Konu Başlığı: Eşitlik Ve Adalet Prensipleri Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 28 Ağustos 2012, 17:56:08 EŞİTLİK VE ADALET PRENSİPLERİ Eşitlik ve adalet, İslâm nizamının hayatiyetini ve ruhunu oluşturan ve sistemi kuşatan iki ilkedir. Sosyal, siyasî, iktisadî hayatın her sahasında bu iki ilkenin izleri görülür. Bununla birlikte İslâm, hayatın çeşitli alanlarının icaplarına, görevlerine ve yapılarına göre bu iki kuralı âdil ve mâkul şekillerde kullanır. Bütün sosyal ve siyasî sahalarda, üstün vasıflara haiz olan kimseler hâriç, İslâm şahıslar arasında en küçük bir ayırıma imkân tanımaz; herkes için eşitlik fikrini benimser. Bütün vatandaşların her alanda aynı haklardan yararlanmaları İslâm devleti için temel vasıflardan biridir. Bütün vatandaşlar hukukî, cezaî ve eğitim ile ilgili meselelerde kabiliyetlerine göre eşittirler. Sosyal güvenlik, barınma ve sağlık hizmetlerinden bütün vatandaşlar eşit olarak istifade ederler İslâm'da vatandaşlara, soyluluk, asalet, ırk ve ulus gibi özelliklerine bakılmaksızın, vasıfla-rina göre eğitim öğretim görmede, iş bulmada eşit fırsatlar verilmiştir. Kanun önünde herkes eşit olduğundan herkes aynı hak ve hürriyetlere sahiptir. Ekonomik alanda ise İslâm eşitlik yerine adalet prensibini destekler. İslâm toplumda her ferde, kendi örflerine göre normal bir hayat sürebilecek ücreti devletten talep etme hakkını verir. Hiçbir durumda, bazı şahısların geçim şartlarının genel refah seviyesinin altına düşmesine izin vermez. Çalışan sınıfın kazançları ile işveren ve malsahibi arasındaki menfaatleri âdil ve eşit şekilde muhafaza etmek için her adım atılmalıdır. Aynı zamanda ülke çapında asgarî ve azamî seviyenin dikkatlice ayarlanabilmesi için kabul edilebilir en büyük farklılığının haddi aşıp zangini daha zengin, fakiri daha fakir yapmaması için gerekli tedbirler alınmalıdır. Dikkatli bir gözetim toplumdaki iktisadî sınıflaşmanın adaletli ve eşit olmasına yardımcı olur. İnsanlara kabiliyet ve vasıflarına göre ücret ödenmesine dikkat edilir. Fakat asgarî kazancın zamana göre belirlenmiş olan genel standartların altına düşmemesine dikkat edilir. Bu şekilde toplumda herkes kabiliyet ve vasıflarına göre ücret almış, haksız yere zayıfın tarafı tutularak daha çalışkan ve vasıflı kimseler hayal kırıklığına uğratılmamış olur. Herkes kendi çabalan nisbetinde kazanır ve herkese şahsî kabiliyet ve çabalarının fazla ürünlerini elde tutma hakkı verilir. Bu nizâm, insanların kazanç kapasitelerine suni ve fıtrata aykırı sınırlamalar getirmez. Aksine daha az nasİpli ve zayıfların menfaatlerine zarar vermediği müddetçe insanların tabiî kabiliyet farklılıklarına göre daha fazla çalışarak daha çok kazanmalarını sağlar. Başka bir ifadeyle, ekonomik sınıflaşma derecelerinin, tabiî sınırlar içinde kalıp haddini aşmaması için İslâm ekonomik sahada tabiî nizâmı muhafaza eder. Kur'ân bu tabiî düzene şöyle değinir: "Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah'ın lûtfunu isteyin; şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir." (4: 32). Bu ayette Allah, eğer dikkat edilirse, bugünkü problemli sosyal hayata bir çözüm getirecek ahlâkî bir direktif sunmaktadır. Allah Teâlâ, insanlara başkalarının malları için arzu ve kıskançlık duymamaları gerektiğini Öğretmektedir. Çünkü O, bir hikmete bağlı olarak, herkesi aynı yaratmamıştır. Eğer bu eşitsizlik olmasa, hayat çok saçma ve anlamsız olurdu. Allah her şeyin en iyisini bilen olduğundan, birini güzel, diğerini çirkin yaratmıştır. Birine akıcı bir ses, diğerine ise kaba bir ses vermiştir. Birini fizik olarak güçlü, diğerini ise zayıf yapılı kılmıştır. Birine akıl ve beden ile ilgili belli kabiliyetler vermiş, diğerini başka yeteneklerle donatmıştır. Kimini zengin, kimini fakir yapmıştır. Birazcık düşünmek bile insanı, insan kültüründen bütün çeşitliliklerin, bilgi ve hikmete dayanan bu farklılık ve değişikliklere dayandığı sonucuna götürür. Bu sebeple, ne zaman ki insanlar bu farklılıkların arasını açmaya veya onları tamamen ortadan kaldırmaya yeltenseler, toplumda şu veya bu çeşit bir karışıklık ortaya çıkar. İnsanların, üstünlükleri nedeniyle başkalarını kıskanmaya karşı eğilimleri; hasislik, acımasız rekabet, düşmanlık, sınıf çatışmaları ve buna benzer kötü sonuçlara yol açar. Böyle bir anlayışa sahip kimse, Allah'ın kendisine vermediği şeyi elde etmek için O'nun kurallarına karşı gelir. Bu mânada, Allah, Müslümanlara böyle bir düşünce ve kıskançlıktan sakınmalarını tavsiye etmiştir. Bununla birlikte insan, Allah'ın kendi lûtfundan vermesi için dua etmelidir. Çünkü O, kendisi için hayırlı olan şeyi verir ve O her şeyi bilendir." (Ebu'l-A'la Mevdûdî, The Meaning of the Qur'an, c. II, s. 120). Tarih boyunca, insanların birbirlerini çekememezlikleri ve kıskançlıkları bu tabiî nizamı bozmalarına sebep olmuş, ortaya çıkan muhtelif felsefeler de durumu iyileştirmek yerine daima daha da kötüleşmesine sebebiyet vermiştir. İnsanın yakın tarihinde hem kapitalizm hem de komünizm bu nizamı kurcalamış, akabinde bu tabiî işleyişi bozmuşlardır. Sonuçta kapitalizmin amacına ulaşamamasından, yetersizliklerinden ve kötülüklerinden insanlık acı çektiği kadar komünizmin de baskıcı ve murakabeci tutumundan acı çekmiştir. Komünistlerin suni ve sathî olarak oluşturmaya çalıştıkları maddî eşitliğe dayalı devlet şekli şahıslan birçok faziletlerden, hürriyet ve haklardan, ticarî teşebbüslerden mahrum bırakmış, uygulamada da halkın sosyal durumuna hiçbir katkısı olmamıştır. Diğer yanda, kapitalizm, ticarî devleti aşırı derecede desteklemesi sebebiyle tabiî nizamı bozmuş, toplumun alt kesimine vaadettiği iyi şartları gerçekleştirememiştir. Bunların ana sebebi eşitlik prensibinin, bütün beşerî sistemlere mantık ve akıl-dışı yaygmlaştınlmasıdır. Bazı özel sebepler ve hedeflerden dolayı bu iki sistemin eşitlik sloganı yığınlara cezbedici ve güzel görünmüştür. Durumu bir bütün olarak incelersek, ekonomi alanında bir ayırım gözetmeksizin bu prensibin uygulanması muhtemelen dengeyi bozacak, faydadan ziyade zarar verecektir. Bunun birinci sebebi insanın fıtratına ve toplumda ortaya çıkan tabiî nizamın ruhuna karşı olduğundan arzu edilen eşitliği sağlamanın imkânsız olmasıdır. İkinci olarak; eğer bu eşitliğin zorla ve baskı ile sağlandığını kabul etsek bile, bu durum kısa süre devam edecek insanların tabiî farklılıklarında bulunan güçler bu suni engelleri ortadan kaldırıp tabiî nizamı geri getirecektir. Tarihî gerçekler böyle denemelerin hep karşısında olmuştur. Kurulu nizama isyan edip ekonomik alanda eşitliği sağlamak isteyenler bile pratikte bunun uygulamasını yapmakta başarısız kalmışlardır. Yaptıkları tek şey sağlıklı, güçlü, kuvvetli insanlara en düşük ücretli iş bulmaları olmuştur. Komünist ülkelerdeki yığınların ekonomik konumlarının tarafsız bir araştırması, onların bu alandaki başarı iddialarını yalanlamıştır. Gerçekte gerekli olan tek şey daha önce de açıklandığı üzere ekonomik konularda halk arasında, adaletin olmasıdır. İnsanlara kabiliyetleri, eğitimleri ve gayretleri nisbetinde çalışıp hür olarak kazanç sağlayabilme hakkı verilmelidir. Devletin yapması gereken şey ise bütün vatandaşlarına eşit eğitim öğretim ve diğer sosyal hizmetleri ırk, renk, mevki ve ulus gibi farklılar gözetmeden eşit şekilde sunmaktır. Aynı zamanda devlet en düşük ücretin, üzerinde anlaşmaya varılan ülkenin genel standartlarından aşağıya düşmemesine dikkat etmelidir. Asgari ve azami kazanç farklılıkları karşısında da devlet gözünü açık tutmalı, farkın çok aşırı olmasını önlemelidir. Bu şekilde âdil ve insaflı bir ekonomik sistemin uygulanışı ile toplumun birlik ve beraberliğine zarar verilmeden, bütün grupların menfaatleri korunarak İslâm nizamında makul bir ekonomik sistem geliştirilmiş olur. Bununla birlikte sosyal, siyasî ve inanç ile ilgili meselelerde devletin bütün vatandaşlarına renk, ırk, cinsiyet, ulus gibi farklılıklanna bakmaksızın tam bir eşitlikle muamele etmesi vazgeçilmez temel unsurdur. Çünkü beşerin tümü Kur'ân'da belirtildiği üzere bir ana-babadan meydana gelmiştir. Bu yüzden insanlar sosyal, siyasî ve inanç İle ilgili haklardan faydalanma hususunda eşittirler. Hiçbir kimse, doğuştan kardeş olması hasebiyle diğer insanlara karşı, sosyal, siyasî veya herhangi özel bir imtiyaz iddia edemez. Üstelik bütün insanlar Allah'ın kulu olup, O'na itaat etmek, şeriatına teslim olmak için yaratılmıştır. Allah'ın bir kulu ile diğer kulu veya bir grup ile diğeri arasında hiçbir farklılık yoktur. Bütün insanlar ölünce, Allah'ın huzurunda yaptıklarından hesap verecekler ve bunu hiçbir imtiyaz olmaksızın (takva hâriç) şahsî olarak yapacaklardır. Fert ve toplum olarak bir insana özel bir imtiyaz veya hak tanımak, gayritabiî olmakla beraber, başkaları için haksızlıktır. Nasıl olur da aynı ana babadan gelmiş olan insanoğlu diğerlerine doğumdan, ırkından ve soydan gelen bir üstünlük İddiasında bulunabilir? Fertlere ve toplumlara böyle özel imtiyazlar ve haklar tanındığında toplumun içine düşmanlık, bölünme ve nefret tohumları saçılmış olur ve ulus birlik ve beraberliğini kaybeder. Bu çatışma zamanla söz konusu toplumun helakine sebep olur. Hz. Peygamber 'in İlâhî rehberlik altında getirdiği yeni nizam,Mmüslümanların bütün ilmî sahalarda hızla ilerlemesine sebep olmuştur. Fakat ne zamanki çeşitli sahalardaki eşitsizlikler haddi aşmış, tabiî nizam bozulmuş, Müslümanlar yaratıcı güçlerini kaybetmişler yavaş yavaş durgunlaşarak eskitilmiş bir toplum olmuşlardır. Allah'ın kanunu şudur ki asil olsun, seçilmiş olsun her toplum, fert veya toplum olarak yapmış oldukları faaliyetlerin sonuçlarından kaçamazlar. Eğer insanlar tabiî nizamı Rabblerinin talimatlarını hiçe sayarak bozmaya devam ederler, bu faaliyetlerinde inatla ısrar ederlerse, daha önceki kavimlere olduğu gibi, işlerinin akıbetiyle yüzyüze geleceklerdir. Bu toplumlarla ataları arasında, yer ve zaman şartlarına göre değişebilen helak metodları hâriç, aralarında bir ayrım yapılmayacaktır. Müslümanlar bütün kalpleri ile ve samimi olarak Allah'ın yolunu kabul ettikleri zaman Allah onları çeşitli şekillerde mükâfatlandıra-caktır: "Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler İner. Onlara: 'Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlan-mzız' derler. Gafur ve rahîm olan Allah'ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır." (41:30-31). Bu âyet, ebedî hayatı kazananların, yegâne Hakikati tanıyan ve onları anlayanlar olduğu, bu insanların imtihan alanı olan dünya hayatlarında da yaşayışlarını sadece İlâhî Hakikate göre şekillendirdiğinin göstergesidir. Bu insanlar manevî yönden diğerlerinden daha huzurlu oldukları gibi, maddî imkânlardan da en üst derecede faydalanacaklardır. Gerçek müslüman bütün güçlükleri sonunda yeneceği, en üst düzeye ulaşacağı bir vaad ve gerçeğin ifadesidir. Bunun sebebi, Müslümanların kendilerinde Allah'ın manevî açıdan diğer toplumların üstüne çıkabilecekleri gücü yaratmış olmasındandır. Aynı zamanda, bu güçle müslümanlar ilmin ve fennin de efendileri olmuşlardır. Kültür ve medeniyetlerinin bu iki yönlü gelişme ve büyümesi Müslümanların sadece refah seviyelerini geliştirmekle kalmaz, aynı zamanda onların diğer toplumlara olan siyasî ve iktisadî üstünlüklerini garantiler. Bu durum Ai-i Imrân suresinde şöyle ifade edilir: "Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz." (3:139). Üstün özelliklere sahip bir hayat seviyesine, maddî ve manevî üstünlüğe ulaşmanın tek şartı, kâinatın "Merkezî Hakikati" olan Allah Tealâ'ya söz ve amelle kesin bir inançtır (46:13). Müslümanlar bu yoldan ayrılmadıkça, yeni nizamı devam ettiren güç işte bu inançtır. Fakat Müslümanlar bu inanç seviyesinden düşer, amelleri inançlarım yalanlarsa, maddî ve manevî bütün ilimlerde ve hayatın bütün sahalarında üstünlüklerini kaybederler, sistemleri ve halk bozuşmaya başlar. Bu durum Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle ifade edilmektedir: "Kim beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu. kıyamet günü kör olarak hasredeceğiz." (20: 124). |