Konu Başlığı: El-Uksur´da Gönderen: Ekvan üzerinde 27 Aralık 2009, 00:40:42 El-Uksur´da Emir Abbas Halim Paşa Hazretlerine Havâ ağırdı, fakat, pek dokunmuyordu sıcak; Gurûba vardı esâsen yarım sa´at ancak. Yakındı sâhile mihmânı olduğum mesken; Yavaş yavaş iniverdim ağaçlı bir tepeden. O, Nîl´i koynuna çekmiş yeşillenen, vâdî, -Ki yok hazan safahâtında ömrünün ebedî- Önümde, zümrüde benzer, yığın yığın mevecât, Saçıp saçıp uzuyor: Sanki bir serâb-ı hayât? Şu imtidâda bakın, var mı yâl ü bâline eş? Bu yâl ü bâli bütün gün kucaklıyan o güneş, Ki Nîl´i şarkına almı da garba geçmişti; Ufukta son lemeâtıyle parlıyor şimdi... Fakat ziyâsına hâlâ tahammül imkânsız. Solumda bir büyücek hunna var ki yapyalnız... Zemîni haylice mâil de olsa, çâresi ne? Büründüm artık onun zıll-i pâre pâresine. Bu noktadan ne müheyyic fezâya doğru nazar! Birer kanat iki sâhilde yükselen ovalar: Nigâh uzandı mı bir kerre dûş-i sâhirine, Hayâl uçup gidiyor başka âlemin birine! Zemîne şimdi, o gündüz alev saçan, âfâk Ilık ılık döküyor bir havâ-yı istiğrâk. Gülümsüyor yüzü artık muhît-ı reyyânın. Muhâtı, çünkü, semâdan inen bu çağlayanın. Deminki samte bedel hande çınlıyor yer yer: Gülümsüyor koca vâdî, gülümsüyor tepeler; Gülümsüyor suyu tırmanmak isteyip öteden, Uzun kürekli kayıklarla bir büyük yelken; Gülümsüyor beriden gölgeler döküp Nîl´e, Otel binâları etvâr-ı imtinânıyle; Gülümsüyor kıyılardan beş altı hatve kadar İçerde, ipli sırıklarla işleyen kuyular; Gülümsüyor suyu kırbayla aktaran fellâh; Gülümsüyor bunu ömıünde görmeyen seyyâh; Gülümsüyor çalılıklarla örtülen dereler; Gülümsüyor sayısız tarlalarla meşcereler; Gülümsüyor karılar, başlarında topraktan, Güğüm kılıklı birer kap, dönerken ırmaktan: Gülümsüyor derelerden balık tutan, çıplak Çoluk çocuk suyu kepçeyle aktarıp durarak... Sabahleyin dolaşıp gördüğüm o heykeller Ki sermediyyete çılgın zavallı hırs-ı beşer, -Kulûba nakşedecek yerde yâd-ı rahmetini - Fezâya kazmak için zıll-i bî-kerâmetini; Dikip de her kayadan bin hayâta seng-i mezâr, Bu korkuluklara vahşetle vermiş istikrâr Ki secdeler edecekmiş ayaklannda zemîn; ki arşı titretecekmiş alınlarındaki çîn! Fakat zaman denilen dest-i kibriy-yı mehîb Bu kahramanları etmiş ki öyle bir te´dîb: Ne enf-i nahveti kalmış kırılmadık, ne kolu! Civâr-ı ibreti enkâz-ı lâşesiyle dolu. Ne çehrelerde mehâbet, ne cebhelerde gurûr; Silik hutûtuna çökmüş bütün meâl-i fütûr. Adâletin bu kadar bî-aman tecellîsi Nigâh-ı zâire vernıekte merhamet hissi. Evet, mezârı o heykellerin uzaktı bana; Şu var ki mün´atıf oldukça gözlerim o yana, Gülümsüyor diyorum onların da çehreleri. Gülümsüyor koca bir ma´bedin uzakta yeri. Gülümsüyor sağa baktıkça karşıdan "Karnak´; Gülümsüyor o sütunlar ki, Nîl´e müstağrak, Zılâl-i ra´şe-nümâsıyle oynuyor emvâc. Gülümsüyor, dağınık başlannda altın tâc, Semâya fırça vuran hunnalar sevâhilden. Oturmuş olduğum âsûde sath-ı mâilden, Biraz yukardaki çardak biçimli gölgeliği, Nasılsa görmek için kalkayım, dedim... Ne iyi! Fransız, İngiliz, Alman, on üç kadar seyyâh! Üçer beşer küme olmuşlar: İnliyor akdâh! Birincilergülüyor... Çünkü ceyb-i meşhûnu, Yerinden oynatıyor kâinât-ı medyûnu. "Sedan" düşündürecek olsa olsa maskarayı... Refâh unutturur insâna en derin yarayı. İkinciler gülüyor, hem de hakkıdır, gülecek: Cihan bir emrine âmâde... "Öl!" desin, ölecek. Tutuşturup bütün akvâmı karşıdan bakıyor! Çelikle taş vuruşurken herif çubuk yakıyor. Üçüncüler gülüyor, çünkü zûr-i bâzûsu, Ne derse "doğr!" denen bir kefil-i nâmûsu; Beşer ki kuvveti bahşetmiyor henüz hakka; Ne çâre var onu kuvvetle almadan başka? Zebun musun? Yalınız ağlamak senin hakkın!.. Evet, bu sâha-i cûşun, bu cûş-i ezvâkın İçinde ben, yalınız ben zavallı gülmüyorum... Oturmuş ağlıyorum, ağlasam da ma´zûrum: Vatan-cüdâ gibiyim ceddimin diyârında! Ne toprağında şu yurdun, ne cûybânında, Bir âşina sesi, yâhud bir âşinâ izi var! Sadâma beklediğim aksi vermiyor ovalar. Bileydim ey koca ,Şark ey cihân-ı dûrâdûr, Senin nerendeki evlâdının nasîbi huzûr? Başın belâlara girmiş; elin, kolun pâmâl; İçinden esti mi bir gün hevâ-yı istiklâl? Gürür müyüm diye karşımda müslüman yurdu, Bütün diyârını gezdim, ayaklarım durdu... Yabancı sesleri geldikçe reh-güzârımdan, Hep inkisâr-ı emel taştı rûh-i zârımdan! Vatan-cüdâ olayım sînesinde İslâm´ın... Bu âkıbet, ne elîm intikâmı eyyamın! Benim ki yaşlıyım artık düşük kolum, kanadım; Bu intikamı çalışsın da alsın evlâdım. Ufukta şimdi güneş sönmek üzre sallanıyor: Şu var ki çehresi hâlâ parıl parıl yanıyor. Biraz geçince, şuâ´ât-ı vâpesîniyle, Dikildi geldi de karşımda, ansızın Nîl´e, Sularla esnemiyen bir amûd-i nûrânûr. Fakat bu zıll-i mübâhî, bu intibâ´-ı vakûr -Ki çok zaman kalacak sandım imtidâdından- Beş on dakîkada Nîl´in silindi yâdından! Yazık o gölge de milyarla zıll-i nâ yâba, Katılmak üzre atılmış meğer bu girdâba! Görünmüyor güneş artık önünde perde cibâl; O şimdi başka ufuklardan etti arz-ı cemâl. Acıklı rûhunu mağrib hazîn hazîn döktü; Zemîne şâm-ı garîban yavaş yavaş çöktü. Değişti çehresi Nîl´in: Önümde az kumral; Deminki zıll-i sütûnun yerinde pek koyu al; Biraz ilerde, fakat, âdetâ karanlıktı. Bu reng-i mâteme dağlar da aşinâ çıktı: Karardı baktım uzaktan dumanlı cebheleri. Ridâsı, mağribin artık kucaklamıştı yeri. Demin gülümseyen afakı tülledikçe zılal, Uyandı ruh-I garibimde bir halal-I muhal: Cihan-I samiti karşımda ağlıyor sandım? O gölgelikten inip nura doğru tırmandım? |