๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 09 Haziran 2012, 08:58:11



Konu Başlığı: Düşünce
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 09 Haziran 2012, 08:58:11
3- Düşünce

İnsanlık boş inançların, safsataların zulmü altında can çekişiyor, atalarının izinde körü körüne gitmekten dolayı bağımsız düşüne­miyor, hüküm çıkaramıyordu. Atalarından göregeldikleri alışkanlıkların yararlılığını ve­ya gerekli olup olmadığını hiç düşünmüyor­lardı. Doğu'da ve Batı'da insanların alışagel­dikleri ve hiç itiraz etmeden kabullendikleri yol bu idi. Böylelikle insan hayvan derecesi­ne düşmüş, hatta onlardan daha da alçalmış-tı. Çünkü hayvanlar yaratıldıkları hâl üze­redirler, oysa insan çok çok yüksek bir va­sıfta yaratılmış, akıl verilmiştir ve soylu bir hedefe sahiptir. İnsan bilgiyle zenginleştiril­miş, daha iyi ve kullanışlı yaşama yollarını bulması için akıl onun emrine verilmiştir. Ne yazık ki geçen zaman içinde, bilgiyi kullan­mayı terketmiş, düşünme ve hüküm çıkarma yeteneğini boş inançlarla değiştirmişti.

İnsanlığı düştüğü bu karanlıktan kurtarıp, Doğru Yolu bulması için düşünmesini sağ­layan, hürriyetini kazandıran, Rasulullah @'dır. Artık, insanlar serbestçe düşünüp Al­lah'ın yarattıklarını gözleyebiliyor, araştıra­biliyor ve hiç korkmadan, önyargısızca bir sonuca varabiliyorlardı. Hıristiyan Avrupa ise bu sırada cehaleti ile övünüp, bunu bir fazilet ve kör inançlarını hakikat kabul edi­yordu. Halk din adamlarını sorgusuz sual­siz takip ederken, aydın kişiler zulme uğru­yor, hapse atılıyor veya idam ediliyorlardı.

Düşünmek ve tartışmak Avrupalı devletler­ce ihanet ve dinden çıkma sebebi olarak gö­rülüyor, ömür boyu hapis veya idam ile ce­zalandırılıyordu. Rasulullah, düşünce ve bil­gi ışığıyla birlikte gelmiş ve insanlığı boş inançların ve safsataların alçaltıcı baskısın­dan ve sefaletten kurtarmıştır.

İnsan entellektüel bir varlık olarak, düşün­me gücüne ve zekâya sahip olduğu İçin, İslâm, insanın bu entellektüel yapısının geliş­mesine ve bina edilmesine özellikle dikkat et­miştir. Bir önceki kısımda da açıklandığı gi­bi, araştırma, gözlem ve tecrübe yoluyla bil­gi edinilmesine büyük önem vermiştir. Al­lah'ın bütün yarattığı şeylerdeki hakikat ve sınırsız bilgi zenginliğini işaret eden ve kadın-erkek her müslümanın öğrenmesini, bilgi sa­hibi olmasını emreden ayetler vardır. Eşya­nın hakikatini ve gerçeğini, düşünerek ve tar­tışarak bulmayı öğretir, bir delili olmayan ge­leneksel bilgileri ve öncekilerden kalan alış­kanlıkları asla kabul etmemeyi öğütler. Kur'an-ı Kerim, 'geleneksel hakikat' veya 'ta­rihî miras' hakkında delil istenilmesini ve 'ni­çin kabul edilmeli?' sorusunu öğreten ilk Ki-tap'tır. Bunların temeli nedir? Bu isteklerin sahibi kimdir? Bu soruları öğretirken Kur'an-ı Kerim aynı zamanda kendi istekle­rinin ve iddialarının gerekçelerini ve delille­rini de vermektedir.

Ancak, Kur'an'daki düşünce şekli ve meto­du filozofların düşünce metodlarından ta­mamen farklıdır. Çünkü İslâm, insanları Al­lah'ın gönderdiği hakikate inanmaya çağırır, îman, ancak insanların ona kalplerini bağ­lamaları ve onu tam olarak anlamaları ile faydalanabilecekleri müsbet bir anlayıştır. Bu yüzden imanın düşünce esasına yer verilme­si ve reddedilmesi imkânsız delillerle destek­lenmesi gereklidir. "Düşünce olmaksızın İman ne bir kişinin hayatını yönlendirecek güç haline gelebilir ne de itikadı ve gündelik ayrıntılara çözüm getirebilir. İnsanın karma­şık faaliyetlerini kontrol altında tutamaz. Üs­telik imanın hedefi İnsanı sessiz-sakin kılmak değil, onu uyandırmak, melekelerini ve ka­pasitesini harekete geçirmek ve onları doğ­ru yola yöneltmektir." Aynı zamanda zihni­ni ve tabiatını canlandırarak gayesinin, izle­diği yolun ve vasıtaların soyluluğunun far­kında olmasını sağlar, (islam in Focus, s. 106-109).

İkinci olarak, insanın doğru ve dürüst ola­bilmesi için imana sahip olması şarttır; fa­kat böyle kuvvetli bir imana düşünmeden, tartışmadan sahip olunamaz. Bu yüzden, so­kaktaki sıradan kişinin ikna olacağı tabiî ve basit deliller ortaya konulmak suretiyle imam kuvvetlendirilmelidir. Bu yaklaşım insan zih­nini uyandırarak, onun tabiattaki her olayı ve her hayat safhasını gözlemesini, anlama­sını ve bu hususlarda fikir yürütebilmesini sağlar.(Emin Ahsen Islahî,Callto islam and How the Prophets Preached?, s. 101-107).

Üçüncü olarak, Kur'an-ı Kerim ortaya koy­duğu hususu ispat etmek için düşünceyi ve tartışma yapmayı yalnız desteklemekle kal­maz, insandaki düşünme melekesini de ge­liştirir. Çünkü insanın düşünme ve fikir yü­rütme melekelerini tamamen uyandırmaksı-zın kişide ve kişinin sosyal hayatında tam bir değişimin meydana gelmesi imkânsızdır. İn­sanın bir kalbi, bir de ruhu vardır; yani bir fizikî yanı vardır, bir de ruhî yanı. Her iki yanının da tatmin olacağı bir hayat anlayı­şına muhtaçtır. Kur'an insanın kalbinde ve ruhunda bu bütünlük fikrinin oluşmasını sağlayan anlayışı ortaya koyar: "Hikmeti di­lediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüp­hesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan an­cak akıl sahipleri ibret alır." (2:269). "Hikmet" doğruyu eğriden ayırdetme ilmi­dir. Bu yüzden hikmet sahibi kişi şeytanın yanlış yollarına sapmaz, Allah'ın geniş ve doğru yolundan gider. Ve akıllı kişi bu kısa ömrünü en iyi şekilde kullanıp ahiret mut­luluğunu bu dünyaya dağişmeyen kişidir. (E. A. Mevdûdi, Cilt I, s. 196-197). Fussilet Su-resi'nde şöyle buyrulur: "Bu, ancak sabre­denlere vergidir; bu ancak o büyük hazzı ta­danlara vergidir." (41:35). Rasulullah @ ha­dislerinde buyurduğuna göre hikmet, Allah1 m bazı kullarına verdiği en büyük, bitmez tükenmez bir hazinedir. Allah'ın bu lütfü in­sanın düşüncelerini doğru yola yöneltmesi­ni, tarih, âfâk ve insanın kendisi hakkında isabetli sonuçlara varmasını sağlar. (E. A. Mevdûdi, age., sh. 196-197)

Dördüncü olarak, Kur'an, değişik inanç, ta­rih, geleneklere sahip olmalarına rağmen hiç­bir düşünen İnsanın İnkâr etmeyeceği ortak gerçekler, idealler, üstün değerleri esas ala­rak insanı düşünmeye çağırmaktadır. İyi (maruf) ve kötü (münker) herkesçe bilinen anlayışlardır ve İslâm insanları bu prensip­lerde birleşmeye çağırır, insanlar iyice düşün­meye ve Kur'an-ı Kerim'in dediklerini doğ­ru kabul ediyorlarsa ona inanmaya, değilse inandıkları şeyi ispatlamaya çağrılmaktadır: "De ki: 'Eğer doğru sözlü iseniz, Allah ka­tından, bu ikisinden daha doğru bir Kitap getirin de ona uyayım.' " (28: 49). Mülk Su-resi'nde de şöyle buyurulur: "Yüzükoyun sü­rünen mi, yoksa doğru yolda düpedüz yü­rüyen mi daha doğru yoldadır?(Ey Muham-med!)De ki: 'Sizi yaratan, sizin için kulak­lar, gözler ve kalpler var eden O'dur. Ne az şükrediyorsunuz!" (67: 22-23).

İslâm, insanların düşünmesini ve tartışma­sını teşvik eder, onların yalnızca inançlara uymasını değil, kendilerinde ve etraflarında­ki hakikati de bulmalarını ister, çünkü hiç­bir şey gayesiz yaratılmamıştır. "Biz gökle­ri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Eğlenme dileseydik, bunu yapacak olsaydık, şanımıza uygun şekilde ya­pardık; ama yapmayız. Gerçeği bâtılın başı­na çarparız ve onun beynini parçalarız; böy­lece bâtıl ortadan kalkar?' (21: 16-18). Bu ayet apaçık göstermektedir ki, bu dünyanın ya­ratılışının sebebi Hak ve bâtıl arasındaki mü­cadeledir ve siz kendiniz de bilirsiniz ki, bu mücadeleden bâtıl hep yenik çıkmıştır. Bu gerçeği ciddî bir şekilde göz önüne alınız, çünkü hayatinizi bâtıla göre tanzim eder her şeyin boş olduğuna inanırsanız, geçmiş ka­vimlerin akibeti sizi de bulacaktır. Onlar bu dünya hayatını eğlence ve boş sanmışlardı. Bu yüzden tüm hâlini sana gelen mesajın ışı­ğında yeniden gözden geçir.

Onunla ve peygamberle alay edeceğine geç­miş kavimlerin sonundan ders al ve kendine gel. Tarihe bir bak ve Firavun'a, onun kav­mine, Nuh, Salih ve Şuayb peygam­berlerin kavimlerine neler olduğunu gör. Pey­gamberlerini ve kendilerine gelen çağrıyı red­dettikleri için hepsi helak olmuşlardır.

Rasulullah insanların aklına ve zihnine başvurmuş ve onları düşünmeye, her mese­lenin hakikatini anlamaya davet etmiştir. On­lardan her söylediğinin olduğu gibi alınma­sını ve yapılmasını değil, ölçüp biçtikten son­ra hak olduğuna inandıklarını hayatlarına tatbik etmelerini buyurmuştur. Öte yandan doğru olmadığını düşündükleri bir şeyi red­detmelerini, yalnız her şeyi düşünerek, ölçe­rek yapmalarını söylemiştir.

İslâm inancının temel taşı olan Tevhid inan­cını ele alalım; Bu bile delilsiz ortaya konul­mamıştır. Allah, insana etrafına bakmasını ve O'ndan başka ibadete, itaate lâyık kâina­tın Yaratıcısı, Sahibi olup olmadığını görme­sini emreder: "Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip, onunla bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği, güzel güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah'ın ya­nında başka tanrı mı? Hayır! Onlar taptık­larını Allah'a eşit tutan bir millettir. Yoksa yeri, yaratıklarının oturmasına elverişli kı­lan ve aralarında ırmaklar meydana getiren, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır; çoğu bilmezler."

"Yoksa, darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, başındaki sıkıntıyı gi­deren ve sizi yeryüzünün sahipleri yapan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Pek kıt düşünüyorsunuz. Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran, rüzgârla­rı rahmetinin önünde müjdeci gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Allah, koştukları eşlerden yücedir. Yoksa önce ya­ratan, sonra da yaratmayı tekrar edecek olan, size gökten ve yerden rızık veren mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? De ki: 'Eğer doğru sözlüler iseniz, açık delilinizi getirin.' " (27: 60-64).

İbrahim babasına şefkat ve sevgiyle şöyle hitap eder: "Babacığım! Doğrusu sana gel­meyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğ­ru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tap­ma. Çünkü sana Rahman katından bir azabin gelmesinden korkuyorum, ki böylece şey­tanın dostu olarak kalırsın" (19: 42-45).

İnsan Allah'a yalnız ibadet etmekle değil, O'nun kanunlarına uymak ve hayatını bu­na göre düzenlemekle de yükümlüdür. Çün­kü tüm kâinatın yegâne sahibi ve Hâkimi O'dur. "Allah'ın yarattığı şeylerin, gölgeleri sağa sola vurarak, Allah'a boyun eğerek sec­de etmekte olduklarını görmüyorlar mı? Göklerde ve yerde bulunan her canlı ve me­lekler, büyüklük taslamaksızın Allah'a sec­de ederler. Fevklerinde olan Rablerinden kor­karlar ve emrolunduklan şeyleri yaparlar!' (16: 48-50) Bu ayetlerde canlı veya cansız her şeyin gölgesinin Allah'ın evrensel kanununa uyarak vurduğuna işaret edilmektedir. 'Göl­gesini vurur' sözü, her şeyin yaratıcısı ve sa­hibi olan Allah'a olan tapmanın bir sembo­lüdür. Böyle olunca, Allah'a ve Kanunu'na ibadet ve itaat eden şeylerin O'nun ilâhlığı-na ortak olmaları imkânsızdır. Dahası, yal­nız yeryüzündeki değil, melekler de dahil göklerdeki herşey O'na itaat ederler ve Al­lah hepsinin fevkindedir. O'nun kanunu kü­çük ve büyük her şeye hükmeder: "Gökler­de ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların bir­çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların bir çoğu da azabı hak et­miştir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebi­lecek yoktur. Doğrusu Allah ne dilerse ya­par!' (22: 18). "Yerde ve göklerdeki kimse­ler de, gölgeleri de, sabah akşam, ister iste­mez Allah'a secde ederler!' (13: 15).

Her şeyi yaratan O'dur, her şey O'na aittir. Mülkünde ve Yaratmasında ortağı yoktur; bu yüzden herkesin O'na itaat etmesi ve O'nun yolundan gitmesi gereklidir: "(Ey Muham-med) De ki: 'Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çe­kip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini al-çaltırsın; iyilik elindedir. Doğrusu Sen her şe­ye Kâdir'sin. Geceyi gündüze, gündüzü ge­ceye geçirirsin; ölüden diri, diriden ölü çıka­rırsın; dilediğini hesapsız rızıklandınrsın.!"

(3: 26-27). Kur'an-ı Kerim'de kâinatın Sahi­bi ve Rabbi'nin azameti şöyle anlatılır: "O, görüleni de, görülmeyeni de bilen, kendisin­den başka tanrı olmayan Allah'tır. O, acıyı­cı olandır, acıyandır. O, kendisinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esen­lik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güç­lü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan Al­lah'tır. Allah putperestlerin koştukları eşler­den münezzehtir. O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel adlar ken­disinin olan Allah'tır. Göklerde ve yerde olanlar O'nu teşbih ederler. O güçlüdür, Hakîmdir." (59: 22-24)

Allah, bütün yarattıklarının Rabbi'dir. Bu yüzden her şey ve herkes yalnız O'ndan yar­dım dilemelidir. "Gerçek dua ve ibadet an­cak O'nadır. O'ndan başka çağırdıkları put­lar kendilerine hiçbir cevap vermezler. Du­rumları, suyun ağzına gelmesi için avuçları­nı ona açmış bekleyen adamın durumu gi­bidir. Hiçbir zaman suya kavuşamaz. İşte kâ­firlerin yalvarışı da böyle, boşunadır. De ki: 'Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?', 'Allah'tır' de. 'O'nu bırakıp kendilerine bir fayda ve za­rarı olmayan dostlar mı edindiniz?' de. 'Kör ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla aydın­lık bir midir?' de. Yoksa Allah'a, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da, yarat­maları birbirine mi benzettiler? De ki: 'Her şeyi yaratan Allah'tır. O, her şeye üstün ge­len tek Tanrı'dır.' " (13: 14-16).

İnsanların hâl ve hareketlerini çok iyi düşün­meleri, hesaplarını iyi yapmaları buyurul-maktadır: "Allah yerine ne yarar, ne de za­rar verebilecek şeylere tapanlar gerçektensa-pıkhk içindedirler. Bu onlara zarardan baş­ka bir şey getirmez. Seçtikleri ne kötü bir dosttur onlara!" Röylelerine Kur'an-ı Ke­rim'de şöyle hitabedilmektedir: "Ey insan­lar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu din­leyin: Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacak­lardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kur­taramazlar; isteyen de, istenen de aciz! Al­lah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür^' (22: 73-74). Ankebût Suresİ'nde ise şu ayetleri görmek­teyiz: "Nice canlılar vardır ki, rızıklannı ken­dileri elde edemezler. Sizin de onların da rız­kını Allah verir. O, işitir ve bilir. Andolsun ki onlara, 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?' diye so­rarsan, şüphesiz 'Allah'tır' derler. Öyleyse ni­çin (aldatılıp) döndürülüyorlar? Allah, kul­larından dilediğine rızkı bol ve ölçüye göre verir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir?1 (29: 60-62). Kur'an-ı Kerim'in şu en güzel ayeti insanları düşünmeye ve Allah'ın isimlerini te­fekkür etmeye çağırır: "Allah, O'ndan baş­ka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uy­ku tutmayan, diri, her an yaratıklarını göz­etip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O'nundur. O'nun izni olmadan katın­da şefaat edecek kimdir? Onların işledikle­rini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden baş­ka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. Hü­kümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır; on­ların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O yüce­dir, büyüktür." (2: 255). Ve Kur'an-ı Kerim insanları Allah'ın yarattıklarını tefekkür et­meye çağırır, ki O hiçbir şeyi boşuna yarat­mamıştır; her şeyin bir gayesi vardır: "Gök­lerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündü­zün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiple­rine şüphesiz deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anar­lar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler; 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin, bizi ateşin azabından koru' derler." (3: 190-191).

Kâinattaki muazzam nizamı yakından göz­leyen ve düşünen bir kişi, bütün bunların bir gayesi olduğunu anlar. "Kâinattaki nizamın kendisi, yaratılışındaki büyük hikmeti açık bir şekilde haykırmakta ve Hâkim olan Ya-jatan'ın insanı muayyen bir maksatla yarat­tığını söylemektedir. Allah her şeyi insanın hizmetine vermiş ve iyiyi kötüden ayırdetme-sİ için onu ahlâk hissi ile teçhiz etmiştir. Bu, insanın yaratıldığı gayeye uygun yaşayıp ya­şamadığından hesaba çekileceği gerçeğinin bir delilidir." (The Meaning of the Qur'an, Cilt I, s. 80-81).

insanın yaptıklarından mesul olduğu ve he­saba çekileceği gerçeği, (a) insanın kendi nef­sinden, (b) kâinattan, (c) tarihten getirilen deliller ile daha ayrıntılı bir şekilde anlatıl­maktadır: "Onlar, dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Onlar, ahiretten habersizdir­ler. Kendi kendilerine, Allah'ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek ola­rak ve belirli bir süre için yarattığım düşün­mezler mi? Doğrusu insanların çoğu Rable-rine kavuşacaklarını inkâr ederler. Yeryüzün­de dolaşıp, kendilerinden önce geçmiş kim­selerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idi­ler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imar etmiş kimseydiler ve onlara belge­lerle peygamberler gelmişti. Böylece Allah onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulme­diyorlardı." (30: 7-9).

Sonra kâfirlere hitap edilerek, ahiretin var­lığına dair kesin deliller verilmektedir. Yok­tan vareden Yaratan'ın her şeye yeniden can veneceğini kimse inkâr edemez. Kİ bu ilk ya­ratılıştan çok daha kolaydır: "O, ölüden di­ri çıkarır, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümden sonra O canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böylece diriltileceksiniz. Sizi top­raktan yaratması O'nun varlığının belgele-rindendir. Sonra hemen birer insan olup yer­yüzüne yayılırsınız. İçinizden kendileriyle hu­zura kavuşacağınız eşler yaratıp: aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun var­lığının belgeleri ndendir. Bunlarda düşünen millet için dersler vardır. Gökleri ve yeri ya­ratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda bilenler için dersler var­dır. Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfun-dan rızık aramanız, O'nun varlığının belge­lerindendir. Bunlarda kulak veren millet için dersler vardır."

"Size korku ve ümit veren şimşeği gösterme­si, gökten su indirip, ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi O'nun varlığının belgeletindendir. Sonra sizi kabirlerinizden bir ça­ğırmaya görsün, hemen çıkıverirsinİz. Gök­lerde ve yerde olanlar O'nundur; hepsi O'na boyun eğmiştir?' (30: 19-26).

Yasin Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi, ki hemen apaçık bir hasım kesi­lir ve kendi yaratılışını unutur da, 'Çürümüş kemikleri kim yaratacak' diyerek, Bize mi­sal vermeye kalkar? (Ey Muhammed)De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir? " (36: 77-79).

Bütün güç ve yaratış yalnız Allah'a mahsus­tur, O'nun ortağı, yardımcısı yoktur: "Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koş­tuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir?' (30: 40). İn­sanın doğumu ve baharda toprağın yeşermesi örnek verilerek insan düşünmeye çağırılmak-tadır: "Ey insanlar! öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne oldu­ğunuzu size açıklamak için Biz sizi toprak­tan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kan­dan, sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir sü­reye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi ço­cuk olarak çıkartırız, böylece yetişip ergin­lik çağma varırsınız. Kiminiz öldürülür, ki­miniz de ömrünün en fena zamanına ulaştı­rılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeryü­zünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kaba-rır, her güzel bitkiden çift çift yetiştirir. Bun­lar yalnız Allah'ın gerçek olduğunu ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye yettiğini, şüp­he götürmeyen kıyamet saatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini göste­ril?' (22: 5-7).

Bu ayetlerde önce hayatın müşahhas gerçeği anlatılmakta, ikinci olarak, Allah'ın varlığı­nın bir efsane değil, gerçek olduğu ve ilk se­bebin tek Hakimin, O olduğu belirtilmekte­dir. Bu dünyayı iradesi, ilmi, kudreti ile yönetmektedir; üçüncüsü O bütün tasarrufla­rını Hak üzerine icra etmektedir ve bu yüz­den herşeyin bir anlamı ve hikmeti vardır. (The Meaning of the Qur'an, Cilt VI, s. 195).

Peygamberlik anlayışı hakkında da insanlar akıllarını kullanmaya çağrılmıştır. Rasuhıllah insanların arasında yaygın olan yan­lış fikirlerin peygamberlerin tabiatüstü var­lıklar olduğu inancım ortadan kaldırmış ve onlara doğrusunu öğretmiştir: "Allah'ın di­lemesi dışında ben kemdime bir fayda ve za­rar verecek durumda değilim" (10: 49). En­am Suresi'nde Cenab-ı Hak şöyle buyurmak­tadır: "De ki: 'Size Allah'ın hazineleri elim­dedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; si­ze, ben meleğim demiyorum, ben ancak ba­na vahyolunana uyuyorum.' " (6: 50) Yine A'râf Suresi'nde şu ayeti görmekteyiz: "De ki: 'Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni bilseydim, daha çok iyilik ya­pardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sa­dece, inanan bir kavmi uyaran ve müjdele­yen bir peygamberim" (7: 188). Hz. Muhammed bütün peygamberlerin insan olduğu­na da onları inandırmıştır. Peygamberler de diğer insanlar gibi evlenmişler, çocuk sahibi olmuşlar, acı çekmişlerdir. Aslında bu me­sele daha önceki peygamberlere de yöneltil­mişti. Hud'ın kavmi şöyle demişti: "Bu, yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen, sizin gi­bi bir insandan başka bir şey değildir." (23-33). Nuh'ın kavmi de benzer şeyler söy­lemişlerdi: "Bu, sizin gibi bir insandan baş­ka bir şey değildir. Sizden üstün olmak isti­yor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirir­di. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işit­medik." (23: 24). Mekkeli müşrikler de aynı şekilde Peygamber'a karşı gelmişlerdi. "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, so­kaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut, ken­disine bir hazine verilseydi veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!" (25: 7).

Kur'an-ı Kerim bütün bu saçma iddialara şöyle cevap vermektedir: "İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına en­gel olan, sadece: 'Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi?' demiş olmalarıdır. De ki:'Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek ol­salardı, biz de onlara gökten peygamber ola­rak bir melek gönderirdik.' " (17: 94-95). Bü­tün peygamberlerin diğer insanlar gibi yiyip içtiği, yaşadığı vurgulanarak şöyle buyurul-maktadır: "Ey Muhammed! Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz adamlar gönder­dik. Bilmiyorsanız Kitap'hlara sorun. Biz on­ları yemek yemez birer cesed kılmadık ve on­lar ölümsüz de değillerdi." (21: 7-8). Furkan Suresi'nde ise şu ayeti görmekteyiz: "Ey Mu­hammed! Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphesiz, yemek yerler,ko­kaklarda gezerlerdi." (25: 20).

Peygamberler hakkındaki bütün yanlış fikir­ler böylece reddedilmiş ve geçmiş kavimlere olduğu gibi kendilerine de tlâhî mesajın gön­derildiği belirtilmiştir: "Nuh'a, ondan son­ra gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbra­him'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunları­na, İsa'ya, Eyyûb'e, Yunus'a, Harun'a ve Sü­leyman'a vahyettiğimiz gibi ey Muhammed, şüphesiz sana da vahyettik. Davud'a da Ze­bur'u verdik." (4: 163). Sonra kâfirlere akl-ı selim sahibi olmaları söylenmiştir, çünkü Ra-sulullah @ aralarında yabancı biri değildi. Sosyal ve özel hayatını bilmiyor değillerdi. O'nu doğduğundan beri tanıyorlardı ve soylu bir kişiliğe sahip olduğunu bütün Kureyş bi­liyordu. Hayatı boyunca ne bir yalan çıkmıştı ağzından, ne de bir kötülük yapmıştı. Bütün Mekke onu Muhammed-ül Emin diye anı­yor, saygı duyuyordu. Şimdi bu emin ve dü­rüst zat, nasıl olur da Allah'a karşı yalan söy­lüyor diye düşünülebilirdi. O insanlara şöy­le denilmektedir: "(Ey Muhammed) De ki: 'Allah dileseydi ben onu size okumazdım, si­ze de bildirmemiş olurdu. Daha Önce yıllar­ca aranızda bulundum. Hiç düşünmüyor musunuz?' " (10: 16).

İslâm, insanları imana davet ederken temel İnançlarda bile (Tevhid, peygamberlere ve ahirete iman) düşünmeyi, tartışmayı ortaya koyarak, deliller sunmaktadır. Tevhid ve di­ğer temel esaslar hakkındaki gerçekler ve ha­kikatler vahiyle bildirildiği gibi ortaya konul­duktan sonra İnsanın düşünmesi ve anlaması istenilir. İnsanın gündelik hayatından gerçek­çi örnekler de verilerek, eğer akıl sahibi ise, kendi iç dünyasını, etrafındakileri, yeri, gö­ğü, tarihi düşünmesi ve anlaması söylenir. Bu düşünce metodu İslâm'ın bütün akidesinde takip edilmiştir ki, insanlar İslâm mesajını tam bir güvenle kavrasınlar ve inansınlar. Bu yüzden dinde zorlama yoktur; artık hak ite bâtıl iyice ayrılmıştır. İnsanlar hakka inanır ve bâtılı reddederler. (2: 256).

Şu hususu da belirtmek gerekir ki, İslâm in­sanları düşünmeye ve anlamaya çağırırken, körü körüne inanmayı da kerih görmüştür. Çünkü kör inanç insanı başarıya ulaştırmaz. Cehalete dayanan bir iman verimli olmaz ve böyle bir kişinin herhangi bir hususta mü­kemmel bir iş becermesi beklenemez. Sonuç uzun Ömürlü ve etkili olamadığı gibi, ceha­letin ne inanana, ne de başkalarına yararı olur. Ne kendi ruhunu aydınlatabilir, ne de başkalarının kalplerini ve hayatlarını. Bu yüzden İslâm körü körüne itikadı hoş gör­memiştir. Birincisi, bir kişinin atalarının ge­leneklerine ve hayat tarzına olan bağlılığıdır. Her gönderilen peygambere insanlar "şim­di babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun?" (il: 62) diye karşı çık­mışlardır. Cahil insanlar hemen daima dü­şünmeyi reddetmişler ve sırf atalarından öyle gördükleri için körü körüne kendi yanlış yol­larına devam etmişlerdir. Hz. İbrahim'ın başına da aynı hadise gelmişti: "İbrahim, ba­basına ve milletine: 'Nelere tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz; onlara bağlanıp duruyoruz' demişlerdi. İbrahim: 'Çağırdığı­nız zaman sizi duyarlar veya size bir fayda ve zarar verirler mi?' demişti. 'Hayır, ama, babalarımızı da bu şekilde ibadet ederken bulduk.' demişlerdi." (26: 70-74).

İkinci olarak, İslâm yanlış yolda giden ön­derlerin peşinden gitmeyi de reddeder. Kö­tülük sahipleri Hesap Günü sorgulanırken şöyle diyecekler: "Rabbimiz, biz yöneticile­rimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdilar."(33: 67). Fus-sitet Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "İnkâr edenler; 'Rabbimiz! Cinlerden ve in­sanlardan bizi saptıranları göster, onları ayaklarımızın altına alalım da en altta kalan-'lardan olsunlar' derleri' (41: 29). Üçüncü ola­rak, İslâm hakkı göz önüne almıyacak insa­nın kendi nefsine uymasını reddeder. İnsa­nın kendi kafasına göre hareket etmesi, Hakk'ı inkâr etmesine sebep olur ve cehale­te sapar: "Ey inananlar! Allah'a ve peygam­berine itaat edin, Kur'an'ı dinleyip dururken yüz çevirmeyin, dinlemedikleri halde 'dinledik' diyenler gibi olmayın. Allah katın­da, yeryüzündeki canlıların en kötüsü ger­çeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (8: 20-22).

Yunus Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah, yaptıklarınızı şüphesiz bilir." (10: 36). Furkan Suresi'nde ise şöyle buyurulmakta-dır:"(Ey Muhammed) Heves ini kendine tanrı edineni gördün mü? Ona sen mi vekil ola­caksın? Yoksa çoklarının söz dinlediklerini veya aklettiklerini mi sanırsın? Onlar şüphe­siz davarlar gibidir, belki daha da sapık yol­ludurlar." (25: 43-44).

Kur'an-ı Kerim, insanı hayatında cahilî yol­lara düşürecek çeşitli faktörleri belirterek, bunların insanı kör bir inanç tuzağına dü­şürerek düşünmekten ve bilgiden mahrum edeceğine işaret eder. Böylece insan, hayvan­lardan daha aşağı bir duruma düşecektir. İs­lâm böyle bir hâli tamamen reddeder ve in­sanı kendisine ve etrafım aydınlatacak olan bilgi zenginliğine ve düşünmeye çağırır. Cenab-ı Hak kullarının nasıl olmalarını is­tediğini son peygamberi aracılığı ile bize şöyle bildirmektedir: "O peygamber, onlara, uy­gun olanı emreder ve fenalıktan men eder; temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kı­lar; onların ağır yüklerini indirir, zor teklif­lerini hafifletir." (7: 157).

Şu husus gerçekten Allah'ın büyük bir lüt-fudur ki, insanı atalarının ve büyüklerinin boş inançlarından, safsatalarından kurtarıp, ona herhangi bir şeyi hayata geçirmeden ön­ce o şeyin yararlılığım ve uygunluğunu dü­şünme ve tartışmayı serbest kılmıştır.

"Gökleri yedi kat üzerine yaratan O'dur. Rahman'm bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çat­lak görebilir misin? Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz um­duğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer." (67: 3-4).