Konu Başlığı: Ahlâkî Eğitimin Kapsamı Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Temmuz 2012, 12:38:25 Ahlâkî Eğitimin Kapsamı Ve Evrenselliği Toplumsal yapı tesis edildiği, kardeşlik esasına göre inşâ edildiği zaman hem hukukî hem de ahlâkî eğitim ihtiyacı doğar. Sevgi ve kardeşliğin ahlâkî vasıflardan olması dolayısıyla, en Önemli ve temelli faktör ahlâkî eğitimdir. Hukuk, yalnızca ahlâkî duyarsızlık ve bozulmanın söz konusu olduğu durumlarda devreye girdiği için ikinci planda kalır. Bu nedenle îslâm, mensupları arasında kardeşlik duygusunu geliştirmek için hukuktan çok ahlâkî eğitime ağırlık verir. Kur'ân, müslümanlar arasında bu tür vasıfları geliştirip, çoğaltmak için yüksek ahlâkî ilkeler manzumesine sahiptir. Mâide sûresinde şunları okuyabiliriz: "Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Âdil davranın, takvaya yakışan budur. Allah'tan korkun, şüphesiz Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." (5: 8). Yine Nisa sûresinde: "Ey iman edenler! Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun, kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adâletten'aynlmaym). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır (onları sizden çok kayırır). Öyle ise keyfinize uyarak doğruluktan sapmayın. Eğer (şahitlik ederken dilinizi) eğip bükerseniz ya da doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (4: 135) ayetini görebiliriz. Kur'ân'm bu âyetleri açıkça gösterir ki, müslümanlar sadece adaleti yerine getirmekle değil, haksızlığı ortadan kaldırıp, hakkı hâkim kılmak için mü'minler olarak ne zaman desteklerine ihtiyaç duyulsa, bedelini hesap etmeksizin hakkı bütün gücüyle desteklemeye çalışırlar. (The Meaning ofthe Qur'an, c. II, sh. 175). İslâm'ın ahlâkî eğitiminin evrensel özelliği çok aşikârdır, bütün esaslarında görülebilir. Özellikle Rasûlullah'in şu sözleri dikkat çekicidir: "Bütün yaratıklar Allah'ın kullarıdır. Allah'a en sevimli gelenler ise O'nun yarattıklarına karşı müşfik olanlardır." (Beyha-ki, Şu'ubü'l-İman) Diğer bir hadiste: "Rahman olan Allah, merhametli olanlara merhamet gösterir. Eğer siz yerdekilere merhamet gösterirseniz, göklerde olan da size merhamet eder." (Ebu Davud ve Tirmizi) denilir. Yine Rasûlullah şöyle buyurur: "Başkaları iyilik yaparlarsa biz de aynı şekilde iyilikle mukabele ederiz, kötülük yaparlarsa biz de kötülük yaparız, diyen insanlar gibi olmayın. Diğerleri kötülük yapsalar da iyilik yapmayı ve kötülükte bulunmamayı kendinize âdet edininiz." (Tirmizî). Herhangi bir toplumda kardeşlik ruhunu teşvik eden en önemli ve en müessir husus iyiliktir (ihsan), özellikle de kötülüğe karşı iyiliktir. Kur'ân bu tabiî prensibi takip eder ve şu sözlerle iyiliği emreder: "İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen, kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (41: 34). Bu âyet, kötülüğe yalnızca iyilikle değil, panzehirin zehirin etkisini gidermesi gibi, daha üstün bir iyilikle karşılık verilmesini öğütler. Hatalı bir kişiyi basitçe affetmeniz yalnızca iyiliktir, ancak ona şefkat ve iyilikle de davranmanız iyiliğin üstün bir şekli olur. (Tafheem al-Qur'an, c. IV, sh. 457). Buna göre ikinci husus, yukarıdaki Kur'ân ayetlerinde zikredilen adalettir. Kur'ân adaleti emreder, çünkü adalet Allah'ın bir sıfatıdır. Bir kişinin kendi aleyhine de olsa, sevgi duyduğu yakınlarının çıkarlarına zararlı da olsa adaleti ayakta tutması onun Allah'a şahitlik etmesidir. Düşman da olsa bütün taraflara tarafsız bir biçimde âdil davranılmalı-dır. Bir kimsenin düşmanlarına adalet göstermesi gerçekten zordur. Ancak, her hâlü kârda müslümanlara emredilen husus budur. Toplumda kardeşlik ruhunu yayan üçüncü husus tevâzudur. Tevazu hakkında Rasûlullah şöyle demiştir: "Allah size davranışlarınızda tevazu ve nezaketi benimsemeniz hususunda bir emir göndermiştir. Böylece içinizden hiçbiriniz diğerlerine zulmedemez veya aşırıya gidemez, hiçbiriniz de başkalarına karşı gururlanamaz." (Ebu Davud). Yine O, şöyle buyurur: "Allah rızâsı için mütevâzî olanın derecesini Allah yüceltir. Ve (o bu şekilde olursa) kendi gözüne küçük gözükür ama başkalarının gözünde çok daha büyür. Kim de gururlanıp kibirlenirse Allah onu alçaltır. İnsanların gözünde alçalırken yalnızca kendi kendisini büyük görür. İnsanlar nezdin-de onun derecesi köpek ve donıuzunkinden daha da düşüktür." (Beyhakî). Kur'ân'da ve Rasûlullah'in sünnetinde bu üç husus (iyilik, adalet ve tevazu) oldukça fazla teşvik edilir. Çünkü bu vasıflar, insanlar arasında sevgi, eşitlik ve kardeşliği doğurur, besler ve geliştirir, insanların birbirlerini kardeş olarak görmelerine yardım eder. Aslında bu Rasûlullah Muhammed'in kalbinin ve Allah'ın diğer elçilerinin gizli sesiydi: "Ey Allah'ın kullan! Kardeşler olunuz!" İslâm öğretisi bütün insanları kardeş yapmak eğilimindedir ki, böylelikle bütün insanların eşit olarak sevgi, kardeşlik ve şefkat içinde yaşayabilecekleri evrensel bir toplum oluşturulabilsin. Fıtratı gereği insan zayıftır; servet, iktidar ve mevki sevgisi ona yukarıdaki güzel vasıflardan daha cazip görünür. Tarihte bunu ispatlayacak bir çok delil vardır. Bu sebeple iyilik, adalet ve tevazu gibi daha üstün nitelikleri geliştirmek suretiyle bu bayağı eğilimlerin üstesinden gelmeden, insanî birlik ve kardeşlik hedefine ulaşmak imkânsızdır. Kur'ân bu üç niteliğin bayağı ve geçici eğilimler olan servet ve iktidar sevgisine üstünlüğünü insanların kalplerine aşılamayı kendi usulleriyle yapar. Bu amaca ulaşmada en güzel yol, insanın gerçek ve kalıcı başarısının bu dünyada kazandığı şan, şeref ve büyüklük olmadığını, asıl olanın ahiretteki durum olduğunu belirtmektedir. Bundan daha iyi bir yol olamaz: "İşte âhiret yurdu: Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk etmek istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç, (günahlardan) sakınanlarındır." (28: 83). Bu âyet, gerçek basan ve şerefi, Allah'ın arzında 'büyüklük' peşinde koşmayan, kendi benliklerini tesis gibi ihtirası olmayan, yani azgınlar, zorbalar ve mütekebbirler gibi değil, mütevâzi kullar gibi yaşayanların kazanacağını göstermektedir. Onlar, Allah'ın kullarını kendilerine köle yapmaya da uğraşmazlar. Diğer taraftan, insan hayatında hakikatin tahrip edilmesi ve Allah yolunun izlenmemesinin sonuçlan olarak bir kaos göze çarpmaktadır. İnsanın Allah'a isyan edip O'na kulluktan yüz çevirerek yaptığı her şey fesattan başka birşey değildir. Servet, gayri meşru yollarla biriktirilip çoğaltıldığında bu da fesadın bir türünü meydana getirir. (The Meaning ofthe Qur'an, c. IX, sh. 121). İnsanların, bu maddî şan ve şöhretlere kapılmaları, evrensel kardeşlik esasına dayalı bir toplum kurabilecek İyilik, adalet, tevazu gibi asîl düşüncelere kayıtsız kalmaları inanılmaz bir olaydır. Bayağı eğilimlerin öne çıkarıldığı yerler, küçücük bir ülke, ulus veya ailede bile olsa buralarda sevgi ve kardeşlik havası bulunmaz. Bu aşağılık eğilimleri kontrol altında tutmak ve onun kötü sonuçlarını göstermek İçin Kur'ân şöyle der: "İnsanlara yanağını bükme (kibirlenerek boynunu bir yana büküp yüzünü insanlardan öte çevirme) ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürüyüşünde tutumlu (tabiî) ol; sesini de kıs. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." (31: 18-19). İsrâ sûresinde ise şunları görürüz: "Yeryüzünde kabara kabara yürüme. Çünkü sen yeri yaramazsın, boyca da dağlara erişemezsin." (17: 37). Diğer yandan Kur'ân güzel hareketlerde bulunan kimseleri över ve bunları örnek gösterir: "Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha hayırlı ve süreklidir. (Fakat bu mükâfat) şu kimseler içindir ki, inanıp Rab'le-rine dayanırlar. Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman onlar affederler. Rablerinin çağrısına gelirler, namazı kılarlar. İşleri aralarında danışma (istişare) iledir. Kendilerine verdiğimiz nzıktan (hayır için) harcarlar. Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman (kahramanca birbirlerine yardım ederek) kendilerini savunurlar. Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez." (42: 38-40). Bu Kur'ân ayeti sarih olarak cesaret ve sebatın en yüksek, en güzel şeklini gösterir. Bunlar yeniden şekillendirme ve kötülüğün giderilmesinde katı cezalardan daha başarılı olabilir. Rasûlullah'in düşmanlarına yaptığı gibi, bazı durumlarda bağışlama, kusurlu davranışları ıslâh edebilir. Diğer bazı durumlarda ise hukukî motifin tam bir icabı olarak sertlik gerekebilir. Ancak bu sertlik şahsî öfke, kin veya gizli kalmış daha bayağı bir motiften kaynaklanmaz. (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an,sh. 1318). Kur'ân'da zikredilen adalet genellikle ahlâkî nitelik vefazilete işaret eder, fakat yukarıdaki ayette (42: 40) olduğu gibi bazen hukukî tedbirlerle ilişkili olarak da kullanılır. Bu âyete göre, bir kimse kendisine kötülük yapanı affedip, ona âlicenaplık gösteremeyecek, onunla barışıp uzlaşmayacak ise, ondan hakkım almasına izin verilir. Bununla birlikte öç alma hakkı birtakım şartlarla kayıt altına alınmıştır. Kötülüğü yapana, ancak yaptığına eşit bir ceza verilir, daha fazlası değil; eğer onu hak ettiğinden daha fazlasıyla cezalandmrsa bu sefer o, mütecaviz ve zâlim durumuna düşer. Bu ise gayri meşrudur. Bu yasa, Bakara sûresinde zikredildiğine göre, kollektif olaylara uygulandığı gibi ferdî durumlara da uygulanabilir; "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez." (2: 190). Yine aynı sûrede şu âyeti okuruz: "Haram ay, haram aya mukabildir; hürmetler karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın; Allah'tan korkun, bilin ki Allah (günahlardan) sakınanlarla beraberdir." (2: 194). Adalet hukukî bir ihtiyaçtır, ancak bu, her kim bir kişiye saldırırsa karşılık olarak o eşit bir cezayla cezalandırılır, demek değildir. 'Eğer öç alınacaksa, bu saldırganın yaptığı kötülükten daha ağır şartlar altında yapılmamalıdır' anlamınadır. Bu hukukun bir boyutudur, ancak hükümler olmasına rağmen bu hukuk özü ve hedefi itibariyle ahlâkîdir. Zira zulme uğrayan kimsenin saldırgandan öcünü alırken hak sahibi olduğu sınırları aşmaması gerekir. Diğer bir boyut ise zulme uğrayan bir insanın haklarının alınmasına yardım etmek ve bu konuda hiç bir şekilde gevşeklik göstermemek İslâm devletinin şer'î bir görevidir. Bu noktada adalet yalnızca ahlâkî bir öğreti olarak kalmaz, aksine yasal emrin özüne ulaşılmasını sağlar. Böylece zâlim, lâyık olduğu biçimde cezalandırılır. Bu, Kur'ân'da bahsedildiği gibi, hukukun bir bölümünün niçin kısasa ayrıldığını açıklar: "Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı (Dolayısıyla katilin de öldürülmesi gerekir). Hüre hür, köleye köle ve kadına kadın. Ama kim (yani katil), kardeşi tarafından affedilirse, o zaman (affedenin, örfe göre) uygun olanı yapma(sı uygun diyeti istemesi, affedilenin de) güzelce onu ödeme(si) gerekir. Bu, Rabb'iniz tarafından bir hafifletme ve acımadır. Kim bundan sonra saldırıya kalkarsa artık onun için acı bir azab vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Böylece korunursunuz." (2: 178-179). Bu âyetlerde insanların faydası için bir kaç genel prensip vazedilir: Birincisi, her bir insan hayatının birbirine eşit değerde olduğu ileri sürülür ki, en ağır adalet gerekleri bile yerine getirilebilsin. Kanın bedeli, yani kısas, Öldürülenin veya katilin toplumsal konumu tarafından belirlenmez. Bu nedenle bizzat katilin kendisine, akıtığı kanın ödettirileceği açık bir şekilde belirtilmiştir. İslâm'ın gelişinden önce her kabile kendi mensubunun kanına çok değer vermekteydi. Öldürülenlerin sayısına göre katilin kabilesinden aynı sayı ve konumda insanlar istenirdi. Hatta bu sayı, akıtılan kanın değerine göre yüzlere kadar çıkabilirdi. Diğer yanda, katil, öldürdüğü kişiden yüksek bir konumda ise, onların adalet anlayışına göre, ölünün hayatına karşılık katilin hiç bir şey yapması gerekmiyordu. Kanın değerlendirilmesindeki bu eşitsizlik yalnızca cahiliyye devriyle sınırlı değildir. Bugün bile, "medenî" ülkeler eğer kendi vatandaşlanndan bir kişi öldürülecek olursa, onlardan elli kişiyi Öldüreceklerini açıkça ifade etmekten çekinmiyorlar. Hâkimiyeti altındaki ülkeden bir insanın öldürülmesine misilleme olarak başka ülkeden bir çok insanının katledildiğini sık sık duyarız. Fakat, katil "medenî-hâkim" ülkeden, öldürülen ise medenî olmayan (üçüncü dünya) ülkesinden ise onların yargıçları ölüm kararı vermezler. İşte Allah bu adaletsizliğe karşı bizleri korumak için şunu emretti: Öldürülenin hayatına karşılık, katilin (ve öldürülenin konumlarına veya ırklarına bakılmaksızın yalnızca katilin) canını alın. İkincisi, burada "kardeş" kelimesinin kullanılışında bir çeşit tavsiye vardır. Katil, size elem vermiş olsa da, her şeyden öte insanî bir ilişki ile sizin kardeşinizdir. Bu sebeple günahkâr kardeşinize karşı öfkenizi tutar, kısastan kaçınır ve ölüm cezasından vazgeçerseniz insanlık değerinizi yüceltmiş olursunuz. Üçüncü olarak bu âyetler, İslâm ceza hukukuna göre cinayetin tazmin edilebilir bir suç olduğunu gösterir. Bu hukuk, öldürülenin akrabalarına, katilden uygun gördükleri bir diyeti isteme hakkını vermektedir. Bu durumda, görülen dâvada, kısas için bir canın alınmasında ısrar edilmez. Dördüncü olarak, bu âyetler, ölüm cezasının tamamen kaldırılmasını savunanların iddialarını çürütür. Nasıl ki, diğer düşüncelere itibar etmeksizin kısasta ısrar etmek merhametsizlik ise, ölüm cezasını toptan kaldırarak cinayetleri teşvik etmek de aynı şekilde zulümdür. Bundan dolayı Allah 'kısasta hayat olduğunu' belirtir. Eğer bir toplum hayatın kutsiyetine Önem vermez ve katili korumaya çalışırsa, suçlulara prim vererek, bir çok masum insanın hayatını tehlikeye atmış olur. (The Mea-ning oftha Qur'an, c. I, sh. 135-136). Adalet, sahip olduğu ahlâkî güç ile nasıl insanlık sahasında sevgi ve kardeşlik havasım güçlendiriyorsa, hukuk da bunun gibi sahip olduğu güç ile bu havanın korunmasını sağlar. İnsan, fıtratı gereği hem iyilik hem de kötülük yapabilecek bir kapasiteye sahiptir. Hayatın cazibeleri, insanı kötülük ve sapkınlıkların içine çekerken, onu iyilik ve adaletten uzaklaştırmaktadır. Maddî hayatın zevkleri, alelade bir insana bile gerçek ve kolaylıkla algılanabilir geldiği için, bu eğilim toplumda gittikçe büyümektedir, insanlar güç ve kuvvet kazandıklarında, sadece şer güçleri kullanmakla ve iyiliği engellemekle kalmıyorlar, en güçlü ahlâkî öğretileri de etkisiz hâle getiriyorlar. Ve, tedricî olarak toplum hayatının tamamı bu girdaba yakalanmakta ve toplum sonsuz kötülük, sapkınlık ve zulüm denizinin içinde kaybolmaktadır. Bunlara ek olarak, diğer insanların haklarını gasbeden, hiçe sayan kimi kötülükler de vardır. Meselâ hırsızlık, soygunculuk, cinayet, emanete hıyanet, emniyeti suistimal, tecavüz, zulüm, sömürü vb... Eğer kötü niyetli kimselerin toplumu bozma ve başkalarının haklarına tecavüz çabaları kontrol edilmezse, kendi haklarını korumak isteyen faziletli insanlar bu duruma tepki göstereceklerdir. Bu hâİ uygulamada vuku bulacak olursa, toplum bütün iyilik ve adalet duygularının ortadan kalktığı, sürekli karışıklık ve kötülük ortamına çekilecektir. İnsan fıtratının bu zayıflığı karşısında, adaletin yalnızca ahlâkî eğitim ve nefsin tezkiyesi ile sınırlandırilmaması, böyle bir eğitim ve tezkiyenin sonuçlarını korumak için hukuka ve bir kontrol mekanizmasına rol verilmesi kaçınılmaz bir zarurettir. Bu bir yandan, kötü niyetli kimselerin bozguncu fikirleri, müstehcenlik ve adaletsizlik vasıtasıyla kötülük tohumlarını yaymalarını zorlaştırırken, diğer yandan, yıkıcı faaliyetleriyle herhangi bir toplumun tahribine neden olan kötülük ve fesadın bütün şekillerini kontrol altında tutar. Hukukun gücü, adalet ve kısas vasıtasıyla zulmedilmiş ve incitilmiş insanların isteklerini hakkaniyetle yerine getirmelidir. Kur'ân'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onda (Tevrat'ta) onlara: cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yazdık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazgeçer)se o kendisi için keffâret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zâlimler onlardır." (5: 45). Ahlâkî eğitim ve hukuk prensiplerinin karışımının yukarıda açıklanan bütün mahiyeti ve hikmeti Kur'ân'da şöyle özetlenir: "Andol-sun, biz elçilerimizi delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitâb'ı ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara bir çok faydalar bulunan demiri indirdik ki Allah, kimin (ondan istifade ederek) gaybda (görmediği hâlde) Allah'a ve Rasûlü'ne yardım edeceğini bilsin..." (57: 25). Bu âyette, beraberlerinde üç şey getiren Allah'ın peygamberlerinin vazifesi özetlenir. Bunların ilki, hakikatle bâtılın birbirinden apaçık bir biçimde ayrıldığı ve geride hiçbir şüphenin kalmadığı sarih deliller; ikincisi, insanların ha-yatlanndaki bütün olaylarda faydalanacakları ahlâkî öğreti ve rehberi içeren Kitap; üçüncüsü, beşerî fikirler, hareketler ve olaylarda yanlışla doğruyu bulabilecekleri ölçüdür. Böylelikle insanlar hayatın aşırılıkları arasında doğru ölçüyü tanıyabilirler. Peygamberler bu üç şeyle birlikte, ferdî olduğu kadar müşterek bir biçimde de insanların davranışlarını ve hayat sistemlerini adalet ilkesine göre düzenlemek için gönderilmişlerdir. Her insan bir yandan Allah'a, kendisine ve başkalarına karşı olan hak ve vazifelerinin şuurunda olmalı, sonra da bunları tam bir adaletle yerine getirmelidir. Diğer yandan ise toplumsal hayatın tüm düzeni, baskı ve zulmün her şeklinin ortadan kaldırıldığı ilkelere göre inşa edilmelidir. Kültür ve medeniyetin bütün özellikleri her türlü aşın eğilimlerden korunmalı, toplumsal hayatın bütün bölümlerinde gerçek denge kurulmalıdır. Toplumdaki bütün unsurlar haklarını adaletle almalı, sonuçta herkes görev ve yükümlülüklerini dürüstçe yerine getirmelidir. Bir başka ifadeyle, peygamberlerin geliş gayeleri, sosyal adaleti olduğu gibi ferdî adaleti de sağlamaktır. Onlar her bir kişinin hayatında hakkı kaim kılmak istediler, böylece o kişinin kafasında, karakterinde, uygulamalarında ve işlerinde hakiki ölçü oluşturulabilecekti. Peygamberler insanın sosyal düzeninde de adaleti tesis etmek istemişlerdi. Bu şekilde kişi ve toplum birbirlerini engellemeden ruhî, ahlâkî ve maddî refah hususunda yardımlaşabilirlerdi. Ayrıca, 'demir'in sözkonusu edilmesi bir gerçeğe işaret etmektedir. Allah rasûllerini yalnızca ahlâkî eğitim programı ile adalet ilkesini insanlara göstermeleri için göndermemiş; gerekirse güç kullanarak bu ilkeleri uygulamalarını, hayata geçirmelerini öğütlemiş ve emretmiştir. İyilik, takva ve adalete dayanan bir sistem kurmak için yaptıkları çalışmalarda Peygamberlere karşı çıkan, kötülük ve zulmü yaygınlaştıran insanlar, hukukun demir yumruğunu şiddetle karşılarında bulacaklar ve lâyık oldukları şekilde cezalandırılacaklardır. Bu, aynı zamanda adaletli bir düzenin kurulabilmesi için, salt dindarâne temennilerin yeterli olmadığını, bütün yetenek ve güçleri en üst düzeyde kullanarak çalışmanın, zorluklan sabır ve metanetle aşmanın lüzumunu mü'minlere hatırlatır. |