Konu Başlığı: Bütün Sebeplerin Sebebi Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 21 Ağustos 2012, 10:09:54 BÜTÜN SEBEPLERİN SEBEBİ Dikkatli bir gözlem ve inceleme, kâinatın kanunlarındaki mükemmel istikrarı ve dengeyi gösterir. Dış uzayda, bizden milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki cisimler hakkında, radyo-teleskop yoluyla bize ulaşan bilgi, Allah'ın yarattığı kâinattaki dayanışma ve mutlak ahengi gösteriyor. İnsanın, bize yakın galaksilerin ötesindeki dış uzaydan bu bilgiyi toplayabil-mesi, bütün kâinatın dört bir yanına yayılan bir birlik kanununun varlığını göstermeye, tek başına yeterli bir delildir. Bu sistemde tam bir dayanışma ve istikrar vardır. Bütün kâinata tek bir kanun hükmetmektedir. Bu kanun Yaradanınm ve Hükümdarının sıfatlarını yansıtmaktadır. Kâinatın kanunlarındaki mutlak istikrar ve değişmezlik, kanunları bütün kâinat sistemine hükmeden Yaratıcının birliğinin somut bir delilidir. "Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. (O), göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mî, ona sâdece 'ol' der, o da hemen oluverir." (2: 116-117). Bu kâinattaki herşey mutlak bir şekilde O'nun kontrolü altındadır ve O'nun gücünün ötesinde hiçbir güç yoktur: "Dilerse, sizi alıp götürür ve yerinize yeni bir topluluk getirir. Bu, Allah'a güç değildir." (35: 16-17). Vakıa sûresi'nde şu mealdeki âyetler yer almaktadır: "Sizi Biz yarattık; ne diye tasdik etmiyorsunuz? Söyleyin öyleyse: Rahimlere döktüğünüz meni nedir? Siz mi onu insan şekline koyuyorsunuz, Biz mi ona o şekli veriyoruz? Aranızda ölümü takdir eden (ne zaman öleceğinizi belirleyen) Biziz. Ve Bizim Önümüze geçilmiş değildir. (Kimse bizim tâyin ettiğimiz vakti geçemez). (Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim. Muhakkak ki, ilk yaratılışınızı bilmektesiniz, öyleyse ne diye düşünüp bîrinin ayağının sağlam bastığını, mâkul stuğunu, yaratılış ve Yaradan hakkında in edici argümanlar sunduğunu görürsu-O'nun muhakemesine göre, Allah, Yaradan'ı, nihaî hakikat ve bütün sebeplerin sebebidir. Hiçbir şey yokken vardı herşey yokolduğu zaman O kalacak: "O'nun yüzü (zâtı)ndan başka herşey helak olacaktır. Hüküm O'nundur." (28: 88). Diğer ndan, bır inkârcı kaygan zemin üzerinde durur ve konuşmaları zanna ve tahmine dayanır. Ufku, maddî yapının görüntüsü ile engellenmiş ve daraltılmıştır; onun ötesinde hiçbir şeyi göremez. İnanan ve inkarcının tavırları ve düşünüşleri arasında büyük bir farklılık vardır. İnanan özgürce düşünür, maddî dünyanın ve maddî kavramların dar sınırlarını yıkar ve aynı tablonun iki yüzü gibi, maddî dünyanın başlangıcından önceki ve bitiminden sonraki hayatı görür; diğer yandan maddî kâinatta bir esir olan İnkarcı, hayatın bu dünya ile sınırlı olduğuna inanır ve maddî kâinatı ebedi ve sürekli olarak görür. Ezelî ve ebedî olanın ancak Allah olduğunu anlayamaz: "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Yaşatır, öldürür, O herşeyi yapabilir. O, ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır, O, herşeyi bilendir." (57: 2-3). Şu husus bir kez daha hatırlanmalıdır ki, insana, Rabbini tanıyabilmesi ve bu dünyanın kaynaklarından İstifade edebilmesi için bilgi hazineleri verilmiştir: "O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı" (2: 29). göklerde ve yerde ne varsa hepsini" (45: 13); "... geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı" (16: 127; "... emrinize verdiği geceyi ve gündüzü" (14: 33) ve "... size boyun eğdirdiği denizi." (45: 12). Yeryüzü ve göklerdeki her şey, insanın ihtiyaçlarını karşılamak üzere yaratılmıştır, kainatta işleyen Allah'ın kanunu (Sünnetul-'a"), insanın arzın hem iç hem dış hazinelerden faydalanmasını mümkün kılmaktadır. Ütün bu hazinelerin sahibi Allah, bütün nimetlerini insana bağışlamıştır ki, sınırsız ve hesapsız nimetlerini hissetsin, verdiği nimetler için O'na şükretsin, O'nun mülkünde bir âsi gibi yaşamasın ve hem kendi menfaatlerini hem de başkalarınınkini zedelemesin. İnsana sadece yerin ve göğün hazinelerinin sorumluluğu değil, aynı zamanda, yerin sınırlarının ötesine geçmesi, Allah'ın tezahürlerini gözlemlemesi ve yeryüzünün üstündeki güçleri kendi istifadesi için kullanmak üzere güç ve imkân verilmiştir: "Ey cinler ve insanlar topluluğu, göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeğe gücünüz yeterse geçin gidin. Ancak kudretle geçebilirsiniz." (55: 33). Bu ayet, insanın uzayın sınırlarım fethetmesi ve kâinatı keşfetmesi için hem bir davet hem de bir meydan okuma niteliğindedir. Fakat ona, bunu ancak Allah'ın verdiği bir kudret ve Allah'ın nimeti olan zekânın gücü ile yapabileceği, ancak böyle mâkul bir şekilde istifade edebileceği söylenmiştir. Başka bir deyimle, yaratılış anında Allah'ın ona verdiği bilgi hazinesini, kendi gücünü geliştirmesi ve madde âleminin kuvvetlerini kontrol etmesi için kullanması söylenmiştir. Bu ayet, aynı zamanda, İnsanlığın muazzam teknolojik ve bilimsel ilerleyişini vurgulamakta ve önceden görmektedir. Yeryüzündeki ve yeryüzünün çevresindeki fiziksel olaylarda, mümtaz bir rol için mukadder kılındığını bilmeye teşvik etmektedir. İnsanın dış uzaya çıkmasıyla, Yaradan'ının daha İyİ anlamasına yardım edecek bilgiye ulaşması olasılığı vardır. Kâinat kanunlarındaki eşsiz ahenk ve istikrar, birlik ilkesini ve Yaradan'ın birliği ile yakından ilişkisini, bâtılı bilimsel düşünceye taşıyabilir. Yukarıdaki ayet (55: 33) bütün bu imkânları içermektedir. Aynı zamanda insana, hayat mücadelesi, karmaşa ve telâşı içinde nihaî sonucu unutmaması hatırlatılmaktadır, İnsan bilimsel ve teknolojik ilerlemede önemli bir noktaya gelebilir, en temel ihtiyaçlarını ve sanatsal güzellik arayışını tatmin etmek ve medeniyetini geliştirmek için yeryüzünün ve göğün bütün kaynaklarını kullanabilir, fakat Önemli olan bu şeylerin içinde kendisini kaybetmemesidir. Hayatın fâni olduğunu, aslî görevinin Rabb'ine karşı olduğunu ve nihaî mutluluğunun bu dünyadaki hayatını nasıl harcadığına; yani kâinattaki diğer yaratıklar gibi Allah'ın kanununa itaat veya kovulmuş Şeytan gibi âsi olmasına bağlı olduğunu unutmamalıdır. Şüphesiz, nihaî başarı bütün hayatını, maddî seviyenin ötesindeki hayatı unutmadan yaşayanlarındır: "Allah'ın sana verdiği nimetlerle, âhİret yurdunda kendine bir yer sağlamaya çalış, dünyadan da nasibini unutma; Allah'ın sana iyilikte bulunduğu gibi, sen de İyilikte bulun; yeryüzünde de fesat çıkarmaktan çekin; çünkü Allah fesat çıkaranları sevmez..." (28: 77). Bu tür insanlar için, Allah'ın Özel nimeti v özel mekanı ayrılmıştır: "Ey huzura eren ne fis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb'ine dön! Has kullarım arasına karısı Cennetime gir!" (89: 27-30). Böylelikle Kur'ân insana dünyevî ve ilâhî bir Umlerin anahtarını sunmakta ve her iki dünyanın sırlarını açığa çıkarması İçin gerekti olan herşeyi sağlamaktadır. Dünyada edine. bileceği ve kendi faydasına kullanabileceği her şeyi alması için teşvik etmektedir. O aym zamanda tabiatın gücünün verdiği tabii korkuyu dağıtmaya ve insanı onları uygun bir şekilde kullanmaya teşvik etmektedir. Çünkü hepsi insana hizmet için yaratılmıştır. Maddî kaynakları uygun bir şekilde kullanarak maddî kürenin sınırlarının ötesindeki ilâhî dünyaya ve hatta kozmik uzaya nasıl gireceğini göstermektedir. F. Schuon, "cennet bizim içimizdeki ve eşyanın tabiatındakİ Özdedir", derken aynı Hakikat'e işaret etmektedir. Dolayısıyla tabiî kanuna itaat bizim en büyük mutluluğumuzdur; diğer yandan, ona muhalefet ise bizi kendi ferdiyetçiliğimizin "çıkmaz sokağına" götürür. İslâm'ın öğrettiği ve Kur'ân'in söylediği budur. İnsan, kendi kabiatıyla uyum içinde olan Allah'ın tabiat kanununu takip ederek gerçek sulh ve saadete ulaşabilir. "Bunlar, iman edip kalpleri Allah'ın zikriyle huzur bulan kimselerdir. Haberiniz olsun ki, kalpler sadece Allah'ın zikriyle huzur bulurlar." (13: 28). Bundan daha asil bir gaye var mıdır? Bundan daha büyük bir asalet var mıdır? İnsana, maddî kaynakların kullanılması yoluyla göklerin hâkimiyeti teklif ediliyor. Hangi akıllı insan bu asil daveti redededir? Hiç şüphe yok, kaybedecek olanlar, hayatlarını tamamen bedenlerinin zevki için geçirenler ve kâinatın maddî yapısının ötesini göremeyenlerdir. Bir kör gibi boş arzularının peşinde koşar, kendilerine sunulan şeref ve asaleti reddederler. Hayatlarında mükemmelliğe ulaşmaları için kendilerine sunulan fırsatı iterek, aşağı bir seviyede kalmayı tercih ederler. Kainatın fizikî sınırlarının ötesindeki dünyaya ararnak için kapasitelerini ve güçlerini kullanılazlar. Kendilerine gösterilen gaye için maddî yeteneklerini kullanmayarak, kullan-jjjarı maddî gereç ve kaynaklar gibi kendilerini sağır ve dilsizleştirir ve maddî dünya-n sınırları içinde hapsederler. Kur'ân, bu İsanların durumuna şu ifadelerle değinmektedir: "Kim Beni anmaktan veya Kur'ân'dan viiz çevirirse, onun İçin sıkıntılı bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak hasredeceğiz. O, 'ey Rabb'im' der, 'neden beni kör olarak hasrettin, oysa ben gören biri idim?' Allah ona: 'Bak, neden: Ayetlerimiz sana geldi, ama sen onları unuttun; bugün de sen, unutulup terkedilmiş olacaksın!' diyecektir. İşte, kötülükte sınırı aşanları ve Rab-binin âyetlerini yalanlayanları böyle cezalandıracağız. Muhakkak ki, âhiret azabı daha şiddetli, daha kalıcıdır." (20: 124-127). Bakara sûresi'nâe de şu ifadeler yer almaktadır: "O İnkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayarak haykıran hayvanın durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden hiçbir şey anlamazlar." (2: 171). Bu insanlar, cansız yaratıklardan daha aşağıdırlar; düşünmeleri ve anlamaları için onlara yetenek ve kudret verilmişken, diğerlerinin bu gücü yoktur: "Sonra bunun ardından yine kalbleriniz katılaştı; şimdi onlar, taş gibi, hattâ daha da katıdır. Çünkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkırır; öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki, Allah korkusundan aşağı düşer." (2: 74). Hakikaten bu tür insanlar, bilimde, teknolojide veya kamu yönetiminde ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, beşer olma seviyesinin altındadırlar; uzaya gitmiş, oraya roket ve uydu göndermiş olabilirler; fakat insan olma seviyesine yükselememişlerdir, hatta hayvanlardan daha aşağı bir konumdadırlar: "Andol-sun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; ku- lakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hattâ daha da sapık... Ve işte gafiller onlardır!" (7: 179). Hayatlarını koyun sürüsü gibi yiyerek, İçerek ve adeta otlayarak geçirirler. Kâinattaki fizikî tezahürün altında yatan hârikalar üzerinde akletme, düşünme ve inceleme özgürlüğüne asla yükselmezler. Gerçek şudur ki, ne görür ne de anlamak için çaba harcarlar; hakikat konusunda tamamen kör ve cahildir; hayatın maddî yönünün ötesini görmek, kâinatın ve onun yaratıcısının ezeliyetinin gerçek boyutunu anlamak için potansiyel yeteneklerini kullanamazlar. Câhil İnsanların bu tavrı, Dar-win'in evrim teorisi tarafından desteklenmektedir. Dr. S. H. Nasr'ın belirttiği gibi, bu teori insana, hiçbir yüksek gayeye değinmeden herşeyi en aşağı seviyede açıklaması için bir formül vermiştir, dolayısıyla bütün bilgiyi materiyalizme indirgemektedir. (Islamic Science). Kâinatın sürekli meydan okumasına ve Kur'ân'ın, varlıklar âleminin sırlarına ermede kendi fıtratını takip etmeye açıkça davet etmesine rağmen, dar ve aşağı hayatından memnun, maddî zihniyete sahip insanların varlığı şaşırtıcıdır. Görünen o ki, bu tür insanlar hayatın günlük akışına kendilerini oldukça kaptırmış ve fizikî dünyaya hükmeden birlik prensibi üzerinde düşünmeye vakit bulamamaktadırlar. Bu durum onu, kâinatın birliği vasıtasıyla yaratıcının birliğini görmeye davet eden birlik ilkesi hakikati karşısında tamamen kör olmaya sevketmektedir; çünkü anlayış ancak düşünmek için vakit harcamakla gelir. Sonuç olarak bu insanlar, bütün hayatlarını fizik bilimlerinin ve madde âleminin incelenmesine harcamakta ve tabiat güçlerinin ötesindeki Hakikati görememektedirler: "Fakat onların çoğu bilmezler. Onlar, sâdece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise onlar tamamen gafildirler." (30: 6-7). |