Konu Başlığı: Dini Müsamaha Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Temmuz 2012, 23:25:26 DİNİ MÜSAMAHA Rasûlullah, başka inanışlara hoşgörülü olmuş, inanç ve ifade hürriyeti anlayışını başlatmış, böylece masum insanlara reva görülen bütün sebepsiz baskı ve katliâmları sona erdirmiştir. Bu anlayış, aynı zamanda, farklı inanışlara sahip insanlar arasında süregelen mücadelelerin durmasına, en azından azalmasına da yardımcı olmuştur. Çünkü, zorlama ve baskı dinle bağdaş tınlamaz: 1) Din, imana ve isteğe bağlıdır; eğer zorla ve güç kullanılarak benimsetilirse, bunun bir mânası olmayacaktır; 2) Hak ile bâtıl, Allah'ın lûtfuyla o kadar açık bir şekilde gösterilmiştir ki, iyi niyetli hiç bir insanın kafasında temel inanç esas-lanyla ilgili herhangi bir şüphe kalamaz. (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 103, not: 300). Bu husus aşağıdaki Kur'ân âyetinde açıkça belirtilir: "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur..." (2: 256). Bu âyete dayanarak istisnasız bütün İslâm fakihleri, inanç ve dinle ilgili her konuda zorlamanın (ikrah) kesin bir şekilde yasaklandığı görüşünü kabul etmişlerdir. Ayn-ca, hangi şart altında olursa olsun, baskı altında yapılan din değiştirmelerin bir değerinin olmadığı, inanmayan bir insana İslâm inancını zorla kabul ettirme teşebbüsünde bulunulmasının çok ağır bir günah olduğu ifade edilmiştir. İslâm'ın, gayri müslimleri sadece "ya zorla kabul ya da kılıç" seçimiyle başbaşa bıraktığı yaygın, fakat aslı olmayan bir iddiadır. (Muhammed Esed, The Message of the Qur'an). Bazı insanlar, cihad öğretisinin, bu âyette belirtilen inanç hürriyeti kavramına oldukça ters düştüğünü ileri sürebilirler. Biraz düşündüğümüzde, bu itirazın savunulacak yanının olmadığını görebiliriz. Zira, cihadı teşvik, insanların zorla İslâm'a sokulması anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, İslâm, koruması altındaki gayri müslimlerin cizye vermesi, şeref ve mallarının teminat altma alınmasıyla alâkalı ayrıntılı hükümler vazetmeye gerek duymazdı. Öyleyse bu hükümleri niçin koymuştur? Gerçekte cihad, yeryüzündeki zulüm, bozgunculuk ve baskının giderilmesi ve durdurulması gayesiyle yapılır: " ...(O kâfirler) yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah da bozguncuları sevmez." (5: 64). Bundan dolayı müslümanlar, yeryüzündeki bozgunculuğu Önlemek için ellerinden gelen çabayı göstermekle (cihad),`gerekirse savaşmakla emrolunmuşlardır. Ama bu, insanların İslâm'ı kabul etmeye zorlanması demek değildir. Diğer yandan, böyle bir vasıtayla İslâm, yeryüzünde zulmü, adaletsizliği ve baskıyı ortadan kaldırmaya, yerine adaletin, sevginin ve barışın hâkim olduğu bir düzen kurmaya çalışır. Bunlara ek olarak, inanç ile ilgili konularda baskı ve zorlama mümkün değildir. Zira, inanç fizikî bedenle ilgili olmayıp, yalnızca vicdanla alâkalıdır. Oysa, baskı ve zorlama maddî bedenimizle ilgili bir olaydır. Fizikî bir mücadele olarak cihad, yalnızca fizikî yapıları etkileyebilir, zihinlerde veya vicdanlarda kabul görmüş inançlara hiçbir şekilde tesir edemez. Sonuç olarak, bu âyet, her dinden insana tam bir inanç hürriyeti verir; diğer dinlerin mensuplarına müsamaha ve serbestlik tanınmasını öğütler. Hz. Peygamber, tüm muhalif ve düşmanlarının dinî itikat ve amellerine olduğu gibi, siyasî inanç ve fikirlerine de engin bir tahammül göstermiştir. Hakikaten O, gerçek bir müsamaha peygamberi idi. Ve bu fazileti, takipçilerine sözlü ve amelî olarak öğretmiştir. Diğer dinlerin mensuplarına bu şekilde davranılmasım öğütlerken, Medine'de siyasî iktidarı ele geçirdiğinde de bizzat uygulamıştır. Onun, Necran, Yemen ve çevredeki diğer Hıristiyanlara muamelesi hoşgörüsünün canlı bir misalidir. Medine'deki Yahudilere davranışı ise bundan daha az değildi. Gerçekte ise Yahudiler, O'nunla olan bütün andlaşma, sözleşme ve davranış esaslarına uymayarak ihlâl etmişler, hatta Hz. Peygamber'i öldürmeyi bile planlamışlardı. Eğer Allah'ın Rasûlü, onların bu davranışlarına kendi kitapları Tevrat'ın hükümlerine veya ülkede uygulanmakta olan örfe göre cezalandırmak isteseydi, erkeklerini öldürüp, kadınlarını esir etmesi gerekirdi. Ancak, O, böyle yapmadı; aksine hepsinin mallan ve aileleriyle gitmelerine izin verdi. Müslümanların gayri müslimlere karşı çok nazik ve hoşgörülü olmaları şu sözlerle öğütlenir: "İçlerinden zulmedenleri hâriç, Kitâb ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de İnandık. Tanrımız ve tanrınız birdir ve biz O'na teslim olanlarız'." (29: 46). Bir müslümanın diğer dinlere mensup insanlara yönelik normal tavrı budur. Dinî konulardaki öğüt verme ve tartışmalarda bile müslümanın onlara karşı mümkün olan en güzel üslup ve davranışları seçmesi tavsiye edilmiştir. Bu emirler Kur'ân'da bir çok yerde geçmektedir ki, sökonusu âyetlerde, müslümanlaraı onlara en güzel şekilde davranmaları emredilmektedir. (16: 125). Diğer insanlar müsamahasız ve fesat ehli olsalar da, müslümanlar onlara karşı davranışlarını daha da güzelleştirmelidir. Zira, bu davranış tarzı, sonunda kesinlikle onların davranışlarını değiştirecek ve onları bir kat fazla dost yapacaktır. (41:34). Müsamaha, sabır (7: 199-200) ve iyilik, kötülüğe göre daima daha güzeldir. (23: 96). Bu Kur'ân âyetleri açıkça şunu gösterir: Gerçekten başarı kazanmak istiyorsanız, tavır ve davranışlarınızda diğer dinlerin mensuplarından çok daha mükemmel ve faziletli olmak zorundasınız; başkalarına hitap etmek istiyorsanız, onlara sözle olsun, amelle olsun verebileceğiniz daha güzel şeylere sahip olduğunuzu göstermelisiniz. Onların dikkat edecekleri ilk husus sizin davranışlarınız olacaktır. Kötü davranış ve huysuzluklara karşılık, sizin yüksek tavrınız ve âlicenap davranışlarınız boşa gitmeyecektir. Bu kesinlikle, onların üzerinde kalıcı bir etki bırakacak, muhtemelen onları size ve sizin inancınıza getirecektir. Bir insanın sahip olduğundan daha güzel bir şeyle ilgilenmesi, ondan etkilenmesi çok tabiîdir. Onlara teklif edebileceğiniz daha iyi bir şeye sahipseniz, bunu ilk görüşmenizde göstermelisiniz. "Bir görüşte sevmek" mânâsız bir deyim değildir. Bir şey hakkmda edindiğimiz ilk fikrin, ilk et-kilenişin bazen düşünülenden daha kalıcı olabileceğini anlatır. Allah ve Rasûlünün diğer dinlerin mensuplarına karşı hoşgörülü, âlicenap ve açık fikirli olunmasında ısrar etmelerinin sebebi budur. Böylece, müslüman olmayanlar İslâm hakkında iyi bir izlenim edinirler, kendilerini dışlanmış hissetmez ve İslâm'a karşı çekingen kalmazlar. Hiç şüphesiz, İslâm tarihinin ilk dönemlerinde doğulu, batılı, kuzeyli ve güneyli insanları, İslâm'a çeken şey her şeyden çok hoşgörü ve âlicenaplıktı. Yarım yüzyıldan daha az bir sürede güney ve güneydoğu Asya, kuzey Afrika İslâm'ın etkisi altına girdi ve büyük ölçüde onun öğretisinden faydalandı. Dinin kutsiyetinin kabulü ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a itaat etme müsamahalı davranışın bir başka sebebidir. Diğer insanlar bu hususu anlamayabilirler, ama, bir mü'min O'nun mesajının hakikatinin ve İlâhî menşeinin tam olarak şuurundadır. O, diğer insanların inançlarını ve tanrılarını kötülemeyecek, böylece onlar da kâinatın gerçek Yaratıcısına kötü sözler söylemeyeceklerdi. Kur'ân, insan davranışının bu yönü hakkında çok açıktır: "(Onların) Allah'tan başka yalvardıklarma sövmeyin ki. onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler!..." (6: 108). Diğer dinlerin mensupları sadece cehalet ve kinlerinden dolayı Allah'a sövmeye başlarlarsa, onların İslâm'dan daha da uzaklaşacakları, imanı kabul etme İhtimallerinin pek kalmayacağı çok açıktır. Mü'minlerin itici davranışları onları Hakikat'e daha da yabancılaştıracaktır. İşte bu sebeple mü'minlerin kesinlikle kötülüğe kötülükle karşılık vermemeleri, daima daha güzel davranışlar sergilemeleri emredilmiştir. Böylelikle, onlar bu güzel davranışlardan etkilenerek, kendilerinin İslâm'a muhalif olmadıklarım; aksine mütemayil olduklarını hissedebilirler. İnsan psikolojisi ve tarih çalışmaları, kişilerin bağlandıkları gerçek dinleri hususunda bir çok âmilin varlığını ortaya çıkarmıştır. Bunlar kişinin psikolojisi, hayat geçmişi, gizli kalmış veya bastırılmış duyguları, eğilimleri, tarihi, mizaç yapısı, sevgi ve nefretleri, tahsili ve çevresinin gizli etkileridir. Her insanın Önünde şu görevler vardır: 1- Üstün gayeye ulaştıracak her vasıtayı kullanmak, 2) Kötü yollardan kaçınmak, 3) Nesnelere bakarak yeni fikirler ve metodlar ortaya çıkarmak, ve 4) Yanlışlıklarla ve ıslah edilememiş şeylerle savaşmaktır. Bunların hepsi, kişinin Hakikat'e ulaşması ve daha önceden varolan karanlıkların yavaş yavaş manevî bir ışıkla aydınlanması gayesine yöneliktir. Eğer, bunlar nezaketle ve manevî bir öğreticinin ustalığıyla yapılmazsa, sadece inatçı tepkilerle karşılaşılmaz, gerçek İlâh'a ve O'nun Hakikati'ne çirkin saygısızlıklar da yapılabilir. Bu durum tek tek kişilerde olabildiği gibi milletlerde veya büyük insan topluluklarında da görülebilir. (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 321). İslâm'a yönelik muhalif baskıların ve propagandaların varlığını da zikretmek gerekir. Haçlılarca başlatılan bu saldırılar, Avrupalıların müslümanlar hakkındaki düşüncelerini çok olumsuz yönde etkilemiştir. Oysa söylediklerinde gerçeğin bir tek kırıntısı yoktur, fakat, şarkiyatçıların (oryantalistler) propaganda ve yalanlarıyla bu etki o kadar genişledi ki, sonunda samimi, masum insanlar dahi İslâm'dan uzaklaştırıldılar. Şu hususa kesinlikle dikkat etmek gerekir: Müslümanların tavır ve davranışları, İslâm hakikatini başka insanlara iletme biçimidir. Bu tavır ve davranış biçimleri Örnek teşkil etmeli, Kur'ân ve Sünnet'in öğretisiyle uygunluk İçinde olmalıdır. Başka dinlerin mensupları üzerinde ilk etkiyi yaratacak vasıta olarak, İslâm'ın, onlara hoşgörülü davramlmasını ve serbestlik verilmesini ısrarla vurgulamasının nedeni işte budur. Hoşgörülü davranış biçimiyle ilk karşılaşma, mü'minlerin düşünceleriyle, muhaliflerinin fikirleri arasında bir köprü kurulmasında büyük rol oynayacaktır. Bir başka ifadeyle, bu, onların birbirlerine daha da yakınlaşmalarını, görüş alışverişinde bulunmalarını, birbirlerini serbestçe görüp hayat tarzlarını daha yakından tanımalarını sağlayacak iyi bir fırsat olacaktır. Bir kimse başkalarınca yargılanıp tanınmasında davranışları, onun inancının, düşüncelerinin ve hayat biçiminin aynasıdır. Bir müslümanın, başka insanların düşüncelerinin derinliğini araştırıp, onları îsîâm gerçeğine davet etmesini mümkün kılabilecek vasıtası, her zaman olduğu gibi bizzat davranışlarıdır. Arzu edilen hedefe ulaşabilmekte en tesirli silahlardan biri, Kur'ân ve Sünnet'in öğütlediği hoşgörülü davranıştır. Kur'ân'da, Hz. Peygamber'in kendisine, başka insanlara karşı âlicenap ve hoşgörülü davranması tavsiye edilmiştir. Zira, onların çoğu hakikatten habersizdirler. "Affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret, câhillere aldırış etme." (7: 199). Bu âyette, Allah, Elçisi'ni teselli edip, dikkatini üç hususa çekmektedir: Birincisi, kendisine yapılan haksızlıkları, hakaretleri ve zulümleri affetmesi; ikincisi, dini tebliğ etmeyi sürdürmekle birlikte, dostlarıyla veya düşmanlarıyla olan bütün muamelelerinde dinine göre hareket etmesi; ve üçüncü olarak, mesele ve zorluk çıkartan, meydan okuyan, iftiralar eden veya Hakikat'i bozguna uğratabilmek için planlar yapan cahil ahmaklara boşvermesi, onlara aldırmaması öğütlenmek-tedir. Onlar fazla önemsenmezler; kısır, faydasız tartışmalar ve mücadelelerden kaçınılır veya uygun yollarla uzlaşma sağlanıp, gönülleri kazanılmaya çalışılır. (The Holy Qur'an, sh. 400). Kur'ân, size karşı olan, sizi ve dininizi tahrip etmeye çalışan ve bu gayeleri için savaşlarını sürdüren kimseler dışında bütün insanlara hoşgörüyü öğütler: "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah, âdil olanları sever. Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselerle dost olmaktan men eder. Kim onlarla dost olursa, İşte zâlimler onlardır." (60: 8-9). Böylesi can düşmanlarına dahi Hz. Peygamber, iyilikle davranmış, onlara büyük bir hoşgörü ve sabır göstermiştir. Yukarıdaki âyette iyilik olarak tercüme edilen birr kelimesi, iyilik ve âlicenaphhğın ötesinde, adaletten de üstün, şümullü bir anlamı ifade etmektedir. Bu âyet müslümanlara, bütün gayri müslimlerin aynı olmadıklarım, onların arasında bulunan bir çok İnsanın gerçekten iyi ve âlicenap muamelelere lâyık olduklarını bildirmektedir. Ve, Allah böylelerine iyilik ve güzellikle davranılmasım yasaklamamaktadır. Gerçekte, sizden, onlara normal olarak gösterilmesi gereken iyilik ve güzelliğin ötesinde, adalet ve dürüstlükle de muamele etmenizi istemektedir. (Yusuf el~Qardawi, The Lawfuî and the Prohibited in islam, sh. 335-336). Şüphesiz, İslâm, müslümanlann diğer insanlara -inanmayanlar da dahil olmak üzere- öteki dinlerin mensuplarından daha iyi, daha âlicenap davranmalarını övgüye değer bulur. O kadar ki, öteki insanlar muamelelerinde adaletli ve dürüst olsalar dahi müslümanlann fazladan iyilik ve cömertlik gösterip, âdil olmaları gerekir. Başka bir ifadeyle, onların iyilik ve cömertlik hususundaki tavır ve davranışları düşmanlarına karşı dahi, diğer insanla-nnkinden çok daha fazla olmalıdır. Bununla beraber, müslümanlardan bütün ehl-i Kitâb'a, yani Hıristiyan ve Yahudilere Özel bir ihtimam göstermeleri de gerekir. Çünkü, onlar, kendilerine daha önceden bir din gönderilmiş kimselerdir ve müslümanlar da, Allah tarafından daha önceki peygamberlere vahyedilmiş bütün kitaplara inanmak zorundadırlar. (2: 136). Böylece, onlarla müslümanlar arasında bir merhamet ilişkisi, manevî bir akrabalık bulunmaktadır. Hepsi, Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği tek gerçek din ilkesinde ortaktırlar. (The Lawful and the Prohibited in islam). Müslümanlara, onlarla olan işlerini güzel bir şekilde, dostlukla halletmeleri emredilir. (29: 46). Hatta, onlann kadınlarıyla evlenilmesine ve yemeklerinin yenmesine İzin verilmiştir: ".. .Kendilerine Kitâb verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Ve inananlardan, iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine Kitâb verilenlerden iffetli hür kadınlar -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve namuslu bir biçimde mehirlerini verdiğiniz, takdirde- size helâldir. Kim inanmayı kabul etmezse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o âhirette kaybedenlerdendir." (5: 5). Kitap ehli konusundaki bu emirlere* ilâve olarak, müslümanlann, Hıristi-yanlarla, özel ve daha yakın ilişkiler kurması Öğütlenmiştir: "Mü'minlere sevgice en yakınları da 'Biz hıristiyanlarız' diyenleri bulursun. Çünkü onlann içlerinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar." (5: 82). Bir İslâm devletinde yaşayan bütün gayri müslimler vatandaşlık haklanmn tamamından yararlanırlar. Bunlara "korunmuş insanlar" (ehl-i zimmet veya zimmîler) denilir. Çünkü müslümanlarla bir anlaşma yapmışlar, bunun üzerine İslâm yönetimi altında canlan, malları ve namusları emniyet altına alınmıştır. Ger-Çekte, onlar İslâm devletinin tebâsıdırlar; dinlerinde hür kimseler iken, müslümanlarla aynı haklardan ve imtiyazlardan faydalanıp, aynı sorumluluk ve mükellefiyetlere sahip olurlar. Şu söz, zimmîlerin hakları konusunda Rasûlullah'in ne kadar titiz olduğunu gösterir: "Kim bir zimmîyi incitirse, beni incitmiş olur. Beni inciten kimse de Allah'ı Öfkelendirir." (Taberani). Yine şöyle demiştir: "Bir zimmîyi inciten kimsenin hasmı benim. Kıyamet günü o kimseye düşman olacağım." (el-Hatib). Ebu Davud, Hz. Peygamber'in şöyle söylediğini nakletmiştir: "Kıyamet günü, ben, anlaşma yaptığımız zımmîlerden birine zulmeden, haklanna tecavüz eden, ona gücünden fazla sorumluluk yükleyen veya istemediği hâlde ona zorla bir iş yaptıran kimseyi kabul etmeyeceğim." Hz. Peygamber ve râşid halifeler gayrimüslim vatandaşların haklarının ve imtiyazlannm koruyucusu olmuşlar, onlara büyük âlicenaplıklar göstermişlerdir. Müslüman fakihler, gayri müslim vatandaşların haklarının ve imtiyazlarının önemini vurgulama konusunda hemfikirdirler. "Zimmet akti (Koruma anlaşması), zimmîlere karşı üzerimize bir takım mükellefiyetler yükler. Onlar, Allah'ın, Rasûlü'nün ve İslâm dininin teminatıyla bizim emniyetimiz ve himayemiz altında bulunan konışulanmız-dır. Her kim, kötü sözlerle onlann isimlerine ve şereflerine iftira ederek, onlara zarar vererek veya zarar verilmesine yardımcı olarak, bu sorumluluklarını yerine getirmezse, Allah'ın, Rasûlü'nün ve İslâm dininin teminatım yerine getirmemiş olur." (el-Qurafi, el-Furuk). İbni Hazm şöyle der: Bir kişi zimmî ise, düşmanı olan bir ordu onu almaya geldiği zaman, düşmana karşı askerle, silahla savaşmak, bu uğurda can vermek biz müslümanlann üzerine bir borçtur. Böylece, Allah'ın ve Rasûlü'nün teminatı gözetilerek, hürmet gösterilmiş olur. Onu düşmana vermek, hem bu teminata sahip çıkmamak hem de şerefsizlik anlamına gelirdi. (Meratibû'l-İcmâ') Sonuçta, müslümanlann bütün insanlarla ilişkilerinde iyi, hoşgörülü ve âlicenap olmalan-nın gereği inkâr edilemez. İlk olarak, İslâm dini Allah'ın hükümleriyle yeryüzünde huzur ve adaleti tesis etmek için gelmiştir. İkinci olarak, insanlara aynı atadan türediklerini hatırlatarak, onları evrensel kardeşliğe çağınr. Üçüncü olarak, daha iyi şartlar ve ilişkilerin değerini artırma hususunda insanlara ümit verir. Zira, Allah şöyle buyurur: "Belki de Allah sizinle onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah (buna) kaadirdir. Allah Gafur'dur, Rahîm'dir." (60:7). Bu âyette, şiddetli düşmanlık ve derin nefretlerin sevgi ve muhabbete dönüşebilecekleri hususunda bir inanç vardır. Şu âyette de belirtildiği gibi; "İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen, kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (41: 34). Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Düşmanınıza nefrette aşırıya gitmeyin; zira o, bir gün dostunuz olabilir." (Tirmizi). Bununla beraber, müslümanlann düşmanlarını dost edinmeleri veya onlara sırlarını vermeleri yasaklanmıştır. Fakat, her ne şekilde olursa olsun, diğer insanlarla muamelelerimizde hoşgörülü ve âlicenap olmamız gerekir. İnsana yalnızca insan olduğu için saygı gösteren İslâm'ın, o kişi ehl-i Kitâp'tan olursa, üstelik zimmî ise, daha da fazla saygı ve önem göstermesi gerekmez mi? Bir defasında Rasûlullah, önünden bir cenaze alayı geçerken ayağa kalktı. Bunun üzerine, bir kişi "Yâ Rasûlullah! Bu bir Yahudinin cenazesi-dir." dedi. Bu söze karşılık Rasûlullah şu cevabı verdi: "O da bir can sahibi değil miydi?" Sonuç olarak, gerçekten İslâm'da her insanın bir değeri ve mevkii vardır. Ve herkese bu şekilde âlicenaplık ve müsamaha gösterilmesi gerekir. (The Lawful and the Prohibited in islam, sh. 343). Muhammed Kutub, İslâm'ın gayri müslimlere karşı tavrım şu sözlerle izah etmektedir: Gayri müslim toplulukların îslâmî yönetim ve kanunlara karşı tavırları, bir çok insanın müslümanlarla gayri müslimler arasında kavgalara sebep olur korkusuyla tartışmaktan çekindiği kritik ve hassas bir meseledir. Bu husus daima söylenmiştir. Açık sözlü olarak Müslüman Doğunun Hıristiyanlanna şu sorulan soralım: Onlan İslâmî yönetimden korkutan şey nedir? Korkuları İslâm'ın nasslanndan mı, yoksa onların uygulanış biçimlerinden mi kaynaklanıyor? Bu konudaki nassları Kur'ân'da görebiliriz: "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah, âdil olanları sever." (60: 8) ve "...Kendilerine Kitâb verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Ve inananlardan, iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine Kitâb verilenlerden iffetli hür kadınlar -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve namuslu bir biçimde me-hirlerini verdiğiniz takdirde- size helâldir. Kim inanmayı kabul etmezse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o âhirette kaybedenlerdendir." (5: 5). İslâm hukukunun genel prensibini de gözönü-ne almalıyız:"Bizim haklanınız olduğu gibi onlann da haklan vardır. Ve bizim vazifelerimiz olduğu gibi onlann da vazifeleri vardır." İslâm'ın nasslan, müslümanların gayri müslimlere iyilik ve adaletle muamele etmelerini emretmektedir. İbadet biçimleri hâricinde, onlar, sosyal hayatın hak ve vazifelerinde müslümanlar ve diğer vatandaşlarla eşittirler. Dahası, İslâm dini, müslümanlarla gayri müslimlerin ziyaretleşmelerini, birbirlerinin yiyeceklerini yemelerini -ki, bunlar yakın dostların âdetlerindendirler- teşvik ederek, aralarındaki bağlan kuvvetlendirmeye çalışır. Üstelik, İslâm, müslümanlarla gayri müslimler arasında, en güçlü sosyal bağ olan evliliğe izin vererek, ilişkilerin daha da gelişip, yakınlaşmasını sağlar. İslâm'ın bu husustaki nasslanmn uygulamalarına gelince... Bu konuda peşin hükümlü olmayan tarafsız bir Avrupalı Hıristiyan Sir T.W. Amold'ın The Preaching of islam isimli kitabından bazı nakiller yapacağız: "Din değiştirme olaylarında belirleyici faktör zor kullanma değildi. Bu sonuç Hıristiyanlar ile Müslüman Araplar arasında varolan dostane ilişkilerden çıkarılabilir. Hz. Muhammed bizzat, çeşitli Hıristiyan kabileleriyle andlaş-malar yapmıştı. Onlara, korunacaklannı vaad etmiş, dinlerini emniyet ve güvenlik içinde uygulayabilecekleri garantisini vermiş, ruhbanlara eski haklannı ve nüfuzlarını kullanmaları için müsaade etmiştir." (The Preaching of islam, sh. 47-48). Yazar, sözlerini şöyle sürdürür: "Hicretin birinci yüzyılında islâm'ı kabul eden Hıristiyan kabilelerin onu, ancak hür bir irade ve seçimle kabul ettikleri, muzaffer müslümanlann Hıristiyan Araplara gösterdikleri bu hoşgörü örneklerinden çıkarabiliriz. Şüphesiz, günümüzde müslüman toplumlar arasında yaşamakta olan Hıristiyanlar bu müsamahanın varlığına şahittir." "İslâm askerleri eş-Şerîa (Ürdün) vadisine ulaşıp da Ebû Ubeyde karargâhını Fihel'de kurduğu zaman, oraların Hıristiyan ahalisi Araplara yazdıkları mektupta şöyle diyorlardı: 'Ey müslümanlar! Bizanslılar bizim dinimizde bulunmakla beraber sizi onlara tercih ederiz. Zira, siz bize karşı sözünüzü sâdık bir şekilde tuttunuz. Bize daha merhametlisiniz. Bize karşı adaletsizlikten sakınırsınız. Sizin idareniz onlarınkinden elbette daha iyidir. Onlar bizim mallarımızı aldılar ve evlerimize el koydular." "633-639 (h. 12-18) tarihleri arasında yapılan seferlerle Müslümanların Romalılar ordusunu Suriye'den sürüp çıkardıkları sıralarda durum bu merkezde idi. 638'de Şam, Müslümanlara teslim olunca Suriye'nin diğer şehirleri de ona uymakta gecikmediler. Emessa, Arethusa, Hieropolis ve diğer şehirler Araplara vergi vermek suretiyle andlaşma yaptılar. Hatta Kudüs patriği de aynı Şam'ın şartlan ile teslim oldu. Anlaşıldığına göre, kendi kilisesinin inançlarına karşı gelen bir İmparatorun yaptığı dinî baskılann dehşeti, İslâm'ın müsade vaadlerini, Roma İmparatorluğuna ve Hıristiyan hâkimiyetine bağlı kalmaktan daha cazibeli bir hâle getirmiştir. Geçici bir istilâ ordusunun ilk verdiği telâş kaybolduktan sonra Arap fatihleri lehinde derin bir hissiyat değişikliğinin meydana geldiği görülüyor." (A. g. e., sh. 51-55) Bu, bir Hıristiyan ilim adamının İslâm hakkındaki şehâdetidir. O zaman, Hıristiyanlann İslâmî bir yönetimden korkmalarına sebep nedir? Muhtemelen onlar, kendilerine karşı müslü-manların taassubundan (!) korkarlar. Eğer gerçekten bu böyle ise, onlar taassubun ne olduğu konusunda herhangi bir fikre sahip değiller, demektir. Dolayısıyla tarih boyunca cereyan eden taassup misallerinden birkaçını onlara nakledelim: Hıristiyan kilisesi tarafından kurulan 'engizisyon mahkemeleri' deyince akla ilk gelen şey, İspanyol müslümanlann imhasıdır. Sözü edilen mahkemeler, müslümanlara, daha önce hiç denenmemiş canice işkenceler, yapmışlardır. İnsanlar, diri diri yakılmış, tırnaklan sökülmüş, gözleri oyulmuş, kol ve bacaklan kesilmiştir. Bütün bu işkenceler insanlara, dinlerini zorla değiştirip, belirli bir Hıristiyan mezhebini kabul etmeleri için yapılmıştı. Müslüman doğunun Hıristiyanları böylesi muamelelere hiç maruz kalmışlar mıydı? Avrupa'daki müslümanlan imha etmek için kılıçlar kullanıldı: Yugoslavya, Arnavutluk, Rusya, Avrupa'nın yönetimi altındaki Kuzey Afrika, Somali, Kenya, Zenzibar gibi diğer ülkeler ve Hindistan ve Malezya'da. Bu kılıçtan geçirmeler, bazen ordulann temizlenmesi bahanesiyle, bazen de emniyet ve huzurun sağlanması adıyla yapıldı. Diğer önemli bir misâl, Mısır ile kadim tarihî, coğrafî, dinî ve kültürel bağları olan Etyopya'daki müslümanlann durumlandır. Bu ülkenin nüfusu, müslüman ve hıristiyan kanşımı-dır. Müslümanlar toplam nüfusun % 35 ile 65'ini oluşturmalanna rağmen, İslâm dininin ve Arapça'nın öğretildiği tek bir okul yoktur. Müslümanlann kendi harcamalanyla açtüclan özel okullar ise aşın derecede vergilere ve zorluklara mâruz kalmaktadır. Bu olaylar okullann kapanmasına, yeni okul açmayı düşünenlerin ümitlerinin kırılmasına neden olmaktadır. Bundan dolayı, İslâmî öğretim iptidaî metodlarla sınırlı kalmıştır. Çok yakın zamanlara kadar -İtalyan işgalinden az bir süre önce-, Etyopyalı bir Hıristiya-na borçlanan ve borcunu Ödeyemeyen müslüman hıristiyanlarca köle yapılırdı. Bu müslüman, yönetimin gözü önünde yakalanır, satılır ve kendisine işkence edilirdi. Dolayısıyla orada yaşayan halkın üçte birini temsil etmek için, ne hükümet vazifelerinde, ne de kabinede bir tek müslüman mevcuttu. İşte bütün açıklığı ile orada durum bu iken oradaki dinî yönetimi kontrol eden de Mısır kilisesidir. Buna karşılık bütün tarihleri boyunca İslâm âleminde yaşayan Hıristiyanlar böyle bir muameleyi hiç tecrübe etmişler midir? Yoksa onlar, bu şekildeki benzer davranışları kabul edebilirler mi? İşte gerçek taassup budur. Komünizme göre, insanın gerçek varoluşunun esası ekonomik varlığıdır. O halde, İslâm âleminde yaşayan Hıristiyanların mülkiyet, tasarruf veya servet biriktirme haklan engellenmiş midir? Veya dinî inançlarından dolayı, eğitim haklarından, kamu hizmetlerine katılmaktan, kamuda daha yüksek mevkilere yükselmekten mahrum bırakılmışlar mıdır? Manevî ve ruhî hayatlarına gelince... İslâmî bir yönetim altında yaşayan Hıristiyanlar, İngiliz sömürgecilerin anlaşmazlık ve ayrılık tohumlan ekmek amacıyla düzenledikleri bir kaç olayın dışında ibadet hususunda herhangi bir zulme mâruz kalmışlar mıdır? Dinî ayırımcılığın bir sonucu olarak gayri müslimle-rin vergi (cizye) vermek zorunda bırakıldıkla-n iddia edilmiştir. Bu asılsız suçlamayı en güzel şekilde yalanlayan ve çürüten T.W. Ar-nold'm şu sözleridir: "Diğer yandan, müslüman olmalanna rağmen Mısırlı köylüler askerlik hizmetinden muaf tutulduklarında, bedel olarak Hıristiyanların verdikleri vergiyle mükellef kılınmışlardı." (A. g. e., sh. 63). "Yukarıda belirtildiği gibi bu cizye yalnız sıhhati yerinde olan erkeklerden alındığından şayet bunlar Müslüman olmuş olsalardı o paraya karşılık askere çağrılmış olacaklardı. Dikkate değer noktalardan biri de şayet Hıris-tiyanlardan İslâm ordusunda kullanılanlar olursa bu gibiler cizye ödemekten müstesna tutulurlardı. Antakya civarında oturan el-Ce-racime kabilesinin hareketi buna bir örnek teşkil eder. Bunlar Müslümanlarla bir andlaş-rna imzalamışlar ve bu andlaşma gereğince kendilerinden cizye alınmamak ve düşmandan alınabilecek ganimetten kendilerine bir hisse çıkanlmak şartı ile Müslüman safların-da savaşmaya söz vermişlerdi." (Belâzûrî). "Hicrî 22 yılında Arap fatihleri İran'ın kuzeyine doğru ilerledikleri sırada, cizyeden istisna olmak şartı ile sınır aşiretleri de yine böyle bir ittifaka girmişlerdi." (Taberî). Buradan anlaşılacağı gibi, cizye verme mecburiyeti herhangi bir dinî ayınmcılığın sonucu değildir. Gerçek şudur ki, cizye, dinî inancına bakılmaksızın, askerlik hizmetini yapmamış olan herkesten alınırdı. Bu sahada, aşağıdaki âyete bakmak faydalı olacaktır: "Kendilerine Kitâb verilenlerden Allah'a ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Rasûlü' nün haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın." (9: 29). Bu âyetin, dâr-ı İslâm'a karşı savaşlannı sürdüren gayri müslimlere işaret ettiğine dikkat edilmelidir. Âyet, İslâm âleminde yaşayan gayri müslimlere uygulanmaz. Son söz olarak müslüman ülkelerde yaşayan gayri müslimlerle müslümanlar arasında anlaşmazlık tohumlanm yeşertebilmek için, sömürgeciler tarafından olduğu kadar ateistler tarafından da yapılan çalışmalara dikkat edilmelidir. Tekrar belirtmek gerekirse, İslâm'ın insanlan dinlerine göre ayırdığı söylenemez. Zira, O, hiçbir ayırım yapmaksızın bütün insanlara doğuştan gelen haklanm verir. İslâm, bütün insanlan sadece insanlık temeline göre birara-ya getirir. Aynı zamanda kendi dikkat ve himayesi altında herkesin dinini mutlak bir ser-bestiyetle seçebilmesini sağlar. Aynca, Doğu Hıristiyanlarının müslümanlarla tarihî bağlarını unutmamalarını ve karşılıklı menfaatlerini koruma hususunda çok istekli olduklarını belirtirken, propagandacılara ve bozgunculara kulak asmayacaklannı ümit edelim. (Muham-med Qutb, islam, The Misundersîood Relİgi-on,sh. 171-175). |