Konu Başlığı: İki Arkadaş Fatih Yolunda Gönderen: Ekvan üzerinde 24 Aralık 2009, 00:05:57 İki Arkadaş Fatih Yolunda
-Vapur yanaştı mı? -Çoktan! - Demek ki Köprü´deyiz... -Aman, şu yolcular insin!.. - Fakat bilir misiniz, Yadırgıyor, hani, insan o eski tekneleri! " Yanaş" denildi mi, nazlım, gider gider de geri, Gelince hışm ile bir tos vururdu Köprü?ye ki: Zavallının deşilen kamı sağlam altı çeki Odun yutar da biraz sancıdan bulurdu aman... - Hekim getirmeye koşsan, hekim de yok o zaman! -Pansumancı, bereket versin, usta , şeylerdi: Elinde balta, gelir, üç keser, beş eklerdi... "Dayan o yanki başından Ömer! Tutundu Memiş!" Bakardınız ameliyyâta çarçabuk bitmiş! Amasra sâhili çok eski bir müessesedir; Uşakların topu cerrâh oluı:.. Hemen kestir! Bugünden ormanı göster kılağlı baltasına: Temizleyip çıkıversin, bırakmasın yarına! - Biraz da dikmeyi öğrenseler... - Adam sen de! Düşündüğün şeye bak... Sen şu ilmi öğren de... - O ilme hiç diyecek yok: Müfâdı kat´îdir! Ulûm-i sâire sun´î, o, pek tabî´îdir. - Ne var ki: Kalmadı tatbîk için müsâid yer! - Neden? - Neden mi, görürdün çıkıp gezeydin eğer. Eteklerinde zığın saklı bildiğin orman, Bugün barındıramaz hâle geldi bir tavşan! O, sırtı hiç de güneş bilmeyen yeşil dağlar, Yığın yığın kayalardır: Serâblar çağlar! - Sabahleyin yine bir hayli nükte firlattın! Hayâli bol bol akıttın, serâbı çağlattın! - Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim... İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim. Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek! - Fenâ değil yolun amma epeyce sarp olacak! "Odun " dedin de tuhaftır, ne geldi aklıma, bak: Zavallı memleketin yoktu başka mahsûlü; Odundu, nerde bulunsan, metâ-ı mebzûlü; - Adam yetiştiremezmiş, demek ki, toprağımız!.. - Lâtîfe ber-taraf amma, adam değil yalınız, Odun da isteriz artık yakında Avrupa´dan! - Bizim filizleri göndermesin sakın o zaman! - Ağırca davranıyorsun... Biraz çabuk yürüsek... - Vakit kazanmak için isterim yavaş gitmek. - O halde kuş gibi sekmek değil midir lâzım? Ayıp değil ya, bu sözden ne çıktı, anlamadım. - Bu i´tirâzı niçin salladın muhâkemesiz? Vakit geçirmeyi bizler kazanma addederiz! - Demek ki şimdi işin yok... - Hayır birazdan var. - Ne iştir, anlıyabilsek... Mühim midir o kadar? - Gidip de öğleyi Fâtih´te kılmak istiyorum; Gelir misin? Hadi! -Artık üşenmeden ne zorum, Sıcakta kan tere batmak? Namazsa maksad eğer: Sağın solun dolu mescid, beğen beğen dalıver. - Namaz değil yalınız maksadım... Bugün bir adam Çıkıp da va´zedecek öğle üstü halka... - Tamam! Zamanıdır oturup, şimdi herze dinlemenin; O yâve-gûlan hâlâ, adam, deyin beğenin! Sarıklı milletidir milletin başında belâ... - Fakat, umûmunu birden batırmak iş değil a! Bilir misin ne dehâlar yetişti medreseden? - Dehâ mı?At bakalım, hiç sıkılma, bol keseden! - Sıkılmadan atayımmış... Kuzum, niçin atayım? İnanmıyorsan eğer dur ki ben de anlatayım... - Sayıp da nâfıle ma´lûm olan beş on ismi, Yorulma: Onları ezberlemek de bir iş mi? Fakat, şu va´z edecek herze-gû aceb kim ola? Ne olsa hiç ya... Nihâyet, sarıklı bir molla! - Seninle biz de, birâder, sabahleyin çattık! İnâda karşı ne yapsın da susmasın mantık? "Sarıklıdır" diye hiç görmeden, bilâ-insâf, Kibâr-ı ümmeti haksız değil mi istihfâf? Gelip de bir bulunaydın geçenki va´zında: Kalırdı parmağın, Allah bilir ki, ağzında! Ne var inâdına etsen de bir sefer galebe, Benimle Fâtih´e gelsen... - Al işte, geldim be! - Hidâyet erdi mi? Hah Şöyle... Âferin su kuşu! - Aman, şu düz yolu tutsak da tepmesek yokuşu... - Uzak yakın deme artık; iniş, yokuş sorma! Tıpış tıpış gidelim, haydi gir şu sağ koluma. - Aman, şu ma´bed-i feyyâzın ihtişâmına bak: Bakar bakar doyamam: Aşık olmuşum mutlak! - Hakîkaten doyamaz dîdeler melâhatine... Fakat yabancılar üşmüş civâr-ı ismetine! Nedir harîmine yerleşmek isteyen şu salaş Hüviyyetinde yığınlar ki hep birer kallâş! - Evet, zemîni uzaktan görüp bayılmışlar; Yavaş yavaş sokulup sonradan yayılmışlar! - O halde şimdi ayılmak gerektir Evkâf´´a... - Ayıldı farz edelim... Yığmadıkça bir tarafa, Şu gördüğün kara taşlar kadar kesîf altın, Nasıl temizliyebilsin, nasıl yıkıp çıksın? - Hayır, kapatmalıdır "câmi´in!" deyip kemeri; Birer birer yıkılır az zamanda kendileri. - Nasıl kapatmalı? - Gâyet kolay: "Şu meydanlık, Ki yol geçen hanı olmuştu, avludur artık; Bu avludan geçecekler namaz için geçecek. " Deyip kapatmalı! - Yâhu, akıllısın gerçek! - Geçende yıkmaya kalkıştılardı mahfili ya! - Demek ki zırdeli bunlar! - Sorar mısın? Deli ya! Delirmedikçe bir insan nasıl varır eli de, Kıyar şu mahfile, yâhud şu muhteşem geçide? "Bizim de var medeniyyetle âşinâlığımız... Hem eskidir... " diyebilmek için dayandığımız, Yegâne hüccet-i sengîni yırtacaklar da, Sıkılmadan gezecekler "geniş"sokaklarda! - "Sıkılmadan" diye bir nükte salladın... Lâkin, Yerinde oldu... - Değil, sende anlayış keskin! - Ben anlamam ya, fakat pek değerli olsa gerek... Hakîkaten şu geçit çok güzel midir? Sahîfeler yazıyor, belki, fenn-i mi´mârî, O, meyl-i nâz ile mahmûr dîdeler-vârî, Biraz meyilli bakan, ma´berin güzelliğine... - Kemer de öyle muvâfık mıdır aceb fenne? - Ne söyledin? - Şu atılmış verev kemer iyi mi? - Fünûn-i hendesenin var ya bir de "tersîmî" Denen usûlü... Onun mâhirâne tatbîki. - Demek ki: Hayli mühimdir bunun da tedkîki. - Senin gözün iyidir... Kaç muvakkitin sa´ati? Düzelteyim şunu... Dur, dur... Kurulmamış zâti. - Birinde onbuçuk olmuş, birinde üç... - Ne güzel! Zaman içinde zaman... Yoktu böyle şey evvel. - Büyük kusûr idi lâkin... - Hakîkat öyle idi: Kamer hesâbı, güneş devri, sonra, mîlâdî, Deyip de üç yılı ezber bilen zekî millet, Durur mu hiç yalınız bir sa´atle? Durmaz evet! - Nasıl şu banka güzel bir binâ mı? - Pek o kadar Fena değilse de, nisbetle, bir biçimli duvar Mesâbesinde kalır câmi´in yanında... Garib! Benim gözümle bakarsan: Ne muhteşem! Ne mehîb! - O başka... Sorsalar üslûb için "şudur" denemez. Asâlet olmalı san´atta evvelâ... Bu: Melez! Hayır, melez de değil... Belki birçok üslûbun Halîta hâli ki, tahlîle kalkışılsa: Uzun! Necîb eser arıyorsan: Sebîle bak işte... Taşıp taşıp dökülürken o şi´r-i berceste, Safâ?yı fıtratı şâhid ki: Tertemiz aslı; Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı! Görüp bu cû,si,s-i san´atta rûh-i ecdâdı, Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evlâdı! - Sıkılmak, eski adamlarda nâdiren görülen Bir ibtilâya denirmiş ki, şimdi geçti? - Neden? - Değişti hâlet-i rûhiyye, çünkü asra göre... - Aman şu "hâlet rûhiyye" bir de "mefkûre" Ayıp değil ya, gıcıklar benim sinirlerimi! - Niçin sinirleniyorsun? Ta´assubun yeri mi? Biraz değişmeli artık bu eski zihniyyet. Lisâna hiç yenilik sokmayın!" demek: Cinnet. - Hayır ta´assub eden yok... Şu var ki: İcâbı Tahakkuk etmeli bir kerre; bir de, erbâbı Eliyle olmalı matlûb olan teceddüdler... Düşün ki böyle midir bizde? - Şüphesiz. - Ne gezer! Delîli: Kendi sözündür... - Kimin, benim mi? - Ne söylemiştim? Unuttum... - Canım şu "zihniyyet!"... -Beğenmedin mi? Fransızca yok mu "mentalite"? Onun mukâbili... - Zaten budur ya dert işte! Tasarrufâtını aynen alırsak İngilizin, Fransızın, ne olur hâli, sonra, şîvemizin? Lisânın olmalıdır bir vakâr-ı millîsi, O olmadıkça müyesser değil teâlîsi. - Biraz muhâfazakârânedir ya şimdi bu da... - Evet, muhâfazakârım... Bilir misin, bu moda Te´ammüm etmeye başlarsa... -Başlasın! Ne Olur? - İler, tutar yeri kalmaz, lisânımız bozulur. Bugün ne maskara olmuşsa milletin kılığı; Lisan da öyle olur! - Anlamam inatçılığı... - Bilir misin bu garîb ümmetin nedir hâli? "Yehâfü"sıygasının çıngıraklı i´lâli! - Nasıl, nasıl? - Hele sabret: "Yehâfü aslından... " Deyip de ezbere birçok ibâreler okutan Hocam, hitâma yakın devresinde i´lâlin; Meyân-ı kâfiye-dârında çifte `fi´l-hâl"in Okur dururdu, bu bir an´aneydi besbelli: "Kaçan ki sâkin olur vav, onun da mâ-kabli Hurûf i sâlimeden harf i gayr-i sâkin olur; O vâvı müttefikan meddeder imiş cumhûr... O halde, biz dahi ettik: Yehâfü oldu" ... Evet! Ne yapsa Avrupa, bizlerce asl olan hareket: "O halde biz dahi yaptık!" deyip hemen taklîd. Bu türlü bir yenilikten ne hayr edersin ümîd? - Fakat "yehâfü "nün i´lâli amma güçmüş ha! - Bu, ihtisârı onun, çok sürerdi, yoksa, daha! Fenâ mı? Bak, lâfa daldık da duymadık yokuşu. - Hakîkat öyle! Epey yol kazanmışız... Şu ne, şu? - Yıkık sebîle bakıp ağlayan yanık mektep... Geçenki yangının enkâzı içte bunlar hep! - Demek ki: Câmi´i kurbündeyiz Süleymân´ın. - "Demek" de var mı ya? Karşında! - Lâkin insânın, Nasıl kararnıada mâzîye tırmanan nazarı! Bugün, bizim tepemizden bakan şu âsârı, Sıyânet eylemeden âciziz, değil yapmak... - Hakîkat öyle! Şu ma´bed nedir? Şu haşmete bak! - Bırak ki câmi´i, dünyâda olmaz öyle eser; Fakat nedir şu heyâkil, nedir şu medreseler! Uzaktan andırıyorlar nitâk-ı sîmîni, Ki sarmak istiyerek vahdetin nedîmesini; Atılmış üç tarafından kemend olup beline; Fakat değil beli, dâmânı geçmemiş eline! Beşer değil mi? Teâlî de etse irfânı, Nasıl kucaklıyabilsin harîm-i Yezdân´ı? Evet, medâris o vahdet-serây-ı muhteşemin Önünde: Hürmetidir dîne her zaman ilmin. Bütün şu kubbelerin mevce mevce silsilesi: Huzûr-i Hak´ta kapanmış sücûd kâfilesi! - Bugün de öyle mi lâkin? - Değilse, kimde kusûr? Bu nâ-halefliği biz yapmışız selef ma´zûr. Oyup sıçan gibi her dört adımda bir kemeri, Deden mi açmış o miskin kılıklı kahveleri? Hayır, deden sana, bak hastahaneler yapmış! Yanında Mekteb-i Tıbbiyye´ler, neler yapmış! Şu gördüğün kocaman kütle yok mu? Dârü´t-Tıb. - Demek: Bu medrese, Tıbbiyye Mektebi´ydi... - Ayıp! - Ayıp nedir? - Bunu olsun görüp de bilmemeniz... - Bakılsa öyle... Fakat "bilmeyin!" diyen yine siz! - Tabâbetin o kadar muhteremdi mevki´i ki: Birer tabîb-i fünûn-âşinâ çıkar, eski Müderrisînimizin en güzîde efrâdı. Yazıjk o nesl-i kerîmin vefâsız evlâdı, Bırakmış öylece, hiç bakmamış müesseseye; Neler görür neler insan girince medreseye! Dolaşmak istiyerek daldığım olur ba´zı: Adım başında asırlarca sa?yin enkâzı, Takılmamak hani, kâbil değil ayaklarına! Nazar nüfûz edecek olsa hangi bir yığına: Ya bir müdekkikin esrâr-ı târumârı defin; Ya bir müşerrihin âsârı saklı... Hem ne hazîn! Çamurda saplı, geniş rahleler bütün mermer... Demek: Muallimi teşrîhi vermemiş ezber; Kitâb-ı na´,sı serip ta,slann uzunluğuna, Açıp açıp okumuş karşısında bulduğuna. Bugün, o rahlelerin kendi na´ş olup yatıyor; Üzerlerinde bekârlar fasulye kaynatıyor! - Vefâ´ya çıksa gerektir bu eğri büğrü sokak... -Evet, Vefâ´ya iner. - Gâlibâ epeyce uzak... -Değil mi? - Hiç de değil... Sen yoruldun anlaşılan! - Unutmuşum, hani, yoktur da geldiğim çoktan. - Sapınca, doğru Vefâ meydanındayız şimdi. - Biraz tanır gibi oldum... Ya az mı geçtimdi! -Al işte istediğin: Türbe, taş konak, karakol... - Fakat bunun nesi meydan? Bu âdetâ bir yol... Tuhaf değil mi ya? - Vaktiyle belki meydandı... Kapanmış olsa da gittikçe, kalmış eski adı. - Epeyce kahve de var... - Nerde yok ki? Her yerde! Onunla millet-i merhûme uğramış derde! Bekâsı var mı cihânın, düşünme âkıbeti! Uzan şu peykeye: Buldun demektir âhireti! Birinci def´a imiş binmiş ihtiyar kayığa; Piyâde yağ gibi kaydıkça doğrulup açığa; Işıldamış gözü, bir kav çakıp demiş; "Yâ Hay! Ömür ömür bu ömür işte: Hem otur, hem kay!" Şu peykeler de o tiryâkinin "ömür" dediği Piyâdenin eşidir: Yan gelir misin... Ne iyi! Hayat akıp gidecekmiş... Ne var kederlenecek? Zaman zaman bu zaman... Durma bir nefes daha çek! Safâna bak ki ya çıktın, ya çıkmadın yarına! - Dönüp dönüp bakıyorsun... Ne geldi hâtırına? - Şu karşılıklı binâlar düşündürür mü seni? - Niçin düşündürecek önce söyle hikmetini... - Şu sağ taraftaki? - Mektep. - Evet, bu cebhedeki? - Bir eski medrese olmak gerek... Değil mi - Peki. - Peki nedir? Biraz îzâh edilse, çok eksik! - Zavallı milleti vahdet-cüdâ eden "ikilik" Sırıtmıyor mu? O pis dişleriyle karşında? Nasıl tükürmesin insan şu hâle baksın da? Yıkılmamış, ne kadar yıkmak istesek, îman; Ayırmak istemişiz sonra dîni dünyâdan. Ayırmışsız, ederek şer´i muttasıl ihmâl; Asıl ikincisi olmuş, şu var ki, berzede-hâl! Evet, bu sıska vücûdun yarın durur nefesi; Fakat şu gördüğün "Ekmekçioğlu Medresesi" Yaşar, demir gibi göğsüyle, belki on bin yaş... Ya her kaburgası: Kurşunla bağlı yalçın taş! Olaydı koskoca millette bir beyinli kafa; "Vücûdu bir yana atmak, dimâğı. bir tarafa, ?Akıllı kân değil? der de böyle yapmazdı. Ne oldu, sor bakalım? Milletin öz evlâdı, Yabancıdan daha düşman kesildi birbirine! - Sonunda kardeş olurlar tabîatiyle yine. - Zaman bilir onu artık. - Kemer gözüktü hele... - Gözükmesin mi ya? Bir hayli kısmı geçti bile. - Zavallı saklanıyor: Hâli görmek istemiyor! - Kurûn-i mâziyemizden bakan şu "gözler"e sor: O neydi, dağ gibi erler ki arza hâkimdi... Nedir karıncalanan nesl-i müzmahil şimdi? - Hakikat, öyle küçülmüş ki: "Yok!" de, geç artık... - Asıl bu, yok gibi varlık değil mi maskaralık? - "Gebermeliydi" mi dersin? Gebermişiz, ne çıkar? Kolay değil o da... İnsanca ölmenin yolu var. Cemâatin arasından "Kalırsa: El beğenir; Ölürse: Yer beğenir" dört adam çıkarsa, getir! Bırak da ölmeyi, anlat şu gördüğün kemeri; Büyüklüğünde midir, nerdedir bunun hüneri? - Gelince baktılar Osmanlılar ki memlekete, Su yok. Su, halbuki gâyet mühimdi... - Elbette. - Düşündüler bunu nerden, nasıl getirmesini, Sonunda öyle bir iş yaptılar ki: Pek fennî. Tutulmuyor ya esâsen bugün de başka tarîk Suyun isâlesi, tevzî´i, mutlaka tazyîk İ´ânesiyle olur... Henüz bilinmediğinden, o kuvvetin yerine, Menâbi´in değişen râkımından istihsâl Olunma bir sıkı tazyîk edilmiş isti´mal. Bulunca en iyi tazyîkin en kolay yolunu; Kaçırmamak için artık onun tefâzulunu, Hemen şu âbideler başlanılmış i´lâya... Fakat mahâret-i san´at bununla bitti mi ya? Hayır:Görülmelidir ayrı ayrı maksemler: Bakınca hayret edersin... Ne ince iş, ne hüner! Hakîkaten şaşacak şey.. Ne vâkıfâne hesab! Su öyle bir dağıtılmış ki: - Olmasaydı harab - Alırdı hakkını her çeşme; damlanın kesri Kadar tehallüfü hatta sezerdi "ölçü "leri. - Şu karşımızda duran kubbe gâlibâ türbe... - Ayol! Namaz geçiyor... Amma dalmışız lâfa be! Bırak da türbeyi sen şimdicek biraz çabuk ol! - Canım neden koşalım? Var ya vaktimiz bol bol... Yetişmemiş bile olsak kazâsı mümkündür! - Hayır yetişmeli, mâdem edâsı mümkündür! - Demek.´ Sıvanmalı abdeste... Bâri bir çeşme Olaydı... - Çeşme mi?Al içte! - Dur, fakat gitme! - Senin uzun sürecek, anladım ki, abdestin; Fotin çıkarması, bilmem ne... Çünkü yok mestin. Bırak da ben gideyim, sonradan gelirsin sen... Gecikme ha! - Gelirim... Görmek isterim zâten. Konu Başlığı: Ynt: İki Arkadaş Fatih Yolunda Gönderen: akmina üzerinde 24 Aralık 2009, 00:17:29 Uzundu ama yinede okudum okumaya değer teşekkürler
|