Konu Başlığı: Ekonomik Farklılıklar Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Haziran 2012, 17:47:42 BELLİ BAŞLI ÖZELLİKLER Ekonomik Farklılıklar İslâm, toplumda bütün insanların aynı veya eşit geçim vasıtalarına sahip olması ya da ekonomik durumlarında farklılık bulunmaması tarzındaki ekonomik eşitliği savunmaz. Ekonomik eşitlikten çok, sosyal eşitliği destekler. Ekonomik eşitliği servetin belirli bir kesime sınırlı kalmaması ve toplunla yayılma noktasına kadar gözetir ve her ferdin iş bulma ve dilediği işi yapmada eşit fırsatlara sahip olmasını sağlamaya çalışır. Ekonomik eşitlikten daha önemli olan sosyal eşitliğin sağlanmasıdır. Çünkü sosyal adalet sağlanmazsa ekonomik eşitliğe ulaşıldıktan , sonra toplumda yine sınıf sistemi ve tabakalaşma oluşur. Bu nedenle İslâm sosyal eşitlik üzerinde ekonomik eşitlikten daha fazla ısrar etmiştir. Kur'an-ı Kerim bütün insanların bir nefisten yaratıldığını ve ALLAH indinde eşit olduklarını belirtir: "Ey insanlar! Sizi tek nefisten (nefes alan candan) yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üreten Rabb'inizden korkun.."(4:1). Hucurat sûresinde ise şöyle buyurulmaktadır. "Ey İnsanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi kabilelere ayırdık. ALLAH yanında en üstün olanınız, (ALLAH'ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korunanızdır. ALLAH bilendir, haber alandır." (49:13). Kur'an'ın bu ayetlerinde ortaya konmuş olan insanların kardeşliği en geniş bir anlamdadır. Buradaki hitap genelde insanlığadır. Ve hepsi aynı ailenin üyesi oldukları için kabilelere, cemaatlere ve aşiretlere ayrılmış olmalarının birbirlerinden uzaklaşmaya değil birbirlerini daha iyi tanımaya sebep olması gerektiği söylenmektedir. Bu kardeşler (insanlık) arasında üstünlük milliyete, servete ve rütbeye değil manevi vazifelerin dikkatle yerine getirilmesine ve ahlâki olgunluğa bağlıdır. Cinsiyetler söz konusu olduğunda İslâm, toplumda kadını erkekle eşit seviyeye getirmiş ve erkeklerle eşit sosyal haklar vermiştir. "Erkek veya kadından her kim inanarak iyi işlerden bir iş yaparsa, İşte böyle kimseler cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar" (4:124). Nahl suresinde de şu ayet geçmektedir. "Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu dünyada hoş bir hayatla yaşatırız (daima huzur İçinde bulunur, halinden memnun olur. Ahirette ise) onların ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz" (16:97). Ve Ali İmran sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Rab'leri onlara karşılık verdi: "Ben sizden erkek kadın hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hepbirbirinizdensiniz..." (3:195). Ekonomik Eşitsizlik: Nefsin arıtılması ve insan kişiliğinin geliştirilmesi için mülkiyet hakkı gereklidir. İnsana bu fıtri hak imkanları ile orantılı bir şekilde verilmelidir. Bunun oluşturacağı tabii ekonomik eşitsizlikler ise suni tedbirlerle ortadan kaldırılmamalıdır, çünkü hayatın her sahasında özel mülkiyete ve ferdi teşebbüse izin veren bir toplumda zenginlik farklılıklarının olması doğaldır. İslâm özel mülkiyete izin verir. Aralarında aşılmaz bir uçurum bulunan zenginler ve fakirler sınıfı oluşturmaz. Ekonomik eşitsizliklerin makul ve tabiî sınırlar içinde kalmasını temin eder. Adaletsiz gelir dağılımına sadece serveti yeniden dağıtarak çare bulunabileceği söylenmektedir. Fakat bu düşünce komünist sistemde uygulanmış ve gayri tabii ve uygulanabilirlikten uzak olduğu ispatlanmıştır. Her toplumun başarısı ve ilerlemesi için insanlar arasında yetenek, akıl ve yeterlilik bakımından varolan tabii farlılıklann bir dereceye kadar onların kazandıklarına (maddi ve manevi) yansıması gereklidir. Aynca insanların işlerinin şekli, görevlerindeki sorumluluklar, topluma sundukları hizmetler ve ekonomik ihtiyaçlarındaki farklılıklarında kazançlarına yansıması tabiidir. Fıtratlarında ve bunların ortaya çıkış şekillerinde insanların yetenek ve zekâları arasında farklılıklar olduğu gibi benzer olarak başarılarının da aynı derecede farklı kalması kaçınılmazdır. İnsanların yetenek, zekâ ve diğer nitelikleri arasında eşitlik olamaz. Bu sebeple de ekonomik eşitliğe imkân yoktur. Aynca insanın nefsini arıtması ve kişiliğini geliştirmesi İçin bu eşitsizliklerin varlığı gereklidir de. Bu eşitsizlikler olmazsa İnsan nefsini a-rıtma amacına ulaşmakta önemli ve esas bir araçtan mahrum kalmış demektir. İnsan bu yüksek ideale ALLAH rızasından başka bir şey gözetmeden diğerlerine yardım etme yoluyla erişme konusunda serbest bırakılmıştır. İnsana sevgi, kardeşlik, karşılıklı yardım gibi asil özelliklerini geliştirmesi İçin sonsuz fırsatlar verilmiştir. Gerçekte İslâm ferdin asil özelliklerini geliştirmesi ve kullanması için fırsatlar oluşturmak amacıyla ve insaflı ölçüler içersinde özel mülkiyete izin vermiştir. . Ekonomik eşitsizlikler çağdaş sosyalistlerin savunduğu gibi suni tedbirlerle yok edilirse, ferdin bu asil özelliklerini geliştirmek konusunda hiçbir şansı olmayacaktır. Ayrıca ekonomi mücadelesini sürükleyen, büyük bir unsur yok edilmiş olacaktır. Ve sonuç olarak insan kişiliğini geliştirmesi için kendisine verilen bu geniş eylem alanından mahrum bırakılmış olacaktır. Kur'an-ı Kerîm insanlar arasındaki ekonomik eşitsizliklerden şöyle söz etmektedir: "Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldı.."(43:32). "ALLAH, azıkta kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur."(16:71). "Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan O'dur."(6:165). İnsan toplulukları gerçekte mevkiler arasındaki farklılıklara dayanır. Bu farklılıklar sayesinde düzenlemeler yapılır, gelişmeler kaydedilir. İslâm, ferde fıtrî özellik ve meziyetlerini topluma hizmet için kullanması fırsatını verir. Topluma da değişik insanların hizmetlerini toplum yararına olarak en iyi bir şekilde kullanma fırsatı tanır. Kur'an, hayatın bu gerçeğinin fert için bir imtihan olduğundan söz eder. Kendisini tezkiye etmek ve toplumu daha iyiye götürmek için kendisine verilen fırsatları ne dereceye kadar kullanabileceğinin anlaşılacağı bir imtihan. İşte bu İslâm'ın, ekonomik eşitsizliklere bakış şeklidir. Ancak, Kur'an'ın bu çeşit ayetlerinde sınıf sisteminin kabulü veya tavsiyesi söz konusu edilemez. Bunlar hayatın gerçeklerinin ifadesi olmaktadır. İnsanların her toplumda mevki ve hayat standartları bakımından birbirinden farklı seviyelerde olduğunda şüphe yoktur. Rusya ve Çin gibi ülkelerde bile herkesin normal maaşı almadığı, bütün insanların hizmet bakımından avnı mevkide bulunmadığı bilinen bir gerçektir. İnsanlar arasındaki mevki ve kazanç farklılıklarının varlığı her yer için söz konusudur. Servet ve mevki farklılıkları sınıflaşmaya, yönetenler ve yönetilenler ikilemine, efendiler ve hizmetçiler gibi yozlaşmalara yol açmadığı müddetçe islâm'da caiz ve meşrudur. Bu meşruiyet, herkesin kanun önünde eşit olmasıyla ve zengin ve fakir arasındaki farklılıkların erişilemez uçurumlar oluşturmamasıyla mümkündür. (Muhammed Kutub, a.g.e.). Tabii servet farklılıklarının varlığı, aynen hayatın diğer sahalarındaki farklılıklar gibidir: "Sosyalizm, genellikle âdil olmayan servet birikiminin ve bozuk gelir dağılımının oluşturduğu fırsat eşitsizliklerini ortadan kaldırmak için bir çare olarak görülür. Sosyal adalet gayretiyle ortaya çıkan reformcular toplumun aşın beslenen ve beslenme yetersizliği bulunanlar şeklinde parçalanmış olduğunu, bir yanda müsrifçe heba edilen aşın serveti, diğer yanda sefalet derecesindeki yoksulluğu ve insanların herhangi bir emniyetlerinin olmadığını görünce ilk çığlıkları "eşitlik" oluyor. İnsanların eşit doğmuş bulunduklarını, dolayısıyla hayattaki bütün zenginliklerde haklan bulunduğunu söylüyor. Onların bu coşkuları karşısında insanlar tabihi olan ile insanlardan kaynaklanan eşitsizlikleri ayıredemez hâle geliyor. Başlangıçta açıklıkla belirtilmelidir ki, İslâm fertler arasında her türden gerçekçi olmayan, ütopik eşitliğe karşıdır. İnsanların her biri değişik meziyetlerle farklıdır. Öyle ki sayısız kalabalıkların içinde iki fert birbirine benzemez. Ayrıca zihnî ve ırsî yönlerden de birbirlerinden ayrılırlar. Doğduktan sonra onların davranış ve karakterlerini etkileyecek olan değişik çevre ve şartlara muhatap kalırlar. Takdir veya insanın kaderi denilen şey budur. İnsan, kendisine bu takdir çerçevesi içerisinde verebileceği en iyi şekli vermelidir. Bütün insanlığın ortak miras aldıkları şey sadece İnsan şekil ve tabiatının kaba hatlarıdır. "İnsanlar eşit doğmuştur", ifadesinde karşı çıkılacak bir nokta yoktur. Ancak bu genel ifade çerçevesinde fıtrî hasletlerden kaynaklanan sonsuz farklılıklar vardır (Halife Abdu'l Hakim, a.g.e., sh. 176-178). Kur'an-ı Kerim'de bazı insanların diğerlerine nazaran daha üstün meziyetlere sahip bulunduğu açıkça belirtilmiştir: "...Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz..."(6: 83). Esasda insanî "kabiliyetler, izafî güçlere göre değişebilmekle beraber bütün fertlerde benzerdir. Kabiliyet ve karakterin bu değişmeyen temeli hakkında Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir kişi size dağın yer değiştirdiğini söylerse inamn.ama bir adamın mizacını değiştirdiğini söylerse inanmayın." Yani İslâm düşüncesine göre insanlar bazı yönleriyle eşit ve benzerdir, bazı yönleriyle de eşit değildir ve farklıdır-, lar. Tabiat bir bakıma benzerlikler ve farklılıklar sistemidir; zıtlıklarda bile bir ahenk vardır. Islamî telakkiye göre,fertler arasında tam bir eşitlik oluşturmaya çalışan bir toplum sistemi başarısızlığa mahkûmdur. Çünkü insan fıtratı ile çatışmış olmaktadır. Ancak, bu tabii eşitsizlikler sun'i olarak güçlendirilip arttırılmamasıdir. Meziyetler, insanları imtiyaz sahibi yapmamalıdır. Ferdî eşiksizlikler bir vakıadır, fakat değişik sınıfların idaresinde özel yasaların sağladığı ayrıcalıklı haklardan istifade ederek sınıf oluşturulmasına asla izin verilmemelidir. Yönetenler ve yönetilenler, ayrıcalığı olanlar ve olmayanlar olarak sınıflara ayrılmamalıdır. (Halife Abdu'l Hakim, a.g.e., sh. 172)' İslam, toplumda değişik insanlar arasındaki tabii farklılıkları kabul eder, ancak bu farklılıkların tabii sınırlarından soyutlanarak toplumun, "birinin refahı - diğerinin sefaleti" anlamına gelen iki kesime ayrılmasına ve insanların maddî farklılıkları birbirlerine karşı, karşılıklı zulüm ve baskı aracı olarak kullanmalarına müsade etmez. Bu eşitsizlikleri tabii sınırlar dahilinde tutmak için İslam belirli ahlâkî ve hukukî tedbirleri alır. İnsanlara fakirlik ve zenginliğin ALLAH'ın kendilerim imtihan etmesi için bir vasıta olduğunu hatırlatır. Maddî durumları çerçevesinde bir imtihan içinde olduklarını kabul etmeleri Müslümanların imanlarının bir parçasıdır. Allah, bazılarına bol servet vererek nasıl ve nereye harcadıklarına bakacaktır. Onlar bu serveti yalnızca kendi malları olarak mı görüyorlar, yoksa bunda başkalarının hakkı olduğunu da düşünüyorlar mı? Ve yine ALLAH,fakirlerin darlık içinde iken imanlarını kayıp mı edeceklerini, yoksa hallerine sabredip tahammül mü göstereceklerini görecektir. Hakkaniyet Dairesindeki Farklılıklar :İslâm, makûl sınırlar dahilinde olmak kaydıyla maddî farklılıklara izin verir. Fakat, bu farklılıkların alabildiğine büyümesini hoş karşılamaz. Bir yanda insanların büyük bir çoğunluğu sefalet ve açlık İçinde bir hayat sürmeye terkedilmiş iken, diğer yanda bazı insanların aşın lüks ve konfor içinde yaşamaları İslam'ın benimsemediği bir durumdur. Servet farklihklan tabiî" ve mâkûl sınırları aşmamalıdır. Aştığı takdirde bu, toplumda "sonun başlangıcı" anlamına gelir. Kur'an'da bu husus şöyle İzah edilmiştir: "Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman onun varlıklılarına emrederiz (Burada emir, yöneltmek veya çoğaltmak anlamınadır. Yani, helak etmek istediğimiz ülkenin varlıklılarım yöneltiriz veya çoğaltırız) orada ûsk yaparlar (kötü arzularının peşinde koşarlar), böylece o Ûlk,eye (azâb edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz)ı hak olur. Biz. de orayı darmadağın ederiz."(T7- 16). ALLAH, insanlara elçileri vasıtasıyla emirler göndermiş ve onlardan diğer insanlarla olan münasebetlerinde iyi, âdil ve insaflı olmalarını istemiştir. Fakat insanlardan bazıları servetlerinin çokluğu sebebiyle azarak (kendilerini ALLAH'tan müstağni görerek) bu emirleri çiğnemişler,diğerlerinin meşru haklarını gasbetmişler, hiç bir ölçü tanımaksızın gayri meşru servet yığmışlardır. Bu kişiler, zengin ve fakir arasındaki uçurumu genişleten ve servet farklılıklarının tabii ve makul sınırları aşmasına teşvikçi olan kişilerdir. Peygamber aşağıya aldığımız sözleriyle toplumdaki bu gayri tabii eşitsizliklere işaret buyurmuştur: "Bir kişi bir kasabada aç olarak gecelerse, bu kasaba üzerinde ALLAH koruyuculuk sıfatını sona erdirir."(İmam Ahmed; Müsned). "Kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe, kişi kâmil mü'min olamaz."(Buharî). İslâm'ın belirli bir sınırın ötesindeki servet farklılıklarını hoş görmediği bir hakikattir. Çünkü aşırı farklılık toplumun aegışıkkesimleri arasında düşmanlık ve nefret tohumlarını eker, derin sosyal yaralara yol açar. Dolayısıyla toplum temelinden sarsılır. Ekonomik eşitsizlikler aşın bir hâl alır, yoksullar toplumun varlıklıları elinde güçsüz köleler hâline gelirlerse bu durum, bu insanların helaki için bir işarettir. İslam, hiç bir surette böyle bir tablonun oluşmasına müsade etmez. Ekonomik eşitsizliklerin makûl ve tabii sınırların ötesine varmasını engellemek için lüzumlu tedbirleri alır. Toplumda herkese hayat mücadelesinde eşit fırsatlar sağlayacak düzenlemeler yapar. Ve yine İslam, her ferdin toplum içerisinde iyi bir yer kazanma gayretinde yetenek, zekâ ve hünerini en iyi şekilde kullanabilmesini mümkün kılar. İslam, şartlan ve insanlann ihtiyaçlannı gözö-nünde bulundurarak servet dağılımının âdil olmasını sağlamak için her türlü ön tedbiri alır. Ne ferdin haklarına tecavüz, ne de bu haklan ihlâl söz konusudur. Hiç kimseye makul sınırlar dışında bir servet yığma müsadesi verilmemiştir. Ve yine hiç kimse açlığa terkedilmemiştir. Herkes yeteneklerine, sorumluluklarına ve maddî ihtiyaçlanna göre karşılık bulur. Diğer bir ifadeyle, İslâm, servet elde etme ve servete sahip olma hususlannda her türlü sun'i eşitliklere karşıdır. İslâm sadece servet edinme fırsatı açısından herkes için adalet ister ve gerekli kanunî tedbirleri alır. İslâm'ın adalet ilkesi, aşırı servet farklılıklannı tamamen yok eder. İslâm'ın ne eşitsizliği savunduğu, ne de tam bir servet eşitliğini öngördüğü iddia edilebilir. İslâm, servetin bir noktada toplanmasına karşıdır. Toplumun her ferdi bu servetten payını almalıdır. Bunun için ortaya konulan ahlakî, sosyal ve hukukî tedbirler servetin bütün topluma yayılmasına yardımcı olacak Özelliktedir. Temel İhtiyaçlarda Eşitlik: İslâm, toplumdaki maddî farklılıklara bir vakıa olarak bakarken, insanlann temel İhtiyaçları konusunda eşitliği savunmaktadır. Her ferdin temel ihtiyaçlanmn karşılanması hakkı, İslâm'ı diğer sistemlerden ayırıcı bir vasıftır. "Yaşama hakkı" çerçevesinde sınıfına, rengine ve İnancına bakılmaksızın her vatandaşın temel ihtiyaçlanmn karşılanması İslamî sistemin önde gelen vazifesidir. Devletin her vatandaşının temel ihtiyaçtan garanti altına alınmıştır ve bu toplumda maişeti olmayan bir kimse bulunamaz. Peygamber'ın ifadeleriyle hayatın en temel ihtiyaçlan şunlardır: "Adem oğlunun şu hasletlerinden başkasında bir hakkı yoktur: Bannacağı ev, bedeni örtecek elbise, yiyecek ekmek ve su koyacak bir kab." (Tirmizi). İbni Hazm "el-Muhalla"smda bir ferdin temel ihtiyaçlarını şöyle izah eder: Vücudunu sıhhatte ve kuvvetli tutacak kadar yiyeceği olmalıdır. Kış ve yaz için tam ve elverişli kıyafetleri olmalıdır. Onu hava şartlarından korumaya ve mahremiyetini temin etmeye yeterli bir barınağı olmalıdır." Kur'an-ı Kerim, toplumdaki ekonomik farklılıklara rağmen hiçbir ferdin temel ihtiyaçlarından mahrum kalmaması gerektiğini ve herkesin hayat hakkı bakımından eşit olduğunu açıkça belirtmektedir. ALLAH, yeryüzündeki her yaratığın temel ihtiyaçlarına kefil olmaktadır. O'nun halifesi olarak insanın en önde gelen vazifesi kulluğunu idrak edip, gereklerini yapmasıdır: "(Yeryüzüne) üstünden ağır baskılar (sağlam dağlar) yaptı. Onda bereketler yarattı ve onda -arayıp soranlar için- gıdaları (bitkilerini ve ağaçlarım) tam dört günde takdir etti (düzene koydu)." (41:10). Zariyât suresinde şöyle geçer: "Gökte rızkınız ve size söz verilen (sevap ve cennet) var." (51:22). Allahu Teala, Hud suresinde yer alan ayette şöyle buyurur: "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı ALLAH'a ait olmasın. (ALLAH) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir..," (11:6). Yine Zâriyat suresinde bir başka ayeti okuyoruz: "Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak ALLAH'tır." (51:58). Ve Hicr suresinde benzer mealde bir başka ayet: "Orada (arzda) siziniçin ve (beslediğinizi sandığınız, fakat aslında) sizin beslemediğiniz kimseler için geçimlikler meydana getirdik." (15:20). Kur'an-ı Kerim bu ayetleri ile ferdin nzık hakkını ehemmiyetle belirtmektedir. ALLAH'ın bu yüce niyetini kimin yerine getireceği ve yeryüzünde bunun uygulanmasından kimin sorumlu olacağı sorusu akla gelmektedir. Açıktır ki, sınırları dahilinde yaşayan her ferdin nzkını temine vasıta olmak İslam devletinin vazifelerindendir. Yaratanın bu emrini yerine getirmeyen bir devlet gerçek bir İslam devleti olamaz. Bakara süresindeki "yeryüzündeki bütün şeyleri sizin için yaratan O'dur" ayetinin yorumunda meşhur bir müfessir şöyle demektedir: Bu ayete göre Yaratanın arzusu doğrultusunda bu dünyadaki bütün şeyler insanların ortak malıdır ve ALLAH'ın bu nesneleri yaratma amacı insanların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Hiçbir şey herhangi bir ferdin mutlak malı değildir. Bütün nesneler yaradılışları itibariyle insanların ortak malıdır. Elbette çatışmaları önlemek ve insanların nesnelerden fayda sağlamalarını mümkün kılmak için malların mülkiyeti bir hak olarak tanınmıştır. Hiç kimse ona müdahale edemez. Fakat mülk sahibi ihtiyaçlarından fazlasını elinin altında tutmamalı ve onlan topluma vermelidir. Çünkü bu mallarda yaradılış gayeleri itibariyle başkalarının hakkı vardır, işte bu sebeple bir kişinin ihtiyaçlarından fazlasını yığması, zekatı Ödüyor bile olsa, kabul edilmemiştir. Çünkü fazla servet hiç kimsenin temel ihtiyaçlarından değildir. Halbuki diğer yandan bu servet içinde, ihtiyaçları nisbetinde başkalarının hakkı vardır. Bu sebeple fazla serveti toplumdan sakınan kişi gerçekte başkalarının servetini kullanıyor demektir. Mülk, tıpkı cihadla elde edilen ganimet gibidir. Bölüşülmeden önce ganimet mücahidlerin ortak malıdır. Herkes ondan ihtiyaçları nisbetinde faydalanır. Ve ihtiyacından fazlasını alan dürüst olmayan bir insan olarak kabul edilir. "Benzer görüşlerin çağımızın ünlü hümanist kişileri tarafından da ifade edilmiş olduğunu belirtmek ilgi çekici olacaktır: Cannegie ve Mr. Rockefeller, belirli insanların tabiat veya şartlar tarafından büyük bir servet birikimi için lüzumlu fırsatlar ve güçle donatıldığı, fakat onların zenginliklerinin hukuken kendi mallan olmamakla birlikte, aslında onlar tarafından diğer insanların yararına idare edilen bir sosyal emanet olduğu teorisini ciddiyetle ortaya koymuşlardır." (J.A Hopson; Work-Wealth, Londra 1914, sh. 295). İbn-i Hazm bu görüşü desteklemek İçin Peygamber'ın hadislerinden iktibaslar yapmaktadır. Ebu Said el-Hudri'nin rivayetine göre Peygamber; "İhtiyacından fazla malı olan fazlasını zayıflara (ve fakirlere) versin. İhtiyacından fazla yiyeceği olan, fazlasını yoksullara ve muhtaçlara versin." buyurmuştur. Ebu Said, rivayetine Peygamber'ın aynı şekilde diğer mallara da -ta ki kendileri hiçbir malın fazlasını bulundurmaya haklan olmadığını anlayıncaya kadar- atıfta bulunduğunu eklemiştir. (Muhalla, c. VI, sh. 156-158). Hz. Ömer'in halifeliğini son yıllannda şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bugün bildiğimi daha önceden bilmiş olsaydım, hiç gecikmeksizin harekete geçer, zenginlerin fazla mallarını fakir muhacirîn arasında paylaştırırdım." (Muhalla, c. VI, sh. 158). Ve Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "ALLAH, zenginlere fakirlerin temel ihtiyaçlannı karşılayacak kadar yardım yapmayı farz kılmıştır. Eğer aç veya çıplak kahrlarveyadiğermaddî meseleler içinde boğulurlarsa, bu sadece zenginlerin görevlerini yapmıyor olmalarındandır. Bu sebeple ALLAH, zenginleri kıyamet gününde hesaba çekecek ve hak ettikleri cezayı verecek," tir." Kur'an ve Hadisten örnekler verdikten sonra Ibni Hazm şöyle demektedir: "Bir köyün veya kasabanın fakir ve muhtaçlarının ihtiyaçlarını karşılamak, o yerin zenginlerinin vazifesidir. Ve eğer devlet hazinesi onların ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli değilse, o vakit devlet fazla serveti, gerekirse zor kullanarak almak ve toplumdaki fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak hakkına sahiptir." Ibni Hazm bu konuda bütün ashabın icmaı bulunduğunu da eklemektedir. Aç, çıplak veya barınaksız bir insan varsa, devletin de kendi maliyesinin buna gücü yetmediği zamanlarda, onun ihtiyaçlarını zenginlerin fazla servetlerinden tahsil ederek karşılanması devletin üzerine yüklenmiş bir vazifesidir. Aşağıda kısaca bahsedildiği gibi Muhtarü'ı Kavanîn adlı eserin yazarı da benzer görüşlerini açıklamaktadır: "Kadın erkek herkes için üç şey zaruridir. Birincisi yiyecek, ikincisi giyecek (ve barınak); bu ikisi hayat için elzemdir.TJçün-cüsü ise evliliğin sağlanması; bu da insan neslinin devamı için gereklidir. Bu sebeple bütün vatandaşlarına bu nesneleri ihtiyaçlarına ve isteklerine göre temin etmede her kolaylığı sağlamak devletin görevidir." Temel ihtiyaçların karşılanması Bedai-üs-Senatâe de şu sözlerle izah edilmiştir: "Kişinin yiyeceğini, içeceğini, giyeceğini ve bıranacağı yeri halletmesi kişinin velisine farzdır. Çünkü himayenin amacı bu şartlar kendisi için zaruri olan kişinin ihtiyacının karşılanmasıdır. Eğer muhtaç kişi bu İhtiyacı sebebiyle bir hizmetçiye bağımlı yaşamakta ise, bu hizmetçinin maişeti de o muhtaç kişinin velisinin sorumluluğu altındadır." İslami devletbütün vatandaşlarının velisi olarak onların temel ihtiyaçlarnın karşılanmasından sorumludur. Peygamber ve ilk halife Hz. Ebu Bekir bu ihtiyaçların karşılanmasında son derece titiz davranmışlardır. İkinci halife Hz. Ömer ise "ilk müslümanlara" üsti n-lük tanıyarak diğer müslümanlara nazaraı. daha yüksek tahsisat vermiş olmasına rağmen, halifeliğinin son günlerinde bu görüşünü değiştirerek, maddi meselelerde eşitlik ilkesine yönelmiştir. O'nun şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eğer gelecek sene tahsisat zamanında yaşayacak olursam, ilk müslümanlarla onlardan sonra geleceklerin hepsini aynı seviyede kabul edip, herbirine eşit hisse vereceğim." (İmam Ebu Yusuf, Kitabül Haraç). Dördüncü halife Hz. Ali de, maddi ihtiyaçlar alanında eşitlik ilkesini savunmuş ve böyle meselelerde farklılıkları hoş görmemiştir. (Kitabül Emval, sh. 264). Peygamber ve üç halifesi eşitlik ilkesine inanıyorlardı. İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamada adil bir ekonomik sistemin kurulmasını öngördüler ve teşvik ettiler. Hz. Osman, insanların temel İhtiyaçları arasında fark olduğuna inanıyordu ve serveti de buna göre dağıtmıştı. Kısaca İslam, insanlar arasındaki tabii servet farklılıklarını kabul etmekle beraber, temel ihtiyaçlar konusunda eşitliği öngörür. Ve insanların "hayat hakkı"nın savunuculuğunu yapar. Zenginin serveti fakirin sefaletini arttırmamalıdır. Çünkü bu zenginlik ALLAH'tan bir emanettir. Kur'an ve Sünnette sık sık belirtildiği gibi bu zenginlik, fakirin sefaletini ortadan kaldırmak veya azaltmak için O'nun rehberliğinde kullanılmalıdır. Gerçekte zenginlerin refahı fakirler için bir yük. değil, nimet olmalıdır. Eğer zenginler servetlerinin kullanımında bir sorumluluk hissetmezlerse onlan kurallara uymaya zorlamak, İslamın hukuki vazifesidir. Eğer devlet hazinesi fakirlerin ihtiyaçlarını gidermede yetersiz kalırsa, bu ihtiyaçların giderilmesi için devlet, zenginlerin mallarım -bütün mali yükümlülüklerini yerine getirmiş olsalar bile cebren alabilir. Çünkü Peygamber'e göre, servette, zekattan başka haklar da vardır. (Muhalla, İbni Hazm, c. VI, sh. 158). Ancak herkesin aynı şekilde hayat sürmesi gerekmediği belirtilmelidir. Lüzumlu olan miktarkişilerin zaruri İhtiyaçlarım karşılamaya yeterli olandır. |