๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Haziran 2012, 17:47:42



Konu Başlığı: Ekonomik Farklılıklar
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Haziran 2012, 17:47:42
BELLİ BAŞLI ÖZELLİKLER

Ekonomik Farklılıklar
 
İslâm, toplumda bütün insanların aynı veya eşit geçim vasıtalarına sahip olması ya da ekonomik durumlarında farklılık bulunmaması tarzındaki ekonomik eşitliği savunmaz. Ekonomik eşitlik­ten çok, sosyal eşitliği destekler. Ekonomik eşitliği servetin belirli bir kesime sınırlı kalma­ması ve toplunla yayılma noktasına kadar göze­tir ve her ferdin iş bulma ve dilediği işi yapmada eşit fırsatlara sahip olmasını sağlamaya çalışır.

Ekonomik eşitlikten daha önemli olan sosyal eşitliğin sağlanmasıdır. Çünkü sosyal adalet sağlanmazsa ekonomik eşitliğe ulaşıldıktan , sonra toplumda yine sınıf sistemi ve tabaka­laşma oluşur. Bu nedenle İslâm sosyal eşitlik üzerinde ekonomik eşitlikten daha fazla ısrar et­miştir. Kur'an-ı Kerim bütün insanların bir ne­fisten yaratıldığını ve ALLAH indinde eşit olduk­larını belirtir: "Ey insanlar! Sizi tek nefisten (ne­fes alan candan) yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üreten Rabb'inizden korkun.."(4:1). Hucurat sûresinde ise şöyle buyurulmaktadır. "Ey İnsanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi kabilelere ayırdık. ALLAH yanında en üstün olanınız, (ALLAH'ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korunanızdır. ALLAH bilendir, haber alandır." (49:13).

Kur'an'ın bu ayetlerinde ortaya konmuş olan in­sanların kardeşliği en geniş bir anlamdadır. Bu­radaki hitap genelde insanlığadır. Ve hepsi aynı ailenin üyesi oldukları için kabilelere, cemaat­lere ve aşiretlere ayrılmış olmalarının birbirle­rinden uzaklaşmaya değil birbirlerini daha iyi tanımaya sebep olması gerektiği söylenmekte­dir. Bu kardeşler (insanlık) arasında üstünlük milliyete, servete ve rütbeye değil manevi vazi­felerin dikkatle yerine getirilmesine ve ahlâki olgunluğa bağlıdır.

Cinsiyetler söz konusu olduğunda İslâm, top­lumda kadını erkekle eşit seviyeye getirmiş ve erkeklerle eşit sosyal haklar vermiştir. "Erkek veya kadından her kim inanarak iyi işlerden bir iş yaparsa, İşte böyle kimseler cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar" (4:124). Nahl suresinde de şu ayet geçmektedir. "Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu dünyada hoş bir hayatla yaşatırız (daima huzur İçinde bulunur, halinden memnun olur. Ahirette ise) onların ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz" (16:97). Ve Ali İmran sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Rab'leri onlara karşılık verdi: "Ben sizden er­kek kadın hiçbir çalışanın işini zayi etmeye­ceğim. Hepbirbirinizdensiniz..." (3:195).

Ekonomik Eşitsizlik: Nefsin arıtılması ve in­san kişiliğinin geliştirilmesi için mülkiyet hakkı gereklidir. İnsana bu fıtri hak imkanları ile orantılı bir şekilde verilmelidir. Bunun oluştu­racağı tabii ekonomik eşitsizlikler ise suni ted­birlerle ortadan kaldırılmamalıdır, çünkü ha­yatın her sahasında özel mülkiyete ve ferdi teşebbüse izin veren bir toplumda zenginlik farklılıklarının olması doğaldır. İslâm özel mülkiyete izin verir. Aralarında aşılmaz bir uçurum bulunan zenginler ve fakirler sınıfı oluşturmaz. Ekonomik eşitsizliklerin makul ve tabiî sınırlar içinde kalmasını temin eder.

Adaletsiz gelir dağılımına sadece serveti yeni­den dağıtarak çare bulunabileceği söylenmek­tedir. Fakat bu düşünce komünist sistemde uy­gulanmış ve gayri tabii ve uygulanabilirlikten uzak olduğu ispatlanmıştır. Her toplumun başarısı ve ilerlemesi için insanlar arasında ye­tenek, akıl ve yeterlilik bakımından varolan ta­bii farlılıklann bir dereceye kadar onların ka­zandıklarına (maddi ve manevi) yansıması ge­reklidir. Aynca insanların işlerinin şekli, görev­lerindeki sorumluluklar, topluma sundukları hizmetler ve ekonomik ihtiyaçlarındaki farklı­lıklarında kazançlarına yansıması tabiidir. Fıtratlarında ve bunların ortaya çıkış şekillerin­de insanların yetenek ve zekâları arasında farklı­lıklar olduğu gibi benzer olarak başarılarının da aynı derecede farklı kalması kaçınılmazdır. İnsanların yetenek, zekâ ve diğer nitelikleri arasında eşitlik olamaz. Bu sebeple de ekono­mik eşitliğe imkân yoktur.

Aynca insanın nefsini arıtması ve kişiliğini ge­liştirmesi İçin bu eşitsizliklerin varlığı gerekli­dir de. Bu eşitsizlikler olmazsa İnsan nefsini a-rıtma amacına ulaşmakta önemli ve esas bir araçtan mahrum kalmış demektir. İnsan bu yüksek ideale ALLAH rızasından başka bir şey gözetmeden diğerlerine yardım etme yoluyla erişme konusunda serbest bırakılmıştır. İnsana sevgi, kardeşlik, karşılıklı yardım gibi asil özel­liklerini geliştirmesi İçin sonsuz fırsatlar veril­miştir. Gerçekte İslâm ferdin asil özelliklerini geliştirmesi ve kullanması için fırsatlar oluştur­mak amacıyla ve insaflı ölçüler içersinde özel mülkiyete izin vermiştir.  .

Ekonomik eşitsizlikler çağdaş sosyalistlerin sa­vunduğu gibi suni tedbirlerle yok edilirse, fer­din bu asil özelliklerini geliştirmek konusunda hiçbir şansı olmayacaktır. Ayrıca ekonomi mücadelesini sürükleyen, büyük bir unsur yok edilmiş olacaktır. Ve sonuç olarak insan kişiliğini geliştirmesi için kendisine verilen bu geniş eylem alanından mahrum bırakılmış ola­caktır.

Kur'an-ı Kerîm insanlar arasındaki ekonomik eşitsizliklerden şöyle söz etmektedir: "Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim et­tik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ki­mine derecelerle üstün kıldı.."(43:32). "ALLAH, azıkta kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur."(16:71). "Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi ki­minize derecelerle üstün yapan O'dur."(6:165).

İnsan toplulukları gerçekte mevkiler arasındaki farklılıklara dayanır. Bu farklılıklar sayesinde düzenlemeler yapılır, gelişmeler kaydedilir. İslâm, ferde fıtrî özellik ve meziyetlerini toplu­ma hizmet için kullanması fırsatını verir. Top­luma da değişik insanların hizmetlerini toplum yararına olarak en iyi bir şekilde kullanma fırsatı tanır. Kur'an, hayatın bu gerçeğinin fert için bir imtihan olduğundan söz eder. Kendisini tezkiye etmek ve toplumu daha iyiye götürmek için kendisine verilen fırsatları ne dereceye ka­dar kullanabileceğinin anlaşılacağı bir imtihan. İşte bu İslâm'ın, ekonomik eşitsizliklere bakış şeklidir. Ancak, Kur'an'ın bu çeşit ayetlerinde sınıf sisteminin kabulü veya tavsiyesi söz konu­su edilemez. Bunlar hayatın gerçeklerinin ifa­desi olmaktadır. İnsanların her toplumda mevki ve hayat standartları bakımından birbirinden farklı seviyelerde olduğunda şüphe yoktur. Rusya ve Çin gibi ülkelerde bile herkesin nor­mal maaşı almadığı, bütün insanların hizmet bakımından avnı mevkide bulunmadığı bilinen bir gerçektir. İnsanlar arasındaki mevki ve ka­zanç farklılıklarının varlığı her yer için söz ko­nusudur.

Servet ve mevki farklılıkları sınıflaşmaya, yönetenler ve yönetilenler ikilemine, efendiler ve hizmetçiler gibi yozlaşmalara yol açmadığı müddetçe islâm'da caiz ve meşrudur. Bu meşru­iyet, herkesin kanun önünde eşit olmasıyla ve zengin ve fakir arasındaki farklılıkların erişilemez uçurumlar oluşturmamasıyla mümkündür. (Muhammed Kutub, a.g.e.). Tabii servet farklı­lıklarının varlığı, aynen hayatın diğer sahaların­daki farklılıklar gibidir: "Sosyalizm, genellikle âdil olmayan servet birikiminin ve bozuk gelir dağılımının oluşturduğu fırsat eşitsizliklerini ortadan kaldırmak için bir çare olarak görülür. Sosyal adalet gayretiyle ortaya çıkan reformcu­lar toplumun aşın beslenen ve beslenme yeter­sizliği bulunanlar şeklinde parçalanmış olduğunu, bir yanda müsrifçe heba edilen aşın serveti, diğer yanda sefalet derecesindeki yok­sulluğu ve insanların herhangi bir emniyetleri­nin olmadığını görünce ilk çığlıkları "eşitlik" oluyor. İnsanların eşit doğmuş bulunduklarını, dolayısıyla hayattaki bütün zenginliklerde hak­lan bulunduğunu söylüyor. Onların bu coşkula­rı karşısında insanlar tabihi olan ile insanlar­dan kaynaklanan eşitsizlikleri ayıredemez hâle geliyor. Başlangıçta açıklıkla belirtil­melidir ki, İslâm fertler arasında her türden gerçekçi olmayan, ütopik eşitliğe karşıdır. İnsanların her biri değişik meziyetlerle farklıdır. Öyle ki sayısız kalabalıkların içinde iki fert birbirine benzemez. Ayrıca zihnî ve ırsî yönlerden de birbirlerinden ayrılırlar. Doğduk­tan sonra onların davranış ve karakterlerini etki­leyecek olan değişik çevre ve şartlara muhatap kalırlar. Takdir veya insanın kaderi denilen şey budur. İnsan, kendisine bu takdir çerçevesi içe­risinde verebileceği en iyi şekli vermelidir. Bü­tün insanlığın ortak miras aldıkları şey sadece İnsan şekil ve tabiatının kaba hatlarıdır. "İnsan­lar eşit doğmuştur", ifadesinde karşı çıkılacak bir nokta yoktur. Ancak bu genel ifade çerçeve­sinde fıtrî hasletlerden kaynaklanan sonsuz farklılıklar vardır (Halife Abdu'l Hakim, a.g.e., sh. 176-178).

Kur'an-ı Kerim'de bazı insanların diğerlerine nazaran daha üstün meziyetlere sahip bulundu­ğu açıkça belirtilmiştir: "...Dilediğimizi derece­lerle yükseltiriz..."(6: 83).

Esasda insanî "kabiliyetler, izafî güçlere göre değişebilmekle beraber bütün fertlerde benzer­dir. Kabiliyet ve karakterin bu değişmeyen te­meli hakkında Peygamber şöyle buyurmuş­tur: "Bir kişi size dağın yer değiştirdiğini söyler­se inamn.ama bir adamın mizacını değiştirdiği­ni söylerse inanmayın." Yani İslâm düşüncesi­ne göre insanlar bazı yönleriyle eşit ve benzer­dir, bazı yönleriyle de eşit değildir ve farklıdır-, lar. Tabiat bir bakıma benzerlikler ve farklılık­lar sistemidir; zıtlıklarda bile bir ahenk vardır. Islamî telakkiye göre,fertler arasında tam bir eşitlik oluşturmaya çalışan bir toplum sistemi başarısızlığa mahkûmdur. Çünkü insan fıtratı ile çatışmış olmaktadır. Ancak, bu tabii eşitsiz­likler sun'i olarak güçlendirilip arttırılmamasıdir. Meziyetler, insanları imtiyaz sahibi yapmamalıdır. Ferdî eşiksizlikler bir vakıadır, fakat değişik sınıfların idaresinde özel yasaların sağ­ladığı ayrıcalıklı haklardan istifade ederek sınıf oluşturulmasına asla izin verilmemelidir. Yö­netenler ve yönetilenler, ayrıcalığı olanlar ve olmayanlar olarak sınıflara ayrılmamalıdır. (Halife Abdu'l Hakim, a.g.e., sh. 172)'

İslam, toplumda değişik insanlar arasındaki ta­bii farklılıkları kabul eder, ancak bu farklılıkla­rın tabii sınırlarından soyutlanarak toplumun, "birinin refahı - diğerinin sefaleti" anlamına ge­len iki kesime ayrılmasına ve insanların maddî farklılıkları birbirlerine karşı, karşılıklı zulüm ve baskı aracı olarak kullanmalarına müsade et­mez. Bu eşitsizlikleri tabii sınırlar dahilinde tut­mak için İslam belirli ahlâkî ve hukukî tedbirleri alır. İnsanlara fakirlik ve zenginliğin ALLAH'ın kendilerim imtihan etmesi için bir vasıta oldu­ğunu hatırlatır. Maddî durumları çerçevesinde bir imtihan içinde olduklarını kabul etmeleri Müslümanların imanlarının bir parçasıdır. Al­lah, bazılarına bol servet vererek nasıl ve nere­ye harcadıklarına bakacaktır. Onlar bu serveti yalnızca kendi malları olarak mı görüyorlar, yoksa bunda başkalarının hakkı olduğunu da düşünüyorlar mı? Ve yine ALLAH,fakirlerin dar­lık içinde iken imanlarını kayıp mı edeceklerini, yoksa hallerine sabredip tahammül mü göstere­ceklerini görecektir.

Hakkaniyet Dairesindeki Farklılıklar :İslâm, makûl sınırlar dahilinde olmak kaydıyla maddî farklılıklara izin verir. Fakat, bu farklılıkların alabildiğine büyümesini hoş karşılamaz. Bir yanda insanların büyük bir çoğunluğu sefalet ve açlık İçinde bir hayat sürmeye terkedilmiş iken, diğer yanda bazı insanların aşın lüks ve konfor içinde yaşamaları İslam'ın benimsemediği bir durumdur. Servet farklihklan tabiî" ve mâkûl sı­nırları aşmamalıdır. Aştığı takdirde bu, toplum­da "sonun başlangıcı" anlamına gelir. Kur'an'da bu husus şöyle İzah edilmiştir: "Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman onun varlıklıla­rına emrederiz (Burada emir, yöneltmek veya çoğaltmak anlamınadır. Yani, helak etmek iste­diğimiz ülkenin varlıklılarım yöneltiriz veya çoğaltırız) orada ûsk yaparlar (kötü arzularının peşinde koşarlar), böylece o Ûlk,eye (azâb edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz)ı hak olur. Biz. de orayı darmadağın ederiz."(T7- 16).

ALLAH, insanlara elçileri vasıtasıyla emirler gön­dermiş ve onlardan diğer insanlarla olan müna­sebetlerinde iyi, âdil ve insaflı olmalarını iste­miştir. Fakat insanlardan bazıları servetlerinin çokluğu sebebiyle azarak (kendilerini ALLAH'tan müstağni görerek) bu emirleri çiğnemişler,diğerlerinin meşru haklarını gasbetmişler, hiç bir ölçü tanımaksızın gayri meşru servet yığmış­lardır.

Bu kişiler, zengin ve fakir arasındaki uçurumu genişleten ve servet farklılıklarının tabii ve ma­kul sınırları aşmasına teşvikçi olan kişilerdir. Peygamber aşağıya aldığımız sözleriyle top­lumdaki bu gayri tabii eşitsizliklere işaret bu­yurmuştur: "Bir kişi bir kasabada aç olarak ge­celerse, bu kasaba üzerinde ALLAH koruyuculuk sıfatını sona erdirir."(İmam Ahmed; Müsned). "Kendisi için istediğini din kardeşi için de iste­medikçe, kişi kâmil mü'min olamaz."(Buharî).

İslâm'ın belirli bir sınırın ötesindeki servet farklılıklarını hoş görmediği bir hakikattir. Çünkü aşırı farklılık toplumun aegışıkkesimleri arasında düşmanlık ve nefret tohumlarını eker, derin sosyal yaralara yol açar. Dolayısıyla toplum temelinden sarsılır. Ekonomik eşitsiz­likler aşın bir hâl alır, yoksullar toplumun var­lıklıları elinde güçsüz köleler hâline gelirlerse bu durum, bu insanların helaki için bir işarettir.

İslam, hiç bir surette böyle bir tablonun oluş­masına müsade etmez. Ekonomik eşitsizliklerin makûl ve tabii sınırların ötesine varmasını en­gellemek için lüzumlu tedbirleri alır. Toplumda herkese hayat mücadelesinde eşit fırsatlar sağ­layacak düzenlemeler yapar. Ve yine İslam, her ferdin toplum içerisinde iyi bir yer kazanma gayretinde yetenek, zekâ ve hünerini en iyi şe­kilde kullanabilmesini mümkün kılar.

İslam, şartlan ve insanlann ihtiyaçlannı gözö-nünde bulundurarak servet dağılımının âdil ol­masını sağlamak için her türlü ön tedbiri alır. Ne ferdin haklarına tecavüz, ne de bu haklan ihlâl söz konusudur. Hiç kimseye makul sınırlar dı­şında bir servet yığma müsadesi verilmemiştir. Ve yine hiç kimse açlığa terkedilmemiştir. Her­kes yeteneklerine, sorumluluklarına ve maddî ihtiyaçlanna göre karşılık bulur. Diğer bir ifa­deyle, İslâm, servet elde etme ve servete sahip olma hususlannda her türlü sun'i eşitliklere kar­şıdır. İslâm sadece servet edinme fırsatı açısın­dan herkes için adalet ister ve gerekli kanunî tedbirleri alır. İslâm'ın adalet ilkesi, aşırı servet farklılıklannı tamamen yok eder.

İslâm'ın ne eşitsizliği savunduğu, ne de tam bir servet eşitliğini öngördüğü iddia edilebilir. İslâm, servetin bir noktada toplanmasına karşı­dır. Toplumun her ferdi bu servetten payını al­malıdır. Bunun için ortaya konulan ahlakî, sos­yal ve hukukî tedbirler servetin bütün topluma yayılmasına yardımcı olacak Özelliktedir.

Temel İhtiyaçlarda Eşitlik: İslâm, toplumdaki maddî farklılıklara bir vakıa olarak bakarken, insanlann temel İhtiyaçları konusunda eşitliği savunmaktadır. Her ferdin temel ihtiyaçlanmn karşılanması hakkı, İslâm'ı diğer sistemlerden ayırıcı bir vasıftır.

"Yaşama hakkı" çerçevesinde sınıfına, rengine ve İnancına bakılmaksızın her vatandaşın temel ihtiyaçlanmn karşılanması İslamî sistemin ön­de gelen vazifesidir. Devletin her vatandaşının temel ihtiyaçtan garanti altına alınmıştır ve bu toplumda maişeti olmayan bir kimse buluna­maz.

Peygamber'ın ifadeleriyle hayatın en temel ihtiyaçlan şunlardır: "Adem oğlunun şu haslet­lerinden başkasında bir hakkı yoktur: Bannacağı ev, bedeni örtecek elbise, yiyecek ekmek ve su koyacak bir kab." (Tirmizi). İbni Hazm "el-Muhalla"smda bir ferdin temel ihtiyaçlarını şöyle izah eder: Vücudunu sıhhatte ve kuvvetli tutacak kadar yiyeceği olmalıdır. Kış ve yaz için tam ve elverişli kıyafetleri olmalıdır. Onu hava şartlarından korumaya ve mahremiyetini temin etmeye yeterli bir barınağı olmalıdır."

Kur'an-ı Kerim, toplumdaki ekonomik farklı­lıklara rağmen hiçbir ferdin temel ihtiyaçların­dan mahrum kalmaması gerektiğini ve herkesin hayat hakkı bakımından eşit olduğunu açıkça belirtmektedir. ALLAH, yeryüzündeki her yaratı­ğın temel ihtiyaçlarına kefil olmaktadır. O'nun halifesi olarak insanın en önde gelen vazifesi kulluğunu idrak edip, gereklerini yapmasıdır: "(Yeryüzüne) üstünden ağır baskılar (sağlam dağlar) yaptı. Onda bereketler yarattı ve onda -arayıp soranlar için- gıdaları (bitkilerini ve ağaçlarım) tam dört günde takdir etti (düzene koydu)." (41:10). Zariyât suresinde şöyle geçer: "Gökte rızkınız ve size söz verilen (sevap ve cennet) var." (51:22). Allahu Teala, Hud sure­sinde yer alan ayette şöyle buyurur: "Yeryüzün­de hiçbir canlı yoktur ki, rızkı ALLAH'a ait olma­sın. (ALLAH) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir..," (11:6). Yine Zâriyat suresinde bir başka ayeti okuyoruz: "Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak ALLAH'tır." (51:58). Ve Hicr suresinde benzer mealde bir başka ayet: "Orada (arzda) siziniçin ve (besledi­ğinizi sandığınız, fakat aslında) sizin besleme­diğiniz kimseler için geçimlikler meydana ge­tirdik." (15:20).

Kur'an-ı Kerim bu ayetleri ile ferdin nzık hakkı­nı ehemmiyetle belirtmektedir. ALLAH'ın bu yüce niyetini kimin yerine getireceği ve yeryüzünde bunun uygulanmasından kimin sorumlu olacağı sorusu akla gelmektedir. Açıktır ki, sınırları da­hilinde yaşayan her ferdin nzkını temine vasıta olmak İslam devletinin vazifelerindendir. Yara­tanın bu emrini yerine getirmeyen bir devlet gerçek bir İslam devleti olamaz. Bakara süre­sindeki "yeryüzündeki bütün şeyleri sizin için yaratan O'dur" ayetinin yorumunda meşhur bir müfessir şöyle demektedir: Bu ayete göre Yaratanın arzusu doğrultusunda bu dünyadaki bütün şeyler insanların ortak malıdır ve ALLAH'ın bu nesneleri yaratma amacı insanların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Hiçbir şey herhangi bir ferdin mutlak malı değildir. Bütün nesneler yaradılışları itibariyle insanların ortak malıdır. Elbette çatışmaları önlemek ve insanların nesnelerden fayda sağlamalarını mümkün kılmak için mal­ların mülkiyeti bir hak olarak tanınmıştır. Hiç kimse ona müdahale edemez. Fakat mülk sahibi ihtiyaçlarından fazlasını elinin altında tutma­malı ve onlan topluma vermelidir. Çünkü bu mallarda yaradılış gayeleri itibariyle başkaları­nın hakkı vardır, işte bu sebeple bir kişinin ihti­yaçlarından fazlasını yığması, zekatı Ödüyor bi­le olsa, kabul edilmemiştir. Çünkü fazla servet hiç kimsenin temel ihtiyaçlarından değildir. Halbuki diğer yandan bu servet içinde, ihtiyaç­ları nisbetinde başkalarının hakkı vardır. Bu se­beple fazla serveti toplumdan sakınan kişi ger­çekte başkalarının servetini kullanıyor demek­tir. Mülk, tıpkı cihadla elde edilen ganimet gibi­dir. Bölüşülmeden önce ganimet mücahidlerin ortak malıdır. Herkes ondan ihtiyaçları nisbe­tinde faydalanır. Ve ihtiyacından fazlasını alan dürüst olmayan bir insan olarak kabul edilir.

"Benzer görüşlerin çağımızın ünlü hümanist ki­şileri tarafından da ifade edilmiş olduğunu be­lirtmek ilgi çekici olacaktır: Cannegie ve Mr. Rockefeller, belirli insanların tabiat veya şartlar tarafından büyük bir servet birikimi için lüzum­lu fırsatlar ve güçle donatıldığı, fakat onların zenginliklerinin hukuken kendi mallan olma­makla birlikte, aslında onlar tarafından diğer in­sanların yararına idare edilen bir sosyal emanet olduğu teorisini ciddiyetle ortaya koymuşlar­dır." (J.A Hopson; Work-Wealth, Londra 1914, sh. 295).

İbn-i Hazm bu görüşü desteklemek İçin Pey­gamber'ın hadislerinden iktibaslar yapmak­tadır. Ebu Said el-Hudri'nin rivayetine göre Peygamber; "İhtiyacından fazla malı olan fazlasını zayıflara (ve fakirlere) versin. İhtiya­cından fazla yiyeceği olan, fazlasını yoksullara ve muhtaçlara versin." buyurmuştur. Ebu Said, rivayetine Peygamber'ın aynı şekilde diğer mallara da -ta ki kendileri hiçbir malın fazlasını bulundurmaya haklan olmadığını anlayıncaya kadar- atıfta bulunduğunu eklemiştir. (Muhalla, c. VI, sh. 156-158).

Hz. Ömer'in halifeliğini son yıllannda şöyle de­diği rivayet edilmiştir: "Bugün bildiğimi daha önceden bilmiş olsaydım, hiç gecikmeksizin harekete geçer, zenginlerin fazla mallarını fakir muhacirîn arasında paylaştırırdım." (Muhalla, c. VI, sh. 158).

Ve Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "ALLAH, zenginlere fakirlerin temel ihtiyaçlannı karşılayacak kadar yardım yapmayı farz kılmış­tır. Eğer aç veya çıplak kahrlarveyadiğermaddî meseleler içinde boğulurlarsa, bu sadece zen­ginlerin görevlerini yapmıyor olmalarındandır. Bu sebeple ALLAH, zenginleri kıyamet gününde hesaba çekecek ve hak ettikleri cezayı verecek," tir."                                                          

Kur'an ve Hadisten örnekler verdikten sonra Ibni Hazm şöyle demektedir: "Bir köyün veya ka­sabanın fakir ve muhtaçlarının ihtiyaçlarını karşılamak, o yerin zenginlerinin vazifesidir. Ve eğer devlet hazinesi onların ihtiyaçlarını karşı­lamaya yeterli değilse, o vakit devlet fazla ser­veti, gerekirse zor kullanarak almak ve toplum­daki fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak hakkına sahiptir." Ibni Hazm bu konuda bütün ashabın icmaı bulunduğunu da eklemektedir. Aç, çıplak veya barınaksız bir insan varsa, devletin de ken­di maliyesinin buna gücü yetmediği zamanlar­da, onun ihtiyaçlarını zenginlerin fazla servetle­rinden tahsil ederek karşılanması devletin üze­rine yüklenmiş bir vazifesidir.

Aşağıda kısaca bahsedildiği gibi Muhtarü'ı Kavanîn adlı eserin yazarı da benzer görüşleri­ni açıklamaktadır: "Kadın erkek herkes için üç şey zaruridir. Birincisi yiyecek, ikincisi giyecek (ve barınak); bu ikisi hayat için elzemdir.TJçün-cüsü ise evliliğin sağlanması; bu da insan nesli­nin devamı için gereklidir. Bu sebeple bütün va­tandaşlarına bu nesneleri ihtiyaçlarına ve istek­lerine göre temin etmede her kolaylığı sağlamak devletin görevidir."

Temel ihtiyaçların karşılanması Bedai-üs-Senatâe de şu sözlerle izah edilmiştir: "Kişinin yiyeceğini, içeceğini, giyeceğini ve bıranacağı yeri halletmesi kişinin velisine farzdır. Çünkü himayenin amacı bu şartlar kendisi için zaruri olan kişinin ihtiyacının karşılanmasıdır. Eğer muhtaç kişi bu İhtiyacı sebebiyle bir hizmetçiye bağımlı yaşamakta ise, bu hizmetçinin maişeti de o muhtaç kişinin velisinin sorumluluğu altın­dadır." İslami devletbütün vatandaşlarının veli­si olarak onların temel ihtiyaçlarnın karşılan­masından sorumludur. Peygamber ve ilk ha­life Hz. Ebu Bekir bu ihtiyaçların karşılanma­sında son derece titiz davranmışlardır. İkinci halife Hz. Ömer ise "ilk müslümanlara" üsti n-lük tanıyarak diğer müslümanlara nazaraı. daha yüksek tahsisat vermiş olmasına rağmen, hali­feliğinin son günlerinde bu görüşünü değiştire­rek, maddi meselelerde eşitlik ilkesine yönel­miştir. O'nun şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eğer gelecek sene tahsisat zamanında yaşaya­cak olursam, ilk müslümanlarla onlardan sonra geleceklerin hepsini aynı seviyede kabul edip, herbirine eşit hisse vereceğim." (İmam Ebu Yu­suf, Kitabül Haraç).

Dördüncü halife Hz. Ali de, maddi ihtiyaçlar alanında eşitlik ilkesini savunmuş ve böyle me­selelerde farklılıkları hoş görmemiştir. (Kitabül Emval, sh. 264). Peygamber ve üç halifesi eşitlik ilkesine inanıyorlardı. İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamada adil bir ekonomik sis­temin kurulmasını öngördüler ve teşvik ettiler. Hz. Osman, insanların temel İhtiyaçları arasın­da fark olduğuna inanıyordu ve serveti de buna göre dağıtmıştı.

Kısaca İslam, insanlar arasındaki tabii servet farklılıklarını kabul etmekle beraber, temel ihti­yaçlar konusunda eşitliği öngörür. Ve insanla­rın "hayat hakkı"nın savunuculuğunu yapar. Zenginin serveti fakirin sefaletini arttırmamalıdır. Çünkü bu zenginlik ALLAH'tan bir emanettir. Kur'an ve Sünnette sık sık belirtildiği gibi bu zenginlik, fakirin sefaletini ortadan kaldırmak veya azaltmak için O'nun rehberliğinde kulla­nılmalıdır. Gerçekte zenginlerin refahı fakirler için bir yük. değil, nimet olmalıdır. Eğer zengin­ler servetlerinin kullanımında bir sorumluluk hissetmezlerse onlan kurallara uymaya zorla­mak, İslamın hukuki vazifesidir. Eğer devlet hazinesi fakirlerin ihtiyaçlarını gidermede ye­tersiz kalırsa, bu ihtiyaçların giderilmesi için devlet, zenginlerin mallarım -bütün mali yü­kümlülüklerini yerine getirmiş olsalar bile cebren alabilir. Çünkü Peygamber'e göre, servette, zekattan başka haklar da vardır. (Muhalla, İbni Hazm, c. VI, sh. 158). Ancak herke­sin aynı şekilde hayat sürmesi gerekmediği be­lirtilmelidir. Lüzumlu olan miktarkişilerin za­ruri İhtiyaçlarım karşılamaya yeterli olandır.