı dilediği gibi davranmakta serbest olan, toprak sahibine aittiler. Sahiplerinin izni olmadan ondan ayrılamazlardı; şayet kaçmaya kalkı­şırlarsa, hayvanlar gibi muamele görürlerdi. Boyundaki bir demir tasma, evde uşak veya köle olmanın nişanesiydi. Köleler bir yerden bir yere, birbirlerine bağlı, elleri kelepçeli, ayakları zincirli ve aynı zincir dizilmiş bir şe­kilde, sürüklenerek götürülürler, domuzlara verilenden beslenirler, domuzlardan daha kö­tü yerlerde barındırırlardı. İnsan kıhğında-ki tüccar, ata biner ve yorulan köleleri hız­landırmak için elinde ucu düğümlü bir kamçı taşırdı."

Sözde hür olan halkın diğer kısmı daha iça-çıcı bir durumda değildi.

"Topraklarım birine satmak isteseler veya bir şey almak isteseler, bölgenin efendisine de bir pay vermek zorundaydılar. Ağır bir vazifeyi yerine getirmeden hiçbir nesneye malik ola­mazlardı. Tahıllarını öğütüp, ekmek yapar­ken de onun payını ayırmak zorundaydılar. Kilise onda birini, Kıral yirmide birini, hâ­kimler de kendi paylarını tesbit etmeden, ekinlerini harman edemezlerdi. Efendileri evi terketmeden evden çıkamazlar, onun Önün­de el-pençe divan dururlardı... Sözde hür olan, halktan birinin kızı evleneceği vakit ön­ce ahlâksız bir zalime kendini teslim etmek zorundaydı. Halk böylesine bir sefalet için­deydi!" (The Spirit of islam).

Rasulullah, insanlığa hak yolu da, bâtıl yolu da göstermiş, her ikisinin de neticesi­nin nereye varacağını açıklayarak hiçbir zor­lama ve baskı olmaksızın herkesin kendi yo­lunu seçmesini serbest bırakmıştır. Her fert kendi gideceği yola karar vermekte ve prob­lemlerini açıkça tartışmakta tamamen hür bı­rakılmış, bu hususta hiçbir kısıtlama getiril­memiştir. Neye karar vermişlerse, iyi veya kö­tü, hareketlerinin neticesine katlanacaklar­dır. Bu öğreti sosyal durumuna veya mesle­ğine bakılmaksızın bütün insanları eşit kıl­mış (19: 13), (4: 11), onlara tam bir düşünce, ifade, kanaat hürriyeti vermiştir (2: 256).

Hayır ve şer yollar önüne açıkça serilen in­sana bunlardan birini seçme hürriyeti veril­miştir. Sonuçta iyilikler mükâfat, kötülük­ler ceza görecektir. Her insana seçme irade­si ve kabiliyeti verilmiştir: "Herkes kazancı­na bağlı bir rehindir" (74: 38). İnsana açık­ça, "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği ka­dar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kö­tülük de aleyhinedir:' (2: 286) diye buyrul-muştur. İnsan işlediği amellerden hesaba çe­kilecek, gerçekten yapmaya gücü yetmediği şeylerden sorumlu tutulmayacaktır. Kaçın­maya gücü yetmediği şeylerden dolayı da ce­za görmeyecektir. Fakat şu husus açıkça an­laşılmalı ki, neyin yapılıp, neyin de yapılma­ması gerektiği hükmünü koymak insana de­ğil, Allah'a aittir.

Yukarıdaki ayetin içerdiği ikinci esas "ceza­ların da, mükâfatların da her ferdin kendi­sinin göreceğidir. Ölümünden sonra da kö­tülüğe sebep olmaya devam eden kişi de so­nuna kadar o işin günahından sorumlu ola­caktır. Fakat iyi ve kötü, bütün sonuçlar ki­şinin kendi amellerinin hâsılı olacaktır. Kı­sacası, bir insan yalnız kendi iradesiyle yap­tığı işlere göre ceza veya mükâfat görecektir. İlâhî Kanun'da bir kişinin hesabının başka birine yüklenmesi mümkün değildir." (The Meaning of the Qur'an, Cilt I, s. 209-210).

Bu hususta, insanoğlu açıkça ikaz edilmek­tedir: "De ki: 'Ey insanlar! Rabbinizden si­ze gerçek gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendisi için girmiş ve sapıtan da kendi zara­rına olarak sapılmıştır: " (10: 108). Zilzal Su-resi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Kim zer­re kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kirn de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür." (99: 7-8). Allah herkesin amelinin karşılığı­nı verecektir, çünkü hiçbir şey ondan gizli değildir:"(Ey Muhammed)Ne iş yaparsan yap ve sizler ona dair Kur'an'dan ne okursanız okuyun, ne yaparsanız yapın, yaptıklarını­za daldığınız anda, mutlaka Biz sizi görürüz. Yerde ve gökte hiçbir zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü veya daha bü­yüğü şüphesiz apaçık bir Kitap'tadır." (10:61).

Kişinin yaptıklarından mesul tutulması, dü­şünce ve hareketinde hür olma hakkının bir teminatıdır. Çünkü hürriyet olmadan mesu­liyet hesaba çekilme fikri anlamsız olurdu. Seçme hürriyeti olmaksızın bir fert nasıl olur da, yaptıklarından veya yapmadıklarından mesul tutulabilir? Bu yüzden İslâm, renk, inanç, sınıf ayırımı gözetmeksizin, bütün müslümanların ve diğer dinlere tâbi insan­ların düşünce ve hareket hürriyetini teminat altına almıştır: "Dinde zorlama yoktur; ar­tık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır." (2: 256). Bu ayet, hiçbir şüpheye yer vermeyecek şe­kilde, insanlara hiçbir şeyin zorla kabul etti­rilemeyeceği hususunun, İslâm'ın temel ku­ralı olduğunu ortaya koymaktadır. Hatta İs­lâm'a girmeye ve onun yolunda gitmeye bile kimsenin zorlanamayacağı belirtilmektedir. Aydınlık ve karanlık mutlak olarak herkese açıklandıktan ve hiçbir şüphe bırakılmadık­tan sonra artık kişi ya bilerek, anlayarak, şu­urla aydınlığı kabul eder veya reddederek ka­ranlığın, cehaletin ve şerrin yolundan gider ve bu hareketinin neticesine de katlanır.

İslâmî bir devlette, hürriyet hakkı bütün te-baya, bütün işlerinde, eşit olarak verilir. Ki­şi kasıtlı olarak, bile bile, Allah'ın Kanunu­nu çiğnemedikçe hürriyet hakkı kutsal ka­bul edilir. Bu hürriyet anlayışı, Allah tara­fından verilmiş ve şu esaslar üzerine kurul­muştur. Önce, insan kendi iradesi ile Allah'a yönelir; çünkü yalnız O'na karşı~hesap vere­cektir. O'na karşı mesuldür. İkincisi, Yaratı­cısı kişiye seçme hürriyeti vermiştir ve kişi is­tediği şekilde davranır. Üçüncüsü, bu dav­ranış serbestliğinin bir sonucu olarak her in­san, iyi veya kötü, yaptıklarının karşılığını bizzat kendisi görecektir. Dördüncüsü, hak ve bâtıl, hayır ve şer apaçık gösterilmiştir, ar­tık bunlardan birini takip etmek insana kal­mıştır. (The Meaning of the Qur'an, Cilt I, s. 209-210). "Hürriyet insanın, tabiî bir hak­kı, ruhsal bir imtiyaz, her şeyin üstünde di­nî bir görevdir." O olmadan insan ne ruh yü­celiğine, ne de ahlâk olgunluğuna erişebilir.

Tam bir iman ve hareketlerinde ihlas sahibi de olamaz. Onsuz, iç dünyası kararır, hare­ketleri donuklaşır, verimli olamaz. Baskı ve zorlama ile yapılan ibadetler içten ve candan olmayacaktır. Bu yüzden, "İslâm'daki hür­riyet anlayışında dinî zorlamalara, sınıf ça­tışmalarına, ırk ayrımına yer yoktur. Kişinin hürriyet hakkı, hayat hakkı kadar kutsaldır. Hürriyet hayatla eşdeğerdir." (islam in Focus, s. 34).

Mesuliyetin yamsıra, hürriyet hakkında, İs­lâm düşüncesi ile yakından ilintili bir husus daha vardır. O da, kişiliğin arınması ve nef­sin olgunlaştırılmasıdır. Kişi hakkım istedi­ği şekilde kullanabilir,Alİah'ınkanununubile çiğneyebilir (tabiatına aykırı olmasına rağ­men), fakat böyle yaparak ancak kendi nef­sinin arınmasını ve olgunlaşmasını engelle­miş olur. Diğer bir deyişle, Allah'ın Kanu-nu'na uymamakla kendi kendine zarar ver­miş olur. 'Hürriyet nimetinin sahibi' olan in­sanoğlunun, kendisine verilen bu nimeti kö­tüye kullanabilmesi de ihtimal dahilindedir. Ancak, İlâhî Kanun'a teslim olup, Rabbinin emirlerini harfiyyen yerine getirmek de in­sanın elindedir. "Hürriyet" insanın bu iki ya da daha çok yoldan birisini seçebilme kapa­sitesine sahip olmak demektir. Temiz bir ha­yat sürdürebilmek için ilk mesele, neyin hak ve doğru olduğunu ve takip edilmesi gerek­tiğinin farkına varmak, sonra da doğru ola­rak bilinen amellerin uygulanabilmesi için gerekli irade gücüne sahip olmaktır... Hak­kın sesine kulak verebilmek için ise, neyin doğru olduğunu- bilmek, ona gönülden bağ­lanmak, haksızlıktan ve kötü yollardan yüz çevirmek gerekir ki, böylece arzulanan en yüksek makama ulaşılabilir. (A. K. Brohi, is­lam in the Modern World,   s. 24-26).

Şayet insana hareket serbestliği verilmez ise, kişiliğinin arınması, nefsinin olgunlaşması mümkün olmaz. Ancak hürriyet ortamında kişilik ve nefs arındırılabilir. Nefsin arındı­rılması, imanın önemli hususlarından birisi olduğundan dolayı, İslâm, bunun elde edil­mesi için, düşünce ve davranış serbestliğini tam olarak sağlamıştır: "Kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." (91: 9-10). Â'Iâ Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "Arın­mış olan saadete erişecektir." (87: İ4). Mu­hakkak ki bir kişinin ebedî saadeti kazan­ması, nefsini gereğince terbiye etmiş olma­sına, günahlardan ve kötülüklerden sakınma­sına bağlıdır. Rasulullah @'ın önemli gaye-ıerinden ve vazifelerinden birisi de, insanın nefsini terbiye edip, olgunlaştırması hususu olmuştur: "Andolsun ki Allah, inananlara, ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Ki­tap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuş­tur." (3: 164). Ayetin aslındaki "tezkiye" ke­limesinin manası, önce zihnin ve bedenin saflaştırılması, kişinin bütün günah ve kö­tülüklerden kaçınması, diğer bir deyişle tam bir ahlâkî saflığa, doğruluğa, dürüstlüğe sa­hip olması, ikinci olarak da nefsini terbiye etmesi ve olgunlaştirmasıdır. Böylece tezki­ye kelimesinin iki esas mânası ortaya çık­maktadır; birisi, "temizleme ve saflaştırma" diğeri ise "terbiye ve olgunlaştırma"dir. Bu iki husus birbirini tamamlar ve birbirlerin­den ayrılmazlar. Aslında birinci husus son­rakinin yol göstericisidir ve onsuz ikincinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu yüzden Rasulullah , insanların ruhlarını günahlar­dan ve arınmasını engelleyen benzer şeyler­den kurtarıp saflaştırmıştır. Tezkiye usulün­den sonra kişinin, nefsim terbiye edip, olgun­laştırması kolaylaşır, çünkü yoldaki bütün engeller ortadan kalkmıştır artık. Bu temiz­lenme safhasından sonra, müsbet ve sağlık­lı gelişmesi için kişiliğin müsait bir ortama ve doğru harekete teşvik edilmeye ihtiyacı vardır; bunlar mümkün olmazsa, istenen ne­tice hiçbir zaman alınamaz. Tabiî mükem­melliğine kavuşması için öncelikle bütün kı­sıtlamalardan uzak bir hürriyet gereklidir. Nereden gelirse gelsin, baskının ve zorlama-' nın her çeşidi, kişiliğin tabiî olgunlaşması ve arınmasına kavuşmasını engeller. Allah'ın, Peygamber 'a insanları İslâm'a girmeleri için zorlamamasını, bunun faydasının olma­yacağını buyurması, bu yüzdendir: "Arın­mak İstememesinden sana ne?" (80: 7). Gay Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: (Ey Muhammed)Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen onlara zor kulla­nacak değilsin." (88: 21-22). Rasulullah  in­sanlara, kendi yararlan için hayatın iyilikle­rini Öğretmiştir, Kendi yoluna girmelerine zorlamak için gönderilmemiştir. Allah'ın emri herkese aynı şekildedir ve açıktır. Kişi­nin kendini terbiye etmesi, nefsini arındırma­sı, kendi hür iradesi ile mümkündür. Büyük­lük taslayanlar bundan yüz çevirirlerse, kay­beden yalnız kendileri olacaktır. Sonuçta bu dünyada da, ahirette de saadetten mahrum kalacaklardır. Bunun suçlusu da kendileri­dir, insanlara doğruyu göstermekten başka vazifesi olmayan Rasulü suçlamaya haklan yoktur. O, kimseyi zorlayamaz, çünkü böy­le varılacak bir sonuç yararsız ve anlamsız­dır. "Dikkat et; bu Kur'an bir öğüttür. Di­leyen onu öğüt kabul eder." (80: 11-12).

Müsait serbestlik ortamı sağlansa bile, kişi doğru amellerde bulunmaksızın ruhunu arıt­ması, nefsini terbiye etmesi, mümkün değil­dir. Rasulullah 'a indirildiği şekliyle Hakk'ı takip etmedikten sonra, gerçek he­defini bulamaz. Bu yüzden, İlâhî Davet'in insanlara iletilmesi ve neyin eğri, neyin doğ­ru olduğunu tanımalarının sağlanması, ta­bii kendi istekleriyle, mutlaka gereklidir. Bundan sonra inanmak veya reddetmek on­lara kalmıştır. Allah, Musa'a, Firavun'a giderek onu hakka davet etmesini buyurmuş­tur. "Ona de ki: 'Arınmaya niyetin var mı?' " (79: 18). Fakat Firavun çağrıya uy-mayıp öğüdü tutmadı ve kendi mahvına se­bep oldu. Netice ne olursa olsun, bütün in­sanlara sonunda reddetseler de, iman daveti yapılmış ve seçmekte tamamen serbest bıra­kılmışlardır. Düşünüp karar vermeleri için onlara mühlet verilmiş ve daveti kabul eder­lerse kazançlı çıkacakları, reddederlerse kay­bedenlerden olacakları haber verilmiştir: "Kim arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur; dönüş ancak Allah'adır:1 (35: 18). Ta­biî ki, kendi istekleriyle daveti kabul eden­ler ebedî saadete kavuşacaklardır: "Arınmış olan saadete erişecektir." (87: 14). "İşte onlara, en üstün dereceler, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları Adn Cennet­leri vardır. Bu, arınanların mükâfatıdır!' (20: 76).

İmanın diğer bir yönü de, takva (Allah kor­kusu) sahibi olmaktır. Bunun için de serbest­lik gereklidir. Kişinin insanlarla olan ilişki­lerindeki davranışları ve ahlâkî durumu, tak­vasını gösterir. İnsanın ahlâkUutumu ve dav­ranışları, ruhunu arıtması ve hüküm günü kurtulması için çok önemlidir. "Allah, ken­disine karşı gelmekten sakınan kimseye kur­tuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir." (65: 2-3). Yunus Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Onlar Allah'a İnanmış ve O'na karşı gelmekten sakınmışlardır. Dün­ya hayatında da, ahirette de müjde onlara­dır." (10: 63-64). Hucurat Suresi'nde ise şu ayeti görmekteyiz: "Allah katında en değer­liniz, O'na karşı gelmekten en çok sakına-nızdırT (49: 13). Bu ayetler göstermektedir ki, ebedî saadeti kazanmak için takva sahi­bi olmak şarttır. Bu da ancak kişinin diledi­ği şekilde davranabileceği bir serbestlik or­tamında mümkündür. Hareket ve düşünce hürriyetinin inkâr edilmesi, aslında, takva­nın inkâr edilmesi demektir; çünkü tam şer­betlik olmadan, kişinin ahlâkî olgunluğa ve­ya sosyal davranışlarda mükemmelliğe ulaş­ması hiçbir surette mümkün değildir. Ve eğer bir kişi takvanın bu iki yönüne sahip olamaz­sa, ruhen ve ahlaken yükselemez. İslâm, bu yüzden, kişiyi serbest kılarak, ona sahip ol­duğu kabiliyeti, gücü, kullanıp, sağlıklı bir ahlâkî yapıya ve uyumlu, sevilen bir sosyal tutuma sahip olmasını sağlamıştır.

İslâm'da imanın çok gerekli bir parçası olup, hürriyet olmadan yerine getirilmesi imkân­sız olan bir diğer husus da (Emri bi'l MaL ruf ve nehyi ani'l münker) 'doğruluğu em­redip, fenalıktan sakındırmak'tır. Hep bir­likte veya tek tek, Allah'ın Daveti'ni yaymak ve doğruluğu emredip, fenalıktan sakındır­mak bütün müslümaniann vazifesidir: "Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu em­reden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz." (3: 110). Bu ayet, müslümanların insanları iyiliğe çağıracak, gerekli niteliklere sahip olduğu gerçeğine işa­ret etmektedir. Bunlar, kötülüğü yeryüzün­den silmek ve fazileti, dürüstlüğü hâkim kıl­maktır. (The Meaning of the Qur'an, Cilt II, s. 54). Müslümanların bu hususu kendi ha­yatlarına tatbik ettikten sonra başkalarını da davet etmeleri, doğruluğu emredip, fenalık­tan sakındırmaları gereklidir.

Rasulullah, kendisi bu hususu tatbik et­miş ve ümmetine de aynı şeyi emretmiştir: "O peygamber onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılar, onların ağır yük­lerini indirir, zor tekliflerini hafifletir." (7: 157). Yeryüzünde âdil, faziletli, İyi bir sistem kurmak için müslüman bir toplumun esas te­mel vazifesi İyiliği teşvik edip, kötülükten ka-çındırmaktır. Tam bir düşünce ve davranış hürriyetine sahip olunmadıkça bu vazifenin etkili bir şekilde yerine getirilebilmesi imkân­sızdır. Bu husus İslâm'ın ana prensiplerin­den ve her müslümanın önemli vazifelerin­den birisi olduğu için, İslâm devletinde her vatandaşın hürriyeti kanun ile teminat altı­na alınmış, böylelikle vazifesini kısıtlama ol­maksızın serbestçe yerine getirmesi sağlan­mıştır.

İslâm'ın, insan hayatında düşünce ve davra­nış hürriyetine ne büyük bir Önem verdiği açıkça görülmektedir. İslâm'da müminin zih­nini karıştıran ve rasyonel olarak anlaşılma­yan, ne bir dogma, ne de bir açmaz (ikilem) vardır. İslâm inancı ve bütün düşünce­leri mantıkî olarak açıklanılabilir ve sadedir. Bilim ile asla çatışmaz. Gerçek şu ki, hepsi akıl, gerçek ve hak üzerine kurulmuşlardır ve gerçek bilim hiçbir zaman onlarla çatış­maz. İslâm'daki bu serbestlik ve hürriyet, İs­lâm tarihinin ilk zamanlarında bilimsel araş­tırmaya çok büyük teşviklerde bulunmuştur. Baskı ve zorlama, İslâm'da kesinlikle yasak­tır. Her husus karşılıklı müşavere ve fikir alış­verişi ile çözülür. (42: 38) Hüküm, taraflar arasında adalet ve eşitlik ile (4: 58), ve bağımsız kararla (2: 256) verilir.

Tarih, İslâm toplumunda uygulanan hürri­yetin örnekleriyle doludur. Başka bir yeri fet­heden hiçbir millet Rasulullah kadar, o yerin İnsanlarının hürriyetlerini teminat al­tına almamıştır. Rasulullah şöyle buyur­muştur: "Necran (hıristiyanları) ve civarda yaşayanların canlan, malları, inançları Al­lah'ın ve Rasulü'nün teminatı altındadır... Burada bulunanlar, bulunmayanlar ve diğer­lerine, onların örf, âdet ve ibadetlerine karı­şılmayacak; hakları ve imtiyazları ellerinden alınmayacak; ne bir piskopos piskoposluğun­dan; ne bir rahip manastırından, ne de bir papaz papazlığından uzaklaştırılacaktır. Herkes, büyük, küçük, bundan sonra da işi­ne aynen devam edecek; hiçbir haç tahrip edilmeyecek; onlara zulmedilmeyecek, onlar da zulmetmeyecekler; cahiliye devrinde ol­duğu gibi kan davası gütmeyecek; onlardan Öşür alınmayacak ve birlikleri teçhiz etmek için pay istenmeyecek. " (M. Kutub, islam the Misunderstood Relİgion,   s. 160-161).

Rasulullah @'ın ilk halefi, hilafeti yüklen­dikten sonra müslümanlara şöyle hitabetmiş-ti: "Allah'a ve Rasulü'ne itaat ettiğim süre­ce, siz de bana itaat edin. Fakat, eğer ben herhangi bir hususta Allah'a veya Rasulü1 ne itaat etmezsem, artık sizin itaatinize lâ­yık olamam." İkinci halife Ömer de aynı maksadı anlatan şu sözleri söylemişti: ''Be­ni bir eğrilikte bulursanız doğrultunuz" C bunları söylerken orada bulunanlardan bi ri, "Vallahi, seni bir eğrilikte bulursak kılıç larımızla doğrulturuz" diye haykırdı. Bun lar da göstermektedir ki, İslâm hürriyete gi den bütün yolları açmakta, diktatörlüğü zulmü, baskıyı şiddetle yasaklamaktadır. İs lâm anlayışına göre, zulüm ve baskıya en iy şekilde, Allah'ın birliğine inanmak ve baş kalannın hürriyetine saygı göstermekle, sa vaşılır. İslâm, insanların hürriyet hakkını bii tün şartlar altında savunur ve korur, hiçbi yöneticisinin vatandaşlarının hiçbirine ada letsiz davranmasına göz yummaz. Meşru sı nırlar içerisinde otoritesine sıkı bir şekilde sehipti ve herkese adaletle hükmedilmesîni emreder. (M. Kutup, a.g.e., s. 160-161). Rasulullah ümmetine, kötülükle ve zulümle savaşmalarını ve adaleti tesis etmelerini öğütlemiştir: "Kim bir kötülük görürse onu dü­zeltsin." "Zalim hükümdara karşı hakkı söy­lemek cihadın en büyüğüdür."

Özetlersek, İslâm'ın temel düşünceleri yal­nız hürriyet esasına dayanmakla kalmaz, bu yüce düşüncelerin uygulanması ve başarıya ulaşması için, hürriyet hakkının kullanılma­sını da emreder. Dahası, kötülüğün ve kokuş­manın ortadan kaldırılıp adaletin tesis edil­mesi, devletin kanunî otoritesi yanında, top­lumun diğer bireylerine karşı da, kişinin bu hakkının daha da güçlendirilmesine yardım eder.