Konu Başlığı: Andlaşmalara Uymak Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Temmuz 2012, 14:09:19 Andlaşmalara Uymak Ve Başkalarıyla İyi İlişkileri Korumak İnsan hayatı, karşılıklı yükümlülükler yerine getirilmediği zaman yozlaşmaya ve bozulmaya eğilimlidir. Herkes payına düşenden daha fazlasını almaya çalışırsa, toplumdaki zayıflar acı çekecektir. Bu sebeple İslâm, mensuplarına her türlü mükellefiyetlerini yerine getirmelerini emreder. Tevbe sûresinde: "Ancak andlaşma yaptığınız müşriklerden, (şartlara tam riâyet eden ve andlaşma şartlarından) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanların andlaşmalarını, kendilerine tanıdığınız süreye kadar tamamlayın. Çünkü Allah (azabından) korunanları sever." (9: 4) buyrulur. Böylece, bir müslümanın diğer insanlarla yaptığı andlaşmalara uyması ve kesinlikle ilk bozan taraf olmaması gerekir. Bu takva sahibi insanların davranışıdır ve Allah muttakîleri severken, bir müslümandan daha muttaki kim olabilir? Bununla beraber diğer taraf anlaşmanın herhangi bir hükmünü çiğnerse, müslümanlar andlaşmayı bozma hakkına sahiptir. En'âm sûresinde şöyle denilmektedir: "... Allah'ın ahdini yerine getirin..." (6: 152). Âyette yer alan "Allah'ın ahdi" ifadesi üç değişik andlaşmayı kapsar. İlki, insanın Allah ile yaptığı kutsal anlaşma; ikincisi, insanın Allah adına bir başkasıyla yaptığı dönülmez sözleşme ve; üçüncüsü ise, insanın doğusuyla yürürlüğe giren tabiî bağlantılardır. Bunların ilk ikisi niyete ve seçime bağlıyken, üçüncüsü ahlâkî bir zarurettir. Üçüncü tür bağlantıda insan tercih hakkına sahip değilse de, en az ilk ikisi kadar bağlayıcıdır ve bu anlaşmaya onlar kadar değer verilmelidir. Çünkü, Allah insana olağanüstü fizikî ve zihnî özelliklerle dolu bir meleke vermiş, yeryüzünü onun yerleşimine uygun olarak donatmış, ona rızık ve sayısız kaynaklar sağlamıştır. Bütün bunlar tabiî olarak insan üzerinde Allah adına bazı haklar doğurur. Aynı şekilde, onu doğuran ve besleyen annesine, yetiştiren babasına, çeşitli imkânlar ve fırsatlar tanıyan topluma karşı bir takım görevleri vardır. Belirli yapılarıyla bu görevler değişik derecelerde insanın mükellefiyetlerini oluşturur. İnsanın Allah ile ve toplum ile olan bu "ahd"inin herhangi bir kitapta yazılı olmadığı bir gerçekse de, varlığını borçlu olduğu bu "ahid", vücudunun her uzvunda ve her zerresinde fıtrî olarak yer etmiştir. (The Meaning of the Qur'an, c. m, sh. 171). Bu andlaşmaya Bakara sûresinde şu sözlerle işaret edilir: "Onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar, Allah'ın, birleştirilmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte ziyana uğrayanlar onlardır." (2: 27). Bu kısa âyet mâna bakımından öylesine geniştir ki, iki insan arasındaki ilişkiden, uluslararası ilişkilere kadar bütün ahlâkî durumları İhtiva eder. Âyete göre, Allah'ın tesisini emrettiği ilişkilerin bozulması kaos ve düzensizliğe neden olur, çünkü, insanları Allah'a ve birbirlerine bağlayabilecek, yalnızca bu ilişkilerdir. "İlişkileri kesmek" aynı zamanda "onları kötüye kullanmak" mânasına da gelir, zira bu bağlar doğru bir şekilde gözetilmediği sürece aynı sonuçlar ortaya çıkar. Bu sebeple Kur'ân sadece bu bağların koparılmasını değil, dünyada karışıklık, kaos ve düzensizliğe neden olduğu için suistimalini de yasaklar. Sonuçta, insanla Allah, insanla insan arasındaki ilişkileri bozan, böylelikle yeryüzünde bozgunculuk yapan kimseler, bu âyette fâsıklar olarak isimlendirilir. Hz. Peygamber , İnsan hayatının bu yönüne büyük dikkat gösterdi. O, insanlar arasındaki menfî ilişkilerin sebep olabileceği kötü sonuçların tam olarak bilincindeydi; bu sebeple, takipçilerine aralarında iyiliği muhafaza etmelerini emretmiştir. Şöyle buyurur: "Birbirinizle kötü ilişkilerden sakının. Çünkü onlar mutsuzluk veren şeylerdir." (Tirmizi). Yine, şöyle buyurur: "Zarara sebebiyet veren kimseye, Allah zarar verecek; düşmanca davranışlarda bulunana^ Allah düşmanca davranacaktır." (İbni Mâce ve Tirmizî). Hz. Ebu Bekir'in rivayetine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Bir mü'mine zarar veren veya ona karşı hilekârlık yapan lanetlenmiştir." (Tirmizî). Ebû Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "İyi (niyet) düşünceler beslemek, hakiki ibadettin bir cüz'üdür." (Ahmed ve Ebû Dâvud). Yine Rasûlullah : "Akrabalık bağlarını koparan cennete giremez." buyurmuştur. (Buhari ve Müslim). îbni Amr ise Rasûlullah'dan şöyle rivayet etmiştir: "Akrabaya hakiki bağlılık (sıla-i rahim) gösteren, kendisinden akrabalık sıla ve ihsanı kesildiği halde, sıla ve ihsanda bulunan kimsedir." (Buharî). Ebû Hureyre'den rivayete göre, Rasûlullah şöyle demiştir: "Rahm (adı ki, karın yakınlığı, hısımlıktır) rahman isminden alınmıştır. Bu rahim yakınlığı sık ağaçların birbirine sarılmış kökleri gibidir. Allahu Teâlâ buyurdu ki: 'Ey rahm karabeti (yakınlığı)! Her kim sana bağlı bulunur (sıla-i rahm ederse), ben de ona rahmetimi erdiririm, kim ki sana münâsebetini keserse, ben de ona rahmetimi keserim.' " (Buharî). Yine Rasûlullah şöyle demiştir: "Allah'ın rahmeti, içlerinde akrabalık bağlarını kesmiş bulunan bir kişinin bulunduğu topluluğa inmez." (Beyhaki). Ebû Bekir, Rasûlullah'dan şöyle rivayet etmiştir: "Zulüm ve akrabalık bağlarım kesmek kadar, bu dünyada Allah'ın cezalandırmasını hak etmiş bir başka günah yoktur." (Tirmizî ve Ebû Dâvud). "Akrabalık ilişkilerini gözetme" tam olarak "andlaşmaların yerine getirilmesi" başlığı altına girmezse de, aynı tür ilişkiler sayılır. Zira bu da, anlaşmaların gayesi olan beşerî münasebetlerin sağlamlaştırılmasıyla ilgilidir. Bir toplum, bu şekildeki kan bağı, arkadaşlık veya andlaşmalarla oluşturulmuş ilişkilerle düzenli olarak işlevini sürdürür, kültür ve medeniyetini zenginleştirir. Bu ilişkilerdeki herhangi bir kopukluk, toplumun bütünlük, birlik ve beraberliğini ters yönde etkileyecek, sonuçta kültür ve medeniyetin gelişimi dumura uğrayacaktır. Bu sebeple îslâm, akrabalık bağlarına olduğu kadar, çeşitli şekillerde yapılmış andlaşmaların korunmasına da özen göstermiştir. Yükümlülüklerini yerine getirmeyen veya aksatanlar ağır bir şekilde azarlanmış ve âhiretteki cezalara dikkatleri çekilmiştir. Kur'ân böyle insanları şu ifadelerle kınamaktadır: "Demek işbaşına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapmanız, akrabalık bağlarını koparmanız sizden umulur değil mi? Onlar, Öyle kimselerdir ki, Allah onları lanetleyip sağır yapmış, gözlerini kör etmiştir." (47: 22-23). Bu âyet, İslâm'da ilişkilerin kesilmesinin açıkça yasaklandığını gösterir. İslâm, ilişkilerin kurulması için müsbet adımlar atılmasını teklif eder ve insanlara özellikle de akrabalara iyilik yapılmasını ve şefkat gösterilmesini öğütler. Bakara sûresi, sadece ibadetlerin dış şekillerinin gözetilmesinin fazilet olmadığı, gerçek faziletin Allah'a inancın pratikteki uygulamaları olduğu hususunda mü'minleri uyarır: "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman etti; Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarım yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır. (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır." (2:177). Nisa sûresinde şunları görebiliriz: "(Miras düşmeyen) akrabalar, öksüzler, yoksullar da (miras) taksim(in)de hazır bulunursa bir şeyler vererek onları da ondan nzıklandı-nn (gönüllerini hoş edin) ve onlara güzel söz söyleyin." (4: 8). Nahl sûresinden de şu âyeti okuyabiliriz: "Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder, fahşa (edepsizlikten)dan, münker(fenalık)den ve bağy(azgınlık)den meneder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir." (16: 90). Bu âyette, Allah, dengeli ve sağlıklı bir toplumun dayanağı olan çok önemli üç hususu emreder. Bunlardan birincisi, iki boyutu olan adalettir. Bu tip andlaşmalar, herkesin sınırlama olmaksızın gerçek haklarına sahip olmasını mümkün kılar. Bununla birlikte, adalet, herkese eşit haklar verilmesi anlamına gelmez. Zaten bu tamamıyla gayri tabiîdir. Gerçekte adalet, hakların hakkaniyete ve insaf ölçülerine uygun olarak dağıtılmasıdır ki, kimi durumlarda eşitlik anlamına da gelebilir. Meselâ, bütün vatandaşlar vatandaşlık haklan bakımından eşit olmalıdırlar, fakat öyle durumlar vardır ki, eşitlik, adaletsizlik olabilecektir. Örnek vermek gerekirse, ana baba ile çocukları arasında toplumsal konum ve haklar bakımından eşitlik olması açık bir yanlışlıktır. Bunun gibi, daha önemli işler yapanlarla, ikinci derecede önem taşıyan hizmetleri yerine getirenler ücret ve statü bakımından eşit olamazlar. Allah'ın emri bir kişinin hakkıyla kazandığı ahlakî, sosyal, ekonomik, kanunî veya siyasî her türlü hakkının dürüstçe kişiye verilmesini gerektirir. Emredilen ikinci husus, iyi, cömert, müsamahalı, affedici, nazik, yardımsever olmak, bencil olmamak anlamlarına gelen ihsanda. Toplumsal hayatta, bu, adaletten de önemlidir, zira adalet sağlıklı bir toplumun esası iken, ihsan, onun mükemmelleştirilmiş halidir. Bir taraftan adalet toplumu hakların çiğnenmesi ve zulümden korurken, diğer yandan ihsan, hayatı zevkli, hoş ve yaşanmaya değer kılar. Herkesin kendi isteklerinin yerine getirilmesinde inatlaşması o toplumun gelişmesi önünde açık bir engeldir. En iyimser bakışla böyle bir toplum ihtilaflardan uzak olabilir; ancak bu toplumda yaşama zevkini geliştiren ve yüce değerlerin oluşmasını sağlayan sevgi, samimiyet, mürüvvet, cömertlik, fedakârlık, sempati ve diğer insanî nitelikler bulunmaz. Allah'ın emrettiği üçüncü husus, gerçekte ihsanın özel bir şekli olan akrabalara iyi muamele etmektir. Bu, sadece, kişinin akrabalarına iyi davranması, onların üzüntü ve sevinçlerini paylaşıp, meşru sınırlan içerisinde yardımcı olması mânasına gelmez. Aynı zamanda kişinin sahip olduğu imkânlar Ölçüsünde zenginliğini akrabalarının ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmasıdır. Âyet, gerekli imkânlara sahip herkesin, sahip oldukları şeylerde kendisinin ve ailesinin haklarıyla beraber akrabalarının da belirli bir pay sahibi olduklarını kabul etmelerini emreder. İlâhî kanun bir ailedeki hâli vakti yerinde olan kişiyi, bütün hısım akrabanın ihtiyaçlarını yerine getirmekten sorumlu tutar. Refah ve saadet içinde yaşayan bir kimsenin, hısım akrabasının muhtaç ve sıkıntı içinde bulunması, İlâhî kanunda büyük bir günah sayılır. O toplumun en önemli unsuru olarak aileyi görürken, ihtiyaç sahibi kimselerin haklarını önce zenginlere sonra da diğer insanlara yükler. Tıpkı bunun gibi, ailenin zengin fertlerinin ilk vazifesi yakın akrabalarının ihtiyaçlarmı karşılamak, sonra da başkalarıyla ilgilenmektir. Bu konuyu Rasûlullah, birçok hadîsinde belirtmiştir. Buna göre bir insan akrabalık derecelerini gözönünde bulundurarak, ana babasına, hanımına, çocuklarına, erkek ve kızkardeşleriyle diğer akrabalarına karşı sorumludur. Buna dayanarak, Halife Ömer, kardeş çocuklarını yetim(ler)in bakımından sorumlu tutmuştur. Bir diğer yetim olayında da birinci dereceden yakını olmadığı için uzak akrabalarını yetime bakmakla görevlendirmiştir. Her bir kişinin ihtiyaç sahibi yakınlarını bu şekilde desteklediği toplumun bu mutlu halini düşünelim... Hiç şüphesiz bu toplum ekonomik, sosyal ve ahlâkî açıdan zirvede olacaktır.The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh: 92-93). Bu, İslâm'ın âdil ve hakkaniyetli bir toplum kurmaya çalıştığının bir göstergesidir ve bunda hiçbir tereddüt yoktur. Bu toplumda insanların haklan, istekleri ve anlaşmalan yalnızca adalet ve insafla değil, bunlara ek olarak yardımseverlik, cömertlik ve merhametle de yerine getirilir. Başkalannın haklarını gözetenler sadece adalet yapmakla kalmayıp, iyi niyetli olmalı, yalnızca Allah'ın nzasını gözetmelidirler. Andlaşmalannın gereklerini merhamet ve âlicenaplıkla yerine getirmeli, Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmek için meşru haklanndan dahi feragat edebilmelidirler. Bu tavır, beşerî ilişkileri sevİmlileştirir, mutlu ve olgun bir toplumu tesis eder. Öyle ki, bu toplumda kültür ve medeniyet sağlıklı bir biçimde gelişir, güzel sanatlar, edebiyat ve ilim ilerler. İnsanlara bu tavrı (ihsan) kabul ettirebilmek için Kur'ân, şu sözleri beyan eder: "İyi davrananlara, daima daha iyisi ve üstünü verilir. Onların yüzlerine ne bir karalık, ne de zillet bulaşır. İşte onlar cennetliklerdir, orada temelli kalırlar." (10: 26). O, Allah'ın, yaptıgı güzel bir davranışı, onların lâyık olduklarından daha fazlasıyla mükâfatlandıracağı konusunda insanlara teminat verir. Nemi sûresinde şunları okuruz: "Kim bir iyilik getirirse, ona daha iyisi verilir. Onlar o günün korkusundan güvendedirler." (27: 89). Rahman sûresinin şu âyeti, bu tür insanların mükâfatlarının yapısmı ve büyüklüğünü geniş boyutlarıyla açıklar. Öyle ki, bunlar, insanın gerçek mükâfatının genişliği konusunda az,çok fikir verebilir: "İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?" (55: 60). Bu âyet, iyiliğin, faziletin ve cömertliğin semeresinin açıklanmasında kullanılan sembollerin bir çeşit özetidir. Sembolizm karşılaştırmalı terimlere, yani sübjektif mutluluk fikirlerine başvuruyu zaruri kılar, oysa tam bir açıklama ancak soyut terimlerle yapılabilir. (A. Yusuf, The Holy Qur'an, sh. 1480, not: 5212). Kısaca, âyet, güzel ameller işleyenlere (muhsinûn) cömert bir mükâfat ve hakettiklerinden daha da fazla bir karşılığı garanti eder. Bu ihsanların daima en üst düzeyde, toplum menfaatleri için çalışmalarını teşvik eden bir nevi itici güçtür. Böylece herkes huzur ve emniyet içerisinde yaşayabilir. Toplumu sarsabilecek mücadele ve yozlaşma tehlikelerinden korur. Yardımseverlik vasfı, beşerî münasebetlerin daha geniş bir alana yayılmasına yardım eder, iyilik ve fazilette diğer bütün insanlarla İşbirliği yapmanın pratikteki formunu oluşturur: ".... iyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlasın, günah işlemek ve aşın gitmekte yardımlaşmayın..." (5: 2). Bu, karşılıklı andlaşma ve ittifaklara saygı gösteren bir dünya meydana getirmek için, uluslararası düzeyde herkesin birbiriyle işbirliği yapıp, yardımlaşmasını sağlar. Kur'ân beşerî münasebetlerin bu özelliğine şu sözlerle işaret eder: "Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah'ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir." (16: 91). Edilen her yemin, yapılan her anlaşma gerçekte Allah'ın önünde verilmiş sözlerdir. İster müslüman fertler arasında, isterse İslâm toplumuyla diğerleri arasında yapılmış olsun; inançla gözetilip, saygı gösterilmelidir. Bunun yanında her bir müslüman, imanının bir ifadesi olarak Allah ile anlaşma yapar, ve bu ifadeyi tekrar ettikçe anlaşmayı her zaman pekiştirirler. Dolayısıyla hem ferden hem de müşterek olarak, diğer insanlarla yaptığımız bütün anlaşmalara uymak, imanımızın gereği bir görevdir. Bu, îslâmî inancımızla Allah'a borçlandığımız bir yükümlülüktür. Müslümanlann, diğer insanlarla ilişkilerinde, âyetin gerektirdiği görevleri yerine getirmeleri bir dünya toplumu kurulmasına işarettir. Bu, Kur'ân ve sünnette, yeminlerin ve sözlerin yerine getirilmesine, bunlara uymayanların kınanması hususuna gösterilen büyük titizliğin sebebidir: "Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri bozarak, ipliğini iyice eğİrip katladıktan sonra bozan kadın gibi olmayın. Allah onunla sizi dener. And olsun ki, ayrılığa düştüğünüz şeyleri, size kıyamet günü açıklar." (16: 92). Burada Allah'ın, insanları, anlaşmaları bozmamaları konusunda uyardığına dikkat edilmelidir. Zira bu tip davranışlar dinyayı karışıklığa sürükleyen çok kötü davranışlardır. Nasıl ki liderler bile, siyasî, ekonomik ve dinî anlaşmazlıklarda kendi cemaat veya topluluklarını öne geçirmek için, anlaşmalara uymamayı büyük bir hüner kabul etmektedirler ki, bu sadece acınacak bir olaydır. Bir ülkenin lideri, bir seferinde kendi halkının çıkarları doğrultusunda başka bir ülke ile anlaşma yapar, fakat bir başka zaman, yine aynı lider halkının çıkarları için, aynı anlaşmayı alenen veya gizlice ihlâl edebiliyor. Özel hayatlarında dürüst de olsalar, bu insanların yaptıkları böylesi ihlâller bir tezattır. Bunun yamsıra ne yazık ki, halk da onların bu davranışını kınamaz, hatta bu esef verici hileli diplomasi oyunları sebebiyle onları Över. Bu nedenle Allah, bu tür anlaşmalardan hepsinin, anlaşmaya girenler ve onların halkı için birer imtihan konusu olduğunu bildirmektedir. Onlar bu şekilde, yani anlaşmayı bozarak halklanna görünüşte bir takım üstünlükler sağlayabilirler, fakat, Hesap gününde bunun sonuçlarından kaçamazlar. (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 96). Böylelikle, bu, insanlann başkalanyla yaptık-lan anlaşma ve sözleşmeleri herhangi bir itiraza dayanarak bozmamaları ve ihlâl etmemeleri; tartışma ve ayrılıklarını ileri sürerek yükümlülüklerinden dönmemeleri konusunda ikaz eder. Onlar haklı, diğer taraf tamamıyla haksız bile olsa, anlaşmalara uymama, asılsız propaganda yapma veya diğer haksız ve hileli araçları kullanarak taahhütlerinden kaçmayı mümkün kılabilecek hiçbir meşru veya ahlâkî gerekçeleri yoktur. Sonuçta, İslâm, kişiler ve ülkeler arasında barışı korumak için mümkün mertebe bütün tedbirleri almıştır. Böylece, herkes, sözleşmedeki yükümlülüklerine saygı gösterir, beşerî ilişkilerin pekiştirilmesine, dengeli ve âdil olmasına yardımcı olur. Bu şekilde, bir dünya toplumunun kurulması hedeflenir. İsrâ sûresinde yer alan âyette bu yükümlülükler üzerinde ısrarla durulur: "...Ahdi de yerine getirin, çünkü (insana) ahd(in) den sorulacaktır." (17: 34). "Ahidlerin yerine getirilmesi" hususu, yalnızca kişiler için ahlâkî bir öğüt mahiyetinde anlaşılamaz, fakat islâm toplumunun ve devletinin hem iç hem de dış ilişkilerinde tavrını belirleyen yol gösterici bir prensiptir. İslâm toplumu bütün yükümlülüklerini gözetmek ve başkalarıyla yaptığı anlaşmalara uymak mecburiyetindedir. Bu, insanlar ve milletlerin iyi ilişkisi için zaruri ve fevkalâde önemli bir unsurdur. Rasûlullah onun önemini belirtmiş; her şartta müslümanların sözlerini tutup, sözleşme ve anlaşmalara uymalarını ve kesinlikle onları ilk bozan taraf olmamalarını emretmiştir. Bu konuda, Rasûlullah'in asıl yardımı İnsanların problemlerini çözmede bu prensibi ortaya koyuş ve uygulayış tarzında görülür. O'nun öğretisi pasif ve âdeta kitap sayfalarında kalan bir fantazi değildir; tersine, güçlü, pekişmiş ve dayanıklı pratik bir düzenin uygulamasıdır. Ve insanların hayatta karşılaştıkları zorlukları çözmede, çok etkili ve başarılı olmuştur. Rasûlullah öncelikle, insanlar için ahlâkî, ruhî ve uygulamadaki değerini belirterek, sözleşme hükümlerine uyma prensibini ikna edici bir tarzda ortaya koydu. Sonra da bizzat kendisinin örnekliği ve uygulamasıyla, bu prensibin gerçek hayattaki problemlere tatbikini gösterdi. Kur'ân: Mâide sûresinde yer alan âyette, müslümanların sözlerini ve sözleşme hükümlerini yerine getirmeleri şu sözlerle emredilir: "Ey iman edenler! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin..." (5: 1). Arapça'da ukûd (akitler) birçok anlama gelir, îlkin, ruhî yapımız ve Allah ile ilişkilerimizden doğan ilâhî mükellefiyetler vardır. Allah bizi bilgi ve basiret yetenekleriyle yaratmış, bunların yanında, onu, bizim ruhî hayatımız için ilâhî İşaretlerle donatmıştır; dahası, Allah ferdî ve toplumsal hayatımızda yol göstericiler olarak bizler için Elçiler de göndermiştir. Bütün bunlara karşılık, bizlere de yapılması zorunlu olan bir takım görevler yüklenmiştir. Ancak dünyevî hayatımızda da, sözle veya zımnen karşılıklı yükümlülükleri taahhüt ederiz. Bir söz veririz, ticarî veya sosyal anlaşmaya gireriz, evlilik akdi yaparız. Bütün bu ilişkilerimizde yükümlülüklerimizi sadakatle yerine getirmek mecburiyetindeyiz. Cemaatimiz veya devletimiz bir anlaşma yaptığında, bunların mensubu olan her bir insan, güçleri yettiğince yükümlülüklerin tam anlamıyla yerine getirilmesini sağlamakla görevlidir. Ev sahibiyle misafir veya yolcu, işçi ile işveren vs. arasındaki ilişkilerin yapısında zımnî olarak kabul edilmiş ve her inanç sahibinin vicdanen yapması gereken kimi görevler de vardır. Bütün bu andlaşma ve yükümlülükler birbiriyle ilişkilidir. Hayattaki bütün İlişkilerde, dürüstlük ve sadakat, dinin ayrılmaz parçalandır. (A. Yusuf Ali, The Hoiy Qur'an, sh. 238). Yukarıdaki âyeti tefsir eden Abdullah b. Ab-bas, âyette geçen akidlerin, neyin helâl, neyin haram olduğunu gösteren emirleri konusunda Allah'ın kullarıyla yaptığı anlaşmaya işaret ettiğini söyler. Bazıları ise, insanların aralarında yaptıkları evlilik, alım-satım gibi sözleşmeleri gösterdiğini söyler. Bu görüş, mü-fessirler arasında îbni Zeyd ve Zeyd b. Eşlem tarafından desteklenir. Mücâhid, Rebî ve Katâde, buradaki akidlerin, cahiliyye devri boyunca yapılmış anlaşmaları ihtiva ettiği görüşündedirler. Bununla birlikte ukûd kelimesi normal olarak insanlar ve devletler arasında yapılmış tüm sözleşme ve anlaşma çeşitlerini kapsar. Râğıp el-îsfahânî bu görüşü kabul eder. (Ma'arif al-Qur' an, c. III, s.h 12). Verilen sözleri tutmamak ve anlaşmaları bozmak büyük günahlardandır. Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Sözlerini (veya sözleşmelerini) yerine getirmeyenleri rezil etmek için Hesap günü arkalarına bir işaret konulacaktır." Sözleri ve ahidleri yerine getirmenin Önemi aşağıdaki hadiste gösterilir. Abdullah b. Amr şöyle der: "Bir gün Allah'ın Rasûlü bizim evde oturuyor iken, annem beni 'buraya gel, sana bir şey vereceğim' diyerek yanına çağırdı. Rasûlullah anneme, ne vereceğini sorduğunda, annem, 'biraz hurma' cevabını verdi. O zaman Rasûlullah: 'Eğer ona bir şey verilmeyecek olursa, bu yalan sana karşı yazılacaktır.' dedi." (EM Dâvud, Bey-haki). Rasûlullah, bu tür yükümlülüklerini yerine getirme hususunda asaletinden önce dahi katı ve tavizsiz idi. Abdullah b. Ebî'l-Hamza'dan şöyle rivayet edilir: "Rasûlullah ile peygamberlik verilmezden önce bir alış verişte anlaşmıştık. O'na bir miktar borcum kalmıştı. Borcumu falan gün getireceğime söz verdim, ama sonra unuttum. Üç gün sonra hatırlayıp, o yere gittiğimde, Rasûlullah'i orada buldum. Bana: 'Bre delikanlı, beni meşakkate soktun. Üç gündür burada seni bekliyorum.' dedi." (Ebû Davud). Düşmanla yapılan anlaşma ve sözleşmelere dahi riayet edilmeli, onları ilk ihlâl eden olunmamalıdır. Fakat bu siyaset, sözlerini ve anlaşmalarını tutmayan, aksine durumda ve kendi çıkarlarına uygun bir zamanda bazan kâfirlere karşı izlenmeyebilir. Müslümanlara, işlerini, şu sözlere binaen düzenlemeleri Öğütlenir: "Müşriklerin, Allah'ın yanında ve Rasûlünün yanında nasıl andlaşması olabilir? Ancak Mescid-i Harâm'da andlaştıklarınız hâriç. Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın, çünkü Allah, (günahlardan) korunanları sever." (9: 7). Allah, taahhütlerini yerine getirmeyen kimseleri şu sözlerle uyarır: "Ama Allah'a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın bitiştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lanet onlara, (dünya) yurdun(un) kötü sonucu onlaradır!" (13: 25). Bu âyet şu duruma işaret ediyor: Beşerî ilişkilerden, aile yakınlıklarından, yetime ve yoksula karşı sorumluluktan, komşuların karşılıklı hak ve görevlerinden doğan bütün bağlara ek olarak tüm İslâm kardeşleri arasında varolması gereken manevî ve amelî bağlar da vardır. (8:75). er-Râzî'ye göre, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği sözü, insanın bütün canlılara şefkat ve merhametle davranmasını gerektiren ahlâkî vazifeler anlamına gelir. Ra'd sûresinde ayrıca şu ifadeleri görürüz: "Şimdi Rabb'inden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (bunu kabul etmeyen) kör gibi olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alır. Onlar ki, Allah'ın ahdini yerine getirirler ve andlaşmayı bozmazlar." (13:19-20). Kur'ân'ın bu âyetine göre, anlaşmalarına sâdık olan, sosyal ve medenî ilişkilerini yerine getirenler, gerçek anlamda akıllı kimselerdir. Ancak bu ilişkiler, doğruya ve insanların ortak doğru davranışlarına ulaştıncı olmalıdır. (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV, s. 201). Bununla birlikte, Allah insanlara karşı çok müşfiktir. Rastgele yeminlerinden ötürü insanları sorgulamayacak, ancak, bile bile, düşünerek ettikleri yeminlerden dolayı hesap soracaktır. Bu tür yeminlerini bozduklarında, günahı gidermek için kefaret vermek zorunda kalacaklardır. Bu şöyle açıklanır: "Allah sizi, yeminlerinizdeki lâğvden (kasıtlı olarak yaptığınız yeminlerden) ötürü sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar... İşte yemin ettiğiniz zaman, yeminleriniz(i bozman)ın cezası budur. Yeminlerinizi koruyun..." (5: 89). Rasûlullah, devlet işlerinde olduğu gibi hususi hayatında da verdiği sözlere, herhangi bir kimseden daha fazla bağlıydı. Şahsî, sosyal, iktisadî ve siyasî ilişkilerini dostluk ve kardeşlik esasına dayandırarak, mükemmel bir örnek olmuştu. Rasûlullah daima sözüne sâdık kalmış, peygamberlik görevinden önce dahi sözlerini titizlikle yerine getirmiştir. O kadar doğru sözlü ve güvenilirdi ki, Mekke halkı her türlü değerli eşyalarını O'nun yanında korur, O'nu el-Emîn ve es-Sâdık diye çağırırdı. Her çeşit meşru işlerinde, bütün müslümanlann sözlerini tutmalarını, diğer insanlarla yaptıkları anlaşma, sözleşme ve taahhütlerini yerine getirmelerini emretmiştir. O, anlaşma ve itimattan doğan yükümlülüklere uymayı, bir insanın sahip olabileceği en asil vasıflardan biri olarak kabul eder. Şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kıyamet gününde, bu dünyadaki ihanetine göre her hainin bir işareti olacaktır. En büyük hainlik, bir topluluğun reisinin yaptığı hainliktir ki, onun işareti kalçalarına konulacaktır." (Tirmizi). Sa'd, Rasûlullah'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her haslet mü'minde yaratılıştan vardır. Ancak hıyanet ve yalancılık müstesna." (Müsned-i Ahmed, Beyhaki). Allahu Teâlâ, Elçisi Muhammed, Medine'ye hicret etmesini emrettiğinde O, Ali'den Mekke'de kalmasını, kendi adına himayesine bırakılan bütün emanetleri sahiplerine iadesini isteyerek, ancak bundan sonra Medine'ye gelmesini söyler. Enes'in naklettiğine göre şöyle demiştir: "Size emanet bırakılanı koruyun, hainlik yapana da hainlik yapmayın." (Tirmizi, îbni Mâce) Yine şöyle buyurmuştur: "Dört şey sizinle olduğu sürece, bu dünyada size zarar verecek hiçbir şey yoktur: Emaneti korumak, konuşmada doğru sözlülük, davranışlarda güzellik, yiyecekte itidal." Enes'e göre, Rasûlullah şu sözleri söylemeden genellikle sahabeye bir şey anlatmazdı: "Kendisine güvenilmeyenin imanı, sözlerini tutmayanın dini yoktur." (Beyhaki). Yine, emniyeti kötüye kullanmanın günah oluşundan bahsederken şu kudsi hadîsi nak-letmiştir: "Kadir-i Mutlak Allah şöyle der: 'Ben, bir diğerine ihanet etmediği sürece iki ortağın arasında üçüncüsüyümdür. Fakat biri ihanet ederse, ikisinin arasından çekilirim." (Ebû Davud). Rasûlullah, bir kişinin kendisine verilen bir başkasının sırrını ifşa etmesini, emniyeti kötüye kullanma olarak kabul eder ve şunları söyler: "Bir kişi başkasıyla yaptığı konuşmayı korur, onu (sim muhafaza etmek için) dikkat ederse bu bir emanettir." (Tirmizi, Ebû Davud). Yine Rasûlullah, iki kişi arasındaki istişareyi, ifşa edilmemesi gereken karşılıklı emanet olarak görür. Ebû Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah: "Kendisiyle istişare edilen kimse güvencededir" buyurdu (EBû Davûd, Tirmizî). O'na göre, sır ve emanet bütün toplantı ve istişarelerin esasıdır, yalnız üç gaye bunların dışındadır: haksız yere kan akıtmak, gayri meşru olarak mahrem şeylerden yararlanmak ve meşru bir gerekçe olmaksızın başkasının malını almak. (M. Ali Khan, Muhammad îhe Final Messenger, sh. 332-334). Kur'ân ve Sünnet'in bu öğretileri ışığında, İslâm'ın ahlâkî, sosyal, hukukî ve siyasî sahalarında güvenilirliğin ve sözleşme yükümlülüklerinin değerini belirtmeye gerek yoktur. Bunlara Hz. Peygamber özel bir önem vermiştir. Zira, karşılıklı münasebetlerde kişiler, gruplar ve devletler arasındaki ilişkileri gerçekten koruma ve güçlendirmede bunlar son derece önemli rollere sahiptir. Ne zaman cihad için sefere çıkılacak olsa Rasûlullah ordu komutanlarına şunları öğütlerdi: "Allah'tan korkun, sizinle birlikte olan müslümanlara iyi davranın. Allah adına, O'nun yolunda, Allah'a iman etmeyenlere karşı savaşın. Mukaddes cihadı îfa edin. Yağma ve çapulculuk yapmayın, ahidlerinizi bozmayın, ölülerin cesetlerini parçalamayın, çocukları öldürmeyin." (Müslim). Hudeybiye anlaşmasında, şartlardan biri de şuydu: Mekkeli bir müşrik, müslüman olup Medine'ye gelirse, müslümanlar onu geri çevireceklerdi. Bu hususun müzakeresi sürerken ve barış andlaşması henüz imzalanma-mışken, (Kureyş adına andlaşmayı imzaya memur Süheyl'in oğlu) Ebû Cendel, Mekke'de hapsolunduğu yerden kaçarak ayakları zincirde seke seke gelmiş ve Hudeybiye'deki müslümanlara sığınmıştı. Süheyl, barış şartı olarak oğlunun kendisine verilmesini ister. Rasûlullah ise anlaşmanın henüz imzalanmadığını, onun için Ebû Cendel'i geri vermenin, bu şartın gereği olmadığım söyler. O ise bu şart olmaksızın anlaşmayı imzalamasının mümkün olmadığım ileri sürer. Rasûlullah, en azından Ebû Cendel'in bu anlaşmanın dışında tutulmasında ısrar ettiyse de Süheyl bu hususta hiçbir teklifi kesinlikle kabul etmez. Bu sırada Ebû Cendel yürekleri parçalarcası-na müslümanlara şöyle yalvarmaktaydı: "Ey Müslümanlar! Buraya bir müslüman olarak geldiğim hâlde, beni geri mi veriyorsunuz?" Bu sözler onları çok etkilese, âdeta gönüllerini yaksa da, Rasûlullah sözünü tutup, anlaşma şartını yerine getirir. Ebû Cendel'e de sabretmesini, Allah'tan ümidini kesmemesini ve yakında kendisine bir kurtuluş yolunun bahşedileceğini haber verir, (tbni İshak, Buharî). Rasûlullah Hudeybiye'den Medine'ye dönerken, Ebû Basîr (Utbe b. Esîd) onlara katılır. O da müslüman olup, Mekke'den kaçmıştır. Kureyş iki adamını, onu geri götürmek için gönderir. Rasûlullah'e anlaşmanın şartını hatırlatıp geri alırlar. Fakat Ebû Basîr, Mekke yolunda bir fırsatını bularak Kureyş'in iki elçisinden birini öldürür ve ellerinden kurtulmayı başarır. Diğeri Medine'ye gelerek Rasûlullah'a olanları anlatır. Aynı anda Ebû Basîr de Medine'ye ulaşmıştır ve Rasûlullah'in huzurunda şunları söyler: "Sen sözünü tuttun ve beni geri verdin; şimdi ise Allah beni onların elinden kurtarmıştır ve sen bundan sorumlu değilsin." Rasûlullah ise şöyle der: "Bu adam savaş ateşi gibi görünüyor." Ebu Basir, kendisine orada kaldığı takdirde tekrar teslim edileceğinin bildirilme-, si üzerine, Medine'den ayrılarak deniz tarafına gider ve sahile yakın bir mevkide yerleşir. (Buharî). İnsanlar genel olarak savaş zamanlarında anlaşmalara uymazlar, ferdî ahitlerine fazla değer vermezler ve istedikleri zaman bozarlar. Fakat islâm'ın nazarında, olaylarla ilgili ferdî ve toplu kararlar aynıdır ve bunları İlâhî kanun belirler. Kişilerin yürürlüğe koydukları anlaşmalar bile, savaş durumunda müslüman-lar tarafından korunurlar. Huzeyfe b. el-Yemân, düşmanların, onun savaşa katılmamasını şart koşmaları üzerine Bedir savaşında yer alamadığım anlatır. O ve Ebû Hasil birlikte giderlerken Kureyşliler tarafından yakalanırlar. Hz. Muhammed'e mi gittikleri sorulur, onlar ise olumsuz cevap vererek, sadece Medine'ye gittiklerini söylerler. O zaman .Kureyşliler onlardan savaşa katılmayacaklarına dair söz alarak serbest bırakırlar. Onlar da Rasûlullah'e gelerek savaşta görev almak istediklerini söylerler. Rasûlullah onlara şöyle cevap verir: "Medine'ye gitmelisiniz. Zira (savaş durumunda bile) kâfirlerle yaptığımız anlaşmaları (ve sözleri) tutmalıyız ve onlara karşı yalnızca Allah'tan yardım istemeliyiz." (İbni İshak, Müslim). Rasûlullah, kâfirler ve Yahudilerle çeşitli andlaşma ve sözleşmeler yaptı. Ancak hiçbir zaman bu andlaşmalann herhangi bir şartını ihlâl etmedi. Hudeybiye andlaşmasını bozanlar Kureyşlilerdi. Bunun gibi, Yahudiler Hz. Peygamber ile yaptıkları andlaşmaları fırsatını bulduklarında derhal bozdular. Benî Kay-nuka Yahudileri Bedir Savaşı sırasında, Benî Nadîr Uhud savaşında, Benî Kureyza da Hendek savaşında yaptıkları andlaşrnalara uymadılar. Fakat Rasûlullah hayatı boyunca herhangi bir kişi veya kabileyle yaptığı andlaşma ve sözlerine sonuna kadar sâdık kaldı. Takipçilerine daima, görevlerini dürüstçe yerine getirmelerinin ve sözlerine sâdık olmalarının gereğini belirtmiştir. Hatta, sözlerine sâdık olanların âkibetlerinin de hayırlı olacağını belirtmiştir. Şöyle der: "Mü'mİnin alâmeti üçtür: Konuştuğunda doğru söyler, söz verdiğinde tutar, emanet edildiğinde emaneti korur." Yine şöyle der: "Münafığın alâmetleri de üçtür: Konuştuğunda yalan konuşur, söz verdiğinde sözünü yerine getirmez ve emanete hıyanet eder." (Buhari ve Müslim). Sahih-i Müslim'de bu hadîsin, şu ilâvesi vardır: "Bu kişi namaz ve oruçlarını gözetmesine ve hatta kendisini müslüman olarak adlandırmasına rağmen, bu âdetleri sebebiyle münafıktır." Rasûlullah şunu da söylemiştir: "Söz vermek de, borcun bir çeşididir (ve bu nedenle ödenmelidir)." (Taberani) |