๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 15 Ağustos 2012, 13:32:25



Konu Başlığı: Eşsiz Kuran Nesli
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 15 Ağustos 2012, 13:32:25
EŞSİZ KUR'ÂN NESLİ

Her dönemde ve her ülkede İslâm tebliğcileri, İslâm tarihinin özel bir yönü hakkında iyi­ce tefekkür etmeli, enine boyuna düşünmeli­dirler. Bu, insanları İslâm'a davet metodu ve İslâmî eğitim usûlleri ile ilgili yönüdür.

Belirli bir dönemde bu çağrı bir nesil vücuda getirdi; İslâm tarihinde, hatta tüm insanlık ta­rihinde eşi benzeri görülmeyen sahabe nesli­ni. Bundan sonra, bu nitelikte başka bir nesil görülmedi. Şu bir gerçek ki, tarihe baktığı­mızda, değişik yerlerde bu nitelikte bazı bi­reyler görebiliyoruz. Fakat İslâm'ın ilk döne­mindeki gibi böyle insanlardan oluşan bir topluluğun aynı mekânda bulunuşu tekrar vu­ku bulmamıştır.

Bu apaçık bir tarihî gerçektir. Onun üzerinde uzun uzadıya düşünmeliyiz, böylece onun sır­rına vâkıf olabiliriz.

Bu davetin ana kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîm elimizdedir. Rasûlullah'in hem hadisleri, hem pratik sünnetleri, hem de yüce hayatı çizgi çizgi gözümüzün önündedidir. Bu kay­naklar, tarih boyunca bir benzeri daha görül­meyen ilk müslüman toplulğun, yani sahabe neslinin elinde de mevcuttu.

O ilk neslin beslendiği ana kaynak doğrudan doğruya Kur'ân'dı; yalnızca Kur'ân. Hz. Peygamber'in hadisleri ve sünneti ise sade­ce o ana kaynağın eserlerinden bir eserdir. Mü'minlerin annesi Hz. Aişe'ye Peygamber'in ahlâkı sorulduğunda: "Onun ahlâkı Kur'ân'ın kendisiydi." diye cevap vermiştir (Nesei).

Kur'ân, susuzluklarını giderdikleri tek kay­naktı. Hayatlarını şekillendiren tek kalıp buy­du. Onların tek rehberiydi. Bunun böyle ol­ması medeniyetin, ilmin, kitapların veya okulların mevcut olmamasından dolayı değil­di. O gün daha Roma medeniyeti, kültürü, kitapları ve kanunlarıyla ayaktaydı. Bunlar, bu­gün bile Avrupa kültürünün temelleri olarak telakki ediliyor. Yunan kültürünün mirası da mevcuttu; onun mantık bilimi, felsefesi ve sa­natları vardı. Bunlar hâlâ Batı düşüncesinin ilham kaynağıdır. Meydanda bir de İran me­deniyeti mevcuttu; onun sanatı, şüri, mitoloji­si ve idarî sistemi vardı. Uzak veya yakın başka birçok medeniyet mevcuttu; Hint ve Çin medeniyetleri gibi. Yahudiler ve Hıristi­yanlar, Arap yarımadasının kalbinde yaşayış­larını sürdürürlerken, İran ve Roma medeni­yetleri Arap yarımadasının kuzey ve güneyin­de mevcuttular. Dolayısıyla şuna inanıyoruz ki, dinlerini anlamak için sadece Allah'ın ki­tabına sarılmalarının sebebi, medeniyet ve kültürün varlığından haberdar olmamaları de­ğildi. Bilakis iyi düşünülmüş bir plan ve me-tod bunu gerektiriyordu. Nitekim Rasûlullah, Hz. Ömer'in elinde Tevrat'tan bir sayfa görünce memnuniyetsizliğini şöyle ifade etti: "Allah'a yemin ederim ki, eğer Musa sağ olup da aranızda bulunsaydı, bana uymaktan başka bir şey yapmazdı." (Hafız Ebu Ya'la tarafın­dan Hammad'dan, o da Şâbi'den, o da Câbir'den rivayet etmiştir).

Bu olaydan da anlaşılmaktadır ki, ilk müslüman neslin ilk eğitim döneminde Allah rasulü, onların Kur'ân'dan başka bir kaynaktan beslenmemelerini istemişti. Hz. Peygamber, bu topluluğun kendilerini halisçe Allah'ın kitabına vakfetmelerini ve hayatlarını onun öğretilerine tamamen uygun olarak düzenle­melerini istiyordu. Hz. Ömer Kur'ân'dan baş­ka bir kaynağa yöneldiğinde Rasûlullah 'in hoşnutsuzluk göstermesinin sebebi buydu.

Gerçekte Rasûlullah, kalbi, aklı ve anlayışı katıksız bir nesil yetiştirmek niyetindeydi. Onların eğitiminin, Kur'ân'ı vahyeden Al­lah'ın emrettiği metoda dayanması ve diğer tüm kaynakların etkisinden arındırılması gerekiyordu.

Şu halde bu nesil yalnızca bu pınardan bes­lendi ve böylece tarihteki eşsiz yerine erişti. Daha sonraları bu kaynaktan başka kaynak edinilmiştir. Daha sonraki nesillerin beslendi ği kaynaklar arasında Grek felsefe ve mantı ğı, İran mitolojisi ve düşüncesi, Yahudi hura feleri ve geleneği, Hıristiyan ilahiyatı ve bun­lara ek olarak diğer medeniyet ve kültürlerin tortuları vardı. Bu unsurların hepsi Kur'ân-Kerîm tefsirlerine, Kelam ilmine, fıkıha ve fıkıh usullerine karıştırıldı. Bu nesilden sonraki nesiller bu karışık kaynaklardan beslendiler Dolayısıyla o nesle benzer bir nesil bir daha vücuda gelmedi.

Böylece herhangi bir istisna yapmadan şöyle diyebiliriz; eşsiz ve seçkin ilk müslüman nesil ile daha sonraki müslüman nesiller arasındaki farklılığın temel sebebi, daha önce de belirt­tiğimiz gibi, İslâmi rehberliğin birinci kayna­ğının saflığının, başka kaynaklarla bulandırılmış olmasıdır.

Bu farklılığın ortaya çıkışında etkili olan bir başka temel sebep daha vardır. O da, bu eşsiz neslin kaynaktan yararlanma şeklindeki fark­lılıktır.

Bu ilk neslin insanları, Kur'ân'a ne bilgi ve kültür edinmek için, ne de lezzet ve haz al­mak için yaklaşıyorlardı. Onlardan hiçbiri sırf bilgi edinmek için veya bilimsel ve hukukî meseleleri çözmek İçin veya bilgilerindeki bazı eksiklikleri gidermek için Kur'ân'a yak­laşmıyorlardı. Bilâkis onlar, Allah'ın kendile­ri ve içinde yaşadıkları cemiyetle ilgili olarak, hayat tarzlarının nasıl olması gerektiği hakın-da emirlerini öğrenmek için Kur'ân'ı ellerine alıyorlardı. Onlar, o gün ne yapması gerekti­ğini öğrenmek için "Günlük Talimatları" okuyan bir asker gibi, duyduklarını hemen eyleme dökmek amacıyla Kur'ân'a yaklaşı­yorlardı. Bu yüzden onlardan hiçbiri, Kur'ân ayetlerinin çoğunu bir seferde öğrenmek iste­miyordu. Çünkü biliyorlardı ki ne kadar çok ayet öğrenirlerse, omuzlarına o kadar ağır so­rumluluk yüklenecekti. Abdullah İbn Me-sud'un rivayet ettiği bir hadiste de belirtildiği gibi, en fazla on ayet ezberleyip amel etmeye başlıyorlardı.

Bu amel etmek için öğrenme şuuru, manevî haz ve ilim kapılarını açıyordu. Şayet onlar Kur'ân'a sadece tartışma, inceleme ve bilgi edinme için yaklaşsalardı, bu kapılar açılmaz­dı. Böylece amel kolaylaşıyor, sorumlulukla­rının ağırlığı hafifliyor ve Kur'ân onların ya­şanılan ve karakterleriyle bütünleşerek kişi­liklerinin bir parçası oluyordu. Bu nitelikleri onları, imanın yaşayan örnekleri haline getir­di. Zihinlerde ve kitaplarda saklı olmayan bir İmandı bu. Bilâkis, hayatın seyrini, olayları ve koşulları değiştiren dinamik bir hareket içinde kendisini ifade eden bir imandı.

Doğrusu bir kimse "amel etmek için öğren­me" ruhuyla Kur'ân'a uzanmazsa, Kur'ân ha­zinelerini ona açmaz. Kur'ân, zihnî faaliyetle­ri arttırıcı bir kitap veya edebî içerikli bir ki­tap olarak değerlendirilmesi için gönderilme­di. Onun gönderiliş amacı, tarih kitabı olarak ele alınması da değildi. Şüphesiz Kur'ân tüm bu özelliklere sahiptir. Bunlardan öte, Allah'a adanmış bir hayat nizamı olması için gönde­rildi. Bu yüzden Yüce Allah Kur'ân'ı, insan­ların üzerlerinde düşünmelerine fırsat vermek için bölümler hâlinde indirmiştir: "Onu, in­sanlara ağır ağır okuman için okuma parçala­rına ayırdık ve onu azar azar indirdik." (17: 106).

Kur'ân'm tamamı bir defada indirilmedi; Kur'ân yeni problemlerle karşılaşan İslâm ce­miyetinin ihtiyaçlarına, fikirlerin ve düşünce­lerin gelişmesine, genel sosyal hayatın İlerle­mesine ve müslüman cemiyetin günlük hayat­ta karşılaştığı karşı koymalara uygun olarak indirildi. Belirli bir olay veya özel şartlarla il­gili olarak bir veya birkaç ayet vahyedilirdi. Bu ayetler, insanların kafasında oluşan sorun­lara cevap verir, belirli durumların mahiyetini açıklar ve bu durumlarla ilgili çözüm yollan gösterirdi. Yine bu ayetler, onların düşünce veya amellerindeki hatalarını tashih eder, on­ları Allah'a yakmlaştırır ve onlara Allah'ın sı­fatlarının ışığında evrenin çeşitli yönlerinin hikmetini açıklardı. Böylece onlar açık bir şe­kilde anlarlardı ki, hayatlarının her ânı, Kadir-i Mutlak Yaratıcının yol göstericiliği ve İdaresi altındaydı. Yine anlarlardı ki, Allah'ın merhamet rüzgarları altında hayat yolunu ka-tediyorlardı. Allah ile olan sürekli rabıtaları sebebiyle, yaşamları, Allah tarafından kendi­lerine öğretilen bu kutsal yola uygun olarak şekilleniyordu.

Dolayısıyla "amel etmek için öğrenme" bu ilk müslüman cemiyetin metoduydu. Daha son­raki nesillerin metodu ise, akademik tartışma­lar ve zevk için Öğrenme oldu. Şüphesiz bu, o eşsiz nesille, daha sonraki nesiller arasında ortaya çıkan farklılığın ikinci büyük sebebi­dir.

Müslümanların tarihinde etkili olan ve üze­rinde durmamız gereken üçüncü bir faktör da­ha vardır.

Hz. Muhammed döneminde, İslâm'a giren kimse, cahiliyye (Allah'tan gelen hidayetten habersiz olma durumu) devrindeki kendi ma-zisiyle alâkalı herşeyi sıyırıp atardı. İslâm da­iresine adım atar atmaz, İlâhî Kanundan gafil olduğu eski hayatını tamamen terkedip yeni bir hayata başlardı. Bu kişi eski yaşantısında işlediği amellere korku ve kuşku ile bakardı. İslâm'da bu tür fiillere müsamaha gösterilme­diğinin bilincinde olurdu. Bu bilinçle, yeni bir kılavuzluk için İslama yönelirdi. Eğer günaha teşvik edici birşey veya eski âdetleri onu cezbederse yahut İslâm'ın emirlerini yerine getir­mede gevşeklik gösterirse, suçluluk duygu­suyla huzursuz olur, yaptıklarından temizlen­me İhtiyacı hisseder ve Kur'ân'm rehberliğin­de kendini şekillendirmek için ona yönelirdi.

Dolayısıyla o müslümanın eski cahili yaşantı­sı ile yeni İslâmî yaşantısı arasında tam bir

ayrılık meydana geliyordu. Eski yaşantısın­dan tamamen uzaklaşma kararı aldıktan sonra kendisini İslâm'a adıyordu. Cahiliyye ile tica­ri hayatta ve günlük işlerde bazı münasebetler kursa bile, düşünce dünyası ile bu günlük mü­nasebetleri tamamen ayrı tutuyordu.

Bu cahilî çevrenin, onun gelenek ve görenek­lerinin, fikir ve kavramlarının terkedilmesi, şirkin yerini tevhid düşüncesinin almasından, hayat ve dünya hakkındaki cahili görüşün ye­rini İslâmî görüşün almasından, yeni bir yö­netim altındaki yeni İslâm cemaatine katıl­maktan ve bu cemiyetin sağladığı bağlılıklar-dan ve yükümlülüklerden kaynaklanıyordu.

Bu, yolların ayrılışı ve yeni bir yolculuğun başlangıcıydı; cahilî toplumun gelenek, kav­ram ve değerlerinin baskısından kurtuluşu sağlayan bir yolculuğun başlangıcıydı. Bu meşakkatli yolda karşılaştıkları şeyler arasın­da ağır İşkenceler, baskılar ve sıkıntılar vardı. Fakat bu dava kalplerinin derinliklerine öyle bir nüfuz etmişti ki, cahilî toplumun tüm bas­kılarına rağmen kararlılıklarında bir azalma olmadı.

Biz de bugünün cahiliyyesi tarafından kuşa­tılmış durumdayız. Bu cahiliyye, İslâm'ın ilk dönemindeki İle aynı mahiyette, belki biraz daha şiddetli. Bütün çevremiz, insanların inanç ve düşünceleri, alışkanlıkları, sanatları, kanun ve kuralları cahiliyedir. Üstelik İslâmî kaynaklar, İslâm kültürü, İslâm felsefesi ve İslâm düşüncesi olarak gördüğümüz unsurlar bile cahiliyyenin ürünleridir.

Gerçek İslâmî değerlerin kalbimize yerleşme­mesinin ve aklımızın İslâmî kavramlarla ay-dınlanmamasının sebebi budur. İslâm'ın ilk nesliyle aynı çapta bir grubun aramızdan çık­mamasının sebebi de budur.

Bundan dolayı, içinde yaşadığımız ve kendi­sinden bazı faydalar elde ettiğimiz cahiliyye­nin tüm etkilerini, eğitim ve öğrenimimizin ilk safhalarında temizlememiz.İslâmî hareket için bir zarurettir. O neslin rehber olarak aldı­ğı ve herhangi bir tahrife uğramamış katıksız kaynağa yeniden dönmeliyiz. Kâinatın ve in­san varlığının mahiyeti ile ilgili düşünceleri­mizi oluşturmak ve bu ikisinin Mutlak ve Mükemmel varlık olan Yüce Allah ile müna­sebetlerini ortaya koymak için bu kaynağa tekrar dönmeliyiz. İdarî ilkelerimizi, siyaseti­mizi, ekonomimizi ve hayatın diğer tüm yön­leriyle ilgili düşüncelerimizi bu kaynaktan temin etmeliyiz.

Ona, akademik tartışma ve zevk için değil itaat ve amel etmek için öğrenme ruhuyla, na­sıl bir insan olmamızı istediğini öğrenmek ve öyle olmak için dönmemiz gerekiyor Kur'ân'ı okurken onun sanatsal güzelliğinj olağanüstü kıssalarını, kıyamet sahnelerini' sezgisel mantığını ve bu kitap üzerine araştır­ma yapan akademisyenlerin ve edebiyatçıla­rın faydalandığı diğer unsurları keşfedeceğiz Kur'ân'ın bu farklı yönlerinden hoşlanacağız ama, ona yaklaşmamızın asıl amacı bu olma­yacak. Asıl amacımız Kur'ân'da bizden talep edilen hayat tarzının ne olduğunu öğrenmek, Kur'ân'ın sahip olmamızı istediği, kâinata bü­tüncül bakışı öğrenmek, Allah hakkındaki bil­gimizin mahiyetini öğrenmek, emredilen ahlâk ve davranış biçimlerini ve dünyada kur­mamız istenilen hukuk sisteminin ne olduğu­nu öğrenmektir.

Cahilî toplumun kavramlarının geleneklerinin ve liderliğinin pençesinden kendimizi kurtar­malıyız. Bizim görevimiz cahilî toplumun pratikleriyle uzlaşmak olmadığı gibi, ona itaat etmek de değildir. Cahilî özelliklerinden do­layı cahili toplumlar uzlaşmaya değmez. Bi­zim ilk hedefimiz kendimizi değiştirmek, on­dan sonra toplumu değiştirebilmektir.

Nihâî hedefimiz bu toplumun dinamiklerini değiştirmek, daha doğrusu tüm temelleriyle beraber cahilî sistemi değiştirmektir. Yaratı­cımızın bizden istediği hayatı yaşamamızı, güç ve baskı aracılığıyla engelleyen bu sis­temle İslâm arasında köklü bir uyuşmazlık vardır.

İlk adımımız, cahilî toplumdan, onun değer ve kavramlarından kendimizi soyutlamak ola­caktır. Ne kendi değer ve kavramlarımızı de­ğiştireceğiz, ne de cahili toplum ile bir pazar­lığa girişeceğiz. Asla! Bİzim yolumuz ayrı, onunki tamamen ayrıdır. Eğer onunla dost ol­mak için bir adım atarsak, amacımızı ve yolu­muzu yitiririz.

Biliyoruz ki bu yolda güçlük ve sıkıntılarla karşılaşacağız. Büyük fedakârlıklar gösterme­miz gerekecek. İlk müslüman neslin yolundan yürümemiz gerektiği için, Kendi sistemini kuran ve onlara cahiliyye karşısında zafer ve­ren Allah'ın izniyle, heva ve heveslerimizi bir kenara koyacağız.

Dolayısıyla, Peygamberimiz Hz. Muhammed (g)'in ve onunla beraber olan seçkin ve eşsiz sahabe neslinin, cahiliyyeden kurtulmak için katettikleri yolun, hareket yönümüzün ve sa­hip olduğumuz konumun mahiyetinden ha­berdar olmamız faydamıza olacaktır. (Seyyid Kutub, Milestones, Beyrut 1978).