๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Siret Ansiklopedisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:38:25



Konu Başlığı: Ahlâkî Eğitimin Kapsamı
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:38:25
Ahlâkî Eğitimin Kapsamı Ve Evrenselliği

Toplumsal yapı tesis edildiği, kardeşlik esası­na göre inşâ edildiği zaman hem hukukî hem de ahlâkî eğitim ihtiyacı doğar. Sevgi ve kar­deşliğin ahlâkî vasıflardan olması dolayısıyla, en Önemli ve temelli faktör ahlâkî eğitimdir. Hukuk, yalnızca ahlâkî duyarsızlık ve bozulmanın söz konusu olduğu durumlarda devre­ye girdiği için ikinci planda kalır. Bu nedenle îslâm, mensupları arasında kardeşlik duygu­sunu geliştirmek için hukuktan çok ahlâkî eğitime ağırlık verir. Kur'ân, müslümanlar arasında bu tür vasıfları geliştirip, çoğaltmak için yüksek ahlâkî ilkeler manzumesine sa­hiptir. Mâide sûresinde şunları okuyabiliriz: "Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Âdil davranın, takvaya yakışan budur. Allah'tan korkun, şüp­hesiz Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." (5: 8). Yine Nisa sûresinde: "Ey iman eden­ler! Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun, kendinizin, ana babanı­zın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adâletten'aynlmaym). Çünkü Al­lah ikisine de daha yakındır (onları sizden çok kayırır). Öyle ise keyfinize uyarak doğru­luktan sapmayın. Eğer (şahitlik ederken dili­nizi) eğip bükerseniz ya da doğruyu söyle­mezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınız­dan haberdardır." (4: 135) ayetini görebiliriz.

Kur'ân'm bu âyetleri açıkça gösterir ki, müs­lümanlar sadece adaleti yerine getirmekle de­ğil, haksızlığı ortadan kaldırıp, hakkı hâkim kılmak için mü'minler olarak ne zaman des­teklerine ihtiyaç duyulsa, bedelini hesap et­meksizin hakkı bütün gücüyle desteklemeye çalışırlar. (The Meaning ofthe Qur'an, c. II, sh. 175).

İslâm'ın ahlâkî eğitiminin evrensel özelliği çok aşikârdır, bütün esaslarında görülebilir. Özellikle Rasûlullah'in şu sözleri dikkat çekicidir: "Bütün yaratıklar Allah'ın kulları­dır. Allah'a en sevimli gelenler ise O'nun ya­rattıklarına karşı müşfik olanlardır." (Beyha-ki, Şu'ubü'l-İman) Diğer bir hadiste: "Rah­man olan Allah, merhametli olanlara merha­met gösterir. Eğer siz yerdekilere merhamet gösterirseniz, göklerde olan da size merhamet eder." (Ebu Davud ve Tirmizi) denilir. Yine Rasûlullah şöyle buyurur: "Başkaları iyilik yaparlarsa biz de aynı şekilde iyilikle muka­bele ederiz, kötülük yaparlarsa biz de kötülük yaparız, diyen insanlar gibi olmayın. Diğerle­ri kötülük yapsalar da iyilik yapmayı ve kötü­lükte bulunmamayı kendinize âdet edininiz." (Tirmizî).

Herhangi bir toplumda kardeşlik ruhunu teş­vik eden en önemli ve en müessir husus iyi­liktir (ihsan), özellikle de kötülüğe karşı iyi­liktir. Kur'ân bu tabiî prensibi takip eder ve şu sözlerle iyiliği emreder: "İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen, kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (41: 34). Bu âyet, kötülü­ğe yalnızca iyilikle değil, panzehirin zehirin etkisini gidermesi gibi, daha üstün bir iyilikle karşılık verilmesini öğütler. Hatalı bir kişiyi basitçe affetmeniz yalnızca iyiliktir, ancak ona şefkat ve iyilikle de davranmanız iyiliğin üstün bir şekli olur. (Tafheem al-Qur'an, c. IV, sh. 457).

Buna göre ikinci husus, yukarıdaki Kur'ân ayetlerinde zikredilen adalettir. Kur'ân adaleti emreder, çünkü adalet Allah'ın bir sı­fatıdır. Bir kişinin kendi aleyhine de olsa, sevgi duyduğu yakınlarının çıkarlarına zararlı da olsa adaleti ayakta tutması onun Allah'a şahitlik etmesidir. Düşman da olsa bütün ta­raflara tarafsız bir biçimde âdil davranılmalı-dır. Bir kimsenin düşmanlarına adalet göster­mesi gerçekten zordur. Ancak, her hâlü kârda müslümanlara emredilen husus budur.

Toplumda kardeşlik ruhunu yayan üçüncü husus tevâzudur. Tevazu hakkında Rasûlullah şöyle demiştir: "Allah size davranışlarınız­da tevazu ve nezaketi benimsemeniz husu­sunda bir emir göndermiştir. Böylece içiniz­den hiçbiriniz diğerlerine zulmedemez veya aşırıya gidemez, hiçbiriniz de başkalarına karşı gururlanamaz." (Ebu Davud). Yine O, şöyle buyurur: "Allah rızâsı için mütevâzî olanın derecesini Allah yüceltir. Ve (o bu şe­kilde olursa) kendi gözüne küçük gözükür ama başkalarının gözünde çok daha büyür.

Kim de gururlanıp kibirlenirse Allah onu alçaltır. İnsanların gözünde alçalırken yalnızca kendi kendisini büyük görür. İnsanlar nezdin-de onun derecesi köpek ve donıuzunkinden daha da düşüktür." (Beyhakî).

Kur'ân'da ve Rasûlullah'in sünnetinde bu üç husus (iyilik, adalet ve tevazu) oldukça fazla teşvik edilir. Çünkü bu vasıflar, insanlar arasında sevgi, eşitlik ve kardeşliği doğurur, besler ve geliştirir, insanların birbirlerini kar­deş olarak görmelerine yardım eder. Aslında bu Rasûlullah Muhammed'in kalbinin ve Allah'ın diğer elçilerinin gizli sesiydi: "Ey Allah'ın kullan! Kardeşler olunuz!" İslâm öğ­retisi bütün insanları kardeş yapmak eğilimin­dedir ki, böylelikle bütün insanların eşit ola­rak sevgi, kardeşlik ve şefkat içinde yaşayabi­lecekleri evrensel bir toplum oluşturulabilsin.

Fıtratı gereği insan zayıftır; servet, iktidar ve mevki sevgisi ona yukarıdaki güzel vasıflar­dan daha cazip görünür. Tarihte bunu ispatla­yacak bir çok delil vardır. Bu sebeple iyilik, adalet ve tevazu gibi daha üstün nitelikleri geliştirmek suretiyle bu bayağı eğilimlerin üstesinden gelmeden, insanî birlik ve kardeş­lik hedefine ulaşmak imkânsızdır. Kur'ân bu üç niteliğin bayağı ve geçici eğilimler olan servet ve iktidar sevgisine üstünlüğünü insan­ların kalplerine aşılamayı kendi usulleriyle yapar. Bu amaca ulaşmada en güzel yol, insa­nın gerçek ve kalıcı başarısının bu dünyada kazandığı şan, şeref ve büyüklük olmadığını, asıl olanın ahiretteki durum olduğunu belirt­mektedir. Bundan daha iyi bir yol olamaz: "İşte âhiret yurdu: Onu yeryüzünde böbürlen­mek ve bozgunculuk etmek istemeyenlere ve­ririz. (Güzel) sonuç, (günahlardan) sakınanla­rındır." (28: 83). Bu âyet, gerçek basan ve şe­refi, Allah'ın arzında 'büyüklük' peşinde koş­mayan, kendi benliklerini tesis gibi ihtirası olmayan, yani azgınlar, zorbalar ve mütekebbirler gibi değil, mütevâzi kullar gibi yaşa­yanların kazanacağını göstermektedir. Onlar, Allah'ın kullarını kendilerine köle yapmaya da uğraşmazlar. Diğer taraftan, insan hayatında hakikatin tahrip edilmesi ve Allah yolunun izlenmemesinin sonuçlan olarak bir kaos gö­ze çarpmaktadır. İnsanın Allah'a isyan edip O'na kulluktan yüz çevirerek yaptığı her şey fesattan başka birşey değildir. Servet, gayri meşru yollarla biriktirilip çoğaltıldığında bu da fesadın bir türünü meydana getirir. (The Meaning ofthe Qur'an, c. IX, sh. 121).

İnsanların, bu maddî şan ve şöhretlere kapıl­maları, evrensel kardeşlik esasına dayalı bir toplum kurabilecek İyilik, adalet, tevazu gibi asîl düşüncelere kayıtsız kalmaları inanılmaz bir olaydır. Bayağı eğilimlerin öne çıkarıldığı yerler, küçücük bir ülke, ulus veya ailede bile olsa buralarda sevgi ve kardeşlik havası bu­lunmaz. Bu aşağılık eğilimleri kontrol altında tutmak ve onun kötü sonuçlarını göstermek İçin Kur'ân şöyle der: "İnsanlara yanağını bükme (kibirlenerek boynunu bir yana büküp yüzünü insanlardan öte çevirme) ve yeryü­zünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, ken­dini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürü­yüşünde tutumlu (tabiî) ol; sesini de kıs. Çün­kü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." (31: 18-19). İsrâ sûresinde ise şunları görürüz: "Yeryüzünde kabara kabara yürüme. Çünkü sen yeri yaramazsın, boyca da dağlara erişe­mezsin." (17: 37). Diğer yandan Kur'ân güzel hareketlerde bulunan kimseleri över ve bunla­rı örnek gösterir: "Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir. Allah'ın yanında bulu­nanlar ise daha hayırlı ve süreklidir. (Fakat bu mükâfat) şu kimseler içindir ki, inanıp Rab'le-rine dayanırlar. Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman onlar af­federler. Rablerinin çağrısına gelirler, namazı kılarlar. İşleri aralarında danışma (istişare) iledir. Kendilerine verdiğimiz nzıktan (hayır için) harcarlar. Bir zulüm ve saldırıya uğra­dıkları zaman (kahramanca birbirlerine yar­dım ederek) kendilerini savunurlar. Kötülü­ğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez." (42: 38-40).

Bu Kur'ân ayeti sarih olarak cesaret ve seba­tın en yüksek, en güzel şeklini gösterir. Bun­lar yeniden şekillendirme ve kötülüğün gide­rilmesinde katı cezalardan daha başarılı olabi­lir. Rasûlullah'in düşmanlarına yaptığı gi­bi, bazı durumlarda bağışlama, kusurlu davra­nışları ıslâh edebilir. Diğer bazı durumlarda ise hukukî motifin tam bir icabı olarak sertlik gerekebilir. Ancak bu sertlik şahsî öfke, kin veya gizli kalmış daha bayağı bir motiften kaynaklanmaz. (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an,sh. 1318).

Kur'ân'da zikredilen adalet genellikle ahlâkî nitelik vefazilete işaret eder, fakat yukarıdaki ayette (42: 40) olduğu gibi bazen hukukî ted­birlerle ilişkili olarak da kullanılır. Bu âyete göre, bir kimse kendisine kötülük yapanı af­fedip, ona âlicenaplık gösteremeyecek, onun­la barışıp uzlaşmayacak ise, ondan hakkım al­masına izin verilir. Bununla birlikte öç alma hakkı birtakım şartlarla kayıt altına alınmıştır. Kötülüğü yapana, ancak yaptığına eşit bir ce­za verilir, daha fazlası değil; eğer onu hak et­tiğinden daha fazlasıyla cezalandmrsa bu se­fer o, mütecaviz ve zâlim durumuna düşer. Bu ise gayri meşrudur. Bu yasa, Bakara sûresinde zikredildiğine göre, kollektif olay­lara uygulandığı gibi ferdî durumlara da uy­gulanabilir; "Sizinle savaşanlarla Allah yo­lunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez." (2: 190). Yine aynı sûrede şu âyeti okuruz: "Haram ay, haram aya mukabildir; hürmetler karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın; Allah'tan korkun, bilin ki Allah (günahlardan) sakınan­larla beraberdir." (2: 194).

Adalet hukukî bir ihtiyaçtır, ancak bu, her kim bir kişiye saldırırsa karşılık olarak o eşit bir cezayla cezalandırılır, demek değildir. 'Eğer öç alınacaksa, bu saldırganın yaptığı kötülükten daha ağır şartlar altında yapılma­malıdır' anlamınadır. Bu hukukun bir boyutu­dur, ancak hükümler olmasına rağmen bu hu­kuk özü ve hedefi itibariyle ahlâkîdir. Zira zulme uğrayan kimsenin saldırgandan öcünü alırken hak sahibi olduğu sınırları aşmaması gerekir. Diğer bir boyut ise zulme uğrayan bir insanın haklarının alınmasına yardım etmek ve bu konuda hiç bir şekilde gevşeklik göster­memek İslâm devletinin şer'î bir görevidir. Bu noktada adalet yalnızca ahlâkî bir öğreti olarak kalmaz, aksine yasal emrin özüne ula­şılmasını sağlar. Böylece zâlim, lâyık olduğu biçimde cezalandırılır. Bu, Kur'ân'da bahse­dildiği gibi, hukukun bir bölümünün niçin kı­sasa ayrıldığını açıklar: "Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı (Dolayısıyla katilin de öldürülmesi gerekir). Hüre hür, kö­leye köle ve kadına kadın. Ama kim (yani ka­til), kardeşi tarafından affedilirse, o zaman (affedenin, örfe göre) uygun olanı yapma(sı uygun diyeti istemesi, affedilenin de) güzelce onu ödeme(si) gerekir. Bu, Rabb'iniz tarafın­dan bir hafifletme ve acımadır. Kim bundan sonra saldırıya kalkarsa artık onun için acı bir azab vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Böylece korunursunuz." (2: 178-179). Bu âyetlerde insanların faydası için bir kaç genel prensip vazedilir: Birincisi, her bir insan hayatının birbirine eşit değerde ol­duğu ileri sürülür ki, en ağır adalet gerekleri bile yerine getirilebilsin. Kanın bedeli, yani kısas, Öldürülenin veya katilin toplumsal ko­numu tarafından belirlenmez. Bu nedenle biz­zat katilin kendisine, akıtığı kanın ödettirile­ceği açık bir şekilde belirtilmiştir.

İslâm'ın gelişinden önce her kabile kendi mensubunun kanına çok değer vermekteydi. Öldürülenlerin sayısına göre katilin kabilesin­den aynı sayı ve konumda insanlar istenirdi. Hatta bu sayı, akıtılan kanın değerine göre yüzlere kadar çıkabilirdi. Diğer yanda, katil, öldürdüğü kişiden yüksek bir konumda ise, onların adalet anlayışına göre, ölünün hayatı­na karşılık katilin hiç bir şey yapması gerek­miyordu. Kanın değerlendirilmesindeki bu eşitsizlik yalnızca cahiliyye devriyle sınırlı değildir. Bugün bile, "medenî" ülkeler eğer kendi vatandaşlanndan bir kişi öldürülecek olursa, onlardan elli kişiyi Öldüreceklerini açıkça ifade etmekten çekinmiyorlar. Hâki­miyeti altındaki ülkeden bir insanın öldürül­mesine misilleme olarak başka ülkeden bir çok insanının katledildiğini sık sık duyarız. Fakat, katil "medenî-hâkim" ülkeden, öldürü­len ise medenî olmayan (üçüncü dünya) ülke­sinden ise onların yargıçları ölüm kararı ver­mezler. İşte Allah bu adaletsizliğe karşı bizle­ri korumak için şunu emretti: Öldürülenin ha­yatına karşılık, katilin (ve öldürülenin ko­numlarına veya ırklarına bakılmaksızın yal­nızca katilin) canını alın.

İkincisi, burada "kardeş" kelimesinin kullanı­lışında bir çeşit tavsiye vardır. Katil, size elem vermiş olsa da, her şeyden öte insanî bir ilişki ile sizin kardeşinizdir. Bu sebeple günahkâr kardeşinize karşı öfkenizi tutar, kı­sastan kaçınır ve ölüm cezasından vazgeçer­seniz insanlık değerinizi yüceltmiş olursunuz.

Üçüncü olarak bu âyetler, İslâm ceza hukuku­na göre cinayetin tazmin edilebilir bir suç ol­duğunu gösterir. Bu hukuk, öldürülenin akra­balarına, katilden uygun gördükleri bir diyeti isteme hakkını vermektedir. Bu durumda, gö­rülen dâvada, kısas için bir canın alınmasında ısrar edilmez.

Dördüncü olarak, bu âyetler, ölüm cezasının tamamen kaldırılmasını savunanların iddiala­rını çürütür. Nasıl ki, diğer düşüncelere itibar etmeksizin kısasta ısrar etmek merhametsizlik ise, ölüm cezasını toptan kaldırarak cinayetle­ri teşvik etmek de aynı şekilde zulümdür. Bundan dolayı Allah 'kısasta hayat olduğunu' belirtir. Eğer bir toplum hayatın kutsiyetine Önem vermez ve katili korumaya çalışırsa, suçlulara prim vererek, bir çok masum insanın hayatını tehlikeye atmış olur. (The Mea-ning oftha Qur'an, c. I, sh. 135-136).

Adalet, sahip olduğu ahlâkî güç ile nasıl in­sanlık sahasında sevgi ve kardeşlik havasım güçlendiriyorsa, hukuk da bunun gibi sahip olduğu güç ile bu havanın korunmasını sağ­lar.

İnsan, fıtratı gereği hem iyilik hem de kötülük yapabilecek bir kapasiteye sahiptir. Hayatın cazibeleri, insanı kötülük ve sapkınlıkların içine çekerken, onu iyilik ve adaletten uzak­laştırmaktadır. Maddî hayatın zevkleri, alelade bir insana bile gerçek ve kolaylıkla al­gılanabilir geldiği için, bu eğilim toplumda gittikçe büyümektedir, insanlar güç ve kuvvet kazandıklarında, sadece şer güçleri kullan­makla ve iyiliği engellemekle kalmıyorlar, en güçlü ahlâkî öğretileri de etkisiz hâle getiri­yorlar. Ve, tedricî olarak toplum hayatının ta­mamı bu girdaba yakalanmakta ve toplum sonsuz kötülük, sapkınlık ve zulüm denizinin içinde kaybolmaktadır. Bunlara ek olarak, di­ğer insanların haklarını gasbeden, hiçe sayan kimi kötülükler de vardır. Meselâ hırsızlık, soygunculuk, cinayet, emanete hıyanet, emni­yeti suistimal, tecavüz, zulüm, sömürü vb... Eğer kötü niyetli kimselerin toplumu bozma ve başkalarının haklarına tecavüz çabaları kontrol edilmezse, kendi haklarını korumak isteyen faziletli insanlar bu duruma tepki gös­tereceklerdir. Bu hâİ uygulamada vuku bula­cak olursa, toplum bütün iyilik ve adalet duy­gularının ortadan kalktığı, sürekli karışıklık ve kötülük ortamına çekilecektir.

İnsan fıtratının bu zayıflığı karşısında, adale­tin yalnızca ahlâkî eğitim ve nefsin tezkiyesi ile sınırlandırilmaması, böyle bir eğitim ve tezkiyenin sonuçlarını korumak için hukuka ve bir kontrol mekanizmasına rol verilmesi kaçınılmaz bir zarurettir. Bu bir yandan, kötü niyetli kimselerin bozguncu fikirleri, müsteh­cenlik ve adaletsizlik vasıtasıyla kötülük to­humlarını yaymalarını zorlaştırırken, diğer yandan, yıkıcı faaliyetleriyle herhangi bir top­lumun tahribine neden olan kötülük ve fesa­dın bütün şekillerini kontrol altında tutar. Hu­kukun gücü, adalet ve kısas vasıtasıyla zul­medilmiş ve incitilmiş insanların isteklerini hakkaniyetle yerine getirmelidir. Kur'ân'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onda (Tevrat'ta) onla­ra: cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yazdık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazgeçer)se o kendisi için keffâret

olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmet­mezse, işte zâlimler onlardır." (5: 45).

Ahlâkî eğitim ve hukuk prensiplerinin karışı­mının yukarıda açıklanan bütün mahiyeti ve hikmeti Kur'ân'da şöyle özetlenir: "Andol-sun, biz elçilerimizi delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitâb'ı ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara bir çok faydalar bulunan demiri indirdik ki Allah, kimin (ondan istifade ederek) gaybda (görmediği hâlde) Allah'a ve Rasûlü'ne yar­dım edeceğini bilsin..." (57: 25). Bu âyette, beraberlerinde üç şey getiren Allah'ın pey­gamberlerinin vazifesi özetlenir. Bunların il­ki, hakikatle bâtılın birbirinden apaçık bir bi­çimde ayrıldığı ve geride hiçbir şüphenin kal­madığı sarih deliller; ikincisi, insanların ha-yatlanndaki bütün olaylarda faydalanacakları ahlâkî öğreti ve rehberi içeren Kitap; üçüncü­sü, beşerî fikirler, hareketler ve olaylarda yanlışla doğruyu bulabilecekleri ölçüdür. Böylelikle insanlar hayatın aşırılıkları arasın­da doğru ölçüyü tanıyabilirler.

Peygamberler bu üç şeyle birlikte, ferdî oldu­ğu kadar müşterek bir biçimde de insanların davranışlarını ve hayat sistemlerini adalet il­kesine göre düzenlemek için gönderilmişler­dir. Her insan bir yandan Allah'a, kendisine ve başkalarına karşı olan hak ve vazifelerinin şuurunda olmalı, sonra da bunları tam bir adaletle yerine getirmelidir. Diğer yandan ise toplumsal hayatın tüm düzeni, baskı ve zul­mün her şeklinin ortadan kaldırıldığı ilkelere göre inşa edilmelidir. Kültür ve medeniyetin bütün özellikleri her türlü aşın eğilimlerden korunmalı, toplumsal hayatın bütün bölümle­rinde gerçek denge kurulmalıdır. Toplumdaki bütün unsurlar haklarını adaletle almalı, so­nuçta herkes görev ve yükümlülüklerini dü­rüstçe yerine getirmelidir. Bir başka ifadeyle, peygamberlerin geliş gayeleri, sosyal adaleti olduğu gibi ferdî adaleti de sağlamaktır. On­lar her bir kişinin hayatında hakkı kaim kıl­mak istediler, böylece o kişinin kafasında, karakterinde, uygulamalarında ve işlerinde ha­kiki ölçü oluşturulabilecekti. Peygamberler insanın sosyal düzeninde de adaleti tesis et­mek istemişlerdi. Bu şekilde kişi ve toplum birbirlerini engellemeden ruhî, ahlâkî ve maddî refah hususunda yardımlaşabilirlerdi.

Ayrıca, 'demir'in sözkonusu edilmesi bir ger­çeğe işaret etmektedir. Allah rasûllerini yal­nızca ahlâkî eğitim programı ile adalet ilkesi­ni insanlara göstermeleri için göndermemiş; gerekirse güç kullanarak bu ilkeleri uygula­malarını, hayata geçirmelerini öğütlemiş ve emretmiştir. İyilik, takva ve adalete dayanan bir sistem kurmak için yaptıkları çalışmalarda Peygamberlere karşı çıkan, kötülük ve zulmü yaygınlaştıran insanlar, hukukun demir yum­ruğunu şiddetle karşılarında bulacaklar ve lâyık oldukları şekilde cezalandırılacaklardır. Bu, aynı zamanda adaletli bir düzenin kurula­bilmesi için, salt dindarâne temennilerin ye­terli olmadığını, bütün yetenek ve güçleri en üst düzeyde kullanarak çalışmanın, zorluklan sabır ve metanetle aşmanın lüzumunu mü'minlere hatırlatır.