Konu Başlığı: Gelecek Nesillerin Vazifesi Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 29 Ağustos 2012, 08:34:22 Gelecek Nesillerin Vazifesi Şimdi şu soru akla gelir: Madem ki önceki nesiller hukuk sistemlerini zamanın ihtiyaçlarına ve durumlarını uygun hale getirmek için uğraşmışlardır, sonraki nesiller de kurumlarının, sosyal ve siyasî yapılarının canlılığını ve geçerliliğini muhafaza için neden bu çalışmayı devam ettirmesinler? Bu fıkıh ekolleri kesin bir sonucu mu ifade eder? İslâm hukuku sadece bu dört fıkıh ekolüyle mi sınırlandırılmıştır? İçtihada artık gerek yok mudur? Bu ve benzeri sorular düşünenlerin ve samimi müslümanların zihnini kurcalamaktadır. Müslümanların daimi surette bozulması, durgunluğu ve ihtilafları yine kendilerini üzmektedir. Öyle görünmektedir ki sorumlularımız tedrici fakat hızla kötüleşen bu durumumuzu düzeltmek için en küçük bir gayrette bulunmamakta, hatta olanların farkına bile varamamaktadırlar. Meseleyi Kur'ân ve Sünnet açısından mantıkî olarak alırsak, önceki fıkıh âlimlerinin yaptığı gibi, şimdiki müslümanların da kendi hukuk sistemlerini geliştirmesinde hiçbir ahlâkî ve fıkhı engel görünmemektedir. Onlar da bu amaç için atalarının sahip olduğu aynı haklara hâizdir. Daha Önceki fıkhî ekolleri örnek alarak veya bazen ilavelerle, lüzum görüldüğü takdirde bir takım düzeltmelerle önceki ekollerin üzerine bina ede-. rek, bugünkü müslümanların da kendi hukuk sistemlerini geliştirmelerine hiç bir engel yoktur. Bu meselede görüşümüz, ne Allah'ın Ki-tab'ında, ne Peygamber'in sünnetinde veya diğer İslâm hukuku kaynaklarında, Hz. Peygamber'in özellikle izin vermiş olduğu iç-tihad'ı yasaklayan hiç bir müeyyide olmaması gerçeğine dayanmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi bu hareket tamamen İslâm'ın evrensel ruhuyla uyum içindedir. Dr. İkbâl şöyle belirtmektedir: "Kur'ân'da hayatın ilerleyici bir yaratılış sürecinden ibaret olma öğretisi, her neslin ataları tarafından yol gösterilerek, fakat engel olunmadan kendi sorunlarını yine kendileri tarafından çözümlemelerini gerektirir. Bütün fıkıh âlimleri ve diğer fıkıh ekollerinin kurucuları Kur'ân'dan ve Sünnet'ten getirdikleri farklı delillerle birbirlerine muhalefet etmişlerdir. Kim bir imamı taklid ederse bu sahihtir, bir imamın görüşünü bırakıp diğerinin veya mezhebin görüşünü taklid etse bu da sahihtir. Hiçbir imamın mezhebini takip etmeyip Kur'ân ve Sünneti takip etse, bu da sahihtir. Gerçekte imamlara tâbi olmak, Hz. Peygamber'e itaat ve tâbi olmadaki gibi farz değildir. Zaruri olan ancak Kur'ân'a ve Sünnet'e tâbi olmaktır. Hiç kimse Kur'ân'a ve Sünnet'e tâbi olmadıkça hakiki mü'min olamaz, bu kaynaklardan başka doğru yol ye rehber bulamaz. (İbni Teymiyye, el-Furkân). Kaldı ki bu fıkıh ekollerinin kurucuları da, hükümlerinin, yorumlarının ve muhakemelerinin, son hükümler olduklarını iddia etmemişlerdir, edemezler de. Ebu Hanife'nin şöyle dediği rivayet edilir. "Delilimi bilmeyen bir kimsenin, benim sözüme dayanarak fetva vermesi doğru olmaz.". Ve yine o bir fetva verdiğinde şöyle derdi: "Bu, Nûman ibn-i Sâbit'in (kendisini kastediyor) görüşüdür. Bu bizim ulaşabildiğimiz en güzel sonuçtur. Kim bundan daha güzel bir sonuca ulaşırsa, elbette ki ona uymak daha isabetli olacaktır." İmam Mâlik de şöyle derdi: "Rasulullah'dan başka istisnasız herkesin sözü kabul de, red de edilebilir." Hâkim ve Beyhakî, İmam Şafiî'den şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Hadis sahih olduğu zaman, benim mezhebim odur." Başka bir rivayet de: "Benim sözümün, hadise ters düştüğünü görürseniz, siz hadisle amel edin ve benim sözümü duvara çalın." demiştir. Bir keresinde yakın bir arkadaşına: "Ey İbrahim! Her dediğime uymaya kalkma. Kendini de hesaba katarak o konuyu araştır; çünkü bu dindir (sorumluluk ister)." demiştir, o şöyle derdi: "Rasûlullah'den başka, kalabalık da olsalar, ne insanların görüşü ne kıyas ne de bir başka şey hakkında herhangi bir delil vardır. Allah ve Rasûlüne teslimiyetle itaattan başka bir şey yoktur." İmam Ahmed şöyle derdi: "Allah ve RasûlÜ'nün yanında hiçbir kimsenin sözünün değeri olamaz." Yine o, bir adama şöyle demiştir: "Ne beni, ne Mâlik'i, ne Evzâî'yi, ne Nehaîyi, ne de bir başkasını taklit et! Hükümleri, onların aldığı yerden; Kitap ve Sünnet'ten al!" (Şah Veliyyullah, Hüccetullahi'l-Bâliğa.c. 1) Aynı görtüşte olan Dr. İkbâl: "Günümüz islâm hukukçularının, değişen hayat şartları ve kendi tecrübeleri ışığında temel hukukî prensipleri yendien yorumlamak istemeleri tamamen yerindedir. Hanefî mezhebi bu tartışmanın sonuçlarını kendine iyice sindirmişti; kendi ilke ve kuralları bakımından tamamen hür olup diğer İslâm fıkıh mezheplerinin hepsinden daha yüksek bir yaratıcı intibak gücüne sahiptir. Ancak bugünkü Hanefî fa-kıhleri, tıpkı İmam Ebu Hanife tenkitçilerinin, müşahhas olaylar üzerine verilen hükümleri ebedîleştirdikleri gibi, kendi mezhebinin ruhuna aykırı olarak İmam Ebu Hanife'nin yolunu ebedileştirmişlerdir. Hanefî mezhebinin temel ilkesi olan kıyas hakkıyla anlaşılıp uygulanacak olursa, İmam Şafiî'nin de haklı olarak ifade ettiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm hükümlerinin sınırları içinde, tamamen hür olan içtihadın sadece diğer bir adıdır. İlke olarak önemi de, Kadı Şevkânî'nin de belirttiği gibi, bir çok fakihe göre, Hz. Peygamber'in saadet devrinde bile caiz görülüyordu. Bu itibarla, içtihad kapısının kapanmış olması, sadece kısmen İslâm'da fıkıh kavramının billurlaşmış olmasından, kısmen de, özellikle manevî çöküş döneminde, büyük düşününleri putlar haline getiren zihnî tembellik yüzünden meydana gelen bir efsanedir." Dr. İkbal şöyle devam ediyor: "Eğer daha sonraki fakihler bu efsaneyi savunmuşlarsa, bugünün İslâm'ı, bu zihnî hürriyetin gönüllü teslimiyetine boyun eynıeye mecbur değildir. Serahsî hicrî onuncu yüzyılda haklı olarak şöyle yazmaktadır: "Eğer bu efsaneyi savunanlar, daha sonraki yazarların yolunu tıkayan birçok güçlüklere karşı eski yazarların elinde daha çok kolaylıklar vardı demek istiyorlarsa, bu tamamen anlamsız bir sözdür. Çünkü içtihadın eski fâkihlerden ziyade sonraki fakihlere daha kolay olduğunu görmek için büyük bir anlayışa gerek yoktur. Gerçekten Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber'in Sünnet'i o kadar toplanmış ve çoğaltılmıştır ki, bugünkü müçtehidin elinde gerektiğinden çok daha tefsir ve tevil malzemesi vardır." Dr. İkbal şu sonuca varır. "Ümid ederim içti-had konusundaki bu kısa bahis size, ne temel fıkıh ilkeleri, ne de bugün elimizde bulunan fıkıh sistemleri içinde mevcut hareket tarzını haklı çıkaracak bir şeyin bulunmadığını göstermiş bulunuyor. Şimdi İslâm âlemi, derine inen düşünce ve yeni tecrübelerle donatılmış olarak, önlerine açılan yolda, İslâm fıkhını yeniden kurma işini cesaretle ele almalıdır. Bu işin ise sadece günümüz şartlarına uyarlanmasından çok daha ciddî ve önemli olduğu unutulmamalıdır. Batının ve Müslüman Asya halkları tarafından geçirilmekte olan yeni ekonomik tecrübe, İslâm'ın arzettiği derin anlamı ve karşılaşacağı kaderi gözümüzün önüne sermelidir. İnsanlık bugün üç şeye muhtaçtır: Kâinatın manevî bir yorumu, ferdin manevî hürriyeti ve manevî bir temel üzerinde beşeriyetin gelişmesine yön veren evrensel nitelikteki temel prensipler. Günümüz Avrupası şüphesiz bu temellere dayalı idealist sistemler inşâ etmiştir. Ancak salt akıl yoluyla ortaya konan gerçeğgin, ancak ve ancak şahsî vahiy ve ilhamın doğurduğu o iman ve inanç ateşini yakmaya gücü yetmediği tecrübelerle sabit olmuştur. Salt aklın insanları çok az etkilemesinin, buna karşılık dinin fertleri her zaman yükseltmesinin ve toplumları toptan değiştirip maneviyata sevketmesinin sebebi budur. Bu itibarla Avrupa felsefesi, kendi hayat çerçevesinde hiçbir zaman yaşayan bir faktör haline gelememiştir. Bunun neticesi ise, yegane işi, zenginin çıkarına yoksulu sömürmekte olan ve birbirine karşı müsamahasız demokrasiler aracılığıyla kendini arayan sapık bir ego veya benlik olmuştur. İnanınız ki, bugün Avrupa, insanlığın ahlâkî gelişmesinde en büyük engeldir. Diğer yandan, İslâm vahiy ve ilham temellerine dayandığı için hayatın derinliklerinden hitap e-derek, belirgin olan görünüşünü daha da derinleştiren nihai fikirlere sahip bulunmaktadır. Bir müslüman için hayatın manevî temeli iman ve inançtır ki, aramızda en aydın olan kimse bile uğrunda kolaylıkla canını feda edebilir. Bunun dışında, insanoğlunu etkisi altına alacak başka bir vahyin artık gerçekleşmeyeceği yolunda İslâm'ın temel görüşü sebebiyle, dünyanın en büyük hürriyetine sahip kitlelerden biri olmamız gerekir. İslâm öncesi Asya'nın manevî esaretinden çıkmış olan ilk müslümanlar bu temel görüşün gerçek manasını anlayacak durumda bulunmuyorlardı. Ama bugünün müslümanı kendi durumunun ne olduğunu takdir edip, nihai ve temel ilkelerin ışığında sosyal hayatını yeniden kursun. Şimdiye kadar müslümanlığın kısmen tezahür etmiş olan gaye ve hedefleri içinden İslâm'ın son hedefi olan "manevî demokrasiyi" çıkarıp geliştirsin. {The Reconstruction of Religious Thought in islam). Bu yol müslümanları yüzyıllarca yaptıkları körükörüne taklitten, kurumlarını, sosyal ve siyasî sistemlerini cehaletin karanlık vadilerine atan taassuptan kurtaracak tek pratik ve gerçekçi, yoldur. Kendilerini icatçı işlere yöneltecek bir saik bulamadıkları bu bozulma ve duraklama devresinden müslümanlar ancak bu şekilde kurtulacaklardır. |