Konu Başlığı: Evrensel İslam Toplumu Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 27 Temmuz 2012, 13:22:42 EVRENSEL İSLÂM TOPLUMUNUN (ÜMMETİN) ÖZELLİKLERİ Ümmetin Hususî Vasıfları Bu ümmette, diğer toplumların aksine, fertlerin görevleri Allah'a ve Rasûlüne iman, ibadetlerini îfâ, salih ameller içinde bulunmak, birbirlerine karşı müşfik ve yardımsever olmakla bilmemekte; her bir fert, İslâm'ın mesajını diğer insanlar arasında yaymakla mükellef tutulmaktadır. Ayrıca bu ümmetin mensupları iyiliği ve doğruluğu emretmek, kötülüğe ve adaletsizliğe mani olmak zorundadır. Bu ümmetin başta gelen görevi toplumu yeniden teşekkül ettirmek, hak ve adalet temeli üzerinde dünyanın diğer milletleri ile bir ilişki tesis etmektir. Bu ümmet diğer milletlerle işbirliği yaparak dünyadaki adaletsizliği, sadirganlığı ve zulmü durdurmalıdır. Ümmetin bu görevleri Kur'an'da şu sözlerle ifade edilir: "Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyliği emreder, kötülüğe mani olursunuz. Ve Allah'a iman edersiniz...." (3:110). "Böylece sizi vasat bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız..." (2:143). Bu âyetler müslüman ümmetin büyük ve aslî hedefini açıkça ifade eder. Her şeyden önce müslüman toplum, bu dünyada takvanın, hakikatin ve adaletin yaşayan şahitleri olmak zorundadır. Müslümanların, dünyanın en iyi ve en faziletli ümmeti hâline getirildiği ve bu bakımdan âdil toplumların vasıflarıyla donatıldığı kaydedilmiştir. Müslümanların hedefi bundan böyle salih amel işlemek, fazileti tesis etmek ve kötülüğü yok etmektir. Ümmet, bu gaye için fertleri arasında dayanışmayı kurmalıdır. Tevbe sûresinde bu husus şöyle ifade edilir: "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler..." (9:71). Gerçekten iman edenlerin bu özellikleri münafıkların özellikleriyle tezat teşkil eder. Bu iki grup, zahirde İslâm'a iman ve itaat bakımından benzer görünmelerine rağmen birbirlerinden tamamen farklıdırlar. Farklılık onların ahlâklarında, davranış, alışkanlık, eğilim ve düşünce şekillerindedir. Bir tarafta, İslâm'a inandıklarını söylemekten hiç bıkmayan, fakat samimi imandan mahrum olan ve davranışları imanlarını yalancı çıkaran münafıklar vardır. Bunlar, üstündeki etikette 'misk' yazan, fakat içinde hem görünüşünden hem de yaydığı hoş olmayan kokusundan kolaylıkla tanınan belli bir pisliği ihtiva eder. Diğer tarafta ise, içinde misk olan ve misk olduğu her yönden, görünüşü, kokusu ve diğer Özellikleriyle test edilebilen şişelere benzeyen gerçek mü'minler vardır. Dış görünüşteki 'İslâm' etiketi münafıklarla müslümanlan bir tek ümmetin mensupları yapmasına rağmen münafıkların gerçek özellikleri müslümanlar-dan o kadar farklıdır ki, bu ikisi aslında iki ayrı toplum oluşturur. Gerçekte, müslüman-lardan ayrı olarak, münafık erkek ve kadınlar aynı genel karakterlere sahip bir toplum teşkil ederler. Münafıklar tamamen Allah'tan uzaktırlar; kötü amellerle meşgul olup hayırlı işlerden yüz çevirirler ve asla gerçek mü'min-lerle işbirliği yapmazlar; kısaca bunlar birbirlerinin dostudurlar, kendilerini İslâm ümmetinden saymazlar ve kendi başlarına ayrı bir topluluk oluştururlar. Bunların aksine, kadın erkek, gerçek mü'minler bir tek ümmeti teşkil ederler. Hepsi de salih amel işler ve kötülükten sakınırlar; gece ve gündüz Allah'ı zikrederler ve bir an bile Allah'tan gafil olmazlar. Allah yolunda infak etme hususunda cömerttirler. Ayrıca Allah'a ve Rasûlüne kayıtsız şartsız itaat ederler. Mü'minlerin bu genel özellikleri onları münafıklardan ayırarak onları bir ümmet yapar ve birbirlerinin dostu kılar. (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 210). Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin yardımcısı ve dostudurlar; her zaman iyilik ve adalet şiarlarıdır. Başkalarının da iyi ve doğru yolda olmaları için gayret ederler. Kötülükten ve adaletsizlikten son derece nefret eder, başkalarının da kötülüklerden kurtulmaları için çalışırlar. Bu genel özellikler onları bir tek ümmet yapar. Bunların öncelik verdiği husus diğer insanları Allah yoluna çağırmaktır: "(insanları) Allah'a çağıran, sâlih amel işleyen ve 'Ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" (41: 33). Böyle bir insanın sözü, sözlerin en değerli derecesini kazanır ve sözün sahibini sa-lih bir insan olması için üç şeyle belli eder: Birinci olarak, bu kişi düşüncelerini kendi üzerinde odaklaştırmadan insanları Allah gerçeğine davet eder. İkinci olarak, onun her ameli doğrudur ve onun sözleri ve davranışları uyum içerisindedir. Ve Üçüncüsü, O kendisini tamamen Allah'ın iradesine teslim etmiştir. Bunun yanısıra İslâmî öğretileri kesin bir şekilde uygular. (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 1296). Bu surenin önceki ayetleri (41:30-32) müslümanlara Allah yolunda sebat etmelerini anlatır ve bu yolu kabul ettikten sonra hiçbir akideye iltifat etmemeleri onları meleklerle refik yapar ve cennete girmelerine vesile olur. Söz-konusu âyet (41:33) müslümanlara salih amel işlemekten, başkalarını Allah yoluna davet etmekten ve îslâm düşmanlarının büyük muhalefetine rağmen kişinin müslümanlığını beyan etmesinden daha iyi ve daha yüksek mevki olmadığını anlatır. Gerçekte, bu insanlar dinlerini her şeyden üstün tutarlar, onun uğrunda herşeylerini feda ermeye hazırdırlar. Mü'min-ler aileleri arasında, evlerinde veya ülkelerinde kaldıkları takdirde dinlerini yaşamayı güç veya imkânsız görürlerse, kendi arzularıyla bu değerli ve sevilen şeyleri terk ederek, inançlarını özgür bir şekilde yaşayabilecekleri başka bir bölgeye hicret ederler. "Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda hicret edenleri, dünyada güzelce yerleştireceğiz, (onlara vereceğimiz) âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Keşke bilseler! Onlar ki, sabrettiler ve Rab'lerine dayanmaktadırlar." (16: 41-42). Ankebut sûresinde de şöyle buyururun "Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir, bana kulluk edin, (eğer bir şehirde bana kulluk etmeniz mümkün değilse, bana rahatça kulluk edeceğiniz başka bir şehre göç edin). Her can Ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. (O zaman) İman edip salih amel işleyenleri, cennette altlarından ırmaklar akan yüksek odalara kondururuz. Orada ebedî kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir! Onlar ki sabrederler ve (yalnız) Rab'lerine tevekkül ederler. Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz, onları da,, sizi de rızıklandıran Allah'tır. O, işiten, bilendir." (29: 56-60). Yukarıda meali verilen birinci âyet (29: 56) şunu îma eder: Yaşadığınız yerde Allah'a ibadet etmenin zorlaştığını hissediyorsanız, Allah'a hakkıyla kulluk edebileceğiniz bir başka yere gidebilirsiniz. Çünkü Allah'ın arzı geniştir. Yurdunuza ve ülkenize değil, Allah'a ibadet etmelisiniz. Bu, asıl önemli olan şeyin ülke veya ulus olmadığını, fakat Allah'a kulluk etmek olduğunu gösterir. Şayet herhangi bir zamanda vatan, ulus ve aile sevgisi ile Allah'a ibadet çatışırsa, işte bu bir mü'min için bir imtihan başlangıcıdır. Böyle bir durumda hakkıyla iman eden bir kimse ulus, vatan ve aile sevgisini bir kenara bırakıp Allah'a ibadeti seçmelidir. Gerçekten iman etmediği hâlde mü'min olduğunu söyleyen kimse İse, inancını bir tarafa atıp ülkesi, ulusu ve ailesine bağlı kalacaktır. Bu âyet açıkça, hakkıyla iman eden bir mü'minin esir olabileceğini, fakat asla belirli bir vatana veya ulusa tapan bir kimse olamayacağını göstermektedir. Onun için Allah'a kulluk; uğrunda herşeyini feda edebileceği, fakat onu hiçbir şeye feda edemeyeceği, hayatının en değerli gayesidir. Yukanda meali verilen ikinci âyet (29:57) ise şunu vurgular: Dünya hayatına fazla heves edilmemelidir, çünkü er veya geç herkes ölecektir. Hiç kimse bu dünyaya sonsuza kadar yaşamak için gelmemiştir. Bu sebeple, bir insanın asıl gayesi hayatı kurtarmak değil, imanını nasıl koruyacağı ve Allah'a kulluğun gereklerini nasıl yerine getireceğinin öğrenilmesidir. Kişi eninde sonunda Allah'a dönecektir. Şayet bir kimse hayatını kurtarmak uğruna inancını kaybederse, Öbür dünyada akıbeti hüsran olacaktır. Fakat inancı uğruna hayatını kaybederse, mükâfatı cennet olacaktır. Bu sebeple, insanlar sadece, Allah'a döndürüldüklerinde yanlarında ne götürecekleri konusunda çaba ve gayret sarfetmelidirler. Yaşamak uğruna feda edilmiş bir iman mı, yoksa iman uğruna feda edilmiş bir hayat mı götürülecektir? Üçüncü âyette (29:58) anlatılan gerçek şudur: Şayet iman ve dürüstlükten dolayı dünyevî nimetlerden mahrum kalınmış ve dünyevî açıdan bakıldığında kayba uğranılmış görünüyorsa, şundan emin olunmalıdır ki, bu mahrumiyet ve kayıplar telafi edilecek hatta daha mükemmeliyle mükâfatlandırılacaksınız. Yukarıda meali verilen dördüncü âyet ise şunu anlatır: Mü'minler türlü sıkıntı, zorluk, zülüm ve belâlar karşısında bile imanlarında sebat ederler, mü'min olmanın sonuçlarına katlanırlar ve asla geri dönmezler. Onlar imandan dönerlerse elde edecekleri fayda ve menfaatlerin farkındadırlar, fakat bunların cazibesine kapılmazlar. Onlar kâfirlerin ve doğru yoldan sapanların bu dünyada elde ettikleri servet ve şöhreti görmelerine rağmen bunlara tenezzül etmezler. Onlar servetlerine, ticaretlerine ve kabilelerine değil, Rablerine güvenip dayanırlar. Sadece Rablerine tevekkül ettikleri için dünyevî zenginliklerine bakmaksızın, imanları uğrunda her güçle savaşmaya, her tehlikeye göğüs germeye ve imanları gerektirirse yurtlarını bile terketmeye hazırdırlar. Rablerinin, imanlarının ve işledikleri salih amellerinin mükâfatını zayi etmeyeceğinden emindirler ve O'nun bu dünyada da muttaki, salih kullarına yardım edeceğine, âhirette ise onlara en güzel mükâfatlan bahşedeceğine inanırlar. Ve yukarıda meali verilen son ayet (29:60) ile, mü'minlere, hicret ederken hayatları ve geçimleri için de endişe etmemeleri anlatılmaktadır. Çünkü bütün canlıların rızkını veren Allah'tır; karada, denizde ve havada yaşayan hiç bir canlı rızkını beraberinde taşımaz. Allah onların hepsini rızıklandırır. Onlar nereye gitseler Allah'ın lûtfuyla rızıklarını bulurlar. Bu yüzden, onlar imanları sebebiyle yurtlarınızdan ayrılmak zorunda kaldıklarında karınlarını doyuracak bir şey bulamayacakları gibi bir endişeye kapılmazlar. Allah sayısız yaratığı rızıklandırdığı gibi onları da nzıklan-dıracaktır. (The Meaning of the Qur'ant c. IX, sh. 174-175). Aynı şeyleri Hz. İsa da havarilerine öğretip tebliğ etmiştir: "Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez; çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever, yahut da birini tutar ve Ötekini hor görür. Siz Allah ve Mammon'a (hırs veya servet tanrısı) kulluk edemezsiniz. Bunun için size diyorum: Ne yiyeceksiniz, yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için, ne giyeceksiniz diye bedeniniz için de kaygı çekmeyin. Hayat yiyecekten ve beden giyecekten daha üstün değil midir? Gökte uçan kuşlara bakın, onlar ne ekerler, ne biçerler, ne de ambarlara toplarlar; ve semavî Babanız onları besler. Siz onlardan daha değerli değil misiniz? Ve sizden kim kaygı çekmekle boyunun ölçüsüne bir arşın katabilir? Ve niçin esvaptan Ötürü kaygı çekiyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın; ne çalışırlar, ne de iplik eğilirler; size derim: Süleyman bile, bütün izzetinde bunlardan biri gibi giyinmiş değildi. Fakat bugün mevcut olup yarın fırına atılan kır otunu Allah böyle giydirirse, sizi daha çok giydirmez mi, ey az imanlılar? İmdi: Ne yiyeceğiz? yahut: Ne içeceğiz? yahut Ne giyeceğiz? diye kaygı çekmeyin. Çünkü Milletler (İsrail kavminden gayri olan bütün milletler) bütün bu şeyleri ararlar; çünkü semavî Babanız bütün bu şeylere muhtaç olduğunuzu bilir. Fakat önce onun melekûtunu e salâhını arayın; ve bütün bu şeyler size artırılacaktır. Bundan dolayı, yarın için kaygı çekmeyin; zira yarınki gün kendisi için kaygı çekecektir. Kendi derdi güne yeter." (Matta İncili, Bab 6: 24-34). Kur'ân ve İncil'de yer alan bölümlerin arka planı aynıdır. Hakkın tebliğ edilmesi sırasında her zaman hak yolcusunun, maddî dünyanın imkânlarını hiç gözönünde bulundurmak-sızın, hayatını sadece Allah'a emanet edip tevekkül edeceği an gelir. Bu durumlarda gelecek endişesi taşıyanlar, hayat teminatı ve fizik garantisi arayanlar hiç bir şey yapamazlar. Gerçekte bu şartlar ancak her türlü tehlike karşısında korkusuzca gayret ve çaba gösterenler ve hatta hayatlarını tehlikeye atmaktan çekinmeyenler tarafından değiştirilir. İşte bu fedakârlıklar sayesinde Allah'ın kelâmı yücelir ve diğer bütün kelâm ve akideler onun önünde boyun eğer. (Mevdûdî, a. g. e., c. IX, sh. 176). |