๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Sabredenler ve Şükredenler => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 18 Temmuz 2010, 16:54:04



Konu Başlığı: Sabrın Hakikati Şükrün Hakikatına Girer
Gönderen: Zehibe üzerinde 18 Temmuz 2010, 16:54:04
بســـم الله الرحمن الرحيم
 
 
Sabrın Hakikati Şükrün Hakikatına Girer
 
 
Sabırla şükürden her biri diğerinin hakikatına girer. Buna göre, bunlardan her birinin varlığı, diğerinin varlığına bağlıdır. Ancak bunlardan her birine, üstün bulunduğu yer itibariyle özel isim verilmiştir. Böyle olmasa, şükrün hakikati, sabır, irade ve fiil ile birleşir. Çünkü şükür Allah'a taat ve ibadet etmek ve O'na isyan etmemektir.

Sabır bunların aslıdır. Taat ve ibadeti eda ederken çekilen meşakkatlara sabretmek ve günahlardan uzaklaşmaya sabretmek şükrün ta kendisidir. Sabır emredilince sabretmek şükürdür.

Yukarıdaki bu açıklamadan sabır ile şükrün bir olduğu anlaşılmaktadır gibi bir soru akla gelebilir.

Halbuki bu, aklen, lugaten ve örfen mümkün değildir. Çünkü Allah Teala, bunların aralarını ayırmıştır. Evet, bunların manaları ayrıdır. Ancak biz bunların birbirinden ayrılmadıklarını ve bunlardan herbirinin varlığının diğerinin varlığına muhtaç olduğunu beyan ettik.

- Şükür, sabırdan ayrıldığı zaman şükrün şükür olması batıl olur.

- Sabır şükürden ayrıldığı zaman, sabrın sabır olması da batıl olur.

- Birincisi açıktır,

- ikinciye gelince sabır, şükürden ayrıldığı takdirde nankörlük olur. Nankörlüğün sabra zıd olmadı gazaba zıd olmasından daha büyüktür.
 
 
Şöyle bir soru sorulursa; burada başka bir kısım daha vardır ki, ne nankörlük olur ne de şükür olur. Bilakis zoraki sabır olur. Buna göre şükrün hakikati yapılmadığı gibi sabır da sabır olmaktan çıkmaz.

Şöyle cevap verilir:

Bizim sözümüz taat olan emredilmiş sabır hakkındadır. Yoksa hayvanların sabrı gibi zoraki sabır hakkında değildir. Taat olan sabrı, ancak şükreden kimse yapar. Fakat şükredenin şükrü, sabrının içine girmiş olur da hüküm sabır için olur. Nitekim şükredenin sabrı da şükrünün içine girmiş olur da hüküm şükür için olur.
 
 
İman, makamlarından bir makamdan diğer bir makama geçerken yok olmaz. Bilakis, aşağı derecede bulunan makam yukarı derecede bulunan makamın içine girmiş olur.

Nitekim iman, ihsanın içine girdiği gibi, sabır da rıza makamları içine girer. Yoksa, sabır yok olmuş değildir. Rıza makamı da tefviz makamının içine girdiği gibi, havf ile reca makamları da muhabbet makamının içine girerler. Yoksa havf ile reca yok olmuş olmazlar.
 
 
Allah Teala, kullarını musibetlerle imtihan ettiği gibi nimetleriyle de imtihan eder. Nitekim Cenab-ı Hak:

"Sizi bir imtihan olarak kötülüklerle ve iyiliklerle deneyeceğiz." (Enbiya/35); diğer bir ayette,

"Fakat insan, ne zaman Rabbi, kendisini imtihan edip ikramda bulunur ve nimet verirse, "Rabbim bana ikram etti" der, ama onu imtihan edip de rızkım kırarsa, o vakit de, "Rabbim bana ihanet etti." der," (Fecr/15-16);

diğer bir ayette:

"Biz yeryüzündeki şeylere ona mahsus bir ziynet yaptık ki, insanları imtihan edelim. Bakalım hangisi daha güzel bir emelde bulunacak!" (Kehf/7);

diğer bir ayette:

"O Allah ki, amelce hanginiz daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır." (Mülk/2);

diğer bir ayette:

"O amelce hanginizin daha güzel olduğunu imtihan için gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Daha önce Arş'ı suyun üstünde idi" (Hud/7) buyurmuştur.

Allah Teala, yerleri, gökleri yarattı, mahlukatı için ömür takdir etti. Yeryüzündeki varlıkları imtihan ve denemek için yarattı. Bu imtihan, kulların hayırda, şerde, bollukta, darlıkta sabır ve şükür imtihanlarıdır. Zenginlik, afiyet, mevki ve kudret nimetlerine sahib bulunan kimsenin imtihanı bunlara sahib olmayan şahsın imtihanından daha büyüktür.

Allah'ın taatı üzerine sabretmek en zor sabırlardandır.

Nitekim ashab-ı kiram:

"Biz fakirlikle imtihan edildik sabrettik, fakat zenginlikle imtihan edildik sabredemedik" demişlerdir.

Fakirlik nimeti, hastalık nimeti, dünyalığın alınmasının nimeti, dünyalık sebeblerinin alınmasının nimeti, insanların eza etmesinin nimeti bazen nimetlerin en büyüklerinden olur. Çünkü bu nimetlere şükretmenin farz olması, bu nimetlerin zıdlarına şükretmekten daha evladır. Zira Allah Teala nimetleriyle imtihan eder, bela ve musibetleriyle de nimet verir.
 
 
Şükür ile sabırdan hangisinin üstün olduğuna gelince;

Sabır ile şükür, Allah'ın emrinde, nehyinde, kaza ve kaderinde kul için lazım olan iki haldir. Bu sabır ile şükür göz açıp kapayıncaya kadar biri diğerinden ayrılmaz. Bunlardan hangisinin üstün olduğunu sormak, his ve hareketten hangisinin üstün olduğunu, veya yemekle içmekden hangisinin üstün olduğunu yahut kulun havf, (Allah'ın azabından korkması) ile recasının (Allah'ın rahmetini umut etmesinden) hangisinin üstün olduğunu sormak gibidir.

- Taat ve ibadetler ancak sabır ve şükürle eda edilir.

- Yasaklardan da ancak sabır ve şükürle uzaklaşılır.

- Kul, takdir edilmiş olan musibetler başına geldiğinde sabrederse, şükrü sabrının içine girmiş olur.

Nitekim, şükredenin sabrı da şükrünün içine girmiş olur. Bunu şöyle açıklayabiliriz:

Allah Teala, kulunu nefsi ve hevasıyla imtihan etti, kulun üzerine bunlarla cihad etmeyi vacib kıldı, yani, kul her vakit nefsiyle cihad etmeye devam edecektir. Şöyle ki:

- Emredilmiş olan taat ve ibadetleri eda ederek şükredecek,

- Heva ve hevesinden uzaklaşmaya sabredecektir. Zengin olsun, fakir olsun, sıhhatta olsun hasta olsun, nefsi ve hevasına karşı devamlı cihad etmesi lazımdır.

Bu mesele, şükreden zengin ile sabreden fakirden hangisinin üstün olduğu meselesidir. Bu mesele hakkında alimlerin üç görüşü vardır:

Bu üç görüşü Ebu'l-Ferec İbn-i Cevzi ve diğer alimler nakletmişlerdir.

Netice olarak şükreden zengin ile sabreden fakirden hangisi daha çok takva sahibi ise o efdaldir denilmiştir. Takvada müsavi olurlarsa, fazilette de müsavi olurlar. Çünkü Cenab-ı Hak insanları afiyet ve bela ile üstün kılmadığı gibi fakirlik ye zenginlikle de üstün kılmamıştır. Ancak takvalıkla üstün kılmıştır.

Nitekim Allah Teala:

"Allah katında en iyiniz takvaca en ileride olanınızdır." (Hucurat/13) buyurmuştur.

Bir hadis-i şerifde:

"Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap olana üstünlüğü yoktur. Ancak takvalıkla vardır. İnsanlar Adem'den meydana gelmiştir. Adem de topraktan yaratılmıştır" buyrulmuştur.  (Müsned-i İmam Ahmed)

"Takva" iki asıl ve esasa bağlıdır:

1 - biri "sabır"

2 - diğeri de "şükür" dür.

Zenginle fakirden herbiri için sabırla şükür lazımdır. Bunlardan hangisinin sabrı ile şükrü mükemmel ise o üstün olur.
 
 
Fakirin sabrı mükemmel, zenginin de şükrü mükemmel olursa bunlardan hangisi efdaldir? diye bir soru sorulacak olursa; buna şöyle cevap verilir:

Bunlardan vazifesinde ve halinin gereğinde Allah'dan en çok korkanıdır. Bu olmaksızın efdallik düşünülemez. Çünkü zenginin bazen şükründeki takvalığı, fakirin sabrındaki takvalığından daha üstün olabilir. Fakirin de bazen sabrındaki takvalığı zenginin şükründeki takvalığından daha üstün olabilir. Buna göre zengin zenginliği ile üstün, fakir fakirliği ile üstün denilemez.

O halde, şükreden zengin sabreden fakirden üstündür denilmesi doğru olmadığı gibi, sabreden fakir şükreden zenginden üstündür denilmesi de doğru değildir. Çünkü şükür ile sabır, imanın iki bineğidir, bunların bulunması lazımdır.

Şükreden zengin ile sabreden fakirden hangisi daha çok vacib ve mendub'a sarılmışsa o üstündür. Çünkü üstünlük, vacib ile mendub'a sarılmaya bağlıdır.

Nitekim Allah Teala, bir hadis-i kudside:

"Bana kulum hiçbir şeyle yaklaşamaz ancak kendisine farz kıldığım şeylere devam etmekle yaklaşır. Kulum nafile ibadetlerle durmadan bana yaklaşır ve nihayet ben onu severim" buyurmuştur. (Tirmizi, Müsned-i Ahmed)

Buna göre, şükreden zengin ile sabreden fakirden hangisi vaciplere daha çok sarılıyor ve daha çok nafile namaz kılıyorsa o üstündür.
 
 
Bir hadis-i şerifde:

"Ümmetimin fakirleri zenginlerinden yarım gün yani beşyüz sene önce cennete gireceklerdir." buyrulmuştur. (Tirmizi, İbn-i Mace.)

Bu hadis-i şerif, fakirlerin zenginlerden üstün olduğuna delalet etmez mi diye sorulursa: buna:

"Bu hadis-i şerif, fakirlerin her ne kadar zenginlerden önce cennete gireceklerine delalet etse de fakirlerin derece ve makamda zenginlerden üstün olduğuna delalet etmez, şükreden zengin ile adaletli hükümdar hesap vermek için cennete girmekde geç kalsa da cennete girince derecesi ve makamı daha yüksek olur" diye cevap verilebilir.

Fakirler, Resulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem), zenginlerin köle azad etmek ve sadaka vermek suretiyle, amellerinin kendi amellerinden daha çok olduğunu şikayet ettiler. Allah Resulü onlara:

"Ben de size bir şey bildireyim mi? onu yaparsanız onunla o sizi geçenlere yetişirsiniz" buyurmuş ve, her namazdan sonra otuz üç kere:

"Elhamdülillah", otuz üç kere:

"Subhanallah", otuz üç kere:

"Allahüekber" demelerini bildirmiştir.

Zenginler bunu işitince onlar da bunu yapmaya başlamışlar. Bunun üzerine fakirler, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a dönerek zenginlerin de bunu yaptığını anlatmışlar.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Bu Allah'ın bir fazl-u keremidir onu dilediğine verir" buyurmuştur. (Buhari, Müslim)

Bu sefer, bu hadis-i şerif, şükreden zenginlerin sabreden fakirlerden üstün olduğuna delalet etmez mi diye sorulursa: buna:

"Bu hadis-i şerif sabreden fakir ile şükreden zenginden hangisi daha çok nafile ibadetlere sarılırsa o üstündür diyen görüş için bir hüccettir. Çünkü şükreden zenginler, sabreden fakirlere farz ve nafile amellerde, cihadda, Allah uğrunda çekilen ezada ve mukadderata sabırda eşit oldular. Fakat zenginlerin köle azad etmek ve sadaka vermek gibi nafile ibadetleri çok olunca fakirlerden üstün oldular. Eğer sabreden fakirlerin nafile ibadetleri, şükreden zenginlerin nafile ibadetlerinden daha çok olursa, bu sefer fakirler zenginlerden üstün olurlar" diye cevap verilir.                                                         

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hem şükredenlerin, hem de sabredenlerin efendisidir.

Denildi ki: Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a dünya hazinelerinin anahtarları sunuldu da onları kabul etmeyerek:

"Bir gün aç bir gün tok dururum" buyurdu.

Hişam b. Urve babasından, o da Aişe (r.a.)'dan naklen rivayet etti. Aişe (r.a.) dedi ki:

"Resulullah dünyadan çıktı, buğday ekmeğinden doymadı. Vefat ettiğinde ehli için almış olduğu yiyecekten dolayı zırhı bir Yahudinin yanında rehin bulunuyordu."

İmam Ahmed rivayet ettiğine göre, Ebu Hüreyre (r.a) şöyle demiştir:

"Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

 "Allah'ım Muhammed'in aline yetecek kadar rızık ver" diye dua ederdi."

İmam Ahmed, rivayet ettiğine göre, Aişe (r.a.) şöyle demiştir:

"Ensardan bir kadın benim yanıma gelmişti. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in döşeğinin ikiye katlanmış bir aba olduğunu gördü.

Evine dönünce bana bir yün döşek gönderdi. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gelince:

"Bu nedir?" diye sordu.

Ben de:

"Ensardan filan kadın benim yanıma geldi, senin döşeğini görünce bunu bana gönderdi" dedim.

Bunun üzerine Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Ey Aişe! Bu döşeği geri ver" buyurdu.

Fakat ben o döşeği geri vermedim. Çünkü o döşeğin evimde bulunması hoşuma gidiyordu. Nihayet Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bana bunu üç defa söyledi. Ve:

"Ya Aişe! Bu döşeği geri ver. Allah'a yemin ederim ki ben isteseydim, Allah Teala, benimle beraber altın ve gümüş dağlarını yürütürdü" buyurdu.

"Bunun üzerine ben de o döşeği geri verdim "

Allah Teala, Resulü için ancak efdal olanını seçmiştir Eğer Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), dünyayı alsaydı onun hepsini Allah'ın rızası yolunda harcardı ve bu sayede onun şükrü bütün alemlerin şükrünün üstünde olurdu.

Denildi ki: sabreden fakirler ile şükreden zenginlerden her biri Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın halini delil göstermişlerdir.

Netice olarak Allah Teala, Resulü için her iki makamın arasını mükemmel bir şekilde birleştirmiştir.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şükreden zenginlerin de, sabreden fakirlerin de efendisidir. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), fakirliğe karşı hiçbir kimsenin gösteremeyeceği sabrı göstermiştir. Zenginliğe karşı da hiçbir zenginin yapamayacağı şükrü yapmıştır.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın hayatını düşünen bir kimse işin böyle olduğunu anlar. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), sabredilecek yerlerde insanların en sabırlısıydı. Şükredilecek yerlerde de insanların en çok şükredeniydi.

Allah Teala, resulü için kemal mertebelerini mükemmel kılıp, onu şükreden zenginlerin mertebelerinin en yükseğinde ve sabreden fakirlerin mertebelerinin de en yükseğinde kılmıştır.

"Seni, bir fakir bulup (Hatice'nin malı ile) zengin etmedi mi?" (Duha/8) ayet-i kerimesindeki "ailen" kelimesinin fakir manasına olduğunda müfessirler ittifak etmişlerdir.

Nitekim bir adam fakir düştüğü vakit, "alerrecülü" denilir. Bir adamın evlad ve ıyali çok olduğu vakit "ealerrecülü" denilir.

Nitekim Allah Teala:

"Bu (tek zevce) sizin (Hakdan) eğrilip sapmamanıza daha yakındır" (Nisa/3) buyurmuştur.

Bazı müfessirler bu ayet-i kerimeyi:

"Tek zevce ve cariye ile evlenmeniz evlad ve iyalinizin çok olmamasına daha yakındır" diye tefsir etmişlerdir.

Fakat birinci tefsir birçok vecihlerden dolayı evladır:

Birincisi: lugatta sülasi mücerred babından "Ale-yeulü" kelimesinin evlad ve ıyali çok olması manasında kullanıldığı meşhur olmayıp, ziyade babdan, "eale yüilü" şeklinde kullanılması meşhurdur.

Sülasi babından, "lee yeulü" kelimesi, "zulüm ve cefa" manasına gelir. Lügatçıların hepsi böyle zikretmişlerdir.

İkincisi: Allah Teala, dörde kadar evlenmeyi aralarında adalet yapmak şartıyla mubah kılmıştır. Bunların aralarında adalet yapılmaktan korkulduğu vakit bir tane ile yahut sahib olunan cariyelerle yetinilmesini emretmiştir. Bu ayet-i kerimedeki, "enlâ teûlû" kelimesinin evlad ve iyalin çok olmaması manasıyla tefsir edilmesi uygun değildir.

Üçüncüsü: Allah Teala, yetim kadınlarla evlenildiğinde onlar hakkında adalet yapamamaktan korkulduğu vakit onlara zulüm ve cefa edilmemesi için hükmü yetim olmayan kadınlarla evlenmeye nakletmiştir.

Allah Teala, erkeklerin birden dörde kadar evlenmelerini caiz kılmış sonra kadınlar arasında adalet yapamamaktan korkulduğunda evlenme hükmünü bir kadınla veya çok oldukları için aralarında müsavi davranılması şart olmayan cariyelerle iktifa edilmesine nakletmiştir.

Bu ayet-i kerime adalet yapılmak şartıyla yetim ve yetim olmayan dört kadınla evlenmenin caiz olduğunu bildirdiği gibi kadınlar arasında adalet yapılmamaktan korkulduğunda bir kadınla yetinilmesini de bildirmektedir.

Bu ayet-i kerimede evlad ve iyalin çok olmasının bir tesiri yoktur.

Dördüncüsü: eğer evlad ve iyalin çok olmasından korkulsaydı. Allah Teala, tahdidsiz cariyelere sahib olunmasını ve onlar ile cinsi yakınlıkta bulunulmasını mubah kılmazdı. Çünkü evlad ve iyalin çokluğu eş veya eşlerden olabildiği gibi cariyelerden de olur.

Zira Cenab-ı Hakk'ın dört kadın arasında adalet yapılamamasından korkulduğunda, hükmü, sahib olunan cariyelere nakletmesi, onların hizmetkârlar olmadığını, onlarla cinsi yakınlıkta bulunan cariyeler olduğunu göstermektedir.

Beşincisi: evlad ve iyalin çok olması, Allah için sakınılacak ve hoş olmayan bir iş değildir. Çünkü bu ümmetin en hayırlısı evlad ve iyali çok olanıdır.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Kocasına sevgi ile bağlı olan ve çocuk doğuran kadınla evlenin. Çünkü ben diğer ümmetler topluluklarına karşı sizin çokluğunuzla övünürüm" buyurmuştur.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı ümmetinin çokluğu ile iftihar edebilmesi için çocuk doğuran kadınla evlenmeyi emretmiştir.

Netice olarak Cenab-ı Hak, Resulünü sabreden, fakir kıldıktan sonra şükreden zengin kılmıştır.

Buna göre, sabreden fakir sınıfı ile, şükreden zengin sınıfından her biri Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın halini kendi hallerine hüccet gösterir.