๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Safahat => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 19 Aralık 2009, 22:01:20



Konu Başlığı: Vaiz Kürsüde
Gönderen: Ekvan üzerinde 19 Aralık 2009, 22:01:20
Vaiz Kürsüde


Tutun da "zerre"lerinden, çıkın ?sehâbiyye?

Denen yığın yığın eşbâh-i âsümânîye;

Hülâsa, âlem-i imkânı devredin; o zaman

Şühûda bağlı bir îmanla hükmeder vicdan:

Ki hilkatin ne kadar şekli varsa: Ulvîsi,

Kesîfi, müdriki, uzvîsi, gayr-ı uzvîsi,

Kesîfi, müdriki, uzvîsi, gayr-ı uzvîsi,

Kemâl-i şevk ile mahkûmu aynı kânûnun...

Bütün şu´ûn-i avâlim tecelliyâtı onun.

Nedir ki etmededir fıtratın bu kânûnu,

Fezâyı, gökleri, deryâyı, deşti, hâmûnu,

- Adımlarında zekâdan serî´ olup hattâ -

Esîri kaplıyacak füshatiyle istîlâ?

Evet, soruldu mu idrâke ansızın bu suâl,

Lisân-ı hâli şu düstûru haykırır derhâl.

"Bekâyı hak tanıyan sa´yi bir vazife bilir;

Çalış çalış ki bekâ sa?y olursa hakkedilir.



Konulsa rahle-i tedkîke hangi bir mevcûd;

Olur tekâsüfü bir sa y-i dâimin meşhûd.

Ademle karşılaşan zıd vücûd olur, demeyin;

Onun mukâbil olan kutbu sa?ydir. Sa´yin

Gezip dolaştığı ıssız, çorak fezâ-yı adem;

Bakarsınız ki: Çıkarmış vücûda bir âlem.

Tevakkuf ettiği hestî-serây-ı dûra-dûr,

Görürsünüz ki: Ademdir... Ne bir ziyâ, ne de nûrl

Kulak verin de neler söylüyor bakın idrâk:

Bu, lücce lücce tekâsüf, bu sa´y-i dehşet-nâk

Belîğ sa?yidir ummân-ı kudretin, ezelî;

Hurûş-i feyz-i ezel her kutayresinde celî.

Mükevvenâtı ezelden halâs edip ebede

Sürükleyen; onu hayret fezâ hüviyyette

Tekallübât ile bir müntehâya doğru süren;

Hem istikameti dâim o müntehâya veren,

İrâde hep ezelî sa´yidir, bakılsa, onun;

Kimin? O kudret-i mahzın, o sırr-ı meknûnun!

Ne dinlenir, ne de âtıl kalır, velev bir an,

Şu´ûn-i hilkati teksîf edip yaratmaktan.

Tasavvur eyliyelim şimdi başka bir kudret,

Ki hep kuvâyı doğurmuş, esâsı madde... Evet!

Nedir bu? Başka değil, aynı cilvenin işidir:

Bütün ezeldeki sa?yin tekâsüf etmiiidir.

Şu madde yok mu ki almakta birçok eşkâli,

Onun da varmadadır sa´ye asl-ı seyyâli.

Neden mi? Çünkü bütün kudretin tekâsüfüdür.

Zaman da sa?ye çıkar: Çünkü hep onunla yürür.

Mekân da sa´ye varır: Sa´yi sıfra indiriniz,

Mekân tasavvur edilmez, muhâl olur hayyiz.



Ulûm-i şâhikadan fışkıran sütûn-i ziyâ

Dayandı göklere; lâkin yetişmiyor hâlâ,

Bülend nüsha-i îcâdın ilk sahîfesine.

Bu ilk sahîfe müebbed zalâm içinde yine!

Görünmüyor ki, okunsun sevâd-nâme-i gayb;

Yakîne sed çekiyor her satırda yüz bin reyb.

Ziyâya doğru yüzüp gitmek istedikçe hayâl,

Sürüklüyor onu girdâba dalga dalga leyâl!

Meâl-i hilkate imkânı yok yetişmemizin;

Fakat, o nüsha-i tekvîn-i hayret-engîzin

Başında pek iri bir hatla parlıyor, yalnız

Şu cümleler ki, eğer görmemişseniz, alınız:

"Bekâyı hak tanıyan sa?yi bir vazife bilir;

Çalış çalış ki bekâ sa?y olursa hakkedilir."



Kamer çalışmadadır, gökle yer çalışmadadır

Güneş çalışmada, seyyâreler çalışmadadır.

Didinmeden geri durmaz nücûm-i gîsû-dâr;

Bütün alın teridir durmayıp yağan envâr!

Yabancı sanmayınız seyredip de ecrâmı...

Bir eski âiledir, gökyüzünde ârâmı.

Şu var ki, merkezi tâ âsümanda olsa bile,

Gelip gelip bizi besler kemâl-i minnetle.

Fakat bu âile hiç benzemez bizimkilere;

Bozuşmamış onun efrâdı belki bir kerre.

Lisân-ı hâl-i tabîat, lisandır onlara da,

Bir ihtisâs teâtîsidir dönen arada.

Bir ihtisâs ki pek incedir... Fakat keskin...

Ne hasbihâl-i semâvî! Nasıl belâğ-i mübîn´

Görün şu âile efrâdının sevişmesini;

Küçük, büyüklerinin rûhu, kurretü´l-ayni;

Büyük küçükler için dâyedir, mürebbîdir...

Gider, hayâtını tanzîm eder, görürgözetir.

Güneş , ki âilenin mihriban reîsi odur.

Serîr-i muhteşeminden süzüp fezâyı vakûr

Nazarlarıyle arar her tarafta mevkibini;

Nasıl ararsa bir âvâre yâr-ı gâibini.

Bulunca hepsini artık o nâzenin sîne,

Alır birer birer âgûş-i hâr-ı şefkatine.

Bu hânümânı tutan hep onun himâyesidir;

Üzerlerinde gezen sâye kendi sâyesidir;

O sâyedir ki: Yayıldıkça nûru eb´âda,

Hayât ışıkları başlar sarây-ı mînâda.

Evet, bu âile efrâdı durmuyor... El ele.

Verip, ezelde çizilmiş bir istikâmetle,

Kemâl-i mümkini idrâke doğru hep koşuyor;

Fezâda füshati gördükçe büsbütün coşuyor!

Bu azm-i kâhiri nevmîd eder mi bir hâil?

Yolun uzunluğu zîra, vazîfesinde değil!

Ne ıttırâd-ı müebbed! Ne muntazam hareket!

Ya ellerindeki bernâmec, etseniz dikkat.

Bir incelikle mesâîyi münkasimdir ki:

Ne inceliktir o, kâbil değildir idrâki.

Görülmüyor birinin istirâhat eylediği...

Onun tevakkufu, zîrâ, bütün bir âileyi

Dakîkasında perîşân eder, ezer, bitirir.

Demek ki: İstese bir zerre bin cihan devirir!

Fakat o zerre için nerdedir atâlete meyl?

Bakın durur mu Süreyyâ, bakın durcır mu Süheyl?

Görüp Süheyl´ini Şi´râ da her zaman çalışır;

Bakar uzaktaki Ayyûk´a, Ferkadân çalışır.

Karârı yok hele Râmih´le A´zel´in bir an.

Hülâsa, his ile yâhud nazarla fark olunan

Nücûm-i nâ-mütenâhî bütün çalışmakta...

Sükûn tasavvurcı kâbil mi bu´d-i mutlakta?



Bu mevkibin, gece gündüz koşan bu kâfilenin

Mürettebâtı, birer saltanatlı ailenin

Reîs-i dâimidir; vâkıâ bu âileler

Görünmüyor bütün eb´âdı yoklasak yer yer;

Fakat delâlet-i nûruyyle gezseniz ilmin,

Vücûdu anlaşılır her adımda bin necmin.

Bu âilât-ı semâviyye ittihâd ederek

Doğar ki sîne-i mînâda bir kabîle, gerek

Serîr-i şânı, gerek zâtı dâimâ mestûr

Kalan reîsine münkâd olup, sürekli, vakûr,

Fakat sevimli bir âheng-i tâm-ı vahdetle,

Çalışmadan geri durmaz, o muhteşem kütle.

Bu kütle işte bizim kâinatımızdır ki:

- Kuşatmasıyle berâber nazarda eflâki -

Hudûdu çevriliyor kehkeşan nitâkıyle.



Geçin nücûmu... Sehâbiyyeler de, hakkıyle

Tekâmül etmek için uğraşır, döner, didinir,

Birer kabîle, birer kâinât-ı vâsi´dir.

Bu kâinât-ı semâviyyenin - ki bir takımı

Deminki âile şeklindedir- kalan kısmı,

Henüz meşîme-i hilkatte saklı efrâda

Hayât vermek için muttasıl çalışmakta.



Nedir ki sâha-i kudret denen bu zıll-i medîd?

Ziyâ adımlan hattâ mesâhadan nevmîd!

Nedir nizâm-ı mesâî bu küll-i sâîde?

Nedir ki sevk ediyor hiç dağıtmadan ebede?

Bu bî-nihâye avâlim idâresiz yürümez...

Fakat idâre için hangi noktadır merkez?

Nedir ki mevki´i, eb´âda sığmıyan bu yığın

İçinde, şimdi bizim kendi kâinâtımızın?

Harîm-i hikmet-i eşyâya hiç sokulmamalı:

O bir cihân-ı muammâ ki büsbütün kapalı!



Bilir misin, ne kadar hiç imişsin ey idrâk!

Bu ukdeler edecek miydi böyle sîneni çâk?

Ya sen, ne âciz imişsin zavallı akl-ı beşer!

Mücâheden çıkacak mıydı bi´n-netîce heder?

Evet, avâlimi, hiç şüphe yok ki, bir kânun

İdâre etmede... Lâkin nedir meâli onun?

Cihan şu gördüğümüz kütleden ibâret mi?

Bütün avâlim-i meşhûde, yoksa, hiç ismi

Bilinmeyen, sayısız, kâinât-ı uhrânın

Kemîne cüz´ü müdür? Mâverâsı ekvânın

Adem değilse, nasıldır, nedir vücûdu aceb?

Neden bu leyl-i serâir açılmıyor yâ Rab?



Bu cûş-i cür´eti etmekte ansızın mebhût,

Şu ses ki, mevc-i bülendiyle çalkanır melekût:

"Unutma kendini, hem bilmiş ol ki ey insan,

Müebbeden kalacak hilkatin esâsı nihan.

Semâyı alması kâbil mi bir avuç hâkin?

O sâhalar ki yetişmez ziyâ-yı idrâkin,

Tasavvur et: Ceberûtum için bidâyettir!

Mükevvenât ki fikrince bî-nihâyettir,

Kemîne zerresidir âsümân-ı hilkatimin.

Gelip kenârına ummân-ı sermediyyetimin,

Rükû eder ebediyyen, kıyâm eden idrâk;

Zekâ sücûda varır, vehm olur karîn-i helâk.

Senin o sâhada yoktur işin! O sâha, benim,

Bütün halâika mesdûd Kâbe Kavseyn´im!

Harîmi zâir-i tahmîn için küşâde değil;

Sarây-ı vahdetimin durma karşısında, çekil!

Çekil de feyz-i mübînimle tâ ezelde sana

Müsahhar eylediğim bir cihânın ortasına

Atıl... Fezâyı dolaş, âsümâna çık, yere in;

Lisân-ı gaybım olan beyyinât-ı hikmetimin,

Vücûdu inleten âheng-i yek-meâlini duy!

Düşünme, haydi şu âheng-i sermediyyete uy:

Bekâyı hak tanıyan sa?yi bir vazîfe bilir;

Çalış çalış ki bekâ sa´y olursa hakkedilir. "

Alın da bir küçücük taş, ziyâ-yı ilme tutun,

Bütün nikâtını evvelce; sonra kalkın onun

Bakın vücûduna bir hurdebîn alıp, lâkin,

Bu hurdebîn olacak kendi nûru idrâkin.

Zemin kadar büyütün; âsüman kadar büyütün.

Hulâsa, koskocaman bir cihan kadar büyütün;

Görürsünüz ki: O bir damlacık vücûduyle,

Katılmak istiyerek durmayıp giden şeyle,

Önünde azmine hâil ne varsa, hep aşıyor.

Demek ki: Şimdi bu taş canla, başla, uğraşıyor,

"Bütün avâlimi lebrîz eden mesâîye,

Benim de sa´yim olunmak gerek ilâve... " diye.

Bu seng pâreyi siz şimdi görmeyin nâçiz...

O, bir vücûd-i muazzam; o, bir cihân-ı vecîz;

Ki - encümüyle, şümûsuyle, âsümânıyle,

Tevâbi´iyle, sehâbiyyesiyle - aynıyle.

Bizim şu bildiğimiz kâinatı gösteriyor!

Hayâl o manzaranın dehşetinden ürperiyor.

Birer kabiledir eczâ-yı ferdi; zerrâtı

Sırayla âilelerdir alın zureyrâtı:

Görünmemekle berâber yığın yığın efrâd.

Demek, o sîne-i eb´âdı inleten feryâd;

O, her taraftaki âheng-i sa´y-i gulgule-hîz;

O gîrudâr-ı umûmî.. Bakılsa en nâçiz

Taşın mazîk-ı vücûdunda mündemic... Hayret!

Bu seng-i câmidin eczâ-yı ferdi bir vahdet,

Bir imtizâc-ı müebbedle eyliyor deveran.

Ki her tekâsüfü mahsûl-i sa´yinin o zaman,

Temessül etmede birçok kuvâ-yı gâlibeye:

Ya inkılâb ediyor hey´etiyle câzibeye;

Ya başka türlü hüviyyet alıp ziyâ oluyor;

Ya reng-i şu´le-i berkîde rû-nümâ oluyor;

Ya bir harâret-i seyyâle eyliyor te´sîs;

Ya ihtizâz ediyor mevce mevce mıknâtîs.



Aceb, nümûne-i ekvân olan bu, zâten ufak

Vücudu nâ-mütenâhî küçültecek olsak?

Küçüldü, farz edelim, oldu âkıbet zerre...

Görün, şu zerreyi tedkîk edin de bir kerre.

Nasıl hurûş ile kalbinde eyliyor daraban,

Avâlimiyle berâber şümûs-i bî pâyan!

Semâlarında uçan aynı muttarid âhenk;

Denizlerinde gezen aynı sa´y-i rengârenk.

Bakın ki: Zerre de bir hîç olan vücûduyle,

Muvaffak olmadadır kâinâtı temsîle;

Görün ki: Zerreyi etmektedir cihan tanzîr.

Fakat bu bahr-i serâir ki mümteni´ takdir,

Güneşte, gölgede, her yerde cûşa geldikçe,

Atar kenara ,şu yüksek meâli bir mevce:

"Bekâyı hak tanıyan sa´yi bir vazife bilir;

Çalış çalış ki, bekâ sa´y olursa hakkedilir.



Görün kuvâ-yı tabîatte sa´y-i mu´tâdı:

Çalışmasaydı harâret, mevâsim olmazdı.

O, bir zaman azalıp, sonra bir zaman çoğalıp;

Buhâr eder suyu, teksif eder buhârı alıp.

Ziyâ durur mu ya? Zulmetle dâimâ yarışır...

Ne varsa hâsılı... Toprak, deniz, bütün çalışır.

Tesa´udâtı buhârın bulut yığar havaya,

Teressübâtı sehâbın nehir yayar ovaya.

Zemin semâya alev püskürür içinden tâ;

Mukâbilinde sağar yıldırım, zemine semâ.

Duyup hurû,sunu cevvin hurûş eder enhâr

Köpük saçar bunu gördükçe bâd-ı velvele-dâr!

Nedir bu gökteki sesler? Nedir bu yerdeki cûş?

Evet, kuvâ-yı tabî´iyyenin bu dûşa-dûş

Mücâhedâtı ki bir bî-nihâye silsiledir,

Tezâhumuyle yerin sînesinde, yükseltir,

Hayâtın ismini te´bîde bir büyük timsâl,

Ki cebhesinde tecellî eder durur şu meâl:

"Bekâyı hak tanıyan sa yi bir vazife bilir;

Çalış çalış ki bekâ sa?y olursa hakkedilir: "



Zevil-hayâta bakın... Koşmuyor mu hakk-ı hayât

Peşinde cümle nebâtât, cümle hayvânât?

Müessirât-ı tabîatle dâim uğraşarak;

Bütün cihan gibi onlar da istiyor yaşamak.

Avâmilin kimi te yid eder bekalarını;

Hücûm eder kimi ta´cil için fenâlarını.

Zavallılar, hani, bir ân içinde bin kerre,

Kaçıp ikinci takımdan koşar birincilere.

Hayâtı hak tanıyanlar yorulmuyor... Heyhât!

Sükûn nedir, onu görmüş müdür ki uzviyyât?

Bu kâr-zâra düşen hangi ferd-i uzvî ki,

Kımıldamaz, onu çiğner geçer hemen öteki.

Bu intihân fakat nerden ihtiyâr edecek?

İlerleyip duruyor işte hiç kesilmeyerek,



- Ezelde rûhuna mevdû´-i dest-i fıtrat olan -

Güzîde bir emelin arkasında koşmaktan.

Değil vîsâli, ki bir gâyedir hayâtı için,

Hayâl-i vaslı da câzib o nâzenîn emelin!

Bu gâyenin, bu hayâlin ümîd-i idrâki,

Dolaştırır gece gündüz o rûh-i çâlâki.

Zemîni kendine hasretmek isteyip çalışır

Şu var ki başka emeller de ansızın karışır.

Tezâhum etti mi âmâli birçok efrâdın;

Kesilmez arkası artık cihâd-ı mu´tâdın!

Bu harb işinde kazanmaktadır çalışmış olan;

Çalışmayıp oturandır gebertilen, boğulan.

Nedir murâdı, bilinmez, fakat Hakîm-i Ezel,

Cihânı ma´reke halk eylemi,s, hayâtı cedel.

Kimin kolunda mesâi denen vefâlı silâh

Görülmüyorsa, ümit etmesin sonunda felâh

Gerek hücuma geçilsin, gerek müdafaaya.

Müsellâh olmalı mutlak giren münâzâ´aya.



Fakat cidâl-i hayâtın bütün bu gulgulesi;

Kalanların acı, ölmüşlerin acıklı sesi;

Zaman zaman göğe yaprak nisâr eden eşcâr;

Zemin zemin yere kâliçeler yayan ezhâr;

Bahâra karşı tuyûrcın garîb nevhaları;

Şikâr önünde vuhûşun mehîb sayhaları;

Bedâyi´iyle bahârân, şedâidiyle hazân,

Bu şi´r-i hilkati inşâd eder durur her ân:

"Bekâyı hak tanıyan sa´yi bir vazife bilir;

Çalış çalış ki bekâ sa´y olursa hakkedilir. "

Değil mi ceng-i hayâtın zebûnu âdem de?

Mücâhedeyle yaşar çâresiz bu âlemde.

Evet, mücâhede mahsûlüdür hayât-ı beşer,

O olmadıkça ne efrâd olur, ne âileler.

Görün birer birer efrâdı: Muttasıl çalışır;

Bakın ki âileler durmayıp nasıl çalışır

Alın sırayla cemâ´âti, sonra akvâmı;

Aceb cidâl-i maîişetten ayrılan var mı?

Nizâm-ı kevne nigehbân o sermedi kânun,

Bütün cihânı tutarken tahakkümünde zebun,

Garîb olur beşerriyet çıkarsa müstesnâ.

Hayır!Adâlet-i fıtratta yoktur istisnâ.

Hayâta hakkı olan kimdir anlıyor, görüyor;

Çalışmayanları bir bir eliyle öldürüyor!

Bekâyı gâye sayanlar koşup ilerlemede;

Yolunda zahmeti rahmet bilip müzâhamede.

Terakkiyâtını milletlerin gören, heyhât,

Zaman içinde zaman etse, haklıdır, isbât.



Bakın mücâhid olan Garb´a şimdi bir kerre.

Havâya hükmediyor kâni´ olmuyor da yere.

Dönün de âtıl olan Şark´ı seyredin. Ne geri!

Yakında kalmıyacak yeryüzünde belki yeri!

Nedir şu bir sürü fenler, nedir bu san´atler?

Nedir bu ilme tecellî hakîkatler?

Sefineler ki tarar kıt´a kıt´a deryâyı;

Şimendüfer ki tarar buk´a buk´a dünyâyı;

Şu´ûn ki berka binip seslenir durur ovada;

Balon ki rûh-i kesîfiyle yükselir havada...

Hülâsa, hepsi bu âsâr-ı dehşet-âkînin,

Bütün tekâsüfüdür toplanan mesâînin.



Aduvve karşı cehennem kusan mehîb efvâh;

Omuzlarında savâik yatan sehâb-ı sipâh;

Uyûn-i hırsa aman vermiyen ridâ-yı medîd;

Kovuklarında yanardağ duran husûn-i hadîd;

Refâh içinde ömür sürmeler, meserretler;

Huzûr-i hâtıra makrun büyük sa´âdetler;

Teeyyüd etmiş emeller, nüfûzlar, şanlar

Küçülmiyen azametler, sürekli umranlar...

Eder netîcede sa?yin tecessümünde karâr



Zaman zaman görülen âhiret kılıklı diyâr;

Cenâzeden o kadar farkı olmayan canlar;

Damarda seyri belirsiz, irinleşen kanlar;

Sürünmeler; geberip gitmeler; rezâletler;

Nasîbi girye-i hüsrân olan nedâmetler;

Harâb olan azamet, târumâr olan ikbâl;

Sukût-i rûh-i umûmî, sukût-i istiklâl;

Dilencilikle yaşar derbeder hükûmetler;

Esâretiyle mübâhî zavallı milletler;

Harâbeler, çamur evler, çamurdan insanlar;

Ekilmemiş koca yerler, biçilmiş ormanlar;

Dunrur sular, dere olmuş helâ-yı cârîler;

Isıtmalar, tifolar, türlü mevt-i sârîler;

Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;

Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar...

Atâletin o mülevves teressübâtı bütün!

Nümûne işte biziz... Görmek istiyen görsün!

Bakın da hâline ibret alın şu memleketin!

Nasıldın ey koca millet? Ne oldu âkıbetin?

Yabancılar ediyormuş - eder ya - istikrâh:

Dilenciler bile senden şereflidir billâh.

Vakârı çoktan unuttun, hayâyı kaldırdın;

Mukaddesâtı ısırdın, Hudâ´ya saldırdın!

Ne hâtırâtına hürmet, ne an´anâtını yâd;

Deden de böyle mi yapmı,stı ey sefıl evlâd?

Hayâtın erzeli olmuş hayât-ı mu´tâdın;

Senin hesâbına birçok utansın ecdâdın!

Damarlarındaki kan âdetâ irinleşmiş;

O çıkmak istemiyen can da bir yığın leşmiş!

İâde etmenin imkânı yoksa mâzîyi,

Bu mübtezel yaşayıştan gebermen elbet iyi.

Gebermedik tarafın kalmamı,s ya pek, zâten...

Sürünmenin o kadar farkı var mı ölmekten?

Sürünmek istediğin şey! Fakat zaman peşini

Bırakmıyor, atacak bir çukur bulup leşini!

Bugünn sahîk-i âlemde sen ki bir lekesin;

Nasıl vücûdunu kaldırmasın, neden çeksin?

"İşitmedim" diyemezsin; işittin elbette:

" Tevakkufun yeri yoktur hayât- millette. "

Sükûn belirdi mi bir milletin hayâtında;

Kalır senin gibi zillet, esâret altında.



Nedir bu meskenetin, sen de bir kımıldasana!

Niçin kımıldamıyorsun? Niçin? Ne oldu sana?

Niçin mi? "Çünkü bu fânî hayâta yok meylin!

Onun netîcesidir sa´ye varmıyorsa elin. "

Değil mi?.. Ben de inandım! Hudâ bilir ki yalan!

Hayâta nerde görülmüş senin kadar sarılan?

Zorun: Gebermemek ancak "ölümlü dünyâ" da!

Değil hakîkati, mevtin hayâli rü´yâda

Dikilse karşına, hiç şüphe yok, ödün patlar!

Düşün: Hayâta fedâ etmedik elinde ne var?

Şeref mi, şan mı, şehâmet mi, din mi, îman mı?

Vatan mı, hiss-i hamiyyet mi, hak mı vicdan mı?

Mezar mı, türbe mi, ecdâdının kemikleri mi?

Salîbi sîneye çekmiş mesâcidin biri mi?

Ne kaldı vermediğin bir çürük hayâtın için?

Sayılsa âh giden fidyeler necâtın için!

Çoluk çocuk kesilirken; kadınlar inlerken;

Zavallılar seni erkek sanır da beklerken;

Hayâyı, ırzı ekip yol boyunca, çırçıplak,

Kaçarsın, öyle mi, hey kalp adam sıkılmıyarak!

Değil ki "dön!" diye binlerce yalvaran geride;

Dikildi karşına ecdâdının mekâbiri de;

" Yolumda durma kaçarken!" dedin, basıp geçtin!

İşitmedin mi ne söylerdi muhterem ceddin:

"Zafer ilerdedir oğlum, hücûm edip aşarak,

Hudûd-i düşmanı, hiç yoksa, bir mezâr almak;

Geçip de ric´ate bin yıl muammer olmaktan

Hayırlıdır... " Ne yaman söz, ne kahraman îman!

Yazık ki sen şu büyük ruhu şerma-sâr ettin:

Bütün mekâbir-i İslâm´ı küfre çiğnettin!

Birer lisân-ı tazallüm uzattı her makber...

Zavallı taşlara lâkin bakan mı var? Ne gezer!

Değil mezardaki na´şın enîn-i tel´ini,

Figânı bunca hayâtın çevirmemişti seni!

Merâmın: Ölmeyebilmek, fenâ değil bu karâr...

Fakat hayât için elzem hayâtı istihkâr.

Hayât odur ki: Nihâyet bahâsı hûn olsun,

Senin hayât-ı sefilin: Bahâ yı nâmûsun!

Deden ne türlü yaşarmış... Adamsan öyle yaşa;

"Eğer hümâ-yı zafer konmak istemezse başa,

Harâm olur sana kuzgun üşürmemek leşine!"´

Nasıl, bu sözleri tutmak gelir mi hiç işine?

Mezelletin o kadar yâr-ı cânısın ki, yazık,

"Ucunda yoksa ölüm" her belâya göğsün açık!



Dilenci mevki´i, milletlerin içinde yerin!

Ne zevki var, bana anlat bu ömr-i derbederin?

Şimâle doğru gidersin: Soğuk bir istikbâl,

Cenûba niyyet edersin: Açık bir istiskâl!

"Aman Grey! Bize senden olur olursa meded...

Kuzum Puankare! Bittik... İnâyet et, kerem et!"

Dedikçe sen, dediler karşıdan: "İnâyet ola!"

Dilencilikle siyâset döner mi, hey budala?

Siyâsetin kanı: Servet, hayâtı: Satvettir,

Zebûn-küş Avrupa bir hak tanır ki: Kuvvettir.

Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,

Üzengi öpmeye hasretti Garb´ın elçileri!

O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,

Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?

"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:

Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu!

Taleb nasılsa, tabî´î, netîce öyle çıkar,

Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?

"Çalış "´ dedikçe şerîat, çalışmadın, durdun,

Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!

Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!



Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,

Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!

Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,

Birer birer oku tekmil edince defterini;

Bütün o işleri Rabbim görür. Vazîfesidir...

Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!

Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...

Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!

Onun hazîne-i in´âmı kendi veznendir!

Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir1

Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;

Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!

Çekip kumandası altında ordu ordu melek;

Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!

Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:

" Yetiş!" de kendisi gelsin, ya Hızr´ı göndersin!

Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;

Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.

Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;

Çoluk çocuk O´na âid: Lalan, bacın, dadın O;

Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O;

Alış seninse de, mes´ûl olan verişten O;

Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;

Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;

Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!

Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!

Hudâ-yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;

Utanmadan da tevekkül diyor bu cür´ete... Ha?

Yehûd Üzeyr´e, Nasârâ Mesîh´e ibn´ul-lâh

Demekle unsur-i tevhîd olur giderse tebâh;

Senin bu kopkoyu ,sirkin sığar mı îmâna?

Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdân´a ?

Kimin hesâbına inmiş, düşünmüyor, Kur´ân...

Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhâtab olan!

Bütün evâmire i´lân-ı harb eden şu sefih,

Mükellefıyyeti Allah´a eyliyor tevcîh!



Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin,

Nasıl günâhına girmez tevekkülün, kaderin;

Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,

Muvaffakiyyete imkân bulur musun acaba?

Hamâkatin aşıyor hadd-i i´tidâli, yeter!

Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!

"Kader" senin dediğin yolda şer´a bühtandır.

Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrândır.

Kader ferâiz-i îmâna dahil... Âmennâ...

Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma´nâ.

Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,

Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a?yânda.

Niçin, nasıl geliyornuş... O büsbütün meçhûl;

Biz ihtiyârımızın sûretindeniz mes´ûl.

Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh;

Senin vazîfen itâ´at ne emrederse İlâh.

O, sokmak istediğin şekle girmesiyle kader;

Bütün evâmiri şer´in olur bir anda heder!

Neden ya, Hazret-i Hakk´ın Resûl-i Muhterem´i,

Bu bahsi men ediyor mü´minîne, boş yere mi?

Kader deyince ne anlardı dinle bak Ashâb:



Ebû Ubeyde?ye imdâda eylemişti şitâb,

Maiyyetindeki askerle bir zaman Fârûk.

- Tereddüt etme sakın, çünkü vak´a pek mevsûk -

Tarîk-ı ,Şâm´ı tutup doğru "Surg"a indi Ömer.

Ebû Ubeyde hemen koştu almasıyle haber.

Halife, Hazret-i Serdâr´a "Nerdedir ordu?

Ne yaptınız? Yapacak şey nedir?" deyip sordu.

Ebû Ubeyde; "Vebâ var!" deyince askerde;

Tevâbi´iyle Ömer durdu kalkacak yerde.

" Vebâya karşı gidilmek mi, gitmemek mi iyi?"

Muhâcirîn-i kirâmın soruldu hep re´yi.

Bu zümreden kimi; "Maksad mühim, gidilmeli" der;

"Hayır, bu tehlikedir" der, kalan Muhâcirler.

Halife böyle muhâlif gön;ince efkârı;

Çağırdı: Aynı tereddüdde buldu Ensâr´ı.

Dağıttı hepsini, lâkin sıkıldı... Artık ona,

Muhacirîn-i Kureyş´in müsinn olanlarına

Mürâca´at yolu kalmıştı; sordu onlara da.

Bu fırka işte bilâ-kaydı-ı ihtilâf arada:

" Vebâya karşı gidilmek hatâ olur" dediler:

" Yarın dönün!" diye Ashâb´a emri verdi Ömer.

Ale´s-seher düzülürken cemâatiyle yola,

Ebû Ubeyde çıkıp: "Yâ Ömer, uğurlar ola!

Firârınız kaderu´l-lâhtan mıdır şimdi?"

Demez mi, Hazret-i Fâruk döndü: ? Doğru?, dedi,

Şu var ki bir kaderu´l-lâhtan kaçarken biz,

Koşup öbür kaderul´lâha doğru gitmedeyiz.

Zemîni otlu da, etrâfı taşlı bir derenin

İçinde olsa deven yâ Ebâ Ubeyde, senin;

Tutup da onları yalçın bayırda sektirsen,

Ya öyle yapmıyarak otlu semte çektirsen,

Düşün; Kaderle değildir şu yaptığın da nedir?"

Ömer bu sözde iken İbn-i Avf olur zâhir,

Hemen rivâyete başlar hadîs-i tâûnu

Ebû Ubeyde tabî´i susar duyunca bunu.

Muhâcirîn-i Kureyş´in, kibâr-ı Ashâb´ın,

Şerîatın koca bir rüknü: İbn-i Hattâb´ın:

Kader denince ne anlardı hepsi, anladın a!...

Utanmadan yine kalkışma Hakk´a bühtâna



Tevekkülün, hele ma´nâsı hiç de öyle değil.

Yazık ki: Beyni örümcekli bir yığın câhil.

Nihâyet oynıyarak dîne en rezîl oyunu.

Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hâle onu!

Yazık ki: Çehre-i memsûha döndü çehre-i din:

Bugün kuşatmada İslâm´ı bir nazar: Nefrin.

Tevekkül inmek için tâ bu şekl-i mübtezele,

Nasıl uyuttunuz efkârı, bilsem, ey hazele?

Nasıl durur aceb alnında Şer´-i ma´sûmun.

Bu simsiyâh izi hâlâ o levs-i meş´ûmun?

Tevekkül öyle yaman bir Şiâr-ı imandı.

Ki kahramân-ı fezâil denilse şâyandı.

Yazık ki: Rûhuna zerk ettiler de meskeneti:

Cüzâma döndü, harâb etti gitti memleketi!

Tevekkül olmasa kalmaz fazîletin nâmı...

Getir hayâline bir kerre Sadr-ı İslâm´ı;

O bî-nihâye füyûzun yarım asırlık bir

Zamân içinde tecellîsi hangi sâyededir?

Bu müddetin ne ki akvama nisbeten hükmü,

Bin inkılâba yetişsin?.. Bu hiç görülmüş mü?

Zaman içinde zaman tayyolunmak imkânı

Görülmedikçe tahayyür bırakmaz insânı!

Zalâm-ı şirki yarıp fışkınnca dîn-i mübîn.

Yayıldı sîne-i Bathâ-ya bir hayât-ı nevîn.

Bu inkılâbı henüz rûhu duymadan Garb´ın,

Kuşattı satveti dünyâyı bir avuç Arab´ın!

Dayandı bir ucu tâ Sedd-i Çîn´e; diğer ucu,

Aşıp bulut gibi, binlerce yükselen burcu,

Uzandı ansızın İspanya´nın eteklerine.

Hicâz´ı Çin´i düşün nerde? Nerdedir Pirene!

Nedir bu hârikanın sırrı? Hep tevekküldür:

Ki i´timâd-ı zaferden gelen tahammüldür.

Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refik;

Durur mu şevkine pervâne olmadan tevfik?

Cenâb-ı Hak ne diyor bak, Resûl-i Ekrem´ine:

"Bütün serâiri kalbin ihâta etse, yine,

Danış sahâbene dünyâya âid işler için;

Rahîm ol onlara... Sen, çünkü, rûh-i rahmetsin.

Hatâ ederseler aldırma, afvet, ihsân et;

Sonunda hepsi için iltimâs-ı gufrân et.

Verip karân da azm eyledin mi... Durmıyarak

Cenâb-ı Hakk´a tevekkül edip yol almaya bak."



Demek ki: Azme sarılmak gerek mebâdîde;

Yanında bir de tevekkül o azmi teyîde.

Hülâsa, azm ile me´mûr olursa Peygarnber;

Senin hesâbına artık, düşün de bul, ne düşer!

Şerîatin ikidir en muazzam erkânı;

Kimin ki öyle müzebzeb değildir îmânı;

Ayırmaz onları, bir addedip tevessül edeı:

Açıkça söyleyelim: Azm eder, tevekkül eder:

Ne din kalır, ne de dünya bu anlaşılmazsa...

Hem anlayın bunu artık, hem anlatın nâsa.

Bu anlaşılmalı... Yâhud uzat bacaklarını,

Pamuklu şilteyi buldun mu, anma hiç yarını!

Ne olsa, pufla yataktan açılma tek bir adım;

İçin sıkıldı mı, gelsin boğuk boğuk "Bakalım

Cenâb-ı Hak ne yapar?" virdi yorgan altından!

Cenab-ı Hak ne yapar, bilmiyor musun o zaman:

Araştırır "Bakalım bir, kulum ne yaptı?" diye...

Kıvır da şilteyi öyleyse bak ilerlemeye.

Senin şu hâlini Sa´di ne hoş hikâye eder...

İşittiğin olacaktır ya... Neyse, dinleyiver:

Kalenderin biri köyden sabahleyin fırlar.

Arar nasîbini; avdette kırda akşamlar.

Fakat güneş batarak, ortalık karardıkça

Görür ki: Yerde yatılmaz, hemen çıkar ağaca.

Herif ağaçta iken bir iniltidir, işitir...

Bakar ki: Bir kötürüm tilkinin yanık sesidir.

Zavallı, pösteki olmuş, bacak yok işliyecek;

Boğazsa işlemek ister... Ne yapsın... İnliyecek!

Biraz geçince, kavî dişlerinde bir ceylân,

İner yakındaki vâdiye karşıdan arslan.

Yukarda çıkmaz olur, şimdi, yolcunun nefesi;

Tabîatiyle durur hastanın da inlemesi!

Yiyip şikârını arslan, dalınca ormanına;

Sürüklenir, yanaşır tilki sofranın yanına;

Doyar efendisinin artığıyle, sonra yatar.

Herif düşünmeye başlar eder de hâle nazâr:

"Cenab-ı Hak ne kadar merhametli, görmeli ki:

Açım! demekle amel-mânde bir topal tilki,

Ayağna gönderiyor rızkın en mükemmelini...

O halde çekmeli insan çalışmadan elini.

Değer mi koşmaya akşam sabah, yalan dünya?

Dolaşmıyan dolaşandan akıllı... Gördün ya:

Horul horul uyuyor kahbe tilki, senden tok!

Tevekkül etmeli öyleyse şimdiden tezi yok.

Yazık bu âna kadar çektiğim sıkıntılara!... "



Sabâh olunca, herif dağ başında bir mağara

Tasarlayıp, ebedî´tikâfa niyyet eder.

Birinci gün bakınır. Yok ne bir gelir, ne gider!

İkinci gün basar açlık, erir erir süzülür;

Üçüncü gün uyuşuk bir sinek olur büzülür.

Ölüm mü, uyku mu her neyse âkıbet uzanır;

Fakat işittiği bir sesle silkinir, uyanır:

"Dolaş da yırtıcı arslan kesil behey miskin!

Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?

Elin, kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak,

Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak. "



Ömer, tevekkülü elbet bilirdi bizden iyi...

Ne yaptı "biz mütevekkilleriz" diyen kümeyi?

Dağıttı, kamçıya kuvvet, "gidin, ekin" diyerek.

Demek: Tevekkül eden, önce mutlaka ekecek;

Demek: Tevekküle pek sığmıyormuş, anladın a,

Sinek düşer gibi düşmek şunun bunun kabına.

Bakın ne hâle getirmiş ki cehlimiz dîni:

Hurâfeler bürümüş en temiz menâbi´ini.

Değil hakaikı şer´in, bugün, bedîhiyyât

Bilâ-münâkaşa, ikrâr olunmuyor... Heyhât!

Kitâb´ı, Sünnet´i, İcmâ´ı kaldırıp artık;

Havâssı maskara yaptık, avâmı aldattık.

Yıkıp ,serîati, bamba,ska bir binâ kurduk;

Nebî´ye atf ile binlerce herze uydurduk!

O hâli buldu ki cür´et: "Yecûzu fi´t-tergîb..."

Karâr-ı erzeli fetvâ kesildi!.. Hem ne garîb,

Hadîsi vaz´ ediyorken sevâb uman bile var!

Sevâbı var mı imiş, bir zaman gelir, anlar!

İbadete teşvik maksadıyla olursa hadis uydurmak caizdir manâsına!

Cihânı titretiyorken nidâ-yı ?Men kezebe...?

İşitmiyor mu, nedir, bir bakın şu bî-edebe:

Lisân-ı pâk-i Nebî´den yalanlar uyduruyor;

Sıkılmadan da "sevâb i,sledim" deyip duıuyor!

Düşünmedin mi girerken şerîatin kanına?

Cinâyetin kalacak zanneder misin yanına?

Sevâb ümîd ediyor ha! Deyin ki nâmerde:

"Sevâbı sen göreceksin huzûr-i mahşerde!

Tepende gezdirecek ra´d-ı intikâmını Hak,

Ki yıldırımları beyninde kaynayıp duracak.

Yakandan inmiyecek dest-i kahrı hüsrânın...

Nasıl iner ki, önünden kaçıp da nîrânın,

Civâr-ı nûr-i nübüvvette mültecâ bulsan;

Bu türlü kurtuluş imkânı yok ya... Kurtulsan;

Şu izdihâmın elinden - ki belki bir milyar

Nüfûs-i hâsiredir - kaçmak ihtimâli mi var?

Bugün fesâdına kurbân olan zavallıların

Vebâli boynuna yüklenmesin mi, yoksa, yarın?

Kolay mı ümmeti ıdlâl edip sefil etmek?

Kolay mı dîni hurâfât içinde inletmek?

Niçin Kitâb-ı İlâhî?yi pâyimâl ettin?

Niçin şeriâti murdâr elinle kirlettin?

Çıkıp tepinmeye yok muydu, başka bir sâha?

Nedir bu salladığın çifte, Kâ´betullâh´a?

Herif! Şu millet-i ma´sûmeden ne isterdin,

Ki doğru yol diye tuttun, dalâli gösterdin!"

Zavallı çırpınıyor boyladıkça hüsrânı...

Kenâra kaçmaya olsaydı bâri dermânı.

Yazık ki çıkmak ümidîyle kalkarak ayağa,

Kımıldadıkça gömülmekte büsbütün batağa!

Zaman zaman bakıp etrâfa di,s gıcırdattı;

Muhîti, çünkü, yürürken o muttasıl battı!

Fakat bugün acınır bir nazarla bakmakta:

Omuzda, çünkü, batak şimdi, cansa gırtlakta.

Henüz gömülmedi bîçârenin cılız boyunu;

Koşup halâs ediniz bârî son deminde onu.

Fakat, halâsı için en emin tarîkı tutun;

Şu pis bataklığı bir kerre mahvedin, kurutun.

Kolay değil bu da, lâkin, büyük vukûf ister;

Düşünce yoksulu, zıpçıktı müctehidler eğer,

Dalarsalar o rezîl ictihâda bermu´tâd;

Olur zavallının âtîsi büsbütün berbâd!



Sakırgadan daha iğrenç öbek öbek türüdü,

Vücûd-i milleti son günler öyle bir bürüdü

Ki davranıp o tufeylâtı ansızın koğacak

Olursa kurtulacak belki... Yoksa, bit boğacak!

Eğer vücûdunu bir parçacık gözetseydin;

Eğer tehâret-i vicdâna dikkat etseydin;

Bu hâle gelmeye kalmazdı orta yerde sebep.

Batak da, bit de o murdar atâletinden hep!



Zavallı milletin idrâki târumâr olalı:

Muhît-i ilme giren yok, diyâr-ı fen kapalı;

Sanâyi´in adı batmış, ticâret öylesine,

Zirâ´at olsa da... Adem nebî usûlü yine!

Onun da var. Bunu idrâk eder birinci nazar.

Nedir mi?Anlatayım: Sizde olmıyan irfan.

Biraz hayâ edin öyleyse Şaklabanlıktan!

Kilitlidir kapı "ümmî duhât" için, amma

Kıyâm-ı haşre kadar ictihâd eder "ulemâ ".

Evet, şerâiti mevcûd olunca insanda;

Ne kaldı men´edecek ictihâdı, meydanda?

İle´l-ebed yetişir müctehid bu ümmetten;

Şu var ki: Çıkmalı ferdâ-yı nûra zulmetten.

Kıyâs-ı fâside bir kerre eyleyin dikkat:

Süveyş´i açtı herif... Doğru... Neyle açtı fakat?

Omuzlamakla mı? Heyhât! Öyle bir fenle,

Ki bir ömür telef etmiş o fenni tahsîle.

Düşünmüyor bu kopuklar ki: Müctehid geçinen

Zamânının olacak muktedâsı irfânen.

Kitâb´ı, Sünnet´i, İcmâ´ı sağlam anlıyacak;

Hilâfı yoklıyacak ihtiyâcı kollıyacak.

Ne ictihâdı yapar, yoksa, bir alay - zimmî

Kadar nasîbe-i fıkhîsi olmayın - ümmî?

Kuzum, eşek nalı yapsan: Bir usta çingenenin

Yanında uğraşacaksın, başında mengenenin.

Peki! Liyâkat-i fıtrisi âdemin sâde,

Kıfâyet eylemiyorken bu en hasîs işde,

Ya ictihâda nasıl kalkıyor bu sersemler?

O ictihâda ki: Dünyâ kadar ulûm ister!

Sokarsa burnunu herkes düşünmeden her işe;

Kalır selâmet-i milliyyemiz öbür gelişe!

Neden vezâifi taksîme hiç yanaşmıyoruz?

Olursa bir kişinin koltuğunda on karpuz,

Öbür gelişte de mümkün değil selâmetimiz!

Hülâsa, hepsi çalışmak yorulmak istiyecek.

Fakat çalışmak için önce şart olan: İstek.

O yoksa, hangi vesîleyle biz ilerliyelim?

Sıkıntısız mütefennin, üzüntüsüz âlim,

Ne tatlı şey! Buna bir çâre yok mu? Hah! Bulduk:

Tokatlıyan´da, yarın, toplanır beş altı kopuk,

Birer kadeh biradan sonra davranır erken,

Omuzlayıp kırarız bâb-ı ictihâdı hemen.

Kınlmadan açılır şey değil, kilit müdhiş!

Gelin, omuzlıyalım... Bir omuzlamaktadır iş.

Cesâretin medenî şekli işte böyle olur;

Uzun düşünmeye gelmez, karârımız bozulur.

Şüveyş´i yardı herif... Akdeniz´le Şab denizi

Bitişti. Öyle ya, bizler de kendi fikrimizi

Çıkarmış olsak eğer, şimdi, kuvveden fi´le,

Kucaklaşır medeniyyetle din tamâmiyle,

Süveyş´in ağzına heykel nasıl dikilmişse,

Bekâ-yı nâmını te´yîd için "dö Lesseps"e;

Bizim de hakkımız elbette, ictihâdı yaran

Kanal boyunca birer heykel istemek o zaman!



Bakın ne günlere kaldık: Ya beş, ya altı kopuk

Yamaklarıyla beraber ki hepsi kılkuyruk

Utanmadan çıkıyor, ictihâda kalkışıyor!

Bu hâle karşı tahammül hakîkaten pek zor.

Harîmi şer´-i mübînin ahır değil... Oradan

Çekil de kendine bir sâha bul, behey nâdan!

Kilitli bir kapı var orta yerde anlasana:

Harem-sarây-ı şerî´at değil dalan dalana.

Nasıl ki her kapının ayrı bir anahtarı var,

Yazık yazık ki, bu yüzden bütün felâketimiz.

İ,sin reculleri kimlerse çıksın orta yere;

Ne var, ne yok bilelim, hiç değilse, bir kerre.

Sabahleyin mütefelsif, ikindi üstü fakîh;

Sular karardı mı pek yosma bir edîb-i nezîh;

Yarın müverrih; öbür gün siyâsetin kurdu;

Bakarsın: Ertesi gün ictihâda pey vurdu!..

Hülâsa bûkalemun fıtratinde züppelerin

Elinde maskara olduk... Deyin de hükmü verin!



Fakat bu maskaralıklar devâm edip gitmez

"Adam benim neme lâzım!" demekle iş bitmez.

Tecellüd eylemesinden yılıp da zındîkın,

Ağırca alması, bir fitnedir ki, sıddîkın:

Cenâb-ı Hakk´a sığınmış o heybetiyle, Ömer

Emîn olun, bizi me?yûs eden felâketler,

Vazife hissine bîgânelik belası bütün.

Küçük, büyük "ne vazîfem!" desin de iş yürütün!

O hâle geldi ki millet vazîfesizlikten:

Vazîfe hissi de kâfi değil, bugün, cidden.

Evet, onun daha fevkinde ihtiyâc artık...

O ihtiyâc ise: Milletçe bir fedâkârlık.



Şu fıkrasıyle hakîkat, Cenâb-ı Mevlânâ,

Nigâh-ı ibrete açmış cihan kadar ma´nâ;

"Delik deşik evinin, bir zavallı hâne-harâb,

Görür de hâlini, her gün eder şu yolda hitâb:

"Yıkılma hâ! Beni evvelce etmeden âgâh;

Çoluk, çocuk biteriz sonra hep, ma´azallâh!"

Bu hasbihâl ile yıllar gelir, geçer... Derken,

Gelir bakar ki bir ak,sam: O â,siyân-ı kühen

Yıkılmış, altına almış zavallı âileyi!

Göıünce karşıdan âdemceğiz bu hâileyi,

Yığınla taş kesilen yurdunun harâbesine

Döner de der ki: "Meğer aldanırmışım, desene!

Ne oldu bunca niyâzım, ey âşinâ-yı kadîm?

Çocukllarım olacakken ben oldum işte yetîm!

Sakın yıkılma haber vermeden demez miydim

Bu muydu senden, o zâlim bu muydu ümmîdim,

Hukûku, ahdi gözetmek nedir, sakın bilme!

Yazık, yazık sana sarf ettiğim emeklerime!.. "

O taş yığınları bir hâtifi lisân olarak;

Zavallı ademe der. "Haksız infiâli bırak!

Geçip de karşıma feryâd eder misin şimdi?

Haber mi vermedim, amma kulak veren kimdi!

Duvarlarımda yarık sandığın ağızlardan,

Birer zebân-ı tezallüm uzattım, ey nâdan!

Fakat çamurla kapardın da hergün ağzımı sen,

Ziyâde söyliyemezdim, susardım artık ben!... "


Hikâye halîmizin aynıdır, değil mi? Evet!

Şu farkı var yalınız: Bizde yok değil kuvvet.

Yığın yığın sakatâtıyle geçmiş edvârın,

Yıkılmış olsa da bir hayli kısmı dîvârın.

Binâ-yı milleti i´lâ eden temel sağlam.

Demek ki kurtuluruz biz bugün olursak adam.

Onun da çâresi elbirliğiyle gayrettir.

Çalışmanın o kadar feyzi var ki: Hayrettir!

Hezîmetin sonu ölmek değildir elbette.

Düşenler oldu zamânıyle aynı âkıbete;

Fakat bugün yaşıyorlar, hem eskisinden iyi:



Nasılsa gâib edip kâmilen muhârebeyi,

Esâret altına girmişti bir büyük millet.

Zevi´l-ukûl arasından seçilme bir hey´et

Düşündü: Milleti i´lâya çâre hangisidir?

Döküldü ortaya ârâ-yı encümen bir bir.

Siyâseten kimi kurtarmak istemiş kalanı;

Demiş ki dîğeri: ?Asker halâs eder vatanı;?

O der: "Donanmaya vardır bugün eşedd-i lüzûm;

Bu der."Hayır, daha elzemdir ibtisâb-ı lüzûm;"

Kiminde san´ata rağbet, kiminde nakde heves;

Hülâsa, her kafadan başka başka çıkmış ses.

Bir ihtiyar yalınız dinleyip bidâyette;

"Mahalle mektebi lâzım!" demiş, nihâyette.

Zavallının sözü pek anlaşılmamış ilkin;

"Bunak!" diyen bile olmuş düşünmeden; lâkin,

Herif, bu söz ne demektir, güzelce şerh etmiş;

Deminki lâfları pek vâkıfâne cerh etmiş.



Sonunda: "Kuvvetimiz, şüphesiz, ilerlemeli;

Fakat düşünmeli herşeyde önceden temeli.

Teammüm etmesi lâzım ma´ârifin mutlak.´

Okur yazarsa ahâli, ne var yapılmıyacak?

Donanma, ordu birer ihtiyâc-ı mübrimdir,

O ihtiyâcı, fakat, öğreten "muallim" dir!"

Deyip karârını vermiş ki, aynen icrâya,

Konunca ortaya çıkmış, bugünkü Almanya.

"Sedan "da orduyu teslîm eden Fransızlar,

-Ki her zaman o vukûatı yâd edip sızlar-

Ne der, bilir misiniz? Hem de öyledir inanın:

"Muallem ordusudur harbeden Prusya´lının:

Muallim ordusu, lâkin, asıl muzaffer olan!"



Bu sözden almalıdır, hiç değilse, ibret alan.

-Ne çâre! İbrete hâlâ heveslidir çoğumuz;

Yetişmemiş gibi dünyâya ibret olduğumuz!-

Şu cehlimizle musîbet mi kaldı uğramadık?

Mahalle mektebi lâzım, düşünmeyin artık!

Mahalle mektebi olsaydı bizde vaktiyle;

Ya uğrasaydı kalanlar güzelce ta´dîle;

Yarım pabuçla gezen, donsuz üç buçuk zibidi,

Bir Arnavudluğu isyâna kaldırır mı idi?

Bugün anâsır-ı İslâm´ı bir denî cereyan

Sürüklüyor ki: Bakın nerden eyliyor nebean.

Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;

Bu derde çâre bulunmaz - ne olsa - mektepsiz.

Ne Kürd elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arab;

Ne Çerkes´in, ne Lâz´ın var bakın, elinde kitab!

Hülâsa, milletin efrâdı bilgiden mahrûm.

Unutmayın şunu lâkin: "Zaman: Zamân-ı ulûm!"

Zaman zamân-ı ulûm olmasaydı böyle, yine,

-Kemâl-i şevk ile mâdem atılmışız dîne-

Okur yazar olacaktık sıyâneten dîni:

Onun ma´ârife vâbeste, çünkü te´mîni.

Zavallının yüzü yok cehle, anlaşılmadı mı?

Demek ki: Atmalıyız ilme doğru ilk adımı.

Mahalle mektebidir işte en birinci adım;

Fakat; bu hatveyi ilkin tasarlamak lâzım.

Muallim ordusu derken, çekirge olduları

Çıkarsa ortaya, artık hesâb edin zararı!

"Muallimim " diyen olmak gerektir îmanlı;

Edebli, sonra liyâkatli, sonra vicdanlı.

Bu dördü olmadan olmaz: Vazîfe, çünkü, büyük;

Atıp da yazmayı bez bağlamakla dünkü hödük;

Ya kalçın altına yüksek topuklu, eğri bunun,

Fotin çekip filiz olmakla her zamanki odun;

Hudâ rızâsı için, "ehliyim i,sin" demesin!

Demiş de olsa, denilsin: "Kuzum, nenin nesisin?"

Diyorsanız: "Yine, hâlâ bu, olmasın mektûb!"

Ne zırzop isteyin artık ne büsbütün meczûb!

O: Yükletir kocaman bir sığır bulur da yeri;

Bu: Arş´ı, ferşi yıkar salladıkça çifteleri!

Bizim çocuklara gelmez ne öyle çifte giden;

Ne böyle Arş´a kadar çifte sallayan yerden!

Evet, ulûmunu asrın şebâba öğretelim;

Mukaddesâta, fakat, çoksa ihtirâm edelim.

Eğer hayâtını kasdeyliyorsanız vatanın:

Bakın, anâsır-ı İslâm´ı hangi râbıtanın

Devâmı bağlıyabilmiş bu müşterek vatana?

Kapılmayın onu ihmâl edip salâh umana!

O râbıtayla bu millet bulur bulursa felâh;

O, bir çözüldü mü, herşey biter ma´âzallâh.

Eğer hayatına kasdeyliyorsanız... Başka!

Fakat bu mes´ele, bilmem ki, kaldırır mı şaka?

Hayır, hâyat-ı vatandır umûm için gâye;

"Vatan!" deyip giriyor her giren mücâhedeye.

Bu "her giren "le, tabî´î, tutunca it damarı,

Mukaddesâta kadar saldıran beş on çomarı,

Hesâba katmayı hiç bir zaman düşünmüyorum:

O tasmasızlara insan demekte ma´zûrum.

Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayât;

Hülâsa, âile hissiyle cümle hissiyyât;

Mukaddesâtı için çırpınan yürekte olur.

İçinde leş taşıyan sîneden ne hayr umulur?

Vatan felâkete düşmüş... Onun hamiyyeti cûş

Eder mi zannediyorsun? Herif Vatan-ber-dû,s!

Bulunca kendine bir yer, doyunca kör boğazı,

Kapandı, gitti, bakarsın ki, nekbetin ağzı.

Fakat, sen öyle değilsin: Senin yanar ciğerin:

" Vatan!" deyip öleceksin semâda olsa yerin.

Nasıl tahammül eder hür olan esâretine?

Kör olsun ağlamayan, ey vatan, felâketine!



Cemâ´at, elverir artık, bu uykudan uyanın,

Hudâ rızâsı için, dünkü hâdisâtı anın!

Kımıldamaz yine gelmezsek intibâha bugün,

İkinci uyku ne dehşetli bir ölüm, düşünün!

Ölüm kolay... Diyebilsek sonunda: "Kurtulduk!"

Bu intihâr, öteden, üç yüz elli milyonluk

Zavallı Âlem-i İslâm için elîm olacak!

Biz olmasak bu kadar hânümân yetîm olacak!

Gıcırdamakla berâber serîr-i şevketimiz,

Bu dîni kurtaran ancak bizim hükûmetiniz.

Tunus?ta, Fas?ta, Cezayir?de, Çin?de, İran?da,

Cavay?la, hıtt-i Hindi?de, bleki Afgan?da,

Sibirya, Hıyve, Buhara, Kırım muhitinde,

Yaşarken ehl-i salibin nüfuzu altında;

Zavallı Alem-i islam eğr salibe henüz

Sarılmıyorsa, kolundan çeken: Bu kudretiniz

Bu kudret olmasa: Dünya tanassur eyliyecek...

O halde, şimdi bizim hakkımız değil ölmek.

Yetişmiyor mu ki dünya evinde çektiğimiz,

Yarın da yüklenelim alemin günahını biz?

Hem intihara özenmek ne sermedi hüsran!

Bucak bucak savuşun, müslümansanız, bundan.

Hayata karşı nedir, söyleyin, bu yılgınlık?

Reis-i ailenin intiharı: Çıldınlık!

Hükümetin, o henüz payidar olan arşın

Sukutu müdhiş olur... Düşmesin aman, yapışın!

Nedir bu tefrika, yahu! Utanmıyor musunuz?

Geçen fecayi?e hala inanmıyor musunuz?

Gömülmek istemiyenler boyunca hüsrana;

Nifakı gömmeli artık mezar-ı nisyana.

Unuttunuz mu ne korkunç edebsiz olduğunu?

Eşip de geçmişi hortlatmayın şu mel?unu!

Demin, huşua varan bir kıyam-ı haşyetle,

Huzur-i Halik?a durmuştunuz cema?atle.

Yarınca kubbey, ?Allahu ekber!? ikrarı;

Boşandı yerlere Hakk?ın sema-yı esrarı.

Önümde cuşa gelen safların telatumunu:

Ki dalgalar gibi, umman-ı sermediyyette,

Birer sücûd ile güm-nâm olur nihâyette!

Sutûf ayakta iken, dalgalar ayakta idi;

Hurûş edince hatîbin nidâ-yı tahmîdi:

Serildi yerlere ´ yekpâre" bir cihân-ı hamûş,

Ki imtidâd-ı mekâbirdi, öyle dûşâ-dûş!

O mevce mevce uzanmış duran hazâirden,

Duyuldu vurduğu binlerce sînenin birden!

Mezarların bu yürekler dayanmaz âhengi;

Yüreklerin de hazîn inkisâr-ı yek-rengi;

Getirdi cûşişe ummân-ı sermediyyeti de;

Hitâma erdi nihâyet o sermedî secde:

Zemîne ra´şe veren bir derin sadâ geldi;

Deminki dalgaların, şimdi, hepsi yükseldi!



Bu herc ü merc-i ubûdiyyetin tevâlîsi;

Sukûtu cebhelerin, sonradan teâlisi,

Namazda hem beni göz yaşlarıyle ağlattı;

Hem öyle ağlanacak bir hakîkat anlattı,

Ki dinlemezseniz elbette mahvolur millet:

Sizin felâketiniz: Târumâr olan "vahdet".

Eğer yürekleriniz aynı hisle çarparsa;

Eğer o his gibi tek bir de gâyeniz varsa;

Düşer düşer yine kalkarsınız, emîn olunuz...

Demek ki birliği te´min edince kurtuluruz.

O halde vahdete hâil ne varsa çiğneyiniz...

Bu ayrılık da neden? Bir değil mi her şeyiniz?

Ne fırka herzesi lâzım, ne derd-i kavmiyyet;

Bizim diyânete sığmaz sekiz, dokuz millet!

Bütün bu tefrikalar, etsenizdi istiknâh,

Görürdünüz nereden geldi... Yâ ibâdallâh!

Huzur-i Hak´ta nasıl toplu durdunuzdu demin?

Günahtır, etmeyin artık ayıptır, eylemeyin!

Şu ihtirâsa uyup az mı verdiniz kurban?

Şikak için mi eder, sâde, kalbiniz daraban?

Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza?

Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza?

Ne Müslümanlığıdır, anlamam ki, yaptığınız?

Çıkar yol olmıyacak korkarım, bu saptığınız!

Görünce fesli, atılmak tasarlayıp bıçağı;

Görünce şapkalı, sinmek değiştirip sokağı;

Gönüller ayrı oluş, sîneler bir olsa bile...

Nifâk alâmeti bunlar, kuzum, tamâmiyle:

Nifâka buğz ediniz hâlisen li-vechillâh;

Halâs eder sizi ihlâsınızla belki İlâh.

Münâfığın sonu gelmez, söner sefil ocağı...

Bugün tüterse henüz gelmemiş, demek ki, çağı!

Nedir ki, verdiği yangınla memleket de biter,

Saçak tutuşmadan evvel basılmamışsa eğer.

Yanında yaş da yanar, çâresîz, yanan kurunun...

Diyor Kitâb-ı İlâhî: "O fitneden korunun,

Ki sâde sizdeki erbâb-ı zulmü istîlâ

Eder de, suçsuz olan kurtulur değil aslâ!..?

Hesâb edin ne kadar bîgünâhın aktı kanı...

Beş on vatansız için nâra yakmayın vatanı!

Hudâ rızâsı için kaldırın nifâkı... Günah!

Alev saçaklara sarsın mı, yâ ibâdallâh!

Sararsa hangimizin hânümânı kurtulacak?

O bir tutuşmaya görsün, ne od kalır, ne ocak!

Neden beş altı vatansız beş altı kundakçı,

Yığın yığın buluyor arkasında yardakçı?

Niçin hakîr oluyor, sonra, durmayıp öteden,

" Koşun! diyen, bu cehennem henüz kıvılcım iken. "

Ne intibâha çalışmak, ne i´tilâya emek;

Cihan yıkılsa bizim halk uyanmadan gidecek!

Onun kıyâmı için Sûr´u beklemek lâzım!

Bu duygusuzluğa bir çâre yok mu, Allâh´ım?



Zavallı köylüye, ilkin, epeyce sövmüşler;

İşitmemiş... Bu sefer bir odunla dövmüşler.

Birer davul kadar olmuş da budlarındaki şiş,

"Davul çalınmada, zannım, aşağıki evde!" demiş.

İnince, derken, odunlar budur, deyip beyni,

"Davul bizim eve gelmiş!" demiş sonunda, hani?

Bizim de hâlimiz aynıyle köylünün hâli!

Harîm-i Şer´-i Mübînin, zemîn-i İslâm´ın,

Birer birer yıkılırken husûn-i iclâli;

Yerinden oynadı yerler de, bizler eyyâmın

Tekallübâtına bigâneyiz hayâl ettik

Kımıldamaksızın îmânı küfre çiğnettik! .

Kımıldamak yine yok bizde cebr-i mâfâta;

Kim uğramıştı, unuttuk geçen beliyyâta!



Bizim muhîti, bizim halkı seyredince nazar;

Görür ki: Beyni bozulmuş yığın yığın kafa var.

Düşünceler mütehâliftir istikamette;

Şu var ki, hepsi nihâyet bulur sakamette!

Birinci zümreyi teşkîl eden zavallı avam,

Bıraksalar edecek tatlı uykusunda devam.

Bugün nasîbini yerleştirince kursağına:

" Yarın" nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sağına.

Yıkılsa ar,s-ı hükûmet, tıkılsa kabre vatan,

Vazîfesinde değil: Çünkü "hepsi Allah´tan!"

Ne hükmü var ki esâsen yalancı dünyânın?

Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevlâ´nın.

Fena kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana:

"Kabûl ederse Cehennem ne mutlu, amca, sana!"



İkinci zümreyi teşkîl eden cemâ´at ise,

Hayâta küskün olandır ki: Saplanıp ye´se,

"Selâmetin yolu yoktur... Ne yapsalar boşuna!"

Demiş de hırkayı çekmiş bütün bütün başına.

Bu türlü bir hareket mahz-ı küfr olur; zîrâ:

Taleble âmir olurken bir âyetinde Hudâ;

Buyurdu: "Kesmeyiniz rûh-i rahmetimden ümîd;

Ki müşrikîn olur ancak o nefhadan nevmîd. "

Bu bir; ikincisi: Ye´sin ne olsa esbâbı,

Onun atâlet-i külliyyedir ki îcâbı,

Teressübâtını etmiştik önceden tahlîl.



Üçüncü zümreyi kimlerdir eyleyen teşkîl?

Evet, şebâb-ı münevver denen şu nesl-i sefih.

-Fakat nezîhini borcumdur eylemek tenzîh-

Bu zübbeler acaba hangi cinsin efrâdı?

Kadın desen, geliyor arkasından erkek adı;

Hayır, kadın değil, erkek desen, nedir o kılık?

Demet demetken o saçlar, ne muhtasar o bıyık?

Sadâsı baykuşa benzer, hırâmı saksağana;

Hülâsa, zübbe demiştim ya, artık anlasana!

Fakat bu kukla herif bir büyük seciyye taşır,

Ki, haddim olmıyarak "âferin!" desem yaraşır.

Nedir mi?Anlatayım: Öyle bir metâneti var,

Ki en savulmıyacak ye´si tek birayla savar.

Sinirlerinde te´essür denen fenâlık yok,

Tabîatında utanmakla âşinâlık yok.

Bilirsiniz, hani, insanda bir damar varmış,

Ki yüzsüz olmak için mutlaka o çatlarmış;

Nasılsa "Rabbim utandırmasın!" duâsı alan

Bu arsızın o damar zâten eksik alnından!

Cebinde gördü mü üç tâne çil kuruş, nazlım,

Tokatlıyan´da satar mutlaka, gider de, çalım.

Eğer dolandırabilmişse istenen parayı;

Görür mahalleli tâ karnavalda maskarayı!

Beyoğlu´nun o mülevves muhît-i fâhişine

Dalar gider, takılıp bir sefilenin peşine.

"Hayâ, edeb gibi sözler rüsûm-i fâsidedir:

Vatanla âile, hattâ, kuyûd-i zâidedir.

Diyor da hepsine birden kuduzca saldırıyor...

?Ayıp değil mi?? demişsin... Aceb kim aldırıyor?

Namaz, oruç gibi şeylerle yok alış verişi;

Mukaddesât ile eğlenmek en birinci işi.

Duyarsanız "kara kuvvet" bilin ki: İmandır.

"Kitâb-ı köhne"de -hâşâ- Kitâb-ı Yezdan´dır.

Üşünmeden ona Kur´ân´ı anlatırsan eğer:



Şu ezberindeki esmâyı muttasıl geveler:

"Kurûn-i mâziyeden kalma cansız evrâdı

Çekerse, doğru mu yirminci asrın evlâdı?

Nedir alâkası yirminci asr-ı irfanla

Bu şaklaban herifin?Anlamam ayıp değil a!

Metâ´-ı fazlı mı varmış elinde gösterecek?

Nedir meziyyeti, görsek de bâri öğrensek.

Hayır! Mehâsin-i Garb´ın birinde yok hevesi;

Rezâil, oldu mu lâkin, şiârıdır hepsi!



Bütün kebâire tiryâki bir kopuk tanırım...

-Ne oldu bilmiyorum şimdi, sağ değil sanırım -

Kumar, şenâ´atin aksâmı, irtikâb, içki...

Hülâsa defter-i a´mâli öyle kapkara ki:

Yanında leyl-i cehennem, sabâh-ı cennettir!

"Utanmıyor musun? Ettiklerin rezâlettir!"

Denirse kendine, milletlerin ekâbirini:

Sayardı göstererek hepsinin kebârini:

" Filân içerdi... Filân fuhşa münhemikti..." diye,

Mülevvesâtını bir bir ricâl-i mâzîye

İzâfe etmeye başlardı pâye vermek için.

" Pekî! Fezâili yok muydu söylediklerinin?"

Diyen çıkarsa "müverrihlik etmedim!" derdi.

Şu zübbeler de, bugün, aynı rûhu gösterdi.

Fransız´ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı;

Kapıştı bunları ?Yirminci asnn evlâdı!?

Ya Alman´ın nesi var zevki okşayan? Birası;

Unuttu ayranı, ma´tûha döndü kahrolası!

Heriflerin, hani, dünyâ kadar bedâyi´i var:

Ulûmu var, edebiyyatı var, sanâyi´i var.



Giden, birer avuç olsun getirse memlekete;

Döner muhîtimiz elbet muhît-i ma´rifete.

Kucak kucak taşıyor olmadık mesâvîyi;

Beğenmesek, "medeniyyet" diyor; inandık, iyi!

"Ne var, biraz da ma´ârif getirmiş olsa... " desek;

Emîn olun size "hammallık etmedim?" diyecek.



Ne kaldı arkaya?Dördüncü kısmın efrâdı.

Bu zümrenin de sefâhet hayât-ı mu´tâdı.

Hem i´tiyâdını hiçbir zaman değiştiremez;

O nazlı sîneye, zîrâ, acıklı şey giremez!

Geçen kıyâmet için " fırtınaydı, geçti" diyor,

Diyor da zevkine, vur patlasın, devâm ediyor.

-Bugün Florya mı?A´lâ! Yarın ne var?

-Konser

"Sular" da pek ömür amma, açık değil, dediler:

Açılmamış diye evlerde kalmak olmaz ya?

-Hakîkat öyle! Ne yapsak? Gider misin Mama´ya?

-Ne var ki?

-Orta oyun var, Gelir misin? Haydi!

-Kavuklu, Hamdi mi? Gerçek... O sağ değil...

Abdi

-Hayır hayır! Bana lâzım değil ne Abdi, ne şey!..

-Nedense pek asabîsin bugün, Ferîdun Bey!

-Değil, bu tatsız oyunlar çekilmiyor: Monoton!

-Pekî! Ne yapmalı? Sen bârî söyle... Bak: Saat on.

-Evet, ne yapmalı? Dur dur! Ne Üsküdar, ne Mama...

Tiyatro olmalı, yâhud güzelce bir sinema.

Demek tiyatro severmiş benim sevimli beyim...

O halde ben ona tam altı sahne arzedeyim:

Ki her birinde değişsin bütün bütün âhenk;

Zemîni yeknesak olsun, edâsı rengâ-renk!



Edirne kal´asıdır gördüğün hisâr-ı mehîb;

O zirvesinde biten simsiyâh ağaç da: Salîb!

Murâd-ı Evvel´i sırtında gezdiren tepeler,

Nasıl rükû ediyor Ferdinand´a, bak, bu sefer!

Bizim midir sanıyorsun şu yükselen bayrak?

Çeken: Savof... Lala Şâhin değil, kuzum, iyi bak!

Edirne... İşte o İslâm´ın âhenin sûru;

Edirne... İşte o Şark´ın cebîn-i mağruru;

İkinci aşr-ı teâlisi Âl-i Osmân´ın;

Birinci mevki-i feyyâzı, belki, dünyânın;

Edirne... İşte o İstanbul´un demir kilidi;

Sefil ayakları altında Bulgar´ın şimdi!

Muzaffer ordusu hakkıyle intikam alıyor:

Çoluk, çocuk, kadın, erkek ne bulsa parçalıyor:

Bu katl-i âma da râzîyim ihtirâm olsa,

Harîm-i dîni de geçtik harîm-i nâmûsa!

Şu dört minâreli câmi´ki yoktu hiçbir eşi;

Ki parlıyordu hilâlinde san´atın güneşi;

Salîbi sîneye çekmiş de bekliyor... Nevmîd!

Ezan sadâsı değil duyduğun tanîn-i medîd!

O şanlı ma´bedi Sultan Selîm-i mağfûrun,

Ki ihtişâmına benzerdi subh-i mahmûrun,

Nasıl gurûb edivermiş ki: Bir ziyâ, bir nûr,

O kanlı bezlerin altından olmuyor manzûr

Ne sînesinde Hudâ var, ne hâtırında Nebî...

Zalâm-ı küfre gömülmüş boyunca lâşe gibi!

Birer mezâr-ı müebbed kesilmiş evlere bak:

Beş ayda kırk bini sönmüş ki yanmıyor tek ocak!

Sokak sokak dolaşan sayha: Vâpesîn feryâd;

Derin derin duyulan ses: Enîn-i istimdâd.

Dışarda kendisi mahkûm, içerde nâmûsu...

Esîri öldürüyor, bak ki, zulmün en koyusu!



Meriç´le Tunca´nın üstünde gördüğün kümeler

Nedir bilir misin? Enkaz-ı târumâr-ı beşer!

Sarayiçi´ndeki bîçareler ki hepsi kadın...

Kenâra vurmuş olan kısmıdır bu ecsâdın!

Nazarlannda sönen gözlerin sönük nazarı;

Kulaklannda civânn enîn-i muhtazarı;

Kucaklarında birer na´ş-ı pâre pâre defin...

Ecelle uğraşıyor bir yığın kemik... Ne hazîn!

Yalın ayak baş açık bir paçavra sırtında;

Bu tamtakır adanın tamtakır muhîtinde;

Acından ölmeye mahkûm olan zavallıları,

Sular bıraksa da Bulgar bırakmıyor dışarı!

Ne kurtulur, ne ölür... Derde bak felâkete bak:

Hayat? O hakkı değildir: Ölüm? Ölüm de yasak!



-Nedir şu karşıki vâdîyi bir alev bürüyor;