๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Temmuz 2012, 23:25:26



Konu Başlığı: Dini Müsamaha
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Temmuz 2012, 23:25:26
DİNİ MÜSAMAHA

Rasûlullah, başka inanışlara hoşgörülü ol­muş, inanç ve ifade hürriyeti anlayışını baş­latmış, böylece masum insanlara reva görülen bütün sebepsiz baskı ve katliâmları sona er­dirmiştir. Bu anlayış, aynı zamanda, farklı inanışlara sahip insanlar arasında süregelen mücadelelerin durmasına, en azından azalma­sına da yardımcı olmuştur. Çünkü, zorlama ve baskı dinle bağdaş tınlamaz: 1) Din, imana ve isteğe bağlıdır; eğer zorla ve güç kullanıla­rak benimsetilirse, bunun bir mânası olmaya­caktır; 2) Hak ile bâtıl, Allah'ın lûtfuyla o ka­dar açık bir şekilde gösterilmiştir ki, iyi niyet­li hiç bir insanın kafasında temel inanç esas-lanyla ilgili herhangi bir şüphe kalamaz. (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 103, not: 300). Bu husus aşağıdaki Kur'ân âyetinde açıkça belirtilir: "Dinde zorlama yoktur. Doğ­ruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur..." (2: 256). Bu âyete dayanarak istisnasız bütün İslâm fakihleri, inanç ve dinle ilgili her konu­da zorlamanın (ikrah) kesin bir şekilde ya­saklandığı görüşünü kabul etmişlerdir. Ayn-ca, hangi şart altında olursa olsun, baskı altın­da yapılan din değiştirmelerin bir değerinin olmadığı, inanmayan bir insana İslâm inancı­nı zorla kabul ettirme teşebbüsünde bulunul­masının çok ağır bir günah olduğu ifade edil­miştir. İslâm'ın, gayri müslimleri sadece "ya zorla kabul ya da kılıç" seçimiyle başbaşa bı­raktığı yaygın, fakat aslı olmayan bir iddiadır. (Muhammed Esed, The Message of the Qur'an).

Bazı insanlar, cihad öğretisinin, bu âyette be­lirtilen inanç hürriyeti kavramına oldukça ters düştüğünü ileri sürebilirler. Biraz düşündüğü­müzde, bu itirazın savunulacak yanının olma­dığını görebiliriz. Zira, cihadı teşvik, insanla­rın zorla İslâm'a sokulması anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, İslâm, koruması altındaki gayri müslimlerin cizye vermesi, şeref ve mallarının teminat altma alınmasıyla alâkalı ayrıntılı hükümler vazetmeye gerek duymaz­dı. Öyleyse bu hükümleri niçin koymuştur? Gerçekte cihad, yeryüzündeki zulüm, boz­gunculuk ve baskının giderilmesi ve durdu­rulması gayesiyle yapılır: " ...(O kâfirler) yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah da bozguncuları sevmez." (5: 64). Bundan dola­yı müslümanlar, yeryüzündeki bozgunculuğu Önlemek için ellerinden gelen çabayı göster­mekle (cihad),`gerekirse savaşmakla emrolunmuşlardır. Ama bu, insanların İslâm'ı ka­bul etmeye zorlanması demek değildir. Diğer yandan, böyle bir vasıtayla İslâm, yeryüzünde zulmü, adaletsizliği ve baskıyı ortadan kaldır­maya, yerine adaletin, sevginin ve barışın hâkim olduğu bir düzen kurmaya çalışır. Bunlara ek olarak, inanç ile ilgili konularda baskı ve zorlama mümkün değildir. Zira, inanç fizikî bedenle ilgili olmayıp, yalnızca vicdanla alâkalıdır. Oysa, baskı ve zorlama maddî bedenimizle ilgili bir olaydır. Fizikî bir mücadele olarak cihad, yalnızca fizikî yapıla­rı etkileyebilir, zihinlerde veya vicdanlarda kabul görmüş inançlara hiçbir şekilde tesir edemez.

Sonuç olarak, bu âyet, her dinden insana tam bir inanç hürriyeti verir; diğer dinlerin men­suplarına müsamaha ve serbestlik tanınmasını öğütler. Hz. Peygamber, tüm muhalif ve düşmanlarının dinî itikat ve amellerine oldu­ğu gibi, siyasî inanç ve fikirlerine de engin bir tahammül göstermiştir. Hakikaten O, ger­çek bir müsamaha peygamberi idi. Ve bu fa­zileti, takipçilerine sözlü ve amelî olarak öğ­retmiştir. Diğer dinlerin mensuplarına bu şe­kilde davranılmasım öğütlerken, Medine'de siyasî iktidarı ele geçirdiğinde de bizzat uy­gulamıştır. Onun, Necran, Yemen ve çevrede­ki diğer Hıristiyanlara muamelesi hoşgörüsü­nün canlı bir misalidir. Medine'deki Yahudi­lere davranışı ise bundan daha az değildi. Gerçekte ise Yahudiler, O'nunla olan bütün andlaşma, sözleşme ve davranış esaslarına uymayarak ihlâl etmişler, hatta Hz. Peygamber'i öldürmeyi bile planlamışlardı. Eğer Allah'ın Rasûlü, onların bu davranışlarına kendi kitapları Tevrat'ın hükümlerine veya ül­kede uygulanmakta olan örfe göre cezalandır­mak isteseydi, erkeklerini öldürüp, kadınları­nı esir etmesi gerekirdi. Ancak, O, böyle yap­madı; aksine hepsinin mallan ve aileleriyle gitmelerine izin verdi.

Müslümanların gayri müslimlere karşı çok nazik ve hoşgörülü olmaları şu sözlerle öğüt­lenir: "İçlerinden zulmedenleri hâriç, Kitâb ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de İnandık. Tanrımız ve tanrınız birdir ve biz O'na teslim olanlarız'." (29: 46). Bir müslümanın diğer dinlere mensup insanlara yöne­lik normal tavrı budur. Dinî konulardaki öğüt verme ve tartışmalarda bile müslümanın onlara karşı mümkün olan en güzel üslup ve dav­ranışları seçmesi tavsiye edilmiştir. Bu emir­ler Kur'ân'da bir çok yerde geçmektedir ki, sökonusu âyetlerde, müslümanlaraı onlara en güzel şekilde davranmaları emredilmektedir. (16: 125). Diğer insanlar müsamahasız ve fe­sat ehli olsalar da, müslümanlar onlara karşı davranışlarını daha da güzelleştirmelidir. Zi­ra, bu davranış tarzı, sonunda kesinlikle onla­rın davranışlarını değiştirecek ve onları bir kat fazla dost yapacaktır. (41:34). Müsamaha, sabır (7: 199-200) ve iyilik, kötülüğe göre da­ima daha güzeldir. (23: 96). Bu Kur'ân âyetleri açıkça şunu gösterir: Gerçekten başa­rı kazanmak istiyorsanız, tavır ve davranışla­rınızda diğer dinlerin mensuplarından çok da­ha mükemmel ve faziletli olmak zorundası­nız; başkalarına hitap etmek istiyorsanız, on­lara sözle olsun, amelle olsun verebileceğiniz daha güzel şeylere sahip olduğunuzu göster­melisiniz. Onların dikkat edecekleri ilk husus sizin davranışlarınız olacaktır. Kötü davranış ve huysuzluklara karşılık, sizin yüksek tavrı­nız ve âlicenap davranışlarınız boşa gitmeye­cektir. Bu kesinlikle, onların üzerinde kalıcı bir etki bırakacak, muhtemelen onları size ve sizin inancınıza getirecektir. Bir insanın sahip olduğundan daha güzel bir şeyle ilgilenmesi, ondan etkilenmesi çok tabiîdir. Onlara teklif edebileceğiniz daha iyi bir şeye sahipseniz, bunu ilk görüşmenizde göstermelisiniz. "Bir görüşte sevmek" mânâsız bir deyim değildir. Bir şey hakkmda edindiğimiz ilk fikrin, ilk et-kilenişin bazen düşünülenden daha kalıcı ola­bileceğini anlatır. Allah ve Rasûlünün diğer dinlerin mensuplarına karşı hoşgörülü, âlicenap ve açık fikirli olunmasında ısrar et­melerinin sebebi budur. Böylece, müslüman olmayanlar İslâm hakkında iyi bir izlenim edinirler, kendilerini dışlanmış hissetmez ve İslâm'a karşı çekingen kalmazlar.

Hiç şüphesiz, İslâm tarihinin ilk dönemlerin­de doğulu, batılı, kuzeyli ve güneyli insanları, İslâm'a çeken şey her şeyden çok hoşgörü ve âlicenaplıktı. Yarım yüzyıldan daha az bir sü­rede güney ve güneydoğu Asya, kuzey Afrika İslâm'ın etkisi altına girdi ve büyük ölçüde onun öğretisinden faydalandı.

Dinin kutsiyetinin kabulü ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a itaat etme müsamahalı davranı­şın bir başka sebebidir. Diğer insanlar bu hu­susu anlamayabilirler, ama, bir mü'min O'nun mesajının hakikatinin ve İlâhî menşeinin tam olarak şuurundadır. O, diğer insanların inanç­larını ve tanrılarını kötülemeyecek, böylece onlar da kâinatın gerçek Yaratıcısına kötü sözler söylemeyeceklerdi. Kur'ân, insan dav­ranışının bu yönü hakkında çok açıktır: "(On­ların) Allah'tan başka yalvardıklarma sövme­yin ki. onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler!..." (6: 108). Diğer dinlerin mensupları sadece cehalet ve kinlerinden do­layı Allah'a sövmeye başlarlarsa, onların İslâm'dan daha da uzaklaşacakları, imanı ka­bul etme İhtimallerinin pek kalmayacağı çok açıktır. Mü'minlerin itici davranışları onları Hakikat'e daha da yabancılaştıracaktır. İşte bu sebeple mü'minlerin kesinlikle kötülüğe kötülükle karşılık vermemeleri, daima daha gü­zel davranışlar sergilemeleri emredilmiştir. Böylelikle, onlar bu güzel davranışlardan et­kilenerek, kendilerinin İslâm'a muhalif olma­dıklarım; aksine mütemayil olduklarını hissedebilirler.

İnsan psikolojisi ve tarih çalışmaları, kişilerin bağlandıkları gerçek dinleri hususunda bir çok âmilin varlığını ortaya çıkarmıştır. Bunlar kişinin psikolojisi, hayat geçmişi, gizli kalmış veya bastırılmış duyguları, eğilimleri, tarihi, mizaç yapısı, sevgi ve nefretleri, tahsili ve çevresinin gizli etkileridir. Her insanın Önün­de şu görevler vardır: 1- Üstün gayeye ulaştı­racak her vasıtayı kullanmak, 2) Kötü yollar­dan kaçınmak, 3) Nesnelere bakarak yeni fi­kirler ve metodlar ortaya çıkarmak, ve 4) Yanlışlıklarla ve ıslah edilememiş şeylerle sa­vaşmaktır. Bunların hepsi, kişinin Hakikat'e ulaşması ve daha önceden varolan karanlıkla­rın yavaş yavaş manevî bir ışıkla aydınlanma­sı gayesine yöneliktir. Eğer, bunlar nezaketle ve manevî bir öğreticinin ustalığıyla yapıl­mazsa, sadece inatçı tepkilerle karşılaşılmaz, gerçek İlâh'a ve O'nun Hakikati'ne çirkin say­gısızlıklar da yapılabilir. Bu durum tek tek kişilerde olabildiği gibi milletlerde veya büyük insan topluluklarında da görülebilir. (A. Yu­suf Ali, The Holy Qur'an, sh. 321).

İslâm'a yönelik muhalif baskıların ve propa­gandaların varlığını da zikretmek gerekir. Haçlılarca başlatılan bu saldırılar, Avrupalıla­rın müslümanlar hakkındaki düşüncelerini çok olumsuz yönde etkilemiştir. Oysa söyle­diklerinde gerçeğin bir tek kırıntısı yoktur, fa­kat, şarkiyatçıların (oryantalistler) propagan­da ve yalanlarıyla bu etki o kadar genişledi ki, sonunda samimi, masum insanlar dahi İslâm'dan uzaklaştırıldılar. Şu hususa kesin­likle dikkat etmek gerekir: Müslümanların ta­vır ve davranışları, İslâm hakikatini başka in­sanlara iletme biçimidir. Bu tavır ve davranış biçimleri Örnek teşkil etmeli, Kur'ân ve Sünnet'in öğretisiyle uygunluk İçinde olmalıdır. Başka dinlerin mensupları üzerinde ilk etkiyi yaratacak vasıta olarak, İslâm'ın, onlara hoş­görülü davramlmasını ve serbestlik verilmesi­ni ısrarla vurgulamasının nedeni işte budur. Hoşgörülü davranış biçimiyle ilk karşılaşma, mü'minlerin düşünceleriyle, muhaliflerinin fikirleri arasında bir köprü kurulmasında bü­yük rol oynayacaktır. Bir başka ifadeyle, bu, onların birbirlerine daha da yakınlaşmalarını, görüş alışverişinde bulunmalarını, birbirlerini serbestçe görüp hayat tarzlarını daha yakın­dan tanımalarını sağlayacak iyi bir fırsat ola­caktır. Bir kimse başkalarınca yargılanıp ta­nınmasında davranışları, onun inancının, dü­şüncelerinin ve hayat biçiminin aynasıdır. Bir müslümanın, başka insanların düşüncelerinin derinliğini araştırıp, onları îsîâm gerçeğine davet etmesini mümkün kılabilecek vasıtası, her zaman olduğu gibi bizzat davranışlarıdır. Arzu edilen hedefe ulaşabilmekte en tesirli si­lahlardan biri, Kur'ân ve Sünnet'in öğütlediği hoşgörülü davranıştır.

Kur'ân'da, Hz. Peygamber'in kendisine, başka insanlara karşı âlicenap ve hoşgörülü davranması tavsiye edilmiştir. Zira, onların çoğu hakikatten habersizdirler. "Affı (kolay­lık yolunu) tut, iyiliği emret, câhillere aldırış etme." (7: 199). Bu âyette, Allah, Elçisi'ni te­selli edip, dikkatini üç hususa çekmektedir: Birincisi, kendisine yapılan haksızlıkları, ha­karetleri ve zulümleri affetmesi; ikincisi, dini tebliğ etmeyi sürdürmekle birlikte, dostlarıyla veya düşmanlarıyla olan bütün muamelelerin­de dinine göre hareket etmesi; ve üçüncü ola­rak, mesele ve zorluk çıkartan, meydan oku­yan, iftiralar eden veya Hakikat'i bozguna uğ­ratabilmek için planlar yapan cahil ahmaklara boşvermesi, onlara aldırmaması öğütlenmek-tedir. Onlar fazla önemsenmezler; kısır, fay­dasız tartışmalar ve mücadelelerden kaçınılır veya uygun yollarla uzlaşma sağlanıp, gönül­leri kazanılmaya çalışılır. (The Holy Qur'an, sh. 400).

Kur'ân, size karşı olan, sizi ve dininizi tahrip etmeye çalışan ve bu gayeleri için savaşlarını sürdüren kimseler dışında bütün insanlara hoşgörüyü öğütler: "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çı­karmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Al­lah, âdil olanları sever. Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınız­dan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselerle dost olmaktan men eder. Kim on­larla dost olursa, İşte zâlimler onlardır." (60: 8-9). Böylesi can düşmanlarına dahi Hz. Pey­gamber, iyilikle davranmış, onlara büyük bir hoşgörü ve sabır göstermiştir. Yukarıdaki âyette iyilik olarak tercüme edilen birr keli­mesi, iyilik ve âlicenaphhğın ötesinde, adaletten de üstün, şümullü bir anlamı ifade etmektedir. Bu âyet müslümanlara, bütün gayri müslimlerin aynı olmadıklarım, onların arasında bulunan bir çok İnsanın gerçekten iyi ve âlicenap muamelelere lâyık olduklarını bildirmektedir. Ve, Allah böylelerine iyilik ve güzellikle davranılmasım yasaklamamaktadır. Gerçekte, sizden, onlara normal olarak göste­rilmesi gereken iyilik ve güzelliğin ötesinde, adalet ve dürüstlükle de muamele etmenizi is­temektedir. (Yusuf el~Qardawi, The Lawfuî and the Prohibited in islam, sh. 335-336).

Şüphesiz, İslâm, müslümanlann diğer insan­lara -inanmayanlar da dahil olmak üzere- öte­ki dinlerin mensuplarından daha iyi, daha âlicenap davranmalarını övgüye değer bulur. O kadar ki, öteki insanlar muamelelerinde adaletli ve dürüst olsalar dahi müslümanlann fazladan iyilik ve cömertlik gösterip, âdil ol­maları gerekir. Başka bir ifadeyle, onların iyi­lik ve cömertlik hususundaki tavır ve davra­nışları düşmanlarına karşı dahi, diğer insanla-nnkinden çok daha fazla olmalıdır. Bununla beraber, müslümanlardan bütün ehl-i Kitâb'a, yani Hıristiyan ve Yahudilere Özel bir ihti­mam göstermeleri de gerekir. Çünkü, onlar, kendilerine daha önceden bir din gönderilmiş kimselerdir ve müslümanlar da, Allah tarafın­dan daha önceki peygamberlere vahyedilmiş bütün kitaplara inanmak zorundadırlar. (2: 136). Böylece, onlarla müslümanlar arasında bir merhamet ilişkisi, manevî bir akrabalık bulunmaktadır. Hepsi, Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği tek gerçek din ilkesin­de ortaktırlar. (The Lawful and the Prohibi­ted in islam). Müslümanlara, onlarla olan iş­lerini güzel bir şekilde, dostlukla halletmeleri emredilir. (29: 46). Hatta, onlann kadınlarıyla evlenilmesine ve yemeklerinin yenmesine İzin verilmiştir: ".. .Kendilerine Kitâb verilen­lerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Ve inananlardan, iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine Kitâb ve­rilenlerden iffetli hür kadınlar -zina etmeksi­zin, gizli dost tutmaksızın ve namuslu bir bi­çimde mehirlerini verdiğiniz, takdirde- size helâldir. Kim inanmayı kabul etmezse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o âhirette kaybeden­lerdendir." (5: 5). Kitap ehli konusundaki bu emirlere* ilâve olarak, müslümanlann, Hıristi-yanlarla, özel ve daha yakın ilişkiler kurması Öğütlenmiştir: "Mü'minlere sevgice en yakın­ları da 'Biz hıristiyanlarız' diyenleri bulursun. Çünkü onlann içlerinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar." (5: 82).

Bir İslâm devletinde yaşayan bütün gayri müslimler vatandaşlık haklanmn tamamından yararlanırlar. Bunlara "korunmuş insanlar" (ehl-i zimmet veya zimmîler) denilir. Çünkü müslümanlarla bir anlaşma yapmışlar, bunun üzerine İslâm yönetimi altında canlan, malları ve namusları emniyet altına alınmıştır. Ger-Çekte, onlar İslâm devletinin tebâsıdırlar; din­lerinde hür kimseler iken, müslümanlarla aynı haklardan ve imtiyazlardan faydalanıp, aynı sorumluluk ve mükellefiyetlere sahip olurlar. Şu söz, zimmîlerin hakları konusunda Rasûlullah'in ne kadar titiz olduğunu gös­terir: "Kim bir zimmîyi incitirse, beni incit­miş olur. Beni inciten kimse de Allah'ı Öfke­lendirir." (Taberani). Yine şöyle demiştir: "Bir zimmîyi inciten kimsenin hasmı benim. Kıyamet günü o kimseye düşman olacağım." (el-Hatib). Ebu Davud, Hz. Peygamber'in şöyle söylediğini nakletmiştir: "Kıyamet gü­nü, ben, anlaşma yaptığımız zımmîlerden bi­rine zulmeden, haklanna tecavüz eden, ona gücünden fazla sorumluluk yükleyen veya is­temediği hâlde ona zorla bir iş yaptıran kim­seyi kabul etmeyeceğim." Hz. Peygamber ve râşid halifeler gayrimüslim vatandaşların haklarının ve imtiyazlannm koruyucusu olmuşlar, onlara büyük âlicenaplıklar göster­mişlerdir. Müslüman fakihler, gayri müslim vatandaşların haklarının ve imtiyazlarının önemini vurgulama konusunda hemfikirdir­ler. "Zimmet akti (Koruma anlaşması), zimmîlere karşı üzerimize bir takım mükelle­fiyetler yükler. Onlar, Allah'ın, Rasûlü'nün ve İslâm dininin teminatıyla bizim emniyetimiz ve himayemiz altında bulunan konışulanmız-dır. Her kim, kötü sözlerle onlann isimlerine ve şereflerine iftira ederek, onlara zarar vere­rek veya zarar verilmesine yardımcı olarak, bu sorumluluklarını yerine getirmezse, Al­lah'ın, Rasûlü'nün ve İslâm dininin teminatım yerine getirmemiş olur." (el-Qurafi, el-Furuk). İbni Hazm şöyle der: Bir kişi zimmî ise, düşmanı olan bir ordu onu almaya geldiği za­man, düşmana karşı askerle, silahla savaş­mak, bu uğurda can vermek biz müslümanla­nn üzerine bir borçtur. Böylece, Allah'ın ve Rasûlü'nün teminatı gözetilerek, hürmet gös­terilmiş olur. Onu düşmana vermek, hem bu teminata sahip çıkmamak hem de şerefsizlik anlamına gelirdi. (Meratibû'l-İcmâ')

Sonuçta, müslümanlann bütün insanlarla iliş­kilerinde iyi, hoşgörülü ve âlicenap olmalan-nın gereği inkâr edilemez. İlk olarak, İslâm dini Allah'ın hükümleriyle yeryüzünde huzur ve adaleti tesis etmek için gelmiştir. İkinci olarak, insanlara aynı atadan türediklerini ha­tırlatarak, onları evrensel kardeşliğe çağınr. Üçüncü olarak, daha iyi şartlar ve ilişkilerin değerini artırma hususunda insanlara ümit ve­rir. Zira, Allah şöyle buyurur: "Belki de Allah sizinle onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah (buna) kaadirdir. Allah Gafur'dur, Rahîm'dir." (60:7).

Bu âyette, şiddetli düşmanlık ve derin nefret­lerin sevgi ve muhabbete dönüşebilecekleri hususunda bir inanç vardır. Şu âyette de belir­tildiği gibi; "İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen, kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bu­lunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiş­tir." (41: 34).

Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Düşmanı­nıza nefrette aşırıya gitmeyin; zira o, bir gün dostunuz olabilir." (Tirmizi). Bununla bera­ber, müslümanlann düşmanlarını dost edin­meleri veya onlara sırlarını vermeleri yasak­lanmıştır. Fakat, her ne şekilde olursa olsun, diğer insanlarla muamelelerimizde hoşgörülü ve âlicenap olmamız gerekir.

İnsana yalnızca insan olduğu için saygı göste­ren İslâm'ın, o kişi ehl-i Kitâp'tan olursa, üs­telik zimmî ise, daha da fazla saygı ve önem göstermesi gerekmez mi? Bir defasında Rasûlullah, önünden bir cenaze alayı ge­çerken ayağa kalktı. Bunun üzerine, bir kişi "Yâ Rasûlullah! Bu bir Yahudinin cenazesi-dir." dedi. Bu söze karşılık Rasûlullah şu cevabı verdi: "O da bir can sahibi değil miy­di?" Sonuç olarak, gerçekten İslâm'da her in­sanın bir değeri ve mevkii vardır. Ve herkese bu şekilde âlicenaplık ve müsamaha gösteril­mesi gerekir. (The Lawful and the Prohibited in islam, sh. 343).

Muhammed Kutub, İslâm'ın gayri müslimlere karşı tavrım şu sözlerle izah etmektedir:

Gayri müslim toplulukların îslâmî yönetim ve kanunlara karşı tavırları, bir çok insanın müslümanlarla gayri müslimler arasında kavgala­ra sebep olur korkusuyla tartışmaktan çekin­diği kritik ve hassas bir meseledir. Bu husus daima söylenmiştir. Açık sözlü olarak Müslü­man Doğunun Hıristiyanlanna şu sorulan so­ralım: Onlan İslâmî yönetimden korkutan şey nedir? Korkuları İslâm'ın nasslanndan mı, yoksa onların uygulanış biçimlerinden mi kaynaklanıyor?

Bu konudaki nassları Kur'ân'da görebiliriz: "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah, âdil olanları sever." (60: 8) ve "...Kendilerine Kitâb verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Ve inananlardan, iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine Kitâb verilenlerden iffetli hür kadınlar -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve namuslu bir biçimde me-hirlerini verdiğiniz takdirde- size helâldir. Kim inanmayı kabul etmezse, onun ameli bo­şa çıkmıştır ve o âhirette kaybedenlerdendir." (5: 5).

İslâm hukukunun genel prensibini de gözönü-ne almalıyız:"Bizim haklanınız olduğu gibi onlann da haklan vardır. Ve bizim vazifeleri­miz olduğu gibi onlann da vazifeleri vardır."

İslâm'ın nasslan, müslümanların gayri müs­limlere iyilik ve adaletle muamele etmelerini emretmektedir. İbadet biçimleri hâricinde, onlar, sosyal hayatın hak ve vazifelerinde müslümanlar ve diğer vatandaşlarla eşittirler. Dahası, İslâm dini, müslümanlarla gayri müslimlerin ziyaretleşmelerini, birbirlerinin yiye­ceklerini yemelerini -ki, bunlar yakın dostla­rın âdetlerindendirler- teşvik ederek, araların­daki bağlan kuvvetlendirmeye çalışır.

Üstelik, İslâm, müslümanlarla gayri müslim­ler arasında, en güçlü sosyal bağ olan evliliğe izin vererek, ilişkilerin daha da gelişip, yakın­laşmasını sağlar.

İslâm'ın bu husustaki nasslanmn uygulamala­rına gelince... Bu konuda peşin hükümlü ol­mayan tarafsız bir Avrupalı Hıristiyan Sir T.W. Amold'ın The Preaching of islam isim­li kitabından bazı nakiller yapacağız: "Din değiştirme olaylarında belirleyici faktör zor kullanma değildi. Bu sonuç Hıristiyanlar ile Müslüman Araplar arasında varolan dostane ilişkilerden çıkarılabilir. Hz. Muhammed bizzat, çeşitli Hıristiyan kabileleriyle andlaş-malar yapmıştı. Onlara, korunacaklannı vaad etmiş, dinlerini emniyet ve güvenlik içinde uygulayabilecekleri garantisini vermiş, ruh­banlara eski haklannı ve nüfuzlarını kullanmaları için müsaade etmiştir." (The Preac­hing of islam, sh. 47-48). Yazar, sözlerini şöyle sürdürür: "Hicretin birinci yüzyılında islâm'ı kabul eden Hıristiyan kabilelerin onu, ancak hür bir irade ve seçimle kabul ettikleri, muzaffer müslümanlann Hıristiyan Araplara gösterdikleri bu hoşgörü örneklerinden çıka­rabiliriz. Şüphesiz, günümüzde müslüman toplumlar arasında yaşamakta olan Hıristi­yanlar bu müsamahanın varlığına şahittir."

"İslâm askerleri eş-Şerîa (Ürdün) vadisine ulaşıp da Ebû Ubeyde karargâhını Fihel'de kurduğu zaman, oraların Hıristiyan ahalisi Araplara yazdıkları mektupta şöyle diyorlar­dı: 'Ey müslümanlar! Bizanslılar bizim dini­mizde bulunmakla beraber sizi onlara tercih ederiz. Zira, siz bize karşı sözünüzü sâdık bir şekilde tuttunuz. Bize daha merhametlisiniz. Bize karşı adaletsizlikten sakınırsınız. Sizin idareniz onlarınkinden elbette daha iyidir. Onlar bizim mallarımızı aldılar ve evlerimize el koydular."

"633-639 (h. 12-18) tarihleri arasında yapılan seferlerle Müslümanların Romalılar ordusunu Suriye'den sürüp çıkardıkları sıralarda durum bu merkezde idi. 638'de Şam, Müslümanlara teslim olunca Suriye'nin diğer şehirleri de ona uymakta gecikmediler. Emessa, Arethusa, Hieropolis ve diğer şehirler Araplara vergi ver­mek suretiyle andlaşma yaptılar. Hatta Kudüs patriği de aynı Şam'ın şartlan ile teslim oldu. Anlaşıldığına göre, kendi kilisesinin inançlarına karşı gelen bir İmparatorun yaptığı dinî baskılann dehşeti, İslâm'ın müsade vaadlerini, Roma İmparatorluğuna ve Hıristiyan hâkimiyetine bağlı kalmaktan daha cazibeli bir hâle getirmiştir. Geçici bir istilâ ordusu­nun ilk verdiği telâş kaybolduktan sonra Arap fatihleri lehinde derin bir hissiyat değişikliği­nin meydana geldiği görülüyor." (A. g. e., sh. 51-55)

Bu, bir Hıristiyan ilim adamının İslâm hak­kındaki şehâdetidir. O zaman, Hıristiyanlann İslâmî bir yönetimden korkmalarına sebep nedir?

Muhtemelen onlar, kendilerine karşı müslü-manların taassubundan (!) korkarlar. Eğer gerçekten bu böyle ise, onlar taassubun ne ol­duğu konusunda herhangi bir fikre sahip de­ğiller, demektir. Dolayısıyla tarih boyunca cereyan eden taassup misallerinden birkaçını onlara nakledelim:

Hıristiyan kilisesi tarafından kurulan 'engizis­yon mahkemeleri' deyince akla ilk gelen şey, İspanyol müslümanlann imhasıdır. Sözü edi­len mahkemeler, müslümanlara, daha önce hiç denenmemiş canice işkenceler, yapmışlar­dır. İnsanlar, diri diri yakılmış, tırnaklan sö­külmüş, gözleri oyulmuş, kol ve bacaklan ke­silmiştir. Bütün bu işkenceler insanlara, din­lerini zorla değiştirip, belirli bir Hıristiyan mezhebini kabul etmeleri için yapılmıştı.

Müslüman doğunun Hıristiyanları böylesi muamelelere hiç maruz kalmışlar mıydı?

Avrupa'daki müslümanlan imha etmek için kılıçlar kullanıldı: Yugoslavya, Arnavutluk, Rusya, Avrupa'nın yönetimi altındaki Kuzey Afrika, Somali, Kenya, Zenzibar gibi diğer ülkeler ve Hindistan ve Malezya'da. Bu kılıç­tan geçirmeler, bazen ordulann temizlenmesi bahanesiyle, bazen de emniyet ve huzurun sağlanması adıyla yapıldı.

Diğer önemli bir misâl, Mısır ile kadim tarihî, coğrafî, dinî ve kültürel bağları olan Etyopya'daki müslümanlann durumlandır. Bu ülke­nin nüfusu, müslüman ve hıristiyan kanşımı-dır. Müslümanlar toplam nüfusun % 35 ile 65'ini oluşturmalanna rağmen, İslâm dininin ve Arapça'nın öğretildiği tek bir okul yoktur. Müslümanlann kendi harcamalanyla açtüclan özel okullar ise aşın derecede vergilere ve zorluklara mâruz kalmaktadır. Bu olaylar okullann kapanmasına, yeni okul açmayı dü­şünenlerin ümitlerinin kırılmasına neden ol­maktadır. Bundan dolayı, İslâmî öğretim iptidaî metodlarla sınırlı kalmıştır.

Çok yakın zamanlara kadar -İtalyan işgalin­den az bir süre önce-, Etyopyalı bir Hıristiya-na borçlanan ve borcunu Ödeyemeyen müslü­man hıristiyanlarca köle yapılırdı. Bu müslü­man, yönetimin gözü önünde yakalanır, satılır ve kendisine işkence edilirdi. Dolayısıyla ora­da yaşayan halkın üçte birini temsil etmek için, ne hükümet vazifelerinde, ne de kabinede bir tek müslüman mevcuttu. İşte bütün açıklığı ile orada durum bu iken oradaki dinî yönetimi kontrol eden de Mısır kilisesidir.

Buna karşılık bütün tarihleri boyunca İslâm âleminde yaşayan Hıristiyanlar böyle bir mu­ameleyi hiç tecrübe etmişler midir? Yoksa onlar, bu şekildeki benzer davranışları kabul edebilirler mi? İşte gerçek taassup budur.

Komünizme göre, insanın gerçek varoluşu­nun esası ekonomik varlığıdır. O halde, İslâm âleminde yaşayan Hıristiyanların mülkiyet, tasarruf veya servet biriktirme haklan engel­lenmiş midir? Veya dinî inançlarından dolayı, eğitim haklarından, kamu hizmetlerine katıl­maktan, kamuda daha yüksek mevkilere yük­selmekten mahrum bırakılmışlar mıdır?

Manevî ve ruhî hayatlarına gelince... İslâmî bir yönetim altında yaşayan Hıristiyanlar, İn­giliz sömürgecilerin anlaşmazlık ve ayrılık tohumlan ekmek amacıyla düzenledikleri bir kaç olayın dışında ibadet hususunda herhangi bir zulme mâruz kalmışlar mıdır? Dinî ayı­rımcılığın bir sonucu olarak gayri müslimle-rin vergi (cizye) vermek zorunda bırakıldıkla-n iddia edilmiştir. Bu asılsız suçlamayı en gü­zel şekilde yalanlayan ve çürüten T.W. Ar-nold'm şu sözleridir: "Diğer yandan, müslü­man olmalanna rağmen Mısırlı köylüler as­kerlik hizmetinden muaf tutulduklarında, be­del olarak Hıristiyanların verdikleri vergiyle mükellef kılınmışlardı." (A. g. e., sh. 63).

"Yukarıda belirtildiği gibi bu cizye yalnız sıhhati yerinde olan erkeklerden alındığından şayet bunlar Müslüman olmuş olsalardı o pa­raya karşılık askere çağrılmış olacaklardı. Dikkate değer noktalardan biri de şayet Hıris-tiyanlardan İslâm ordusunda kullanılanlar olursa bu gibiler cizye ödemekten müstesna tutulurlardı. Antakya civarında oturan el-Ce-racime kabilesinin hareketi buna bir örnek teşkil eder. Bunlar Müslümanlarla bir andlaş-rna imzalamışlar ve bu andlaşma gereğince kendilerinden cizye alınmamak ve düşman­dan alınabilecek ganimetten kendilerine bir hisse çıkanlmak şartı ile Müslüman safların-da savaşmaya söz vermişlerdi." (Belâzûrî). "Hicrî 22 yılında Arap fatihleri İran'ın kuze­yine doğru ilerledikleri sırada, cizyeden istis­na olmak şartı ile sınır aşiretleri de yine böyle bir ittifaka girmişlerdi." (Taberî).

Buradan anlaşılacağı gibi, cizye verme mec­buriyeti herhangi bir dinî ayınmcılığın sonu­cu değildir. Gerçek şudur ki, cizye, dinî inan­cına bakılmaksızın, askerlik hizmetini yap­mamış olan herkesten alınırdı. Bu sahada, aşağıdaki âyete bakmak faydalı olacaktır: "Kendilerine Kitâb verilenlerden Allah'a ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Rasûlü' nün haram kıldığını haram saymayan, hak di­nini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp bo­yun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zama­na kadar savaşın." (9: 29).

Bu âyetin, dâr-ı İslâm'a karşı savaşlannı sür­düren gayri müslimlere işaret ettiğine dikkat edilmelidir. Âyet, İslâm âleminde yaşayan gayri müslimlere uygulanmaz.

Son söz olarak müslüman ülkelerde yaşayan gayri müslimlerle müslümanlar arasında an­laşmazlık tohumlanm yeşertebilmek için, sö­mürgeciler tarafından olduğu kadar ateistler tarafından da yapılan çalışmalara dikkat edil­melidir.

Tekrar belirtmek gerekirse, İslâm'ın insanlan dinlerine göre ayırdığı söylenemez. Zira, O, hiçbir ayırım yapmaksızın bütün insanlara doğuştan gelen haklanm verir. İslâm, bütün insanlan sadece insanlık temeline göre birara-ya getirir. Aynı zamanda kendi dikkat ve hi­mayesi altında herkesin dinini mutlak bir ser-bestiyetle seçebilmesini sağlar. Aynca, Doğu Hıristiyanlarının müslümanlarla tarihî bağlarını unutmamalarını ve karşılıklı menfaatleri­ni koruma hususunda çok istekli olduklarını belirtirken, propagandacılara ve bozgunculara kulak asmayacaklannı ümit edelim. (Muham-med Qutb, islam, The Misundersîood Relİgi-on,sh. 171-175).