๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Haziran 2012, 18:03:47



Konu Başlığı: Gerçek Ekonomik Mesele
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Haziran 2012, 18:03:47
Gerçek Ekonomik Mesele

Eğer soruya yalın ve doğrudan bir tavırla bakar ve terminolojik ve mesleki karışıklıklardan sakınırsak, insanın ekonomik meselesinin şun­lardan başka bir şey olmadığını görürüz: İnsan­oğlunun, medeniyetini korurken ve geliştirir­ken, ekonomik dağılımı insanların tamamının ihtiyacını karşılayabilecek tarzda nasıl düzenle­yeceğidir. Ve mesele yine insanoğlunun toplu­mun her ferdine, kendi şahsiyetini geliştirmesi - için yeterli fırsatları temin edeceği, ferdin kapasite ve yeteneğinin mümkün olan en yüksek ge­lişimini sağlayabilmesini nasıl mümkün kılacağıdır.

İlk çağlarda insanın ekonomik meselesi hayvanlarınki kadar basitti. Allah'ın arzında hayatı idame ettirecek sınırsız nimetler vardı. İnsan türünün hayatını idare ettirebilmesi için gerekli olan şeyler bol miktarda mevcuttu. Herkes ken­di nasibini almak üzere çıkıyor ve nasibini bu hazinelerden elde ediyordu. Hiç kimse ihtiyaç­ları için bir şey ödemek zorunda değildi ve hiç kimsenin ihtiyacı bir diğer kimsenin elinde değildi. Hayvanlar söz konusu olduğunda, bu, bugün İçin de geçerlidir. Ancak, ilk çağlarda he­men hemen benzeri şartlar insanlar için de ge­çerliydi. Bir kişi sadece dışarı giderek meyva veya av hayvanı şeklinde olan tabii yiyeceğini elde ederdi. Yine tabii ürünlerle Örtünür ve barı­nak yapar veya uygun gördüğü yere sığınırdı.

Ancak Allah, insanı uzun süre bu durumda tut­mak istemedi. Allah (c.c) ona, doğduğu yalnız hayatı kollektif sosyal hayatla değiştireceği ve kendi çabasıyla tabiatın onu donattığından daha iyi bir hayat şekli oluşturacağı fıtrî bir hassa bahsetmiştir. Erkek ve kadın arasında daimi bir ilişki için duyulan arzu; insan yavrusunun ana-babasına diğer yavrulardan daha uzun bir süre bağımlı olması, insanın nesline karşı duyduğu derin ilgi ve kan bağı olan akrabaları arasındaki sevgi; bunlar, fıtratın, insanın gayretlerini sos­yal bir hayat inşa etmeye yöneltmek için insan­da kökleştİrdİği duygulardır. Benzer şekilde ta­bii ürünlerle tatmin olmayıp toprağı işleyerek tahıl üretmesi; vücudunu yapraklarla örtmeyi beğenmeyip kendisi için, kendi eliyle giyecek­ler üretmesi; mağaralarda ve inlerde yaşamayıp kendisine evler inşa etmesi; ihtiyaçlarını tabii aletlerle karşılamayı yeterli görmeyip taşı, de-miri, tahtayı ve bunlardan yapılan diğer aletleri İcad etmesi insanın zihnine Allah tarafından so­kulmuştur ve bu insanın tedricen medenileşme­sinin şart olduğu anlamına delâlet eder. Bu se­beple, insan sosyal ve medeni olduğunda bir suç işlemiş olmadı; aksine, bu onun fıtratında var olan bir arzudur ve Yaratıcı insanın bu duruma ulaşmasını amaçlamıştır. Medeniyetin ilerle­mesi ile bazı şeyler kaçınılmazdı, mesela;

1- İnsan hayatının ihtiyaçları çoğalır ve hiçbir fert bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz; bazı ihtiyaçlan mutlaka başkalan tarafından karşılanır, diğer yandan kendisi de başkalarının ihtiyaçlarından bazısını karşılar.

2- Önceleri ihtiyaçların temininde mübadele

(değiş-tokuş) zaruriydi. Bu sebeple tedricen bir değişim aracı ortaya çıktı ve kabul edildi.

3- İhtiyaçlan karşılayan araçlar, taşıma ve ile­tişim araçları çoğalmalı ve insan kendi bilgi çer­çevesi içine giren bu yeni buluşlardan faydalan­malıdır ve;

4- İnsan kendi eliyle  elde ettiği varlıkların, çalıştığı aletlerin, evini inşa ettiği toprağın, mesleğini icra ettiği yerin; bütün bunların kendi mülkiyetinde kalmasından mutmain olacak ve güven duyacak, ölümünden sonra bunları kendisine diğerlerinden daha yakın ve daha sevgili olanlara bırakacaktır.

Bu sebeplerden dolayı değişik ticaret ve mes­leklerin, alım-satım sistemlerinin ortaya çıkması, malların fiyatlarının belirlenmesi, fi­yat standardı ve değişim aracı olarak paranın kullanılması, uluslarası ticaret, ithalat ve ihracat işleri, her çeşit yeni üretim araçlarının kullanıl­ması, mülkiyet ve miras haklannın doğması; bütün bunlar insanoğlu için gayet tabiidir ve bunlarda günah olan hiçbir şey yoktur. Ayrıca, sosyal hayatın gelişimi ile şunlar da kaçınılmaz oldu:

1- Tabiatın, değişik fertlerin potansiyel ve güçle­rinde oluşturduğu dengesizliğe bağlı olarak bazı fertler ihtiyaçlarından fazla kazanmaya ve üretmeye muktedir olabilirken bazılan sadece ihtiyaçlarım karşılayabilecek kadar ve diğer bazıları ise ihtiyaçlarından da az kazanabilir­ler;

2- Bazı fertler kendilerine miras kalan servet se­bebiyle hayata daha iyi bir başlangıç yaparlar, diğer bazılan ise daha az İmkanlara sahiptir, bu­nun yanında hayatlarına başlangıç yapacak hiç­bir imkânı olmayanlar da mevcuttur;

3- Tabii sebeplerin işlemesine bağlı olarak her toplumda iş hayatına uygun olmayan insanlar bulunur; örneğin çocuklar, yaşlılar, hastalar, sakatlar;

4- İşçiler, işverenler ve bunlara servis hizmetleri götüren kişiler bulunmalıdır; bu sayede serbest endüstri ticaret ve tarımı gelişir ve işveren-işçi ilişkileri toplumsal bir önem arzeder.

Bütün bu faktörler, insanın sosyal hayatının ta­bii sonucu ve fenomenidir. Ortaya çıkışları da kesinlikle baskıya yol açan birer menfilik değil­dir. Tamamen değişik sosyal sebeplerden kay­naklanan kötülüğün ana kaynağının izini bula­mayan pek çok kimse dengeli kafa yapılarını kaybedip ferdi mülkiyeti, parayı, makineleri veya insanlığın tabii eşitsizliklerini ve bazen medeniyetin kendisini kötülemeye başlamış­lardır. Ne var ki bu, gerçekte bir yanlış teşhis ve tedavi vakasıdır.

Toplumsal değişimin tabii'gidişini durdurmaya ve öz insan taiatınm ürünleri olan sosyal hayatın gerekli unsurlannı, ortadan kaldırmaya yönelik her teşebbüs, kesinlikle her türlü mantıktan uzaktır ve önlemeye çalıştığından daha büyük bir kayıp ihtimali taşımaktadır. İnsanoğlunun hakiki ekonomik meselesi medeni sosyal ha­yatın gelişimini nasıl durdururuz veya onun ge­lişiminin tabii seyrine nasıl müdahale eder, onun gerekli unsurlarına nasıl ortadan kaldıra­biliriz sorularına cevap aramakta yatmamak­tadır; hakiki mesele sosyal güçlerin tabii değişimini sağlam olarak korurken sosyal zulüm ve adaletsizliği nasıl önleriz, tabiatın her yaratık kendi hakkını almalıdır, şeklindeki İs­teğini nasıl yerine getiririz ve sadece lüzumlu vasitalann yokluğundan dolayı insanın yetenek ve güçlerinin israf olmasına sebep olan engelle­ri nasıl ortadan kaldırabiliriz sorularına cevap bulabilmektir.

Şimdi hali hazırdaki ekonomik kötülüklerin gerçek sebeplerinin neler olduğunu ve bunların tabiatını inceleyelim. Ekonomik sistemde kötülük İnsanın tabii bencilliği normal sınırları aştığında başlamaktadır. Bu, belirli bazı gayri ahlâkî alışkanlıklardan gördüğü yardım üe ge­lişir ve yapısında eksiklik bulunan politik sis-temlerce de destek görür; özellikle politik siste­min dayandığı ahlâkî temel yoksa. Ekonomik sistem işlemez hale getirilince de dallan ile bir­likte bütün bir sosyal hayatı zehirler. Daha önce açıklandığı gibi hem ferdi mülkiyet hem de tabi­atın gerektirdiği gibi bazı insanların ekonomik olarak diğer bazı insanlardan daha iyi bir yerde olmaları, başlı başına, kötülüğün kaynağı değil­lerdir. Eğer insanın bütün ahlâkî değerleri on­ları gerçek dengesine ve doğru orantısına ka­vuş turabilirse ve eğer adaleti her ne pahasına olursa olsun, gerekirse kuvvet bile uygulayarak koruyan bir siyasi sistem varsa bunlardan hiçbir kötülük kaynaklanmaz.

Ancak bu iki şeyi kötülük haline getiren, ger­çekte, tabii sebeplerin işleyişine bağlı olarak ekonomik yönden daha iyi bir durumda olan in­sanların bencilliğe, dar görüşlülüğe, kıskançlı­ğa, tamaha, cimriliğe, aldatıcılığa ve kendileri­ne tapmaya yem olmalarıdır. Şeytan onların ka­falarına gerçek ihtiyaçlarından çok fazla mik­tarda sahip oldukları servetlerinin ve mülkiyet haklarının şu iki yolda doğru ve rasyonel bir şekilde harcanabileceği fikrini sokmaktadır: (1) Kendi konforları, zevkleri, faaliyetleri, ziynet ve süslenmeleri ve iyi yaşamaları için ve (2) da­ha fazla servet elde etmek ve mümkünse diğer insanların servetlerine de sahip olarak kendile­rini gerçek İlahlar mertebesine çıkarmak için.

İlk şeytanî fikir zenginlerin, toplumun zengin­likten payını alamamış veya gerçek ihtiyaç­larının altında alabilmiş fertlerinin haklarını tanımayı reddetmesiyle sonuçlanmıştır. Zen­ginler bu insanları açlık ve çaresizlik içinde bırakmanın tamamıyla doğru olduğunu düşündüler. Dar kafahlıklan onların, böyle bir tutumun insan toplumunda profesyonel suçlu­lar üreteceğini, insanları cahilliğe ve acı­masızlığa sürükleyeceğini, onlan fiziki zaaflara ve hastalıklara yem haline getireceğini ve bu in­sanların fiziki ve akli güçlerinin dumura uğrata­rak gelişimlerini durduracağını, bunun da kültür ve medeniyetlerine katkılarını engelleye­ceğini, sonuçta bütün bunlann zenginlerin ken­dilerinin de bir parçası oldukları bu toplumu ya­ralayacağını ve zarar vereceğini kavramalarına izin vermedi.

Bununla yetinmeyerek zengin insanlar ihtiyaç­larını gerçek ihtiyaçlarının çok ötesinde çoğalttılar ve kendi tutkularının oluşturduğu bu suni ihtİyaçlann karşılanması amacıyla mede­niyete kendi usulleriyle katkıda bulunabilecek pek çok kişiyi kendi şahsi ve bencil amaçlarına hizmetçi yaptılar. Böylece bu zengin insanlar için zina bir ihtiyaç haline gelmiş ve bir fa­hişeler, aracılar, pezevenkler ordusu türetmek gerekmiştir. Onlar için müzik olağan bir ihtiyaç idi; bunu tatmin için müzisyenler, dansözler, davulcular ve müzik aletleri üreticilerinden müteşekkil yeni bir ordu kurulmalıydı. Onlar için pek çok çeşitli sağlıksız sosyal faaliyetler edinmek bir ihtiyaçtı ve bu amaçla geniş bir soytarılar, aktristler, masalcılar, fotoğrafçılar, ve diğer gereksiz profesyoneller kadrosu oluşturulmalıydı. Ava gitme İhtiyacı da duydu­lar ve bunun uğruna daha faydalı işlerle meşgul edilebilecek pek çok insan ormanlarda hayvan kovalamakla görevlendirildi. Onlar sarhoş ol­mak ve kendinden geçmek zevkini de tatmak is­tediler ve bu amaçla pek çok insan içki, kokain, esrar ve diğer uyuşturucu ve sarhoş edicilerle il­gili işlere bulaştı.

Kısacası, bu şeytanın kardeşleri, sadece toplu­mun büyük bir kesimini ahlakî, manevi ve maddî bir bozulmaya uğratmakla kalmayıp in­sanların bir büyük kesimini faydalı ve uygun işler yerine faydasız, kötü ve zararlı işlere yöneltecek kadar zalimlik de ettiler. Böylece medeniyetin seyrini yanlış yönlendirerek, onu, İnsanlığın mahvoluşuna sebebiyet verecek ka­nallara soktular. Mesele burada da bitmedi. İnsan kiiyıııkiarım israf etmelerine ek olarak sa­hip oldukla! bütün maddi sermayeyi de yanlış Şekilde kullandılar. Saraylar, köşkler, bahçeler, dans salonları ve benzeri şeylerin ihtiyaçları ol­duğunu iddia ettiler ve ölümlerinden sonra bile dinlenmeleri için dönümlerce alan ve geniş ve büyük mezarlara ihtiyaç duydular.

Bu yolla, pekala diğer insanların barınak İhti­yaçlarını temin edebilecek olan toprak, inşaat malzemeleri ve iş gücü bu sefahate düşkün in­sanların her birinin sayfiyelerini ve oturacakları yerleri inşa için heba edildi. Zenginler mücev­herat ve takıyı, güzel elbiseleri, altın-gümüş ye­mek takımlarını, çatal-bıçak takımlarını ve diğer aletleri, süsleme ve dekorasyon araçlarını, lüks bineklere sahip olmayı ve Allah bilir daha nice süs ve eşyayı ihtiyaç olarak kabul ettiler; öyleki pencereleri pahalı perdelerle kaplı ol­mazsa çıplak göründü, saraylarının iç duvarları milyonlarca liralık pahalı resimlerle dolu olmamasına dayanamaz oldular. Odaları yine pahalı halılarla kaplanmalıydı ve hatta köpeklen bile altın yakalar ve kadife yastıklar isterdi. Bu şekilde, binlerce insanın karnını doyurabilecek ve onları giydirmeye yetecek kadar hammadde ve insan gücü yalnızca tek bir ferdin iptilalanna hasredildi.

Bu, şeytanın kılavuzluğunun ilk sonucuydu. Sonraki sonuçlan daha da kötü olmuştur. İlk olarak, bir insanın kendi gerçek ihtiyaçlarının üzerinde bir birikim ve geçim kaynaklarına sa­hip olarak onları daha da fazla kaynak temini için kullanmaya devam etmesinin ilke olarak yanlış olduğu açıktır.

Allah'ın yeryüzünde yarattığı geçim kaynak­larının insanın gerçek ihtiyaçlarını tatmin et­mek için olduğu aşikardır. O halde bir kişi şansının yardımıyla kendi ihtiyaçlarının gerek­tirdiğinden fazla bir kaynağa sahipse, bu faz­lalık, sadece, ona diğer insanların hissesinden bir kısmının geçmiş olduğuna delâlet eder. O halde onu niye kendisine saklasın? Kendi geçim kaynaklarını temine durumları uygun olmayan veya ihtiyaçlardan azını temin edebilen insan­ları aramalı ve bu insanların hissesinin kendi­sinde bulunduğunu idrak etmelidir. Servet, belli bir topluluğun elinde dolaşmamalıdır. Bu kay­nakları elde edemeyen yoksulların varlığı gözönünde tutularak refah yaygınlaştırılma­lıdır. Zenginler, yalnızca daha fazla kazanma tutkularını tatmin için sermayelerini kullanır­larsa elde edecekleri ihtiyaç fazlası değerler toplumun menfaatlerine ters bir sonuç verecek­tir. Diğer taraftan, yeni kaynaklar için teşebbüs­lerde bulunmak, kişilere hırs ve tamahın tatmi­ninden başka bir kazanç sağlamaz.

Kişinin zamanını, gayretini ve kabiliyetlerini maişetini temin için ve gerçek ihtiyaçlarına uy­gunluk gösterecek şekilde harcaması, şüphesiz, iyi şeydir. Ancak bütün bu gayret ve imkânlarını gerçek ihtiyaçlarının üzerinde daha başka şey­ler elde etmek için tüketiyorsa, bu, kendisini ekonomik bir varlık seviyesine veya daha doğru bir tâbirle servet-üretme makinası derecesine indiriyor demektir. Halbuki kişinin zamanını ve enerjisini sarf ede bileceği, aklî ve fizikî yete­neklerini kullanabileceği, servet biriktirmekten daha iyi yollar vardır.. Sonuç olarak, şeytanın

kendisine tâbi olanlara vazettiği ilke tabiatı iti­barıyla yanlıştır. Bu şeytanî ilkeler temel alına­rak benimsenen pratik metodlar öylesine kötü ve sonuçlan öylesine vahimdir ki tam, olarak tesbitleri bile mümkün değildir.

Daha fazla kaynak temini için sermaye faz­lalığını kullanmanın iki yolu vardır:

1- Faiz karşılığında borç olarak verilir,

2- Ticarî veya sınaî teşebbüslere yatırılabilir.

Bu yollar tabiatları itibanyla belirli bir sınıra ka­dar farklılık göstermekle beraber her İki meto­dun birleşik etkisi ile meydana çıkan kaçın­ılmaz sonuç toplumun iki sınıfa bölünmesidir: Biri, kendi ihtiyaçlarının üzerinde kaynaklara sahip ve bunları daha da fazla kaynak elde etme­de kullanan küçük grup, diğeri; ancak ihtiyaç­larını karşılayacak kadar veya ihtiyaçlarından daha az kaynağa sahip olanlar ile hiç bir kay­nağa sahip olamayan geniş sınıf. Bu iki sınıfın çıkarları sadece birbiriyle çatışmakla kalmaz, kaçınılmaz olarak her iki gurubun karşılıklı mücadele ve çekişmelerine yol açar. İşte bu se­beple Allah'ın, karşılıklı işbirliği ve değişim üzerine temellendirdiğİ ekonomik sistem, birbi­rini yok edici bu mücadele ve çekişmeye son ve­rir.

Bu mücadelenin gelişme sürecinde zengin sınıf sürekli sayı olarak azalırken fakirler giderek çoğalır. Çünkü bu, karşılıklı mücadelenin özü zengin şahsın zenginliğinin gücüyle kendisin­den daha az zengin olanların kaynaklarını çek­mesinden ve bu insanları daha aşağı bir seviye­ye itmesinden ibarettir. Bu şekilde dünyada ge­çim kaynakları tedricen kısıtlanıyor ve günden güne müfusun daha az bir kesimine sınırlı kalı­yor. Nüfusun büyük kısmı ise yavaş, fakat sürekli bir şekilde mutlak fakirliğe itiliyor ve zenginlere kesin olarak bağımlı olmaya doğru gidiyor. Başlangıçta mücadele küçük çaptadır, fakat hastalık safhalar hâlinde ülkelere ve dev­letlere yayılma isti dadın dadır. Bütün dünyayı kollarına sardığında insanlığı içinden çıkılmaz problemlerle karşı karşıya bırakacaktır.

Bir ülkede, ihtiyaçlarından fazlasına sahip olan­ların, fazlalıklarını kârlı teşebbüslere ve ihtiyaç maddelerinin Üretimine yatırmaları umûmi ola­rak yaygınlık kazandığında, yatırım sadece faz­la servetin yatırılmış bulunduğu bütün sınaî ürünler halk tarafından satın alınırsa tam bir kârla neticelenebilir. Halbuki uygulamada bu böyle olmaz. Çünkü, ihtiyaçlarından daha az miktarda servetleri olanların sonuç olarak daha az alım gücü olacak ve ihtiyaç duysa bile ürünlerin tamamını satın alamayacaktır. Diğer taraftan ihtiyaçlarının üzerinde geliri olanlar ise kazandıklarının bir kısmım, kârlı teşebbüslere daha çok yatmm yapmak üzere bir tarafa ayıra­caklarından, tüketim mallarını satın almakta harcayamayacaktırlar.

Bu, zaruri olarak üretilen ürünlerin bir kısmının satılmadan kalması, diğer bir ifadeyle sermaye sahiplerinin yatırımlarının bir kısmının onlara dönmeyişi ve ülke endüstrisinin zimmetinde bir borç olarak kalması ile sonuçlanacaktır. Böyle­likle bir devir-daim oluşmaktadır. Ancak bu tarzdaki sayısız döngülerin her birinde sermaye sahibi sınıf kendilerine geri dönen gelirlerinin bîr kısmını daha ileri yatırımlarda kullanacak ve her döngüde yatırılan servetin onların eline geç­meyen kısmı artmaya devam edecek böylece ülke endüstrisinin borcu katlanarak artacak ve ülkenin bunları ödeyemeyeceği bir seviyeye gelecektir. Bu şekilde ülkenin iflastan kurtulması için iç piyasada satılmayan ve artış göste­ren mallan dış pazarlara ihraç etmekten başka çare kalmaz. Bu ise diğer ülkelerin de iflasını istemekle eş anlamlıdır. Bu yolla mücadele tek bir ülkenin sınırlarını aşarak uluslararası bir daire­ye atlar.

Dolayasıyla işlerini şeytanî ekonomik sisteme dayanarak yürüten ülkenin bir tane olmadığı, dünyadaki ülkelerin çoğunluğunun aynı reçete­yi kullandığı açıklığa kavuşmuş olacaktır. Bu ülkeler, kendilerini iflastan kurtarmaya mecbur edilmekte, bir diğer deyişle iflaslarını bir başka devlete geçirmektedirler. Bu da aşağıdaki şekil­leri alan uluslararası rekabete yol açar:

1- Her ülke mallarını uluslararası pazara sunar­ken en büyük miktarı en düşük maliyetle üret­meye çalışır. Bu da işçi ücretlerinin mümkün olan en düşük seviyede tutulması demektir, böylece ülke gelirinden çalışan sınıfa düşen pay daha da düşer ve işçinin geliri neredeyse en Önemli ihtiyaçlarını bile karşılayamaz olur.

2- Her ülke kendi sınırlan veya etki alanı içerisi­ne yapılacak ithalata ambargo koyar ve bir başka ülkenin almamasiveya faydalanmaması için kendi toprakları içinde bulunan hammad­deleri ve benzeri kaynaklan tekeline alır. Bu da savaşla neticelenen uluslararası mücaleye yol açar.

3- Bu sömürücü ve soyguncular, kendilerine empoze edilen bu iflastan koruyucu tedbirleri olmayan ülkeleri istilâ ederler. Bu ülkelere kendi artık ürünlerini satmakla kalmayıp, ül­kelerinde kârlı yatmm alanları bulamadıkları için sermaye artışlarını bu ülkelerdeki -yatı­rımlarda kullanırlar. Bu şekilde istilâcı ülkele­rin daha önce yaşamış olduğu sorun neticede ortaya çıkacaktır. Yani yapılan yatırımın ta­mamı geri dönmeyecek, bu yatırımdan elde edilen gelirler kârlı alanlara yatırılacaktır. Öy­le ki, bu ülkelerin borçları, bütün varlıklan sa­tılsa dahi borçlarını karşılayamayacak duruma gelecektir. Bu daire bu şekilde işlemeye de­vam ettiği sürece iflâs bataklığında boğulma­dık bir bölgenin kalmayacağı açıktır. Sonuçta insanlar Mars'a, Venüs'e ve Jüpiter'e giderek pazar arama ve fazla mallarınnı satma ihtiyacı hissedeceklerdir.

Böylece bu uluslararası değişim vasıtasıyla bir avuç banker, borsacı, endüstri ve iş dünyasının devleri dünyanın iktisadî kaynaklarını öylesine ellerine geçirdiler ki, bütün insanlık onlara bağımlı hale geldi. Günümüzde herhangi bir kimse için sadece kendi bedeni ve zihnî güçleri­ne dayanarak bir işe teşebbüs etmek ve Allah'ın arzında mevcut geçim kaynaklarından kendi hissesini ayırmak hemen hemen imkânsız bir hâle gelmiştir. Aynı şekilde küçük esnaf, sana­yici ve çiftçinin hayatını rahatça temin etmesi için hiç bir şansı kalmamıştır. Herkes bu finans kralları ve endüstri prenslerinin kölesi, hizmet­çisi veya işçisi olmaya itilmektedir. Bu kişiler, diğer insanların bütün vaktini olduğu gibi, be­denî ve zihnî yeteneklerini de sömürmekte, karşılığında bu insanlara sadece hayatlarını ida­me ettirecek kadar gelir vermektedirler. Bu bütün insanlığın ekonomik bir hayvan seviyesi­ne düştüğü anlamına gelmektedir. Bu ekono­mik mücadele içerisinde kendi ahlâkî, zihnî ve manevî gelişmeleri için birşeyler yapmak veya karnını doyurmaktan daha ulvî ve asil konulara önem vermek, veya sadece maişetini gözlemek­ten daha yüce gayelere hizmet etmek için Al­lah'ın kendisine bahşettiği fıtrî özellikleri ge­liştirme şansım ve fırsatını bulabilen insanlar çok nadir rastlanan talihli kişilerdir. Gerçekten bu şeytanî sistem yüzünden ekonomik mücade­le öyle ciddî ve yorucu bir hâle gelmiştir ki, ha­yatın diğer kısımları bundan etkilenmiş ve faali­yet dışı kalmıştır.

İnsanlık için daha da talihsiz olanı ise dünyanın ahlâkî felsefelerinin, siyasî sistemlerinin ve hu­kuk prensiplerinin bu şeytanî ekonomik sistem tarafından etkilenmiş olmasıdır. Doğudan batı­ya her yerde manevî nasihatler veren kişiler ekonomiye önem atfetmektedirler. Bir kişinin kazandığının tamamını harcaması hamakat ola­rak kabul edilmekte ve ahlaken tekdir edilmek­tedir. Herkese gelirinden bir kısmını tasarruf et­mesi ve bankaya yatırması veya sigorta poliçe­si, tahvil, hisse senedi alması, anonim şirketlere yatırım yaparak bu tasarrufu değerlerdirmesi söyleniyor. Bu, insanlık için harap edici fiil ve düşüncenin çağımız insanının gözünde mükemmellik ve fazilet standardı olduğu an­lamına gelmektedir. Politik sistemlere gelince; insanlığı bu zulümden kurtarmak yerine kendi­leri bu şeytanî sistemin ellerine düşmüş ve bu zulmün âleti hâline gelmiştir; her yerde iktidar koltuklarında ateist ve materyalistler oturur hâle gelmiştir.

Topluma şekil veren kanunların çerçevesi de bu sistemin etkisi altında çizilmektedir. Yasalar, uygulamada ferdin ekonomik çıkarlarına, top­lumun mefaatlerine aykırı bir özgürlük tanı­maktadır. Maişet temininde yanlış ile doğru­nun, âdil ile âdil olmayanın ayrımı ortadan kalkmıştır. Kişilerin servet elde edebilecekleri metod isterse insanları soyarak yahut mahvede­rek olsun yasalar gözünde caiz olmaktadır; sar­hoş edici içkiler üretilip satılabilir, fuhuş mer­kezleri açılabilir-işletilebilir, gayri ahlâkî filim­ler çekilir-oynatılır, erotik yazılar yazılabilir, şehevî hisleri harekete geçiren resimler-motİf-lerle reklâmlar yapılabilir, spekülasyon genel­lik kazanır, faiz müesseseleri kurulabilir, yeni kumar metodlan İcad edilir; kısaca bir kişinin yapmayı isteyeceği bu ve benzeri şeylere yasa­lar izin vermekle kalmaz, ayrıca bu müteşebbi­sin sözde haklarını korur.

Daha sonra belirli şahıslarda toplanan servetin, kişinin ölümünden sonra da dağılmaması için;. miras sisteminde değişiklikler, evlat edinme adeti ve müteselsil aile sistemi gibi kavramlar ortaya çıkarmıştır. Bu kanunların hepsinin ga­yesi, hazineyi koruyan bir yılan öldüğünde yeri­ne yenisini geçirmek ve eğer bir şanssızlık neti­cesi yılan hiç bir kimseyi bırakmamışsa servet birikiminin dağılmaması için ne yapılıp yapılıp, bir yerlerden yenisini bulmaktır.

Bütün bunlar; Allah'ın arzında yaşayan her fer­din geçimini temin etme ve herkese hayatta ka­pasitesi kadar gelişme, şahsiyetini geliştirme fırsatını verme konulannda insanlığa problem Çıkaran unsurlardır.