๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Sabredenler ve Şükredenler => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 18 Temmuz 2010, 13:01:24



Konu Başlığı: Tekasur Sûresinin Tefsiri
Gönderen: Zehibe üzerinde 18 Temmuz 2010, 13:01:24
بســـم الله الرحمن الرحيم
 
 
Tekasur Sûresinin Tefsiri
 
 
"Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı. Hayır (öyle değil) Hayır! Yakında bileceksiniz. Yine hayır! Yakında bileceksiniz. Hayır, hayır! Eğer siz kesin bir ilim / bilgi ile bilseniz (böyle çokluğunuzla övünmezdiniz) And olsun! Kızgın ateşi muhakkak göreceksiniz. Sonra yine and olsun! Onu, gözünüzle muhakkak göreceksiniz. Sonra yemin olsun ki, mutlaka o gün, nimetlerden sorulacaksınız" (Tekasür/1-8) buyurmuştur.
 
 
Cenab-ı Hak övünmenin dünya ehlini ölünceye kadar Allah'dan ve ahiretten alıkoyduğunu ve bu övünme uykusundan uyanmadıklarını haber vermektedir.

Cenab-ı Hak bu ayet-i Kerimede:

"Kabirlere varıncaya kadar oyaladı." buyurup, ölünceye kadar buyurmamıştır. Çünkü insanlar dünyada ziyaretçiler olup devamlı olmadıkları gibi, kabirlerde de ziyaretçiler gibi bir müddet kalıp, oradan ahirete gideceklerdir. Devamlı durulacak karar yurdu cennet ile cehennemdir.

Allah Teala, ayet-i kerimede kendisiyle övünülen şeyi iki sebepden dolayı belirtmemiştir.

Birincisi; övünmenin kendisi çirkindir. Yoksa kendisiyle övünülen şey çirkin değildir. Nitekim oyun ve eğlencenin insanı meşgul ettiği zikredilmiş fakat kendisiyle oynanılan ve eğlenilen şey zikredilmemiştir.

İkinci sebep; mutlak övünme, yani, insanın mal, makam, köleler, cariyeler, bina yapma, ağaç dikme, Allah'ın rızası talep edilmeyen ilim, Allah'a yaklaştırmayan amel gibi dünya ile ilgili olan her hangi birşeyle başkasına karşı övünmesi murad edilmiştir. İşte dünya ile ilgili her hangi birşeyler övünme Allah'dan ve ahiretten alıkoyar.

Müslim'de rivayet edildiğine göre:

Abdullah b. Sihhır demiştir ki:

"Ben Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a geldim.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Sizi çoklukla övünme alıkoydu" suresini okuyordu.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Âdemoğlu "malım, malım" diyor. Acaba ey Ademoğlu, malından, yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden, ve tasadduk ettiğin (sadaka verip ebedileştirdiğin) den başka sana bir fayda var mı?" buyurdu.

Cenab-ı Hak, çoklukla övünerek Allah'dan ve ahiretten uzak kalan kimseyi şu felaketlerle korkutmuştur:

- Çoklukla övünen kimse ahirette övündüğü şeylerin kendisine hiçbir fayda vermeyeceğini görecektir.

- Övündüğü dünyanın hileci ve aldatıcı olduğunu bilecektir.

- Övünmesinin akıbetinin lehine değil aleyhine olduğunu bulacaktır.

- Diğer övünenler, zarar ve ziyana uğradıkları gibi, kendisi de övünmesiyle zarar ve ziyana uğrayacaktır.

- Hesaba katmadığı şeyler ahirette Allah tarafından ortaya çıkarılacaktır.

- Allah'dan ve ahiretten alıkoyan övünme, hem dünyada, hem ahirette, hem kabirde, azab edilmesinin en büyük sebeblerinden biri olacaktır.

- Bu övünmesi, kendisini helake sürüklemesiyle en bedbaht kimselerden olacaktır.

- Bu övünmesiyle dünyada yükselmeyip, bilakis en aşağıda bulunanlarla birlikte olduğu gibi ahirette de en aşağıda bulunanlarla beraber bulunacaktır.

- Ne büyük bir felaketdir ki, dünyadaki övünmesi onu ahirette bedbahtlardan kıldı.

- Ne büyük bir musibettir ki, dünyadaki zenginliği, ahirette ona fakirlik getirdi.

Ahirette azaba sürükleyen zenginliğe yazıklar olsun. Dünyaya dalıp ahiretten gafil olan kimsenin öleceği zaman gözünden perde açılınca:

"Ah keşke ebedi hayatım için ölmeden önce Allah'a taat ve ibadet yapmış olsaydım" der.

Nitekim Allah Teala:

"Onlardan birine ölüm gelince, (tekrar tekrar şöyle) diyecektir, "Rabbim beni dünyaya geri gönder, ta ki, ben zayi ettiğim (ömrüm) karşılığında iyi amel (ve hareket) de bulunayım. Hayır hayır, onun söylediği bu söz (hakikatte) boş lafdan ibarettir." (Müminun/99-100) buyurmuştur.

Dünyaya dalıp, ahiretten gafil olanlardan birine ölüm gelip çatınca:

"Rabbim, beni dünyaya geri döndür, ta ki, ben zayi ettiğim ömrüm karşılığında iyi amel ve harekette bulunayım" sözüne itimad edilmez.

Geri döndürme isteği kabul olunmaz. O, önce, "Rabbim" diyerek, Allah'dan yardım isteyecektir. Sonra onu Allah'ın huzuruna götürmekle emredilmiş olan meleklere dönerek:

"Beni dünaya geri döndürün!" diyecektir. Sonra dünyaya geri döndürülmesini istemesinin sebebini:

"Ben geride bırakmış olduğum malım, makamım, kuvvetim ve mülküm için faydalı işler yapayım" diye açıklayacaktır. Fakat, ona:

Senin için geri döndürülmene yol yoktur, çünkü sana dünyada düşünecek bir kimsenin düşüneceği kadar ömür verilmiştir" denilecektir.

Kerim ve Rahim olan Allah'ın şanına yakışan, kaçırdığını elde etmesi için kendisinden mühlet isteyen kimseye mühlet vermesi olunca, Cenab-ı Hak:

"Bu gafilin geri döndürülmeyi istemesinin hakikatte boş lafdan ibaret olduğunu, çünkü onun karakteri ve tabiatının geri döndürülse bile iyi amel işlemeyi kabul etmeyeceğini, onun bu sözü ancak diliyle söylediğini şayet geri çevrilseydi, mutlaka yasak edildiği fenalığa yine döneceğini, şüphesiz onun yalancılardan olduğunu haber vermiştir. Hâkimlerin hâkimi olan Allah'ın hikmeti, izzeti, ilmi, istenilen faydasız şeyi kabul etmez. Şayet o gafil dünyaya geri döndürülse, ikinci hali de birinci hali gibi olur.

Nitekim Allah Teala:

"Onlar ateşin karşısında durdurulup da, "Ah bize ne olurdu (dünyaya) bir geri döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalan saymasaydık, iman edenlerden olsaydık" dedikleri zaman (onları) bir görsen!.

Hayır, evvelce gizleyip durdukları şeyler (ahirette) karşılarına çıktı (da ondan böyle söylüyorlar) yoksa geri çevrilselerdi mutlaka yasak edildikleri fenalığa yine dönerlerdi. Şüphesiz onlar yalancıdırlar." (Enam/27-28) buyurmuştur.
 
 
En'am Sûresi 28. Ayetinin Açıklaması
 
Müfessirlerden birçokları bu ayet-i kerimenin manasının etrafında dolaştılar, fakat doğru bir tefsir yapamadılar. Onların tefsirlerine bakıldığında hastaya şifa verecek, susamışı kandıracak birşey bulunmaz.

Bu ayetin manası onların tefsirlerinden çok uzak, çünkü onlar ayetteki ıtrab için olan "bel" harfinin vechini ve "karşılarına çıkacak şeyin" ne olduğunu anlamayıp, "karşılarına çıkacak şeyin azap olduğunu" zannettiler.

Fakat bunun "evvelce gizleyip durdukları şeyler" ifadesiyle uyuşmadığını görünce, "kânu" kelimesini mahzuf haber takdir ederek, "evvelce gizleyip durdukları şirkin ve küfrün cezası karşılarına çıkacaktır" diye tefsir ettiler. Bu sefer de onlara:

"kafirler şirklerini ve küfürlerini gizlemiyorlardı, bilakis, şirk ve küfürlerini açıklayarak onlara insanları davet ediyor ve bu yüzden harb ediyorlardı" diye itiraz edildi.

Onlar bu itiraza şöyle cevap verdiler:

"Kafirler kıyametin bazı yerlerinde şirklerini gizliyerek, "Rabbimiz, Allah'a yemin ederiz ki biz müşriklerden değildik" diyerek, şirklerini inkar edecekler, fakat onlar ateşin karşısında durdurulunca, gizledikleri şirk ve küfrün cezası karşılarına çıkacaktır" diye tefsir etmişlerdir.

Müfessirlerden Vahidi:

"Buna göre, bu tefsir sahipleri hiçbir şey yapmamışlardır. Çünkü ayetin nüzulü, ıtrab için olan "bel" harfi, "geri çevrilselerdi mutlaka yasak edildikleri fenalığa yine dönerlerdi" diye onlardan haber verilmesi ve onların:

"Rabbimiz, Allah'a yemin ederiz ki, biz müşriklerden değildik" demeleri bu müfessirlerin tefsirleriyle uyuşmaz, iyice düşününüz" demiştir.

İçlerinde Zeccac'ın da bulunduğu alimlerden bir kısmı ise:

"küfür öncülerinin gizledikleri kıyamet onlara tabi olanların karşısına çıkacaktır" diye tefsir etmişlerdir. Fakat bu tefsir tekrar tefsire muhtaçdır. Çünkü bu tefsirdeki güçlük ve zorluk açıktır.

Müberrid, bu ayetin bir kısım alimlerden daha iyi anlamıştır. Müberrid:

"kafirlere küfrün zararı gizli olduğu için sanki küfürleri kendilerine açık olmamıştır" demiştir.

Müberrid'in bu ifadesinin manası, kafirlere küfürlerinin akıbetinin zararı ve cezası gizli olunca, sanki küfür onlardan gizli kalmış ve küfrün hakikati onlar için açık olmamıştır. Onlar azabı görünce küfrün hakikati ve şerri karşılarına çıkacaktır.

"Herkesin yanında küfürlerini ve şirklerini ilan ederek, şehirlisini köylüsünü küfre davet ettikleri halde küfürlerinin sonu kendilerine gizli kaldığı için küfürlerini gizliyorlardı" denilmesi doğru değildir.

Nitekim, "zulmü, fesadı, adam öldürmeyi, yeryüzünde bozgunculuk yapmayı, açıktan yapan kimseye bu yapmış olduğu fenalıkların sonu kendisine gizli kaldığı için bu işleri gizlemiştir" denilemez.
 
Bu ayet-i kerimenin manası:
 
-Allah Teala, kelamı ile neyi murad ettiğini daha iyi bilir- bu müşrikler ateşin karşısında durdurulup, onu görüp, ona gireceklerini bildikleri vakit, "dünyaya döndürülseydik, Allah'a ve ayetlerine iman etseydik, peygamberlerini yalanlamasaydık" diye arzu edecekler.

Cenab-ı Hak:

"iş onların arzu ettikleri gibi değildir. Çünkü onların tabiatlarında ve karakterlerinde iman yoktur. Bilakis onların tabiat ve karakterleri küfür, şirk ve yalanlamaktır. Şayet onlar geri döndürülselerdi, döndürüldükten sonra daha önce dünyada yapmış olduklarını yaparlardı. Onlar "dünyaya döndürülsek iman eder, peygamberleri tasdik ederdik" diye iddialarında da yalancıdırlar." diye haber vermiştir.

Bu ayetten murad edilen mana anlaşılınca, ıtrab için olan "bel" in manası, yani evvelce gizleyip durdukları şeylerin manası, yani onları, "Ah bize, ne olurdu dünyaya bir geri döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık" demelerine sevk edenin manası anlaşılmış olur.

Kafirler dünyada kendilerinin batıl üzerinde bulunduklarını peygamberlerin Allah tarafından kendilerine tebliğ ettiği şeylerde doğru söylediklerini biliyorlardı. Fakat onlar bunu aralarında gizleyip açıklamıyorlar, hatta bunu gizlemeyi birbirine tavsiye ediyorlardı.

Buna göre dünyaya geri dönmeyi ve iman etmeyi arzu etmelerine sevkeden peygamberlerin doğru olduğunu bilmediklerinden dolayı değildir. Çünkü onlar peygamberlerin doğru olduklarını biliyorlar, fakat onu gizliyorlardı.

Kıyamet gününde, kendilerinin batıl üzerinde, peygamberlerin hak üzerinde olduğunu, bildikleri ama bunu gizledikleri ortaya çıkacaktır. Bunu gizledikten sonra gözleriyle göreceklerdir.

Şayet onlar dünyaya geri döndürülselerdi tabiat ve karakterleri imana müsait olmadığı için yine küfre ve peygamberleri yalanlamaya dönerlerdi. Çünkü onların imanı arzu etmeleri, o gün imanın hak ve şirkin batıl olduğunu bilmiş olduklarından dolayı değildir. Ancak imanı arzu etmeleri tahammül edemeyecekleri azabı gördüklerinden dolayıdır.

Bunların hali şu kimse gibidir ki, bir şahsı seviyor onunla düşüp kalkıyor, halbuki onu sevmenin batıl olduğunu, onun sevgisinden vaz geçmesinin doğru olduğunu biliyor. O kimseye bir dostu, "senin velin bu işi bilirse seni cezalandırır" diyor. O kimse bunu biliyor ve inat ederek "o şahsı sevmek onunla düşüp kalkmak doğrudur" diyor. Velisi onu yakalayıp, bu fiilinden dolayı cezalandırmak isteyince, o da bu cezayı kesin olarak bilince, cezanın affedilmesini istiyor. Bundan sonra, o şahısla bir araya gelmeyeceğini söylüyor. Fakat kalbinde, o şahısa karşı beslediği sevgi ve meyil, cezayı gördükten sonra hatta ceza kendisine yapıldıktan sonra bile tekrar o şahısla buluşmaya sevkediyor. Ceza verilirken bilerek gizlediği kendi hatası ve dostunun yasakladığı şeyin doğru olduğu ortaya çıkıyor. Fakat bu kimseden ceza kaldırılsa eskiden yasak edildiği şeye geri döner.

Bu manadan dolayı ıtrabın uygunluğunu düşün!.

Şöyle ki, kafirlerin, "biz dünyaya döndürülseydik iman ederdik, peygamberleri tasdik ederdik" demeleri nefyedilmiştir. Onların "şimdi bizim için açığa çıktı ki peygamberlerin dediği haktır" demeleri doğru değildir. Çünkü siz peygamberlerin doğru olduğunu biliyordunuz fakat bunu gizliyordunuz. Şimdi özür dilemeniz için bildiğiniz bir şey ortaya çıkmış değildir. Bilakis bilmiş olduğunuz ve gizlenmesini birbirinize tavsiye ettiğiniz şey ortaya çıkmıştır.

Her şeyi hakkıyla bilen Allah'dır.

Asıl konumuz arasında bu ayet-i kerimenin açıklanmasını uzun görme. Çünkü bu açıklama asıl konumuzdan daha mühim ve faydalıdır.

Tevfik Allah'tandır.
 
 
Asıl konumuza dönelim;

Allah Teala:

"Hayır! Eğer kesin bilgi ile / ilimle bilseniz (böyle çokluğunuzla övünme, sizi oyalamazdı) elbette cehennemi görürsünüz." buyurmuştur.

İşte siz, böyle şeksiz şüphesiz ve kesin bir bilgiden mahrum olunca, çokluğunuzla övünme, sizi layık olduğunuz şeylerden alıkoydu. Eğer kesin bilginin hakikati kalblerinize ulaşıp girseydi, bu bilgi sizi, çoklukla övünmekten elbette alıkordu. Çünkü sadece bir şeyin çirkin olduğunu ve o şeyin akıbetinin fena olduğunu bilmek, o şeyin terk edilmesi için yeterli değildir. Fakat bir kimse için kesin bir bilgi bulunursa bu kesin bilgi, o çirkin şeyin terk edilmesini gerektirir. İşte bu manayı kasdederek Hassan b. Sabit (r.a.) Bedir savaşma katılanlar hakkında şöyle demiştir,

"Bedir'e ölmek için biz müslümanlar da gittik, müşrikler de gittiler. Eğer müşrikler öleceklerini kesin bir bilgi ile bilselerdi oraya gitmezlerdi."

Hayır! Yakında bileceksiniz. Yine hayır! Yakında bileceksiniz. (Tekasür/3-4)

Bazı müfessirler:

"Bu ayet-i kerimedeki ikinci cümle, onların kesin olarak bileceklerini anlatmak için birinci cümleyi te'kid gayesiyle getirilmiştir" demişlerdir.

Bazı müfessirler ise:

"Birinci bilmeleri ile, ölürken çoklukla övünmenin kötü akıbetini bilecekleri, ikinci bilmeleriyle ise, kabirde çoklukla övünmenin kötü akıbetini bilecekleri murad edilmiştir" demişlerdir.

Bu ikinci müfessirlerin görüşü, Hasan'ı Basri ile Mukatil'in kavlidir. Bu görüşü Ata, İbn-i Abbas'dan rivayet etmiştir.

Bu görüşün sahih olduğuna birçok vecihler delalet etmektedir:

Birincisi; bir kelimeyi yeni bir mana için kullanmak, tekid için kullanmaktan daha evladır. Yani mananın doğru olması ve fesahata zarar vermemesi şartıyla mümkün mertebe bir kelimeyi yeni bir fayda için yeni bir manada kullanmak te'kid için kullanmaktan daha evladır .

İkincisi; ayet-i kerimedeki, iki ilim arasına, "sümme" harfi girmiştir. "Sümme" harfi bu iki ilim mertebesinin arasında zaman ve önem bakımından mühlet bulunduğunu bildirir.

Üçüncüsü; ikinci müfessirlerin görüşü gerçeğe uygundur. Çünkü bir kimse ölürken gözünden perde açılınca üzerinde bulunduğu yolun hakikatini bilecektir. Sonra kabirde ve kabirden sonra kıyamette bu hakikati daha iyi anlayacak ve bilecektir.

Dördüncüsü; Ali b. Ebu Talib ile selefden birçokları bu ayet-i kerimeden kabir azabını anlamışlardır.

Tirmizi'nin Ali (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, Ali (r.a.) demiştir ki:

"Tekasür suresi nazil oluncaya kadar kabir azabından şüphe ediyorduk".

Beşincisi; ikinci müfessirlerin görüşü, "And olsun kızgın ateşi, muhakkak göreceksiniz sonra yine and olsun onu gözünüzle muhakkak göreceksiniz" bu ayet-i kerimeye uygundur.

Bu ayet-i kerimedeki ikinci defa kızgın ateşi görme, birinci defa kızgın ateşi görmeden başkadır. Çünkü birinci defa görme, mutlak olarak zikredilmiştir, ikinci defa görmenin göz ile olacağı kayıtlanmıştır. Birinci görme önce, ikinci görme sonra olacaktır.

* * *

Surenin sonunda nimetlerden sorulacağı kasem için olan "vav" ile te'kid için olan "lam" ve unun" ile te' kid edilerek haber verilmiştir. Kıyamet günü herkes dünyadaki nimetinden, onu helaldan mı, haramdan mı nereden kazandığı sorulacak. Bir kimse bu sorulardan kurtulursa, bu nimet için Allah'a şükredip etmediği, bu nimetle Allah'a taat ve ibadette bulunup bulunmadığı sorulacaktır.

Tirmizi'nin İbn-i Ömer'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Kıyamet günü Rabbi tarafından beş şeyden sorulmadıkça, Ademoğlunun ayakları kımıldamaz,

- ömrünü nerede tükettiğinden,

- gençliğini nerede çürüttüğünden,

- malını nereden kazanıp nereye harcadığından,

- ilmiyle ne amel yaptığından" buyurmuştur.

Yine Tirmizi'nin Ebu Berze'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Kıyamet günü kul, ömrünü ne hususta tükettiğinden, ilmiyle neler işlediğinden, malından onu nereden kazanıp nereye harcadığından, vücudundan, onu ne gibi imtihanlara tabi tuttuğundan, ne ile yorduğundan sorulmadıkça kımıldamayacaktır" buyurmuştur. Tirmizi bu hadis sahihdir demiştir.

Yine Tirmizi'nin Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Kıyamet günü ilk sorulacak şey, yani kula verilen nimetlerden, kendisine, "Sana vücud sıhhati vermedik mi, soğuk su ile susuzluğunu gidermedik mi?" denilecek buyurmuştur.

Yine Tirmizi'nin Zübeyr b. Avvam (r.a.)'dan rivayet ettiğine göre, Zübeyr şöyle demiştir:

"Sonra siz, mutlaka o gün nimetlerden sorguya çekileceksiniz" (Tekasür/8) ayeti nazil olduğu vakit:

"Ya Resulullah hangi nimetlerden sorulacağız? Bizim iki kara nimetimiz (yani), hurma ile sudan başka (bir nimetimiz yok ki)," dedim. Resulullah, "Haberiniz olsun ki, bu sorgu muhakkak olacaktır" buyurdu. Tirmizi bu hadis hasendir demiştir.

Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre:

Ebu Hüreyre şöyle demiştir:

"Ashab-ı kiram: "Ya Resulullah! Biz hangi nimetlerden sorulacağız ki onlar iki kara nimetten ibaret. Düşman hazır kılıçlarımız boyunlarımızdadır" dediler.

Bunun üzerine Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Bu muhakkak olacak" buyurdu.

Bu hadis-i şerifdeki: "bu, muhakkak olacak" ifadesinin manası:

"o sual olunacağınız nimetler ileride olacak" demek olabileceği gibi:

"o nimetler hurma ile su olsa da bunlardan mutlaka sorguya çekileceksiniz" demek de olabilir.

Sahih bir hadis-i şerifde, Ebu Bekir (r.a.) ile Ömer (r.a.)'in Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber hurma, et, soğuk su yiyip içtiklerinde, Resulullah'ın onlara:

"Bu nimetlerden kıyamet günü sorulacaksınız" buyurması, hurma ile sudan sorulacağına delalet eder. Bu sorulma o nimetin şükründen ve hakkını eda etmekten olacaktır.

Tirmizi'nin Enes (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Kıyamet günü Ademoğlu, koyun yavrusu gibi getirilip, Allah'ın huzurunda durdurulur.

Allah ona: "Sana verdim, seni mülk sahibi yaptım, seni nimetler içinde yaşattım, sen ne yaptın?" buyurur.

O da, "Ey Rabbim! Ben onları topladım, ürettim, ve onları olduğundan fazla bıraktım. Beni dünyaya döndür de, rızan yolunda onları harcayayım" der.

Cenab-ı Hak, ona: "Benim rızam için gönderdiklerini göster" buyurur.

Kul bir de bakar ki, hayır namına hiçbir şey yapmamış, bunun üzerine cehenneme götürülmesi emrolunur" buyurmuştur.

Yine Tirmizi'de Ebu Said ile Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Kıyamet günü kul getirilir. Allah Teala ona:

"Ben sana kulak, göz, mal, evlad vermedim mi?,

At, deve, koyun, sığır gibi hayvanları, ekinleri senin emrine bırakmadım mı?,

Seni yükseltip insanların reisi olmanı sağlamadım mı?

Buraya benim huzuruma geleceğini hiç düşündün mü? diye soracak.

Kul: "Hayır, düşünmedim" diye cevap verecektir.

Allah Teala, ona: "İşte sen, beni düşünmeyip, unutuğun gibi ben de seni şimdi unutacağım" buyuracaktır" demiştir. Tirmizi bu hadis sahihdir demiştir.

Müfessirlerden bir kısmı, Tekasür suresinin sonundaki:

"Sonra mutlaka o gün nimetlerden sorulacaksınız" bu hitabın kafirlere mahsus olduğunu ve onların nimetlerden sorulacaklarını iddia etmişlerdir.

Bu görüş Hasan-ı Basri ile Mukatil'den nakledilmiştir. Vahidi de bu görüşü seçmiştir. Bu müfessirlerin delili, Ebu Bekir'in hadisidir:

Tekasür suresinin son ayeti nazil olunca, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Bekir (r.a.)'e:

"Ebu'l-Heysem b. et-Teyyihan'ın evinde beraber yemiş olduğumuz arpa ekmeği, et, alaca düşmüş, hurma koruğu ve içtiğimiz tatlı su ne dersin? Bunların kendilerinden sorulacağımız nimetlerden olmasından korkar mısın?" dedi.

Sonra Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Bu ayetteki nimetlerden sorulma kafirlere mahsusdur" buyurduktan sonra:

"Nankör olmayana biz ceza verir miyiz ya!" (Sebe/ I 17) ayet-i kerimesini okumuştur.

Vahidi demiştir ki, ayetin zahiri bu görüşün doğru olduğuna şahadet etmektedir. Çünkü surenin hepsi müşriklere hitabdır ve onlara tehdittir. Mana da bu görüşe şehadet etmektedir. Çünkü kafirler Allah'a ortak koşup, Allah'dan başkasına ibadet ettikleri için kendilerine verilen nimetlerin hakkını eda etmediler. Onları azarlamak için kendilerine verilmiş olan nimetteki vacib olan hakkı eda mı ettiler yoksa zayi mi ettiler diye sorulacaklar, sonra nimet veren Allanın Birliğinin şükrünü terk ettiklerinden dolayı azap olunacaklar.

Bu Mukatil'in kavlinin manasıdır.

Bu, Hasan-ı Basri'nin de kavlidir.

Hasan-ı Basri:

"Nimetlerden ancak cehennem ehli sorulur" demiştir.

Ben derim ki:

Ne lafızda, ne sahih sünnette, ne de akli delillerde, Tekasür suresinin ahirindeki bu hitabın kafirlere mahsus olmasını gerektiren bir şey yoktur.

Bilakis lafın zahiri ve hadis-i şerifler hitabın, çoklukla övünerek, Allah ve ahiretten uzak kalan herkese şamil olduğuna delalet eder.

Hitabı, çoklukla övünenlerin bir kısmına tahsis etmenin bir yönü yoktur. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın bu sureyi okurken:

"Ademoğlu malım malım diyor. Acaba ey Ademoğlu, malından yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden ve sadaka verip ebedileştirdiğinden başka sana bir fayda var mı?" buyurması hitabın umum olduğuna delildir. Bu hadis-i şerif Sahih-i Müslim'dedir.

Çoklukla övünme hem müslüman için hem de kafir için olur. Geçen hadis-i şerifler de, ayet-i kerimedeki hitabın umum olduğuna delalet eder. Ashab-ı Kiram bu ayet-i kerimeden umum mana anlayarak, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a:

"Hangi nimetlerden sorulacağız. Bizim, ancak iki kara nimetimizden (yani hurma ile su) başka (bir nimetimiz yok ki) dediler. Eğer hitap kafirlere mahsus olsaydı, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara bunu açıklayarak:

"Bu surenin sizinle alakası yoktur, bu sure ancak kafirlere mahsustur" derdi. Sahabeler bu hitaptan umum mana anlamışlar, hadis-i şerifler de hitabın umum olduğunu açıklamaktadırlar. Ashab-ı Kiram, Resulullah'a indirilen ayetlerden umum manayı anlarlardı. Resulullah onları bu anladıkları umum mana üzerinde bırakırdı.

Bazı müfessirlerin Tekasür Süresindeki hitapların kafirlere, bu ayetteki nimetlerden sorulmanın da onlara mahsus olduğunu iddia edip, buna delil olarak gösterdikleri Ebu Bekir (r.a.)'in hadisi sahih değildir.

Resulullah'ın Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) ile beraber yemek yediklerine dair olan sahih hadis, o müfessirlerin zikrettikleri hadisin batıl olduğuna şehadet eder.

Biz sahih olan hadis-i şerifi zikrediyoruz. Müslimin rivayet ettiğine göre, Ebu Hüreyre (r.a.), demiştir ki:

"Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün yahut bir gece dışarı çıktı. Ve birden Ebu Bekir'le Ömer'e rasladı.

"Sizi bu saatte evlerinizden çıkaran nedir?" diye sordu.

"Açlık ya Resulullah!" dediler.

"Ben de nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, beni de sizi çıkaran çıkarmıştır. Kalkın" dedi.

Hemen onunla birlikte kalktılar ve Ensardan bir zatın evine vardılar. Bir de baktı ki, o zat evinde yok, kadın onu görünce,

"Hoş geldiniz, sefa geldiniz" dedi.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)de ona:

"Filan nerede?" diye sordu. Kadın:

"Bize tatlı su getirmeye gitti" dedi. O anda Ensar geldi. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile iki arkadaşını gördü Sonra:

"Allah'a hamd olsun bu gün benden misafirleri daha şerefli olan kimse yoktur" dedi.

Hemen giderek onlara bir hurma salkımı getirdi ki içinde koruk, kuru ve olgun hurmalar vardı.

"Bundan buyurun" dedi ve bıçağı aldı. Bunun üzerine Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:

"Sakın sağmal koyuna dokunma" buyurdu.

Fakat o, onlar için kesti ve hem koyundan, hem o hurma salkımından yediler içtiler. Yemeğe doyup, suya kandıkları vakit Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Bekir'le Ömer'e:

"Nefsi yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, kıyamet gününde bu nimetlerden mutlaka sorulacaksınız. Sizi evlerinizden açlık çıkardı. Sonra şu nimetlere kavuşmadan dönmediniz" buyurdular.

Bu sahih olan hadis-i şerif hitabın umum olmasında açıktır. Bu hitab kafirlere mahsus değildir. Gerçek de bu hitabın kafirlere mahsus olmadığına şahadet eder. Çünkü çoklukla övünmek pek çok müslümanları ahiretten alıkoymuştur. Kuran-ı Kerimin hitabı, kendisine ulaşan herkese şa'mildir. Bu gün biz ve bizden önce olanlar ve bizden sonra, gelecekler hepimiz şu ayet-i kerimenin altına girmekteyiz,

"Ey iman edenler! Sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı" (Bakara/183)

Bu ayet-i kerimeye benzeyen bütün ayet-i kerimelerin altına her müslüman girmektedir.

"Çoklukla övünmek sizi oyaladı" (Tekasür/1)

Allah Teala'nın bu kavli kerimi bu sıfatla muttasıf olan herkese hitabdır. İnsanlar çoklukla övünmede derece derecedir. Bu derecelerin sayısını ancak Cenab-ı Hak bilir.

Eğer, "mü'minleri çoklukla övünmek ahiretten alıkoymaz bundan dolayı mü'minler çoklukla övünenlere yapılan tehdide dahil değildirler" diye sorulursa;

Buna, şöyle cevap yerilir:

Bu görüş Tekasür süresindeki hitabların kafirlere mahsus olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Bunlara göre bu hitapları umuma hamletmek mümkün değildir. Bunlar kafirlerin tehdide ve azaba daha layık olduklarını görünce bu hitabları kafirlere tahsis etmişlerdir. Kur'an-ı Kerimin takib ettiği yola göre insan yerilmiştir.

Nitekim Allah Teala: 

"Zaten insan çok acelecidir" (İsra/11); diğer ayette:

"Zaten insan çok cimridir" (İsra/100);  diğer bir ayette:

"Muhakkak insan Rabbine karşı pek nankördür" (Adiyat/6); diğer bir ayette:

"Biz emaneti (namaz  ve diğer ibadetleri) göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi hakikaten o, çok zalim, çok cahildir." (Ahzab/72); diğer bir ayette de:

"Hakikaten insan çok nankördür" (Hac/66) buyurmaktadır.

Kur'an-ı Kerimde pek çok ayetler vardır. İnsan yaradılışı itibarıyla her faydalı ilimden ve salih amelden beridir. Ancak Allah Teala insana ilim ve iyi amel ihsan etmek suretiyle, onu kemale ve olgunluğa erdirir. İnsan bunları kendiliğinden elde edemez. İnsanda galip olan ilme zıd olan cehalet ve adalete zıd olan zulümdür. O halde insanda bulunan her ilim adalet ve hayır, Rabbi tarafından verilmiştir. Yoksa kendi tarafından değildir.

Mal ve evlad itibarıyla çoklukla övünmek insanın tabiat ve karakteridir. İnsan bundan kurtulamaz. Ancak Allah'ın temizleyip ahireti dünyaya tercih ettirdiği kimse bu tabiat ve karakterinden kurtulur.

Tekasür süresindeki tehdit hitabının kafirlere mahsus olduğunu iddia edenlere ahirette zikredilen tehdidi bilmekte herkes ortak olacaktır. Dünyada bilmeyen herkes ahirette hakikati bilecektir.

"Hayır! Yakında bileceksiniz." ayet-i kerimesinde cehennemde ebedi kalmak şöyle dursun cehenneme girmeyi bile gerektirecek bir şey yoktur. Yine cehennemi görmek onu gören herkesin oraya girmesini gerektirmez. Çünkü arasatta herkes cehennemi gözüyle görecektir. Cenab-ı Hak cehennemi, mü'minlerin, kafirlerin iyilerin ve kötülerin, her insanın mutlaka göreceğine dair yemin etmiştir.

Bu Tekasür süresindeki hitabın umum olduğunu nefyeden bir delil yoktur. Hasan-ı Basri'den, "nimetlerden ancak cehennemlikler sorulacaktır" diye nakledilen söz kesinlikle batıldır. Açık ve sahih olan hadis-i şerifler Hasan-ı Basri'nin bu görüşünü reddeder.

Tevfik Allah'dandır

Hayatı boyunca, ölünceye kadar çoklukla övünme kendisini oyalayan ve oyalama uykusundan uyanmayan, hatta bu çoklukla övünme kalbini uyutup ve bu uykudan ancak ölüler ordusuna katıldığı vakit uyanan kimseye bu surede büyük bir tehdidin bulunduğunu düşün...

Cenab-ı Hak yermeyi ve tehdidi, övülen şeyin ne olduğunu belirtmeksizin mutlak övünmeye bağlamıştır. Ta ki, dünya ile ilgili olan her övünme bu övünmeye girsin.

Çoklukla övünenlerden her biri övündükleri şeyde arkadaşından sayıca çok olmayı ister. Bunları övünmeye sevkeden, izzet ve şerefin çok olana ait olmasını düşünmeleridir. Nitekim denilmiştir ki, "ben onlardan sayıca çok değilim çünkü izzet ve şeref sayıca çok olana aittir." övünmeyen kimsenin mal ve evladının çokluğu kendisine zarar vermez. Nitekim ashab-ı Kiramdan birçoklarının evlad ve malları çoktu, bunlarla övünmedikleri için kendilerine zarar vermemiştir.

Dünyalık ve makam gibi herhangi birşeyle övünen kimseyi bu övünme ahiretten alıkoyar. Şerefli, ulvi, yüksek himmet sahihleri ancak menfaati, devamlı olgunlaştıran, kurtuluşa kavuşturan şeylerde yarışırlar. Bunlardan herbiri arkadaşının bu hususlarda kendisinden üstün olmasını arzu etmez. İşte bu yarışma kulun saadete ermesine vesile olur. Bu yarışmanın zıddı ise dünya ehlinin dünya ile ilgili şeylerle yarışmasıdır. İşte bu yarışma ise Allah'dan, ahiretten alıkoyan yarışmadır. Bu yarışmanın neticesi fakirliktir, yoksulluktur, mahrumiyettir.

Ahiret saadeti ile ilgili şeylerle yarışmak Allah'a kavuşmayı düşünerek yapılan yarışmadır. Ahiretle alâkalı, fani olmayan, devamlı ve ebedi olan şeyleri elde etme hususunda yanşan bir kimse bu hususdan başkalarını kendisinden kavilce, amelce, ilimce daha üstün olarak görmeye dayanamaz. Bu hayır işlerinden birinde başkasının kendisinden daha ileride olduğunu görüp o hususta ona yetişmekten aciz kalınca, gücünün yettiği başka bir hayır işinde onu geçmek için yarışır.

İşte hayır işlerindeki bu yarış yerilmiş olmadığı gibi, kulun ihlasına da zarar vermez. Çünkü bu yarış hayır işlerinde yarıştır. Evs ve Hazrec kabilelerinin Resulullah'ın etrafında dönmeleri ve Resulullah'ın rızası ve yardımıyla ilgili hususlarda birbirleriyle yarışmaları da hayırla ilgili yarışlardandır. Ömer (r.a.) ile Ebu Bekir (r.a.)'in yarışları da bu kabildendir. Ömer (r.a.) hayır yolunda Ebu Bekir (r.a.)'in kendisini geçtiğini görünce, "Vallahi ben seninle hiç bir şeyde ebediyen yarış yapmayacağım" dedi.
 
 
Tekasür süresindeki, "kellâ" lafzının ne güzel yerde kullanıldığını düşünün. Çünkü, "kellâ" lafzı onları çoklukla övünmekten men etmeyi, izzetin, şerefin ve olgunluğun çoklukla övünmekte olduğunu düşünenlerin düşüncesini iptal etmeyi, hem nehyi hem de nefyi içine almaktadır.

Cenab-ı Hak, çoklukla övünenlerin bu övünmelerinin kendilerini ahiretten alıkoyduğunu, ölürken kabirde bunu anlayacaklarını ve dünyada övünenlerin ahirette yurtlarını kesin olarak göreceklerini ve bu övündükleri malları nereden kazanıp, nereye sarfettiklerinden sorulacaklarını haber vermiştir.

Tekasür suresi, son derece kısa nazmının akıcı ve güzelliği yanında faydası ne kadar büyük, va'z ve nasihati ne kadar tesirli, dünyadan ne kadar sakındırıcı ve ahirete ne kadar teşvik edicidir.

Bu sure bu vasıflara nasıl şamil olmasın, çünkü hak ve hakikati söyleyen ve şanı yüce olan Allah Teala söylemiş ve ondan da vahiy yoluyla Resulü tebliğ etmiştir.

Cenabı Hak, her canlının, sonunda varacağı kabirlerde de ziyaretçiler gibi bir müddet kalacaklarını ,sonra oradan da karar yurduna gideceklerini bildirmiştir. İnsanlar kabirlerde nasıl ziyaretçiler gibi olmasınlar! Çünkü onlar bu dünyada kabire giden yolculardır. Sonra kabirden de ebedi ve devamlı karar yurdu olan ahirete gideceklerdir.

Netice olarak insanların üç hali vardır;

- dünyada yolculardır,

- bu yolculuğun sonu kabirlerdir,

- sonra kabirlerden devamlı olan karar yurduna gideceklerdir.