๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:30:11



Konu Başlığı: Düşünce Ve İfade Hürriyeti
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:30:11
Düşünce Ve İfade Hürriyeti

Düşünce ve ifade hürriyeti insanlar için vaz­geçilmez bir esastır. Böylece, insanlar başka­larının haklarına el uzatmamak ve ülkenin ka­nunlarını çiğnememek kaydıyla, gerçek ve doğru olduklarına inandığı şeyleri Özgürce düşünebilir ve konuşabilirler. Bu insan benli­ği ve şahsiyetinin gelişimi için lüzumludur. Ayrıca bu, din ve inanç hürriyetini de temin edecektir. Zira, din ve inanç, insanın vicdanıyla ilgili bir husustur ve hiçbir güç ve zorla­ma onu etkileyemez. Dahası, insanları vic­danlarıyla inanmadıkları birşeye inanmaları için zorlamak gereksizdir. Hepsinin ötesinde, Hesap gününde insanın kaderi, yeryüzünde kendi istek ve serbest iradesiyle yaptıklarına göre belirlenecektir. Zorlama ile yapılanlar önem taşımayacaktır. İnsanlar siyasî otorite­lerin baskı ve zorlamalanyla yapamadıkların­dan sorumlu olmayacaktır. Kur'an açıklıkla bu prensibi belirtir: "Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır." (2: 256).

Bu âyet din ve inanma ile ilgili bir konuda zorlamayı (ikrah) kesinlikle yasaklar. İstisna­sız bütün fâkihler, zorlamanın her hâlu kârda gayri meşru olduğu; ve bir kâfire İslâm inan­cını zorla kabul ettirme teşebbüsünün vahim bir hata, büyük bir günah olduğu görüşünde­dirler. Bunun yapılmaması için Kur'ân iki ikna edici sebep İleri sürer. îlki, din, inanç ve isteğe bağlıdır, eğer zorla kabul ettirilirse bunların bir anlamı kalmayacaktır. İkincisi, hak ile bâtıl Allah'ın lûtfuyla apaçık bir şekil­de gösterilmiş ve açıklanmıştır. Öyle ki, haki­kat düşkünü ve doğru düşünceli insanların ka­falarında inancın gerekleri ve sırat-ı müstakîm'e yönelik hiçbir şüphe kalmayacak­tır. Gerçek hayat tarzı, yaratılıştan, geride hiçbir şüphe kalmayacak şekilde çok açık ola­rak ayrılmıştır. (The Holy Qur'an, sh. 103). Bundan böyle insanlara neleri yapmalarının güzel olduğunu, nelerin onlar için zararlı ol­duğunu ve nelerden kaçınmaları gerektiğini bildirmek için zora başvurmaya gerek yoktur. Çünkü nihayetinde, Hesap günü kazanacak veya hüsrana uğrayacak olan kendisidir.

Düşünce ve ifade hürriyeti şu âyetle dolaylı olarak korunmaktadır: "Ey iman edenler! Al­lah'a itaat edin, Rasûl'e ve sizden olan emir sahibine İtaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -Allah'a ve âhiret gününe (gerçekten) inanıyorsanız- onu Al­lah'a ve Rasûlü'ne götürün..." (4: 59).

Bu, müslümanlardan iki grup arasında (başka bir ifadeyle, yönetenler ve yönetilenler) her­hangi bir noktada fikir ayrılığı çıkabileceğini, o zaman bu ayrılıkların Kur'ân ve Sünnet ışı­ğı altında dostça halledilmesinin lüzumunu açıkça belirtir. Yöneticiler ile halk arasında farklılıklar ve anlaşmazlıklar çıkabileceği gerçeği, düşünce ve ifade hürriyetinin İslâm toplumunda herkesin tabiî hakkı olduğunu gös­terir. Hiç kimsenin bu hürriyeti, herhangi bir şekilde yasaklamaya veya kısıtlamaya meşru veya ahlakî hakkı yoktur.

Bununla beraber, son tahlilde, halkla idareci­lerin ihtilâf ve ayrılıkları, ilgili tarafların menfaatleri gözönüne alınmaksızın Kur'ân ve Sünnetin hükmüne bırakılmalıdır. Sonra da Kur'ân ve Sünnetin karan hem idareciler hem de idare edilenler tarafından kabul edilmeli­dir. İfade hürriyeti kişinin doğuştan gelen hakkıdır; baskı altında tutulamaz veya kısıtla­namaz. Fakat, anlaşmazlık çıkarsa, Kur'ân ve Sünnet'e göre âdil olarak ve gereğince, taraf­ların haklarına zarar vermeden çözümlenme­lidir. Bu düşünce aşağıdaki âyet tarafından da desteklenir: "Eğer mü'minlerden iki grup vu­ruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri Ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların ara­sını düzeltin ve (her hususta) âdil olun. Allah, âdil davrananları sever." (49: 9).

Şûra hakkındaki ayet, Kur'ân ve Sünnet'ten çıkarılan bu düşünceyi daha da kuvvetlendi­rir. Âyette şöyle ifade edilir: "Allah'ın rahme­ti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak dav-randın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etra­fından dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurlarm)dan geç, onlar için mağfiret dile. (Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayan; çün­kü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever." (3: 159).

Bu âyet çok önemli konularda bile ifade hür­riyetinin ve fikir ayrılıklarının önemini tam olarak belirtir. Bundan dolayı Hz. Peygamber'e yönetimi ilgilendiren işlerle ilgili olarak onların fikirlerini alması, mümkün olan en güzel çözüm bulunduğunda da kararını azimle vermesi ve Allah'a güvenmesi öğütle­nir. Hz. Peygamber bu prensibi husûsî ve toplum hayatında bütün genişliğiyle uyguladı. Halifeleri de buna tamamıyla itibar ettiler. Aslında, modern yönetimlerdeki temsilcilik şekilleri, aynı ilkenin devlet işlerinde tatbiki­ne yöneliktir.

"...(Mü'minlerin) İşleri, aralarında danışma, iledir..." (42: 38). Kur'ân'm bu âyetlerinde belirtilen emirlerin Hz. Peygamber'e hitap etmesine rağmen, bütün müslümanlan, her zaman ve mekânda bağlayıcı olduğu fâkihlerin üzerinde ittifak ettikleri bir husus­tur. (The Message ofthe Qur'an, sh. 92).

Rasûlullah, kamuyu ilgilendiren bütün devlet işlerinde, bir karar vermeden önce, dai­ma ashabıyla istişare etmiştir. İlk büyük olay Kureyşlilerle Bedir'deki karşılaşmaydı.

Rasûlullah, düşmanın esas ordusuyla kar­şılaşmak üzere Bedir denilen mevkie doğru yürüyüşe geçme kararını vermeden önce as­habıyla istişare etti. Ebu Bekir ve Ömer ayağa kalkarak, güzel konuşmalar yaptılar. Sonra Mikdad söz aldı ve savaşı destekleyici kararlı bir konuşma yaptı. Bundan sonra Sa'd b. Mu'âz büyük bir coşku ve kararlılıkla konuş­tu. Rasûlullah Sa'd'ın bu sözlerinden memnun oldu. (İbni îshak).

Rasûlullah kamp için bir yer seçtiğinde Habbâb b. Münzir O'na şöyle dedi "Yâ Rasûlullah! Burası, ileri geçemeyeceğimiz Allah'ın konaklamanı emrettiği yer midir, yoksa sizin görüşünüz ve bir harb taktiği mi­dir?" diye sordu. Rasûlullah: "Hayır, o bir görüştür ve harp taktiğidir" buyurdu. Bunun üzerine Habbâb, buranın konaklamak için uy­gun bir yer olmadığını, düşmana yakın bir su­yun başında konaklamalarını, sonra düşmanı susuz bırakmak için diğer kuyuları kapatma­larının daha iyi olacağını, bunun sonucunda içecek sıkıntısı çekecek düşmana karşı daha üstün savaşabileceklerini söyledi. Rasûlullah, Habbâb'a "İyi bir görüşe işaret ettin" bu­yurdu ve dediğim yaptı. O zaman Sa'd b. Mu'âz'ın teklifiyle Rasûlullah için bir ça­dır kuruldu. Burada, Rasûlullah binek de­velerinin desteğiyle daha iyi korunabilecekti. Sonuçta Hz. Peygamber burada kaldı. (îbni îshak).

Savaştan sonra Hz. Peygamber Bedir esirleri­ne ne yapacakları konusunda, ashabına tekrar danıştı. Ebu Bekir'in düşüncesi kabul edile­rek, esirler fidye karşılığı serbest bırakıldılar. .(Taberi ve Ebû Davud).

Bunun gibi Rasûlullah Medine'de, Uhud savaşından önce ashabın fikirlerini aldı. Ab­dullah b. Ubey savaşa çıkmayıp, Medine'de kalmayı teklif etti. Sahabeden birkaç kişi de şehrin tahkim edilmesinin ve düşmanla şehir­de karşılaşılmasının lehindeydiler. (Taberi, İbni Sa'd ve İbni îshak). Bununla beraber, Allah'ın Uhud'da şehitlik şerefi vereceği bazı­ları ve Bedir'de bulunmayan diğerleri şöyle dediler: "Ey Allah'ın Rasûlü, onlar bizim sa-vaşamayacak kadar korkak ve zayıf olduğu­muzu düşünmesinler, bunun için düşmanları­mıza karşı çıkmada öncü ol." (İbni îshak, Ta-beri). Rasûlullah, gençlerin ve amcası Ab-bas'ın da ısrarım görünce evine girdi, zırhım kuşandı. Cuma namazından sonra Uhud'a doğru yürüyüşe geçtiler. (İbni İshak, İbni Sa'd, Taberi).

Bu birkaç örnek Rasûlullah'in diğer insan­ların düşüncelerine ne kadar değer verdiğinin, kamuyu ilgilendiren çok önemli olaylarda da­ima onlara, düşüncelerini açıklama fırsatı ta­nıdığının yeterli delilleridir. Genellikle Rasûlullah, aksine bir ilâhî emir olmadık­ça, Bedir savaşında olduğu gibi, çoğunluğun fikrine göre hareket ederdi. Birçok kişi Ebû Süfyân'm denetiminde olan Kureyş kervanına saldırmayı isterken, aralarında Sa'd b. Mu'âz, Ebu Bekir, Ömer ve diğerlerinin bulunduğu sahabenin önde gelenleri, Rasûlullah'ı şart­lara göre hareket etmesi konusunda serbest bırakmışlardı. Açıkça söylemese de, Rasûlullah nihai olarak, esas düşman ordu­sunun Bedir'de karşılanması gerektiğini düşü­nüyordu. Nitekim bu düşüncesi daha sonra Kur'ân tarafından teyid edilmişti (8: 5-8). Ahzab (Hendek) savaşında Rasûlullah as­habına danıştı ve sonunda Selmân Fârisî'nin teklifi olan, şehrin zayıf ve açık taraflarım ko­rumak için Medine'nin etrafında hendek kaz­ma fikrini kabul etti.

Görüldüğü gibi, bütün bu tartışmalarda deği­şik çözümler ele alınır. Sonunda da en uygun teklif herkes tarafından kabul edilirdi. Bu tar­tışmalarda tam bir ifade serbestiyeti vardı ve herkes açıkça kendi fikrini söyleyebilirdi. Müslümanlarla Kureyş arasında yapılan Hu-deybiye anlaşmasının maddelerinin görünüşte zayıf ve aleyhte olması sahabileri hayal kırık­lığına uğratıp canlarım sıkmıştı. Rasûlullah onlardan hayvanlarını kurban edip, başlan* nı tıraş etmelerini istediğinde, uygun şekilde cevap vermediler. Bunun üzerine Rasûlullah çadırına girip, hanımı Ümmü Seleme'ye sahabilerin hareketleri hakkında şikâyette bu­lundu. Hanımı şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer bunu yaptırmak istiyorsan, kim­seye birşey söylemeden hayvanını kurban et, berberini de tıraş için çağır." Rasûlullah bu teklifi uyguladı. Bütün sahabe O'nun yaptık­larını izleyerek hayvanlarını kurban etmeye ve saçlarını tıraşa başladı. (Taberi).

Şüphesiz, Rasûlullah sahabileri arasında ifade hürriyetini geniş olarak desteklemiş, çe­şitli kamu işlerinde onlann fikirlerine başvur­muştu. Sonraları sahabeler de hayatlan bo­yunca O'nun Örneğine göre hareket ettiler. Ebû Bekir, bazı kimseler zekât vermeyi red­dettiklerinde sahabilere danıştı. Daha sonra ülkede genel bir ayaklanma olunca ve bazı kabileler Medine'deki merkezî otoriteye isyan edince onlarla yine istişare etti. O, sahabilere danışmadan bir tek önemli karar almamıştı. Bunun gibi O'ndan sonra Hz. Ömer de Rasûlullah'ın örnek uygulamalanna göre hareket etmeyi sürdürdü. O, diğer insanlann düşüncelerine önem verir ve faydalı buldu­ğunda onlarla birlikte hareket ederdi.

Bir defasmda, Cum'a günü cemaate hutbesini irad ederken, bir adam O'nu durdurarak şöyle dedi: "Üzerindeki cübbeye nasıl sahip oldu­ğunu açıklayıncaya kadar seni dinlemeyece­ğiz. Zira, savaş ganimeti olarak aldığım par­ça, senden daha ufak yapılı olduğum halde, bir elbiseye yeterli gelmedi. Ömer, oğlu Ab­dullah'a işaret etti. O da ayağa kalktı ve elbi­selik hakkını babasına verdiğini, babasının da bu giysiyi ancak bu şekilde yaptırdığım söy­ledi. (Şibli Numanî, el-Faruk). Yine O, in­sanlardan, mallann bolluğu sebebiyle o gün­lerde kadınlara çok fazla miktarlarda mehir verilmemesini istediğinde, bir kadın O'nu durdurdu ve şöyle dedi: "Ey Ömer, sen hangi hakla Allah'ın bizler için uygun gördüğü hak­kı sınırlıyorsun?" Bunu duyan Ömer, ümme­tin içinde hata ettiğinde kendisini düzeltecek böyle insanlar olduğu için Allah'a hamdetti.

(el-Faruk). Bunlar, bir yöneticinin diğer in­sanların fikirlerine gösterdiği saygının dere­cesini ve gerçek İslâm toplumunda varolan ifade hürriyetinin genişliğini gösteren ikna edici örneklerdir. Hz. Ömer kendi fikrinden vazgeçmekle kalmadı, aynı zamanda toplum­da imamlarını bile doğrultmaktan çekinme­yen ve gerçekleri söyleyen bu tip insanlar ol­duğu için Allah'a şükretti, Dördüncü halife Hz. Ali, Haricilerin bütün muhalefetlerine ve eleştirilerine müsamaha gösterdi ve onlan bu­nu yapmaktan alıkoymadı. Bir kişi, Haricile­rin Ali'yi öldürmeye niyetlendiklerini, bunun için onlan tutuklamasını istediğinde, O şöyle cevap vermişti: "Allah'ın hadlerini aşıncaya kadar, onlara herhangi birşey yapamam."

Böylece İslâm, inanç ve ifade hürriyetini kav­ramının esasını belirledi. Irk, renk ve soyları­na bakılmaksızın bütün insanlara, kamuyla il­gili genel konularda tam bir inanç, düşünce ve ifade hürriyeti verilmişti. İnsanlar oturduk­ları yerlerde, kasaba veya köylerinde inançla­rının gereklerini serbestçe yapabilecek, iste­dikleri fikirleri açıklayacak, yönetimin icraat­larını veya siyasetini eleştirebileceklerdi. Bü­tün bunlar için tek şart, devletin kanunlarını ihlal etmemekti. Eğer bunu yapacak olurlarsa, mahkemede yargılanırlar, suçlu bulunurlarsa uygun bir şekilde cezalandırılırlardı. Bu hür­riyetten, daha Önce zikredilen Yunan ve Ro­ma Örneğinde olduğu gibi yalnızca belirli azınlıklar değil, bütün vatandaşlar faydalan­maktaydı.

Medine'li Yahudilerle "hürriyet mukavelesi" (charter of liberry) akteden Rasûlullah s.a.v. mü­kemmel bir örnek olmuştur: "Yahudilerden her kim bize uyarsa O'na yardım edilecek ve bizimle eşit olacaktır; onlar incitilmediği gibi düşmanlarına yardım da edilmeyecektir. Ya­hudiler kendi dinlerinde, Müslümanlar da kendi dinlerinde kalacaklardır. (Farklı kabile­lere mensup olanlar) bu anlaşmaya bağlılıkla­rı süresince Yahudilerden sayılır; İhlâl eden­ler, adaletsizce ve günahkârca davrananlar ancak kabilelerine ve ailelerine zarar verirler.

Bağlılık, hıyanete karşı bir tedbirdir. Yahudi­lerin yakınları da kendileri gibidirler. Saldırı­ya uğrarlarsa herkes yardıma gelecektir. Yes-rib (Medine) vadisi bu anlaşmaya katılan her­kes için aziz ve taarruzdan masum kılınacak­tır. Himaye altındaki yabancılara hamilerine olduğu gibi aynı esaslara göre davranılacak-tır." (İbni Hişam, M. Hamidullah, Muhammed Rasûlullah, Karaçi, 1979, sh. 63-66).

Rasûlullah'in diğer dinlerdeki insanlara eşit haklar ve inanç hürriyeti tanımasının di­ğer bir örneği, onun Necrân Hristiyanları ve komşu ülkelere karşı olan tavrıdır. O, şu söz­leri ihtiva,eden bir mektup göndermişti: "Al­lah'ın himayesi ve Peygamberi Muhammed'in zimmeti, Necrân ve havalisinde olanların şa­hıslan, mallan, dinleri, topraklan, şimdi bulu­nanları, bulunmayanları ve diğerleri ile mabetleri ve suret ve haçları üzerindedir. Kimse dininden döndürülmeyecektir; hak ve hukuklanna, suret ve haçlanna dokunulmaya­caktır; rahip rahipliğinden, papaz papazlığın­dan, kilise bakıcısı bu görevinden uzaklaştı-nlmayacaktır. Onlara zulüm ve işkence yapıl­mayacak, cahiliye kan davası güdülmeyecektir. Onlar» savaşmak üzere toplanmayacaklan gibi kendilerinden ö§ür (ondabir vergi) de alınmayacaktır. Topraklanna ordu ayak bas­mayacaktır. Necran'da, aralarında biri hakkını istediğinde, insafla hareket edilecek; onlar ne zulüm edecek ne de zulme maruz kalacaklar­dır. Bundan sonra kim ribâ (faiz) yerse, o, benim zimmetimin dışında kalacaktır. Hiç kimse, başkasının yaptığı fenalıktan mesul ol­mayacaktır." (Belâzurî, Fütûhu'l-Büldân ve İmam Ebu Yusuf, Kitâbu'l-Harac).

Halife Ömer'in Mısır'ın fethinden sonra, Hris-tiyan kiliselerine tahsis edilmiş malları titiz­likle koruması ve onlara el sürmemesi ve pa-pazlan desteklemek için eski yönetimin ver­diği tahsisatları devam ettirmesi modern za­manlarda bile çok az benzeri olan unutulmaz bir olaydır. Hristiyanlara ve diğer dinlerin mensuplarına İslâm'ın ilk günlerinde verilen inanç hürriyetini en güzel biçimde yine hristiyanların kendileri ispatlar. Üçüncü halife Os­man devrinde, Mera patriği, Simeon isimli Fars piskoposuna şu sözleri söyler: "Tanrının (yeryüzünün) krallığını verdiği Araplar hristi-yan inancına saldırmıyorlar, tersine dinimize yardım ediyorlar; tanrımıza ve azizlerimize saygı gösterip, kilise ve manastırlarımıza he­diyeler sunuyorlar."

Hristiyanların inanç ve törenleri üzerinde hiç­bir kısıtlama yoktu, dinî ayin ve törenlerinin gereklerini yapma ve tapınma haklarını ser­bestçe kullanırlardı. "Tamamıyla müslüman beldelerde bile önceden yapılmış gayri müs-lim mabetlerine karışılmaz, eğer buraları es­kir veya tahrip olursa, zımmîlerin yeniden inşâ veya tamir etme hakları vardı. Fakat on­ların bu beldelerde yeni binalar inşâ etmeleri­ne izin verilmezdi. Bu türden kısıtlamalar ta­mamıyla müslüman olmayan bölgelerde yok­tu. Bunun gibi önceden tamamıyla İslâm top­rağı olan, ancak artık bu özelliğini kaybetmiş, cuma ve bayram namazlarının kılmmadığı, hadlerin uygulanmadığı şehirler ve beldeler­de, zimmîler yeni ibadet yerleri inşâ edebilir, dinî ayinlerinin gereklerini yapabilirlerdi. (Alaaddin Ebu Bekir, Bedaiüs-Senai, c. VII, sh. 113-114'ten Ebû'1-A'lâ Mevdûdî, The Is-lamic Law and Constitution, sh. 274-275).

Dolayısıyla, hristiyanlann da en az müsıü-manlar kadar kasaba veya köylerinde dinî tö­ren ve ayinlerini yapma hakkına sahip olduğu görülmektedir. Tamamıyla İslâmî yerleşim birimi teriminin kapsamına girmeyen belde­lerde, müslümanlarm sayısı azımsanmayacak kadar olsa da, zımmîlerin şarap ve domuz eti satmalarına, haçlı âyinler düzenlemelerine, nefesli borular (conches) çalmalarına karışıl­maz. Buna karşılık bu olaylar tam anlamıyla müslüman beldeler (bir başka deyişle, Cuma ve bayram namazlarının kılındığı yerler) sayı­lan kasaba ve yerlerde yolsuzluk olarak telâkki edilir. Zina gibi kendi yasalarınca da yasaklanmış hareketleri beldelerinin sımrlan içinde dahi yapmaları yasaklanır, (ğerhü's-Siyerul-Kebir, c. III, sh. 251'den Mevdûdî, The Islamic Law and Constitution, sh. 274-275).

Bu durum Abdullah b. Abbas'm şu sözlerin­den de anlaşılır: "Müslümanlann kurduklan şehirlerde zimmîler yeni ibadet yerleri inşâ edemez, pazarlarda, yollarda boru çalamaz, açıkça şarap veya domuz eti satamazlar. An­cak esasen gayri müslimlerin kurduklan, daha sonra da müslümanlann fethettikleri şehirler­de, gayri müslimlerin haklan anlaşmalarla be­lirlenir ve bu anlaşmalara uymak müslüman­lann yükümlülüğüdür." (Ebû Yusuf, Kita-bü'l-Harâc, sh. 88'den Mevdûdî, a.g.e.).

Şüphesiz, müslümanlann diğer dinlerin men-suplanna yönelik bu davranışlan, Kur'ânî öğ­retilerin ve Rasûlullah'in uygulamalannın açık sonuçlanydı. Daha Önce de işaret edildi­ği gibi, Kur'ân samimi gerekçelerle inanç hürriyetini destekler. Kur'ân'da açıkça, Al­lah'ın insanı yarattığı, imanı kabul veya red hususunda onu serbest bıraktığı, bunu kendi nzâsıyla yaptığı, tekrar tekrar ifade edilir. Al­lah'ın rehberliği, herhangi bir baskı olmadan insanın tercih ettiği hareket tarzını uygulama­sı ve yeryüzünde özgürce yaşaması hususî ga­yesine yöneliktir. Allah, rehberliğini yalnızca peygamberleri vasıtasıyla gerçekleştirir. Pey­gamberler, hak ile bâtılı açık bir biçimde, ke­sinkes birbirinden ayınrlar; doğru yolu izle­menin faydalarını, ilâhî rehberlikten yüz çevi­rip, bâtıl ve kötü bir hayat yaşamanın zararlarını anlatırlar. Ancak son söz insanındır; o iz­leyeceği hareket tarzım hür iradesiyle seçme­si gereken kişidir, zira yeryüzünde işledikleri­nin bir sonucu olarak ödüllendirilecek veya zarara uğrayacak olan kendisidir. Bu sebeple, insanın inancında tam bir seçim serbestisine sahip olması kesin bir esastır. Aksi takdirde seçim serbestisi amacına ulaşamaz. Aşağıdaki Kur'ân ayeti şahsî sorumluluğa şu sözlerle işaret eder: "...Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşı­yan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir; (O) aynlığa düştüğünüz gerçeği size haber vereçektir." (6: 164). Bu akide, herkesin kendi yaptıklarından sorumlu olduğunu ve onların hesabını vereceğini, bu sorumluluğun başka birinin hesabma yüklenemeyeceğini anlatır.

Daha sonra Tür sûresinde şu ifadeleri görü­rüz: "Onlar ki inandılar, zürriyetleri de iman­da kendilerine uydu; (onları cennete sokar­ken) zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır; kendi amellerinin sevâb)ından da hiçbir şey eksiltmemi sizdir. Herkes kendi kazandığına karşılık bir rehindir." (52: 21). Bakara sûresinin son âyetinde ise şu ifadeleri okuruz: "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey tek­lif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendi faydasına, kötülük de kendi zararınadır..." (2: 286). Bu husus Nisa sûresinde (4: 32) tekrar edilir. Böylece şunda hiçbir şüphe yoktur. "Mükâfat ve cezalar kadm olsun, erkek olsun her ferdin kendi işlediği iyi ve kötü amellerin sonuçlarıdır. Kişi ancak kendi işlediği iyi amellerin mükâfatım alır; başkalarının yaptığı iyiliklerin karşılığını değil. Bununla birlikte, eğer bir kimse ölümünden sonra da iyi sonuç­lar doğurmaya devam eden bir iyilik yapmış­sa, bu iyi sonuçların hepsi o iyiliği yapanın hesabma yazılır. Aynı şekilde eğer bir kimse, ölümünden sonra da kötü sonuçlar doğurma­ya devam eden bir kötülük yapmışsa, bu so­nuçların tamamı o kimseye yazılacaktır. Fa­kat bütün bu iyi ve kötü neticeler, kişinin kendi işlediği amellerin karşılığı olacaktır. Kısacası kişi ancak bilerek ve isteyerek katkı­da bulunduğu bir şey sebebiyle ceza ve mükâfat alacaktır. Allah'ın sünnetinde hesap­ların, ceza ve mükâfatların başkalarına devre­dilmesi söz konusu değildir." (The Meaning ofthe Qur'an, c. I, sh. 209-210).

Bu, herkese hayatında beğendiği yolu izleme hürriyeti verilmesi sebebiyledir. Ayrıca, iyi ve kötü amellerin karşılıkları bildirilmiştir. Böylece, serbest iradesiyle yapacağı amelleri­nin karşılığı konusunda uyarılan her insan yaptıkanndan kendisi hesap verecektir. Şahsî sorumlulukla ilgili aynı hükümler îsrâ sûresinde tekrarlanır: "Kim yola gelirse ancak kendisi için yola gelmiş olur, kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, başka­sının günah yükünü taşımaz (herkes kendi gü­nahım çeker). Biz, elçi göndermedikçe (hiç bir kavme) azâb edecek değiliz." (17: 15).

İnanç konularındaki şahsî hürriyetin hikmeti Yûnus sûresinde açıklanır: "Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi. O halde sen mi insanları mü'min olmaları için zorla­yacaksın?" (10: 99).

Burada Allah'ın insanlığa bahşettiği, kendisi­ne inamp-inanmama hürriyetine atıf vardır. Yoksa, bütün insanları mü'min ve itaatkâr kullar olaı'ak yaratması ve yeryüzünde hiçbir âsi ya da kâfir kul bırakmaması içten bile de­ğildi. Yahut da, Allah kolaylıkla kullarını iman ve itaate çevirirdi. Fakat o zaman insa­noğlunun yaratılış gayesinde yatan hikmet geçersiz hâle gelirdi. (The Meaning of the Qur'an,c. V, sh. 59).

Bu hususta kesinlikle şüphe yoktur ki, eğer Allah'ın iradesi ve planı insana ihsan ettiği hür iradeyi vermemek yönünde olsaydı bu takdirde herkes birbirinin aynı olarak yaratı­lacaktı. O zaman herkes iman sahibi olacak, ancak iman insanlara herhangi bir değer ka­zandırmayacaktı. Gerçek dünyada ise, insana çeşitli güçler ve yetenekler verilmiştir. Böyle­ce o, araştırıp keşfedebilir ve kendisini Al­lah'ın iradesiyle uyumlu bir hâle getirebilir. Sonuçta iman ahlakî bir başarı, imana karşı durmak ise bir günah olur. (The Holy Qur'an, sh. 510).

Bütün bunlar insanın hür iradesi ile imanı ka­bul veya reddetmesi sebebiyledir. Dolayısıyla baskıyla kabul ettirilmiş imanın hiçbir değeri olamaz. "O halde sen mi insanları mü'min ol­maları için zorlayacaksın?" sözleri hiçbir za­man, Hz. Peygamber'in insanları inanma­ları için zorladığı manasına gelmez. Ancak daha önce de belirtildiği gibi Peygamber'in, insanları kötü yola düşmekten, dolayı­sıyla cehennemden kurtarmak için çok arzulu olması ve bu sebeple sık sık onlar hakkında endişelenmesi, elem duyması mânasına gelir. Bu âyette, tartışma veya rica vasıtasıyla,^hak­la bâtıl arasındaki farkı açıkça anlatarak göre­vini yaptığı için Hz. Peygamber, Allah ta­rafından teselli ediliyor. Şimdi, güzel öğütleri kabul edip, Allah'ın yol göstericiliğini kabul etmek veya öğütleri reddederek, kötü hayat tarzlarım seçmek insanlara kalmıştır. Hz. Peygamber görevini yapmıştır ve ilâhî reh­berliği insanlara zorla kabul ettirmesi O'nun görevi değildir. Eğer Allah bunu yapmak dileseydi, Kendisi yapar ve bütün insanları hakikî mü'minler olarak yaratırdı. Bu durum­da, insanlara yol gösterici olarak peygamber göndermeye gerek kalmazdı. Ve Kehf sûresinde şu ifadeleri görürüz: "...Artık dile­yen inansın, dileyen inkâr etsin. Çünkü biz zâlimlere öyle bir ateş hazırladık ki, cadın (dumanı veya duvarı) onları kuşatmıştır..." (18: 29).

İnsana, istediği gibi bir hayat sürmesi husu­sunda serbestlik tanınmakla beraber amelleri­nin -iyi veya kötü- sonuçlarına da katlanması gerektiği hatırlatılmaktadır. Peygamberlerin "görevleri, yalnızca Rablerinden aldıkları yol gösterici emirleri insanlara iletmektir. Onlar, insanlara istemedikleri belirli hareket tarzları­nı benimsetmekle görevli bekçiler veya yöne­ticiler olarak gönderilmemişlerdir. Bu husus, aşağıdaki âyette tekrar vurgulanır: "...Biz se­ni onların üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin!" (6: 107).

Bu âyet Peygamberin ilâhî görevinin halkı di­ne davet etmek olduğunu, yoksa bir polis mü­fettişi gibi onları gözetlemek olmadığını açık­ça belirtir. Bu nedenle O'nun görevi yalnızca, mesajı halka sunmak ve onları hakikat konu­sunda ikna etmeye çalışmaktır. Bundan sonra, hakikatin kabul veya reddi hususunda onlar kendi başlarına bırakılır. Peygamberlik sahası içinde hiçbir bâtıla kulluk eden kalmasın di­ye, insanları hakikati kabule zorlamak için görevlendirilmediği, bundan dolayı kendisini üzmemesi, onların bilerek kapattıkları gözle­rini açmaya çalışmaması hatırlatılmaktadır.

Eğer Allah hikmetîyle hiçbir bâtıla tapmanın kalmamasmı dileseydi, o zaman Peygamber'i bu vazifeyle görevlendirmezdi. O, yalnızca tek bir emriyle her bir insanı hakikat izleyici­leri yapabilirdi. Ancak bu hiçbir surette insa­nın yaratılış gayesine uymaz. Esas gaye, insa­na, hak ile bâtıl arasında seçme serbestiyeti verilmesi, ve bu seçiminin hakikat ışığında değerlendirilmesidir. Bu durumda Peygamber'e düşen dosdoğru yolu izlemesi, insanları da bu yola davet etmesidir. Sonra kabul eden­leri kendisine dost edinmeli ve dünyaya mey­leden kişilerin gözünde çok önemsiz de olsa­lar onları hiçbir şekilde terketmemelidir. Di­ğer yandan', hakikati kabul etmeyenleri kendi hâllerine terk eder; onları gitmek istedikleri, yapmakta ısrarlı oldukları kötü sonlarıyla başbaşa bırakır." (The Meaning of the Qur'an,c. IV, sh. 139-142).