๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Temmuz 2012, 14:09:19



Konu Başlığı: Andlaşmalara Uymak
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 22 Temmuz 2012, 14:09:19
Andlaşmalara Uymak Ve Başkalarıyla İyi İlişkileri Korumak

İnsan hayatı, karşılıklı yükümlülükler yerine getirilmediği zaman yozlaşmaya ve bozulma­ya eğilimlidir. Herkes payına düşenden daha fazlasını almaya çalışırsa, toplumdaki zayıflar acı çekecektir. Bu sebeple İslâm, mensuplarına her türlü mükellefiyetlerini yerine getirme­lerini emreder. Tevbe sûresinde: "Ancak and­laşma yaptığınız müşriklerden, (şartlara tam riâyet eden ve andlaşma şartlarından) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanların andlaşmalarını, kendilerine tanıdığınız süreye kadar tamamla­yın. Çünkü Allah (azabından) korunanları se­ver." (9: 4) buyrulur. Böylece, bir müslümanın diğer insanlarla yaptığı andlaşmalara uy­ması ve kesinlikle ilk bozan taraf olmaması gerekir. Bu takva sahibi insanların davranışı­dır ve Allah muttakîleri severken, bir müslümandan daha muttaki kim olabilir? Bununla beraber diğer taraf anlaşmanın herhangi bir hükmünü çiğnerse, müslümanlar andlaşmayı bozma hakkına sahiptir. En'âm sûresinde şöyle denilmektedir: "... Allah'ın ahdini yeri­ne getirin..." (6: 152). Âyette yer alan "Al­lah'ın ahdi" ifadesi üç değişik andlaşmayı kapsar. İlki, insanın Allah ile yaptığı kutsal anlaşma; ikincisi, insanın Allah adına bir baş­kasıyla yaptığı dönülmez sözleşme ve; üçün­cüsü ise, insanın doğusuyla yürürlüğe giren tabiî bağlantılardır.

Bunların ilk ikisi niyete ve seçime bağlıyken, üçüncüsü ahlâkî bir zarurettir. Üçüncü tür bağlantıda insan tercih hakkına sahip değilse de, en az ilk ikisi kadar bağlayıcıdır ve bu an­laşmaya onlar kadar değer verilmelidir. Çün­kü, Allah insana olağanüstü fizikî ve zihnî özelliklerle dolu bir meleke vermiş, yeryüzü­nü onun yerleşimine uygun olarak donatmış, ona rızık ve sayısız kaynaklar sağlamıştır. Bütün bunlar tabiî olarak insan üzerinde Al­lah adına bazı haklar doğurur. Aynı şekilde, onu doğuran ve besleyen annesine, yetiştiren babasına, çeşitli imkânlar ve fırsatlar tanıyan topluma karşı bir takım görevleri vardır. Be­lirli yapılarıyla bu görevler değişik dereceler­de insanın mükellefiyetlerini oluşturur. İnsa­nın Allah ile ve toplum ile olan bu "ahd"inin herhangi bir kitapta yazılı olmadığı bir ger­çekse de, varlığını borçlu olduğu bu "ahid", vücudunun her uzvunda ve her zerresinde fıtrî olarak yer etmiştir. (The Meaning of the Qur'an, c. m, sh. 171).

Bu andlaşmaya Bakara sûresinde şu sözlerle işaret edilir: "Onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar, Allah'ın, birleştirilmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzün­de bozgunculuk yaparlar; işte ziyana uğra­yanlar onlardır." (2: 27). Bu kısa âyet mâna bakımından öylesine geniştir ki, iki insan ara­sındaki ilişkiden, uluslararası ilişkilere kadar bütün ahlâkî durumları İhtiva eder. Âyete gö­re, Allah'ın tesisini emrettiği ilişkilerin bozul­ması kaos ve düzensizliğe neden olur, çünkü, insanları Allah'a ve birbirlerine bağlayabile­cek, yalnızca bu ilişkilerdir. "İlişkileri kes­mek" aynı zamanda "onları kötüye kullan­mak" mânasına da gelir, zira bu bağlar doğru bir şekilde gözetilmediği sürece aynı sonuçlar ortaya çıkar. Bu sebeple Kur'ân sadece bu bağların koparılmasını değil, dünyada karı­şıklık, kaos ve düzensizliğe neden olduğu için suistimalini de yasaklar. Sonuçta, insanla Al­lah, insanla insan arasındaki ilişkileri bozan, böylelikle yeryüzünde bozgunculuk yapan kimseler, bu âyette fâsıklar olarak isimlendirilir.

Hz. Peygamber , İnsan hayatının bu yönüne büyük dikkat gösterdi. O, insanlar arasındaki menfî ilişkilerin sebep olabileceği kötü so­nuçların tam olarak bilincindeydi; bu sebeple, takipçilerine aralarında iyiliği muhafaza et­melerini emretmiştir. Şöyle buyurur: "Birbirinizle kötü ilişkilerden sakının. Çünkü onlar mutsuzluk veren şeylerdir." (Tirmizi). Yine, şöyle buyurur: "Zarara sebebiyet veren kim­seye, Allah zarar verecek; düşmanca davra­nışlarda bulunana^ Allah düşmanca davrana­caktır." (İbni Mâce ve Tirmizî).

Hz. Ebu Bekir'in rivayetine göre Rasûlullah  şöyle buyurmuştur: "Bir mü'mine zarar veren veya ona karşı hilekârlık yapan lanetlenmiştir." (Tirmizî). Ebû Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah  şöyle buyur­muştur: "İyi (niyet) düşünceler beslemek, ha­kiki ibadettin bir cüz'üdür." (Ahmed ve Ebû Dâvud). Yine Rasûlullah  : "Akrabalık bağ­larını koparan cennete giremez." buyurmuş­tur. (Buhari ve Müslim). îbni Amr ise Rasûlullah'dan şöyle rivayet etmiştir: "Ak­rabaya hakiki bağlılık (sıla-i rahim) gösteren, kendisinden akrabalık sıla ve ihsanı kesildiği halde, sıla ve ihsanda bulunan kimsedir." (Buharî). Ebû Hureyre'den rivayete göre, Rasûlullah şöyle demiştir: "Rahm (adı ki, karın yakınlığı, hısımlıktır) rahman isminden alınmıştır. Bu rahim yakınlığı sık ağaçların birbirine sarılmış kökleri gibidir. Allahu Teâlâ buyurdu ki: 'Ey rahm karabeti (yakınlı­ğı)! Her kim sana bağlı bulunur (sıla-i rahm ederse), ben de ona rahmetimi erdiririm, kim ki sana münâsebetini keserse, ben de ona rah­metimi keserim.' " (Buharî). Yine Rasûlullah şöyle demiştir: "Allah'ın rahmeti, içlerinde akrabalık bağlarını kesmiş bulunan bir kişinin bulunduğu topluluğa inmez." (Beyhaki). Ebû Bekir, Rasûlullah'dan şöyle rivayet etmiş­tir: "Zulüm ve akrabalık bağlarım kesmek ka­dar, bu dünyada Allah'ın cezalandırmasını hak etmiş bir başka günah yoktur." (Tirmizî ve Ebû Dâvud).

"Akrabalık ilişkilerini gözetme" tam olarak "andlaşmaların yerine getirilmesi" başlığı al­tına girmezse de, aynı tür ilişkiler sayılır. Zira bu da, anlaşmaların gayesi olan beşerî müna­sebetlerin sağlamlaştırılmasıyla ilgilidir. Bir toplum, bu şekildeki kan bağı, arkadaşlık ve­ya andlaşmalarla oluşturulmuş ilişkilerle dü­zenli olarak işlevini sürdürür, kültür ve mede­niyetini zenginleştirir. Bu ilişkilerdeki her­hangi bir kopukluk, toplumun bütünlük, birlik ve beraberliğini ters yönde etkileyecek, so­nuçta kültür ve medeniyetin gelişimi dumura uğrayacaktır. Bu sebeple îslâm, akrabalık bağlarına olduğu kadar, çeşitli şekillerde ya­pılmış andlaşmaların korunmasına da özen göstermiştir. Yükümlülüklerini yerine getir­meyen veya aksatanlar ağır bir şekilde azar­lanmış ve âhiretteki cezalara dikkatleri çekil­miştir.

Kur'ân böyle insanları şu ifadelerle kınamak­tadır: "Demek işbaşına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapmanız, akrabalık bağlarını koparmanız sizden umulur değil mi? Onlar, Öyle kimselerdir ki, Allah onları lanetleyip sağır yapmış, gözlerini kör etmiş­tir." (47: 22-23).

Bu âyet, İslâm'da ilişkilerin kesilmesinin açıkça yasaklandığını gösterir. İslâm, ilişkile­rin kurulması için müsbet adımlar atılmasını teklif eder ve insanlara özellikle de akrabalara iyilik yapılmasını ve şefkat gösterilmesini öğütler. Bakara sûresi, sadece ibadetlerin dış şekillerinin gözetilmesinin fazilet olmadığı, gerçek faziletin Allah'a inancın pratikteki uy­gulamaları olduğu hususunda mü'minleri uyarır: "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çe­virmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimse­nin iyiliği)dir ki, Allah'a, ahiret gününe, me­leklere, Kitaba ve peygamberlere iman etti; Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksul­lara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyun­duruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarım yerine geti­renler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır. (Al­lah'ın azabından) korunanlar da onlardır." (2:177). Nisa sûresinde şunları görebiliriz: "(Miras düşmeyen) akrabalar, öksüzler, yok­sullar da (miras) taksim(in)de hazır bulunursa bir şeyler vererek onları da ondan nzıklandı-nn (gönüllerini hoş edin) ve onlara güzel söz söyleyin." (4: 8). Nahl sûresinden de şu âyeti okuyabiliriz: "Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder, fahşa (edepsizlikten)dan, münker(fenalık)den ve bağy(azgınlık)den meneder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir." (16: 90).

Bu âyette, Allah, dengeli ve sağlıklı bir toplu­mun dayanağı olan çok önemli üç hususu em­reder. Bunlardan birincisi, iki boyutu olan adalettir. Bu tip andlaşmalar, herkesin sınırla­ma olmaksızın gerçek haklarına sahip olması­nı mümkün kılar. Bununla birlikte, adalet, herkese eşit haklar verilmesi anlamına gel­mez. Zaten bu tamamıyla gayri tabiîdir. Ger­çekte adalet, hakların hakkaniyete ve insaf öl­çülerine uygun olarak dağıtılmasıdır ki, kimi durumlarda eşitlik anlamına da gelebilir. Meselâ, bütün vatandaşlar vatandaşlık haklan bakımından eşit olmalıdırlar, fakat öyle du­rumlar vardır ki, eşitlik, adaletsizlik olabile­cektir. Örnek vermek gerekirse, ana baba ile çocukları arasında toplumsal konum ve hak­lar bakımından eşitlik olması açık bir yanlış­lıktır. Bunun gibi, daha önemli işler yapanlar­la, ikinci derecede önem taşıyan hizmetleri yerine getirenler ücret ve statü bakımından eşit olamazlar. Allah'ın emri bir kişinin hak­kıyla kazandığı ahlakî, sosyal, ekonomik, kanunî veya siyasî her türlü hakkının dürüstçe kişiye verilmesini gerektirir.

Emredilen ikinci husus, iyi, cömert, müsama­halı, affedici, nazik, yardımsever olmak, ben­cil olmamak anlamlarına gelen ihsanda. Toplumsal hayatta, bu, adaletten de önemli­dir, zira adalet sağlıklı bir toplumun esası iken, ihsan, onun mükemmelleştirilmiş hali­dir. Bir taraftan adalet toplumu hakların çiğ­nenmesi ve zulümden korurken, diğer yandan ihsan, hayatı zevkli, hoş ve yaşanmaya değer kılar. Herkesin kendi isteklerinin yerine geti­rilmesinde inatlaşması o toplumun gelişmesi önünde açık bir engeldir. En iyimser bakışla böyle bir toplum ihtilaflardan uzak olabilir; ancak bu toplumda yaşama zevkini geliştiren ve yüce değerlerin oluşmasını sağlayan sevgi, samimiyet, mürüvvet, cömertlik, fedakârlık, sempati ve diğer insanî nitelikler bulunmaz.

Allah'ın emrettiği üçüncü husus, gerçekte ih­sanın özel bir şekli olan akrabalara iyi mua­mele etmektir. Bu, sadece, kişinin akrabaları­na iyi davranması, onların üzüntü ve sevinç­lerini paylaşıp, meşru sınırlan içerisinde yar­dımcı olması mânasına gelmez. Aynı zaman­da kişinin sahip olduğu imkânlar Ölçüsünde zenginliğini akrabalarının ihtiyaçlarını karşı­lamak için kullanmasıdır. Âyet, gerekli imkânlara sahip herkesin, sahip oldukları şey­lerde kendisinin ve ailesinin haklarıyla bera­ber akrabalarının da belirli bir pay sahibi ol­duklarını kabul etmelerini emreder. İlâhî ka­nun bir ailedeki hâli vakti yerinde olan kişiyi, bütün hısım akrabanın ihtiyaçlarını yerine ge­tirmekten sorumlu tutar. Refah ve saadet için­de yaşayan bir kimsenin, hısım akrabasının muhtaç ve sıkıntı içinde bulunması, İlâhî ka­nunda büyük bir günah sayılır. O toplumun en önemli unsuru olarak aileyi görürken, ihti­yaç sahibi kimselerin haklarını önce zenginle­re sonra da diğer insanlara yükler. Tıpkı bu­nun gibi, ailenin zengin fertlerinin ilk vazifesi yakın akrabalarının ihtiyaçlarmı karşılamak, sonra da başkalarıyla ilgilenmektir. Bu konu­yu Rasûlullah, birçok hadîsinde belirtmiş­tir. Buna göre bir insan akrabalık derecelerini gözönünde bulundurarak, ana babasına, hanı­mına, çocuklarına, erkek ve kızkardeşleriyle diğer akrabalarına karşı sorumludur. Buna da­yanarak, Halife Ömer, kardeş çocuklarını yetim(ler)in bakımından sorumlu tutmuştur. Bir diğer yetim olayında da birinci dereceden ya­kını olmadığı için uzak akrabalarını yetime bakmakla görevlendirmiştir. Her bir kişinin ihtiyaç sahibi yakınlarını bu şekilde destekle­diği toplumun bu mutlu halini düşünelim...

Hiç şüphesiz bu toplum ekonomik, sosyal ve ahlâkî açıdan zirvede olacaktır.The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh: 92-93).

Bu, İslâm'ın âdil ve hakkaniyetli bir toplum kurmaya çalıştığının bir göstergesidir ve bun­da hiçbir tereddüt yoktur. Bu toplumda insan­ların haklan, istekleri ve anlaşmalan yalnızca adalet ve insafla değil, bunlara ek olarak yar­dımseverlik, cömertlik ve merhametle de ye­rine getirilir. Başkalannın haklarını gözeten­ler sadece adalet yapmakla kalmayıp, iyi ni­yetli olmalı, yalnızca Allah'ın nzasını gözet­melidirler. Andlaşmalannın gereklerini mer­hamet ve âlicenaplıkla yerine getirmeli, Al­lah'ın hoşnutluğunu kazanabilmek için meşru haklanndan dahi feragat edebilmelidirler. Bu tavır, beşerî ilişkileri sevİmlileştirir, mutlu ve olgun bir toplumu tesis eder. Öyle ki, bu toplumda kültür ve medeniyet sağlıklı bir biçim­de gelişir, güzel sanatlar, edebiyat ve ilim ilerler.

İnsanlara bu tavrı (ihsan) kabul ettirebilmek için Kur'ân, şu sözleri beyan eder: "İyi davra­nanlara, daima daha iyisi ve üstünü verilir. Onların yüzlerine ne bir karalık, ne de zillet bulaşır. İşte onlar cennetliklerdir, orada te­melli kalırlar." (10: 26). O, Allah'ın, yaptıgı güzel bir davranışı, onların lâyık olduklarından daha fazlasıyla mükâfatlandıracağı ko­nusunda insanlara teminat verir. Nemi sûresinde şunları okuruz: "Kim bir iyilik geti­rirse, ona daha iyisi verilir. Onlar o günün korkusundan güvendedirler." (27: 89).

Rahman sûresinin şu âyeti, bu tür insanların mükâfatlarının yapısmı ve büyüklüğünü geniş boyutlarıyla açıklar. Öyle ki, bunlar, insanın gerçek mükâfatının genişliği konusunda az,çok fikir verebilir: "İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?" (55: 60). Bu âyet, iyili­ğin, faziletin ve cömertliğin semeresinin açık­lanmasında kullanılan sembollerin bir çeşit özetidir. Sembolizm karşılaştırmalı terimlere, yani sübjektif mutluluk fikirlerine başvuruyu zaruri kılar, oysa tam bir açıklama ancak so­yut terimlerle yapılabilir. (A. Yusuf, The Holy Qur'an, sh. 1480, not: 5212). Kısaca, âyet, güzel ameller işleyenlere (muhsinûn) cömert bir mükâfat ve hakettiklerinden daha da fazla bir karşılığı garanti eder. Bu ihsanla­rın daima en üst düzeyde, toplum menfaatleri için çalışmalarını teşvik eden bir nevi itici güçtür. Böylece herkes huzur ve emniyet içe­risinde yaşayabilir. Toplumu sarsabilecek mücadele ve yozlaşma tehlikelerinden korur.

Yardımseverlik vasfı, beşerî münasebetlerin daha geniş bir alana yayılmasına yardım eder, iyilik ve fazilette diğer bütün insanlarla İşbir­liği yapmanın pratikteki formunu oluşturur: ".... iyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardım­lasın, günah işlemek ve aşın gitmekte yardımlaşmayın..." (5: 2). Bu, karşılıklı andlaşma ve ittifaklara saygı gösteren bir dünya meydana getirmek için, uluslararası düzeyde herkesin birbiriyle işbirliği yapıp, yardımlaş­masını sağlar. Kur'ân beşerî münasebetlerin bu özelliğine şu sözlerle işaret eder: "Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine geti­rin. Allah'ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah yap­tıklarınızı şüphesiz bilir." (16: 91). Edilen her yemin, yapılan her anlaşma gerçekte Allah'ın önünde verilmiş sözlerdir. İster müslüman fertler arasında, isterse İslâm toplumuyla di­ğerleri arasında yapılmış olsun; inançla göze­tilip, saygı gösterilmelidir. Bunun yanında her bir müslüman, imanının bir ifadesi olarak Allah ile anlaşma yapar, ve bu ifadeyi tekrar ettikçe anlaşmayı her zaman pekiştirirler. Do­layısıyla hem ferden hem de müşterek olarak, diğer insanlarla yaptığımız bütün anlaşmalara uymak, imanımızın gereği bir görevdir. Bu, îslâmî inancımızla Allah'a borçlandığımız bir yükümlülüktür. Müslümanlann, diğer insan­larla ilişkilerinde, âyetin gerektirdiği görevle­ri yerine getirmeleri bir dünya toplumu kurul­masına işarettir. Bu, Kur'ân ve sünnette, ye­minlerin ve sözlerin yerine getirilmesine, bunlara uymayanların kınanması hususuna gösterilen büyük titizliğin sebebidir: "Bir üm­metin diğerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri bozarak, ipliğini iyice eğİrip katladıktan sonra bozan kadın gibi ol­mayın. Allah onunla sizi dener. And olsun ki, ayrılığa düştüğünüz şeyleri, size kıyamet gü­nü açıklar." (16: 92).

Burada Allah'ın, insanları, anlaşmaları boz­mamaları konusunda uyardığına dikkat edil­melidir. Zira bu tip davranışlar dinyayı karı­şıklığa sürükleyen çok kötü davranışlardır. Nasıl ki liderler bile, siyasî, ekonomik ve dinî anlaşmazlıklarda kendi cemaat veya topluluk­larını öne geçirmek için, anlaşmalara uyma­mayı büyük bir hüner kabul etmektedirler ki, bu sadece acınacak bir olaydır. Bir ülkenin li­deri, bir seferinde kendi halkının çıkarları doğrultusunda başka bir ülke ile anlaşma ya­par, fakat bir başka zaman, yine aynı lider halkının çıkarları için, aynı anlaşmayı alenen veya gizlice ihlâl edebiliyor. Özel hayatların­da dürüst de olsalar, bu insanların yaptıkları böylesi ihlâller bir tezattır. Bunun yamsıra ne yazık ki, halk da onların bu davranışını kına­maz, hatta bu esef verici hileli diplomasi oyunları sebebiyle onları Över. Bu nedenle Allah, bu tür anlaşmalardan hepsinin, anlaş­maya girenler ve onların halkı için birer imti­han konusu olduğunu bildirmektedir. Onlar bu şekilde, yani anlaşmayı bozarak halklanna görünüşte bir takım üstünlükler sağlayabilir­ler, fakat, Hesap gününde bunun sonuçlarından kaçamazlar. (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 96).

Böylelikle, bu, insanlann başkalanyla yaptık-lan anlaşma ve sözleşmeleri herhangi bir iti­raza dayanarak bozmamaları ve ihlâl etme­meleri; tartışma ve ayrılıklarını ileri sürerek yükümlülüklerinden dönmemeleri konusunda ikaz eder. Onlar haklı, diğer taraf tamamıyla haksız bile olsa, anlaşmalara uymama, asılsız propaganda yapma veya diğer haksız ve hileli araçları kullanarak taahhütlerinden kaçmayı mümkün kılabilecek hiçbir meşru veya ahlâkî gerekçeleri yoktur. Sonuçta, İslâm, kişiler ve ülkeler arasında barışı korumak için mümkün mertebe bütün tedbirleri almıştır. Böylece, herkes, sözleşmedeki yükümlülüklerine saygı gösterir, beşerî ilişkilerin pekiştirilmesine, dengeli ve âdil olmasına yardımcı olur. Bu şekilde, bir dünya toplumunun kurulması he­deflenir. İsrâ sûresinde yer alan âyette bu yü­kümlülükler üzerinde ısrarla durulur: "...Ah­di de yerine getirin, çünkü (insana) ahd(in) den sorulacaktır." (17: 34). "Ahidlerin yerine getirilmesi" hususu, yalnızca kişiler için ahlâkî bir öğüt mahiyetinde anlaşılamaz, fa­kat islâm toplumunun ve devletinin hem iç hem de dış ilişkilerinde tavrını belirleyen yol gösterici bir prensiptir. İslâm toplumu bütün yükümlülüklerini gözetmek ve başkalarıyla yaptığı anlaşmalara uymak mecburiyetinde­dir.

Bu, insanlar ve milletlerin iyi ilişkisi için za­ruri ve fevkalâde önemli bir unsurdur. Rasûlullah onun önemini belirtmiş; her şartta müslümanların sözlerini tutup, sözleş­me ve anlaşmalara uymalarını ve kesinlikle onları ilk bozan taraf olmamalarını emretmiş­tir. Bu konuda, Rasûlullah'in asıl yardımı İnsanların problemlerini çözmede bu prensibi ortaya koyuş ve uygulayış tarzında görülür. O'nun öğretisi pasif ve âdeta kitap sayfaların­da kalan bir fantazi değildir; tersine, güçlü, pekişmiş ve dayanıklı pratik bir düzenin uy­gulamasıdır. Ve insanların hayatta karşılaştık­ları zorlukları çözmede, çok etkili ve başarılı olmuştur.

Rasûlullah öncelikle, insanlar için ahlâkî, ruhî ve uygulamadaki değerini belirterek, sözleşme hükümlerine uyma prensibini ikna edici bir tarzda ortaya koydu. Sonra da bizzat kendisinin örnekliği ve uygulamasıyla, bu prensibin gerçek hayattaki problemlere tatbi­kini gösterdi.

Kur'ân: Mâide sûresinde yer alan âyette, müslümanların sözlerini ve sözleşme hüküm­lerini yerine getirmeleri şu sözlerle emredilir: "Ey iman edenler! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin..." (5: 1).

Arapça'da ukûd (akitler) birçok anlama gelir, îlkin, ruhî yapımız ve Allah ile ilişkilerimizden doğan ilâhî mükellefiyetler vardır. Allah bizi bilgi ve basiret yetenekleriyle yaratmış, bunların yanında, onu, bizim ruhî hayatımız için ilâhî İşaretlerle donatmıştır; dahası, Allah ferdî ve toplumsal hayatımızda yol gösterici­ler olarak bizler için Elçiler de göndermiştir. Bütün bunlara karşılık, bizlere de yapılması zorunlu olan bir takım görevler yüklenmiştir. Ancak dünyevî hayatımızda da, sözle veya zımnen karşılıklı yükümlülükleri taahhüt ede­riz. Bir söz veririz, ticarî veya sosyal anlaş­maya gireriz, evlilik akdi yaparız. Bütün bu ilişkilerimizde yükümlülüklerimizi sadakatle yerine getirmek mecburiyetindeyiz.

Cemaatimiz veya devletimiz bir anlaşma yap­tığında, bunların mensubu olan her bir insan, güçleri yettiğince yükümlülüklerin tam anla­mıyla yerine getirilmesini sağlamakla görev­lidir. Ev sahibiyle misafir veya yolcu, işçi ile işveren vs. arasındaki ilişkilerin yapısında zımnî olarak kabul edilmiş ve her inanç sahi­binin vicdanen yapması gereken kimi görev­ler de vardır. Bütün bu andlaşma ve yüküm­lülükler birbiriyle ilişkilidir. Hayattaki bütün İlişkilerde, dürüstlük ve sadakat, dinin ayrıl­maz parçalandır. (A. Yusuf Ali, The Hoiy Qur'an, sh. 238).

Yukarıdaki âyeti tefsir eden Abdullah b. Ab-bas, âyette geçen akidlerin, neyin helâl, neyin haram olduğunu gösteren emirleri konusunda Allah'ın kullarıyla yaptığı anlaşmaya işaret ettiğini söyler. Bazıları ise, insanların arala­rında yaptıkları evlilik, alım-satım gibi söz­leşmeleri gösterdiğini söyler. Bu görüş, mü-fessirler arasında îbni Zeyd ve Zeyd b. Eşlem tarafından desteklenir. Mücâhid, Rebî ve Katâde, buradaki akidlerin, cahiliyye devri boyunca yapılmış anlaşmaları ihtiva ettiği gö­rüşündedirler. Bununla birlikte ukûd kelimesi normal olarak insanlar ve devletler arasında yapılmış tüm sözleşme ve anlaşma çeşitlerini kapsar. Râğıp el-îsfahânî bu görüşü kabul eder. (Ma'arif al-Qur' an, c. III, s.h 12).

Verilen sözleri tutmamak ve anlaşmaları boz­mak büyük günahlardandır. Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Sözlerini (veya sözleş­melerini) yerine getirmeyenleri rezil etmek için Hesap günü arkalarına bir işaret konula­caktır." Sözleri ve ahidleri yerine getirmenin Önemi aşağıdaki hadiste gösterilir. Abdullah b. Amr şöyle der: "Bir gün Allah'ın Rasûlü bizim evde oturuyor iken, annem beni 'bura­ya gel, sana bir şey vereceğim' diyerek yanı­na çağırdı. Rasûlullah anneme, ne verece­ğini sorduğunda, annem, 'biraz hurma' ceva­bını verdi. O zaman Rasûlullah: 'Eğer ona bir şey verilmeyecek olursa, bu yalan sana karşı yazılacaktır.' dedi." (EM Dâvud, Bey-haki).

Rasûlullah, bu tür yükümlülüklerini yerine getirme hususunda asaletinden önce dahi katı ve tavizsiz idi. Abdullah b. Ebî'l-Hamza'dan şöyle rivayet edilir: "Rasûlullah ile pey­gamberlik verilmezden önce bir alış verişte anlaşmıştık. O'na bir miktar borcum kalmıştı. Borcumu falan gün getireceğime söz verdim, ama sonra unuttum. Üç gün sonra hatırlayıp, o yere gittiğimde, Rasûlullah'i orada bul­dum. Bana: 'Bre delikanlı, beni meşakkate soktun. Üç gündür burada seni bekliyorum.' dedi." (Ebû Davud).

Düşmanla yapılan anlaşma ve sözleşmelere dahi riayet edilmeli, onları ilk ihlâl eden olunmamalıdır. Fakat bu siyaset, sözlerini ve an­laşmalarını tutmayan, aksine durumda ve kendi çıkarlarına uygun bir zamanda bazan kâfirlere karşı izlenmeyebilir. Müslümanlara, işlerini, şu sözlere binaen düzenlemeleri Öğüt­lenir: "Müşriklerin, Allah'ın yanında ve Rasûlünün yanında nasıl andlaşması olabilir? Ancak Mescid-i Harâm'da andlaştıklarınız hâriç. Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın, çünkü Allah, (günah­lardan) korunanları sever." (9: 7).

Allah, taahhütlerini yerine getirmeyen kimse­leri şu sözlerle uyarır: "Ama Allah'a verdikle­ri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın bitiştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lanet onlara, (dünya) yurdun(un) kötü sonucu onlaradır!" (13: 25). Bu âyet şu duruma işaret ediyor: Beşerî ilişkilerden, aile yakınlıkların­dan, yetime ve yoksula karşı sorumluluktan, komşuların karşılıklı hak ve görevlerinden doğan bütün bağlara ek olarak tüm İslâm kar­deşleri arasında varolması gereken manevî ve amelî bağlar da vardır. (8:75).

er-Râzî'ye göre, Allah'ın birleştirilmesini em­rettiği sözü, insanın bütün canlılara şefkat ve merhametle davranmasını gerektiren ahlâkî vazifeler anlamına gelir.

Ra'd sûresinde ayrıca şu ifadeleri görürüz: "Şimdi Rabb'inden sana indirilenin hak oldu­ğunu bilen kimse, (bunu kabul etmeyen) kör gibi olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alır. Onlar ki, Allah'ın ahdini yerine getirirler ve andlaşmayı bozmazlar." (13:19-20). Kur'ân'ın bu âyetine göre, anlaşmalarına sâdık olan, sosyal ve medenî ilişkilerini yerine geti­renler, gerçek anlamda akıllı kimselerdir. An­cak bu ilişkiler, doğruya ve insanların ortak doğru davranışlarına ulaştıncı olmalıdır. (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV, s. 201).

Bununla birlikte, Allah insanlara karşı çok müşfiktir. Rastgele yeminlerinden ötürü in­sanları sorgulamayacak, ancak, bile bile, dü­şünerek ettikleri yeminlerden dolayı hesap soracaktır. Bu tür yeminlerini bozduklarında, günahı gidermek için kefaret vermek zorunda kalacaklardır. Bu şöyle açıklanır: "Allah sizi, yeminlerinizdeki lâğvden (kasıtlı olarak yap­tığınız yeminlerden) ötürü sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden ötürü si­zi sorumlu tutar... İşte yemin ettiğiniz zaman, yeminleriniz(i bozman)ın cezası budur. Ye­minlerinizi koruyun..." (5: 89).

Rasûlullah, devlet işlerinde olduğu gibi hususi hayatında da verdiği sözlere, herhangi bir kimseden daha fazla bağlıydı. Şahsî, sos­yal, iktisadî ve siyasî ilişkilerini dostluk ve kardeşlik esasına dayandırarak, mükemmel bir örnek olmuştu. Rasûlullah daima sözü­ne sâdık kalmış, peygamberlik görevinden önce dahi sözlerini titizlikle yerine getirmiştir. O kadar doğru sözlü ve güvenilirdi ki, Mekke halkı her türlü değerli eşyalarını O'nun yanında korur, O'nu el-Emîn ve es-Sâdık diye çağırırdı. Her çeşit meşru işlerin­de, bütün müslümanlann sözlerini tutmaları­nı, diğer insanlarla yaptıkları anlaşma, sözleş­me ve taahhütlerini yerine getirmelerini em­retmiştir. O, anlaşma ve itimattan doğan yü­kümlülüklere uymayı, bir insanın sahip olabi­leceği en asil vasıflardan biri olarak kabul eder. Şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kıya­met gününde, bu dünyadaki ihanetine göre her hainin bir işareti olacaktır. En büyük ha­inlik, bir topluluğun reisinin yaptığı hainliktir ki, onun işareti kalçalarına konulacaktır." (Tirmizi).

Sa'd, Rasûlullah'in şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir: "Her haslet mü'minde yaratı­lıştan vardır. Ancak hıyanet ve yalancılık müstesna." (Müsned-i Ahmed, Beyhaki).

Allahu Teâlâ, Elçisi Muhammed, Medi­ne'ye hicret etmesini emrettiğinde O, Ali'den Mekke'de kalmasını, kendi adına himayesine bırakılan bütün emanetleri sahiplerine iadesi­ni isteyerek, ancak bundan sonra Medine'ye gelmesini söyler. Enes'in naklettiğine göre şöyle demiştir: "Size emanet bırakılanı koru­yun, hainlik yapana da hainlik yapmayın." (Tirmizi, îbni Mâce)

Yine şöyle buyurmuştur: "Dört şey sizinle ol­duğu sürece, bu dünyada size zarar verecek hiçbir şey yoktur: Emaneti korumak, konuş­mada doğru sözlülük, davranışlarda güzellik, yiyecekte itidal." Enes'e göre, Rasûlullah şu sözleri söylemeden genellikle sahabeye bir şey anlatmazdı: "Kendisine güvenilmeyenin imanı, sözlerini tutmayanın dini yoktur." (Beyhaki).

Yine, emniyeti kötüye kullanmanın günah oluşundan bahsederken şu kudsi hadîsi nak-letmiştir: "Kadir-i Mutlak Allah şöyle der: 'Ben, bir diğerine ihanet etmediği sürece iki ortağın arasında üçüncüsüyümdür. Fakat biri ihanet ederse, ikisinin arasından çekilirim."

(Ebû Davud). Rasûlullah, bir kişinin ken­disine verilen bir başkasının sırrını ifşa etme­sini, emniyeti kötüye kullanma olarak kabul eder ve şunları söyler: "Bir kişi başkasıyla yaptığı konuşmayı korur, onu (sim muhafaza etmek için) dikkat ederse bu bir emanettir." (Tirmizi, Ebû Davud).

Yine Rasûlullah, iki kişi arasındaki istişa­reyi, ifşa edilmemesi gereken karşılıklı ema­net olarak görür. Ebû Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah: "Kendisiyle istişare edi­len kimse güvencededir" buyurdu (EBû Davûd, Tirmizî). O'na göre, sır ve emanet bü­tün toplantı ve istişarelerin esasıdır, yalnız üç gaye bunların dışındadır: haksız yere kan akıtmak, gayri meşru olarak mahrem şeyler­den yararlanmak ve meşru bir gerekçe olmak­sızın başkasının malını almak. (M. Ali Khan, Muhammad îhe Final Messenger, sh. 332-334).

Kur'ân ve Sünnet'in bu öğretileri ışığında, İslâm'ın ahlâkî, sosyal, hukukî ve siyasî saha­larında güvenilirliğin ve sözleşme yükümlü­lüklerinin değerini belirtmeye gerek yoktur. Bunlara Hz. Peygamber özel bir önem ver­miştir. Zira, karşılıklı münasebetlerde kişiler, gruplar ve devletler arasındaki ilişkileri ger­çekten koruma ve güçlendirmede bunlar son derece önemli rollere sahiptir.

Ne zaman cihad için sefere çıkılacak olsa Rasûlullah ordu komutanlarına şunları öğütlerdi: "Allah'tan korkun, sizinle birlikte olan müslümanlara iyi davranın. Allah adına, O'nun yolunda, Allah'a iman etmeyenlere karşı savaşın. Mukaddes cihadı îfa edin. Yağ­ma ve çapulculuk yapmayın, ahidlerinizi boz­mayın, ölülerin cesetlerini parçalamayın, ço­cukları öldürmeyin." (Müslim).

Hudeybiye anlaşmasında, şartlardan biri de şuydu: Mekkeli bir müşrik, müslüman olup Medine'ye gelirse, müslümanlar onu geri çe­vireceklerdi. Bu hususun müzakeresi sürer­ken ve barış andlaşması henüz imzalanma-mışken, (Kureyş adına andlaşmayı imzaya memur Süheyl'in oğlu) Ebû Cendel, Mek­ke'de hapsolunduğu yerden kaçarak ayakları zincirde seke seke gelmiş ve Hudeybiye'deki müslümanlara sığınmıştı. Süheyl, barış şartı olarak oğlunun kendisine verilmesini ister. Rasûlullah ise anlaşmanın henüz imzalan­madığını, onun için Ebû Cendel'i geri verme­nin, bu şartın gereği olmadığım söyler. O ise bu şart olmaksızın anlaşmayı imzalamasının mümkün olmadığım ileri sürer. Rasûlullah, en azından Ebû Cendel'in bu anlaşmanın dı­şında tutulmasında ısrar ettiyse de Süheyl bu hususta hiçbir teklifi kesinlikle kabul etmez. Bu sırada Ebû Cendel yürekleri parçalarcası-na müslümanlara şöyle yalvarmaktaydı: "Ey Müslümanlar! Buraya bir müslüman olarak geldiğim hâlde, beni geri mi veriyorsunuz?" Bu sözler onları çok etkilese, âdeta gönülleri­ni yaksa da, Rasûlullah sözünü tutup, an­laşma şartını yerine getirir. Ebû Cendel'e de sabretmesini, Allah'tan ümidini kesmemesini ve yakında kendisine bir kurtuluş yolunun bahşedileceğini haber verir, (tbni İshak, Buharî).

Rasûlullah Hudeybiye'den Medine'ye dö­nerken, Ebû Basîr (Utbe b. Esîd) onlara katı­lır. O da müslüman olup, Mekke'den kaçmış­tır. Kureyş iki adamını, onu geri götürmek için gönderir. Rasûlullah'e anlaşmanın şar­tını hatırlatıp geri alırlar. Fakat Ebû Basîr, Mekke yolunda bir fırsatını bularak Kureyş'in iki elçisinden birini öldürür ve ellerinden kur­tulmayı başarır. Diğeri Medine'ye gelerek Rasûlullah'a olanları anlatır. Aynı anda Ebû Basîr de Medine'ye ulaşmıştır ve Rasûlullah'in huzurunda şunları söyler: "Sen sözünü tuttun ve beni geri verdin; şimdi ise Allah beni onların elinden kurtarmıştır ve sen bundan sorumlu değilsin." Rasûlullah ise şöyle der: "Bu adam savaş ateşi gibi görü­nüyor." Ebu Basir, kendisine orada kaldığı takdirde tekrar teslim edileceğinin bildirilme-, si üzerine, Medine'den ayrılarak deniz tarafı­na gider ve sahile yakın bir mevkide yerleşir. (Buharî).

İnsanlar genel olarak savaş zamanlarında an­laşmalara uymazlar, ferdî ahitlerine fazla de­ğer vermezler ve istedikleri zaman bozarlar. Fakat islâm'ın nazarında, olaylarla ilgili ferdî ve toplu kararlar aynıdır ve bunları İlâhî ka­nun belirler. Kişilerin yürürlüğe koydukları anlaşmalar bile, savaş durumunda müslüman-lar tarafından korunurlar. Huzeyfe b. el-Yemân, düşmanların, onun savaşa katılma­masını şart koşmaları üzerine Bedir savaşında yer alamadığım anlatır. O ve Ebû Hasil birlik­te giderlerken Kureyşliler tarafından yakala­nırlar. Hz. Muhammed'e mi gittikleri soru­lur, onlar ise olumsuz cevap vererek, sadece Medine'ye gittiklerini söylerler. O zaman .Ku­reyşliler onlardan savaşa katılmayacaklarına dair söz alarak serbest bırakırlar. Onlar da Rasûlullah'e gelerek savaşta görev almak istediklerini söylerler. Rasûlullah onlara şöyle cevap verir: "Medine'ye gitmelisiniz. Zira (savaş durumunda bile) kâfirlerle yaptı­ğımız anlaşmaları (ve sözleri) tutmalıyız ve onlara karşı yalnızca Allah'tan yardım isteme­liyiz." (İbni İshak, Müslim).

Rasûlullah, kâfirler ve Yahudilerle çeşitli andlaşma ve sözleşmeler yaptı. Ancak hiçbir zaman bu andlaşmalann herhangi bir şartını ihlâl etmedi. Hudeybiye andlaşmasını bozan­lar Kureyşlilerdi. Bunun gibi, Yahudiler Hz. Peygamber ile yaptıkları andlaşmaları fırsatı­nı bulduklarında derhal bozdular. Benî Kay-nuka Yahudileri Bedir Savaşı sırasında, Benî Nadîr Uhud savaşında, Benî Kureyza da Hen­dek savaşında yaptıkları andlaşrnalara uyma­dılar. Fakat Rasûlullah hayatı boyunca her­hangi bir kişi veya kabileyle yaptığı andlaşma ve sözlerine sonuna kadar sâdık kaldı. Takip­çilerine daima, görevlerini dürüstçe yerine getirmelerinin ve sözlerine sâdık olmalarının gereğini belirtmiştir.

Hatta, sözlerine sâdık olanların âkibetlerinin de hayırlı olacağını belirtmiştir. Şöyle der: "Mü'mİnin alâmeti üçtür: Konuştuğunda doğ­ru söyler, söz verdiğinde tutar, emanet edildi­ğinde emaneti korur." Yine şöyle der: "Münafığın alâmetleri de üçtür: Konuştuğunda yalan konuşur, söz verdiğinde sözünü yerine getirmez ve emanete hıyanet eder." (Buhari ve Müslim). Sahih-i Müslim'de bu hadîsin, şu ilâvesi vardır: "Bu kişi namaz ve oruçlarını gözetmesine ve hatta kendisini müslüman olarak adlandırmasına rağmen, bu âdetleri se­bebiyle münafıktır." Rasûlullah şunu da söylemiştir: "Söz vermek de, borcun bir çeşi­didir (ve bu nedenle ödenmelidir)." (Taberani)