Konu Başlığı: Gönderilen Elçiler Ve Mektuplar Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 28 Temmuz 2012, 17:25:41 Gönderilen Elçiler Ve Mektuplar Hz. Peygamber'in komşu devletlerin reislerini ve Arap kabile başkanlarını İslâm'a davet etmek için yazmış olduğu davet mektupları, İslâm'ın hükümranlık haklarına sahip olacak şekilde teşkilatlanmasından sonraya aittir. Bu da hicreti müteakip Medine devrinde kendini gösterir. (Âbidin Sönmez, Rasûlullah'ın İslâm'a Davet Mektupları, sh. 58). Hudeybiye antlaşmasından sonra (Milâdî 627) durumun kısmen sakinleşmesi, komşu kabile ve devletlerle münasebetlere imkân verdi. Böylece yirminin üzerinde hükümdar, kabile reisi ve din adamı Rasûlullah'in gönderdiği mektupları ve elçileri vasıtasıyla islâm'a davet edildi. Her ülkeye oranın dilini bilen kimseler gönderildi. (İbni Sa'd). İbni Sa'd'ın bildirdiğine göre, sahabe-i kiram arasından seçilerek görevlendirilen elçiler gidecekleri yerlere aynı günde hareket etmişlerdir. Buna göre: 1- Amr b. Umeyye ed-Damrî, Habeşistan kralı Necâşi'ye; 2- Dıhye b. Halîfe el-Kelbî, Bizans imparatoru Hirakl'e; 3- Hâtib b. Ebî Beltea, İskenderiye kralı Mukavkıs'a; 4- Abdullah b. Huzâfe es-Sehmi, Fars kralı Kisra'ya; 5- Şücâ b. Vehb el-Esedî, Haris b. Ebî Şemir el-Gas saniye; 6- Salît b. Amr el-Amirî, Yemâme reisi Hevze b. Ali'ye gönderilmişlerdir. Aynı tarihte hareket eden bu elçilerden başka değişik tarihlerde Hz. Peygamber tarafından diğer bazı elçiler daha gönderilmiştir ki bunların bazılarını şöylece sıralamak mümkündür: 7- Amr b. el-As, Uman yöneticilerinden Ceyfer ve Abd el-Cülendâ kardeşlere; 8- Alâ b. el-Hadremî, Bahreyn meliki Münzir b. Sava'ya; 9- Muhacir b. Ümeyye el-Mahzumî, Him-yer reisi Haris b. Abdi Külâl el-Hımyerî'ye; 10- Ali b. Ebî Tâlib, 11- EbuMusael-Eş'arî, 12- Muâz b. Cebel, Yemen'e gönderilmişlerdir. Her bir elçi üzerine aldığı görevi kusursuz olarak yerine getirmiştir. (A. Sönmez, a.g.e., sh. 60). Beyhâki, İbni İshak'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah, Cafer b. Ebî Tâlib ve arkadaşları hakkında Habeşistan kralı Necâşiye bir mektup gönderdi. Amr b. Umey-ye'nin götürdüğü bu mektubun metni şöyledir: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Rasûlullah Muhammed'den, Habeş Meliki Asham Necâşi'ye. İslâm'ı kabul et. Ben, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'ın sana olan nimetinden dolayı mesrurum. O Melik'tir (mülk ve saltanatı devamlı olandır). Kuddûs'tür (O, her türlü ayıplardan ve noksanlardan beridir). Selâm'dır (bütün âfet ve kederlerden salimdir). Mü'min'dir (emniyet verendir). Müheymin'dir (her-şeyi gözetip koruyandır). Ben şehadet ederim ki, İsa bin Meryem Allah'ın Ruhu ve Kelimesi'dir. Onu iffetli, her türlü dünya kirinden ve fitnesinden temizlenmiş olan Meryem'e ilkâ etmiştir ve o, İsa'ya hamile kalmıştır. Allah onu, tıpkı Adem'i kendi eliyle ve nefhi ile yarattığı gibi kendi ruhundan ve nefhinden yaratmıştır. Ben seni, eşi ortağı olmayan Allah'a davet ediyorum. Taatına devam etmeye ve bana tâbi olmaya çağırıyorum. Bana gelene iman etmeye davet ediyorum. Ben, Allah'ın rasûlüyüm. Sana (daha önce) amcam oğlu Ca'fer'i ve onunla birlikte müslümanlardan bir grubu göndermiştim. Sana geldikleri zaman onları misafir et. Cebbârlığı bırak. Ben seni ve askerlerini Allah'a davet ediyorum. Şüphesiz ki ben tebliğ ettim ve nasihat ettim. Nasihatimi kabul ediniz. Selâm, hidayete tâbi olan kimselere olsun." Abdullah b. Abbas'm Ebu Süfyan'a dayanarak bildirdiği, Bizans imparatoru Hirakl ile arasında geçen muhavere belli başlı hadis mecmualarında yer almaktadır. Bu rivayette, Rasûlullah'in Hirakl'e gönderdiği mektubun tam metni de yer almaktadır: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Allah'ın kulu ve rasûlü Muhammed'den, Rum kralı Hirakl'e, Hidayete tâbi olanlara selâm olsun. Bundan sonra; ben seni İslâm'ı kabul etmeye davet ediyorum. İslâm'ı kabul et, selâmet bulursun. Müslüman ol ki, Allah sana iki kat ecrini versin. Şayet yüz çevirirsen, bütün tebeanın vebali de sana aittir. "Ey ehl-i kitab, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi (ve âdil) bir kelimeye gelin. Şöyle diyerek: Allah'dan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler (diye) tanımıyalım. Buna rağmen eğer yine yüz çeviririlerse (o halde) deyin ki, şahid olun, biz muhakkak müslümanlanz." Rasûlullah, elçisi Dıhye ile Bizans imparatoruna zikredilen davet mektubunu ulaştırırken, aynı zamanda Rumların ruhanî lideri olan ve devlet yönetiminde müessir rol oynayan patriğe de bir mektup göndermiştir. Şöyle ki: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Duğâturu'l-Üskufa, Selâm, iman eden kimseler üzerine olsun, Bunun eserine gelince, Meryem oğlu İsa, Allah'ın afîfe olan temiz ve nezîh Meryem'e ilka ettiği Ruh'u ve Kelime'sidir. Şüphesiz ki ben, Allah'a ve bize indirilene, İbrahim'e ve İsmail'e ve îshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene ve (bütün) peygamberlere Rableri katından verilenlere iman ederim. Onların hiçbirinin arasını ayırmayız ve biz O'na teslim olmuş müslümanlanz. Selâm, hidayete tâbi olan kimseler üzerine olsun." (îbni Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, c. I, sh. 274). İbni Cerîr, İbni İshak tarikiyle Hz. Peygamber'in Kİsrâ'ya gönderdiği mektubun tam metnini rivayet etmiştir: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Rasûlullah Muhammed'den, Fars kralı Kisrâ'ya, Selâm, hidâyete tâbi olan kimseler üzerine olsun. Allah'a ve Rasûlüne tâbi olan, Allah'dan başka ilâh olmadığına, eşi ortağı bulunmadığına şehadet eden, Muham-med'in, O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna iman eden kimseler üzerine olsun. Seni, Allah'ın hak dinine davet ediyorum. Şüphesiz ki ben, bütün insanlara gönderilmiş Allah'ın elçisiyim. (Bu da) hayatı olan kimseleri (gelecek tehlikelerle) korkutmam ve kâfirlere o (azâb) söz(ü) hak olması içindir. İslâm'ı kabul et, selâmet bulursun. Şayet kaçınırsan mecûsîlerin vebali sana aittir." Beyhakî'nin metnini bildirdiği, Necran halkına gönderilen mektup da şöyledir: "İbrahim, İshak ve Yakub'un İlâhı adıyla, Allah'ın kulu ve Rasûlü Muhammed'den Necran Başpiskoposu'na ve Necran halkına; Siz barışsever insanlarsınız. Ben; İbrahim, İshak ve Yakub'un İlâhına olan hamdirni size bildiririm. Bundan sonra, sizi kullara kulluğa değil, (yalnızca) Allah'a kulluk .yapmağa ve kulların dostluğuna değil, Allah'ın dostluğuna çağırıyorum. Bunu kabul etmediğiniz takdirde size cizye lâzım gelir. Bunu da kabul etmezseniz size karşı savaş açmayı haber veriyorum. Vesselam." Bu misaller, Hz. Peygamber'in Allah'ın emirlerini, din ve şeriatını nasıl tebliğ ettiğini gösteren örneklerdir. (Geniş bilgi için bkz.: Stret Ansiklopedisi, c. I, 3. bölüm). Muhataplar, elçilerin davetini duyduktan sonra, dinlerinden dönmeyi kabul etmezlerse; insanların inanç ve düşüncelerinde hür olduğu, siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel ve hatta silahlı güçlerinin dokunulmazlığı korunurken hakikate inanmaları ve inandırılmalarının kendi iradelerine bağlı olduğu uluslararası barış düzeni olan Pax Islamica-îslâm barışına katılmaya davet edildiler. Rasûlullah (İslâm Devleti) bütün insanları İslâm'a davet etme fırsatlarını araştırdı ve onların şahsî kararlarına saygı gösterdi. Onları boyun eğdirmeye çalışmadığı gibi herhangi bir şekilde de sömürmedi. Yalnız kendi menfaatlerini değil, eşit haklara sahip, Allah'ın indirdiği vahyine muhatap eşit kullan olarak onların haklarını da gözetti. Rasûlullah'in (İslâm Devletinin) görevi Allah'tan gelen mesajı nakletmekle sınırlandırılmıştı. Bu daveti kabul veya red etmek, Allah'ın buyurduğu gibi (18: 19) kişinin kendi tercihine kalmıştı. Fakat hiç bir güç, kurum veya gelenek insanları ilâhî çağrıyı duymaktan ve ona icabet etmekten alıkoyamazdı. Onları mahkûm etmek, bunu onların yetersizliklerine yorumlamak yanlış ve onur kinci olmasının yanında, aynı zamanda bir çeşit manevî zulümdü. Hz. Peygamber'in elçilerine, krallara ve kabile başkanlarına "her yöneticinin maiyye-tindekilerin manevî refahı için sorumluluk taşımaları gerektiğini" söylemelerinin sebebi budur. Bizans imparatoru, Mısır hükümdarı ve Habeşistan kralı bu daveti nezaketle cevaplandırdılar. Fars kralı Kuzey Arabistan'daki uydu devlet ve kabile başkanları daveti hor görerek, küstahlıkla reddettiler. Bir Bizans derebeyi olan Zatû'l-Taleh'in valisi, kendisine ve halkına İslâm'ı tebliğ için gönderilmiş Rasûlullah'in onbeş sahabisini şehit etti. Bir başka Bizans vekili olan Busra valisi, müslüman elçinin davetini yaydığını duyması üzerine onu öldürdü. Bazı müslüman tarihçiler, İmparator Hirakl'in bizzat eyalet yöneticilerine bu kıyımı emrettiğini belirtirler. (M. H. Heykel, The Life of Muhammed, sh. 338-339). Bizans ve ona bağlı bölgelerden gelen bu tepki, müslümanlan, İlâhî mesajın duyurulmasını engelleyen bu otoriteyi kırmaya yöneltti. Bu küstah yöneticiler, düşmanca tavırlarıyla müslümanlara başka çare bırakmadılar. Müslüman orduları, onlara üç şarttan birini tercih etmelerini isteyerek kapılarına dayandılar: İslâm'ı kabul etmek; içinde dinlerini yaşamakta hür olacaklan, mensuplarım ve toplu haklarım teminat altına alacak şekilde bir ümmet olarak yaşayabilecekleri İslâm'ın dünya düzenini kabul etmek; veya savaş. Müslümanların bu konudaki tavrı, Rasûlullah'in ashabı, Ölü Deniz'in güneydoğusundaki Maan ordularının komutanı Abdullah b. Revâha tarafından simgelenmekteydi. Düşmanla karşılaşmadan Önce, adamlarına şöyle dedi: "Kardeşlerim! Bazılannm başımıza geleceğinden korktukları şey, bizim buraya gelmemizin kat'i sebebidir; yani şehitlik. Biz müslümanlar ne sayıca, ne de silahça üstünlükle savaşırız. Bizim tek dayanağımız, Allah'ın bir merhamet olarak bize lütfettiği imanımızdır. Cihad için kalkın ve ilerleyin! En büyük iki nimetten birisi bizim olacak: Zafer yahut şehâdet. Her iki hâlde de kazanan biziz!" Müslümanları İran (Fars) imparatorluğuyla savaşırken harekete geçiren de aynı ruhtu. İran'ın komutanı, oldukça şâşâlı, debdebeli ve içinde zorlukla hareket ettiği altın işlemeli süslü giysileriyle; günlük çöl kıyafeti içindeki müsl'iman komutanını gördükten sonra şunu sordu: "Seni buraya bizimle savaşmaya getiren nedir?" Müslüman komutan şöyle cevapladı: "Bu insanlar, kullara ibadet etmeyi bırakıp, insanların Yaratıcısına ibadet edebilirler. Bunun gerçekleşmesi için adamlarımız, senin adamlarının yaşamaya istekli oldukları kadar, ölmeye isteklidirler." (Farukî, İslâm Kültür Atlası, sh. 157). Hz. Muhammed, yirmi üç senelik peygamberlik hayatının her ânında ve her fırsatta insanları Allah'ın yoluna çağırmıştır. Savaşta, barışta, ikili görüşmelerde ya bizzat ya da mü'minler vasıtasıyla tebliğ görevini yerine getirmiştir. Hz. Peygamber, ayrıca, bütün mü'minlerin tebliğ ile mükellef olduğunu bildirdi. Tâ ki, yeryüzünde davetini duymayan kimse kalmasın. Bunun neticesinde, Rasûlullah henüz hayatta iken Arap Yarımadası, Allah'ın emrine baş eğip dâvetine icabet etti. Yarımada'ya komşu devletlerin büyükleri de ilâhî daveti elçiler ve mektuplar vasıtasıyla tebellüğ ettiler. Böylece Hülefâ-i Râşidîn zamanında yeryüzünde yaşayan insanların çoğu İslâm hakkında bilgi edinip tebellüğ etmişlerdi. Kimi İslâm'ı kabul edip davete icabet etti, kimi de yüz çevirip küfründe ısrar etti. Benzeri olmayan ve içten gelen bu tebliğin davet ve dâvetçinin doğruluğunun neticesi olduğu bir gerçektir. Doğruluğun en yüksek zirvesinde bulunan dâvetçi, tam görevini yapıp Allah'a karşı sorumluluğunu idrak etmeseydi bu aşk ve heyecanı kendisine inananlara veremezdi. Henüz hayatta olan bir insanın davetinin bu tarzda benimsenip herkesçe sahip çıkıldığına dair tarihte bir başka vakıa yoktur. Bu ancak Rasûlullah'a nasib olmuştur. O, henüz hayatta iken onbinlerce mü'min, nazil olan Kitâb'ı ve çok sayıda hadisini ezberlemiş, sonra Kitâb'ı harfiyyen sonraki nesillere devretmişlerdir. Bu, onların imân etmekle mükellef olmaları gibi tebliğ hususunda da Allah'a karşı mükellefiyetlerinin bir neticesi olmuştur. İslâm, davetin ulaşmadığı insanları sorumlu saymamaktadır. Ancak, tebliğ için gösterilen çabalar sayesindedir ki, asırlardır Hakk'ın mesajından haberdar olmayan kimse çok nâdirdir. Allah'ın Rasûlü tebliğ vazifesini gereği gibi yerine getirdi. Bugün de dünyanın her köşesinde Allah'a davet eden mü'minler vardır. |