Gel ruhum gel, bir olalım""Gel ruhum gel, bir olalım
Bir olalım da ruhum, Allah ı bulalım.
Bir olamazsak ruhum ne olur bizim halimiz?
Sonra münafıklar gibi çıkar bizim canımız…""Bu sımsıcak davet, sevgilinin dilinden gönlüme ilk dolduğu zaman iliklerime kadar ürpermiştim. Hep davet ve birliktelik temeline kurulmuş bir düzenin farkında olmak ve o eşsiz davete intibak edebilmek.Bütün insanlık serüvenini, ne kadar kolay , ne kadar yalın, ne kadar da içten samimi bir dille, anlatıp özetlemiş bir dörtlük bu…
Aslında işte bütün iş bu…
Mevlana Celaleddin Rumi nin, meşhur, evrensel daveti: “Gel, kim olursan ol, yine gel…” deyişinin, bir başka versiyonu sanki bu dörtlük.
Hani her şey, şu cümleyle başlamıştı…
“Bir kenzi mahfi idim, bilinmeyi diledim…”
Varlık aleminin sebebi, eşsiz ve aslında mevcut tek dilek…
Necip Fazıl ın da dillendirdiği hakikat: “Seni aramam için beni uzağa attın, alemi benim, beni kendin için yarattın…”
Vahiye ve onun muhatabı Fahri Kainat Sallallahu Teala ve Sellem Efendimize baktığımızda, bize sanki şöyle der, sen ey eksik ve yanlışa meyilli aciz ademcik, ebedi alemde aslında senin olan haklara nimetlere ve mülke gerçek anlamda nail olabilmen için, arınıp liyakat kazabilmen için, ve bir anlamda kendini oluşturabilmen için, bilişip buluşup, tam bir bütün olup da, huzuruma öyle gelmen lazım. İhtimal, bu kimsesiz, yalnız garip halimiz de kalıp sonsuz, iflah olmaz
bir hüsrana düşüp, yitip gitmek de var…
Aramak bulmak birlikte olmak ve birleştirici buluşturucu bütünü tamamlayıcı olabilmek…
“Rüzgara bir koku ver ki hırkandan
Geleyim izine doğru arkandan,
Bırakmam tumuşum yakandan
Medet ey dervişim, Yunusum medet…
Hani Sure-i Asr da buyurmuş ya: “Bütün insanlar hüsrandadır…”
Aslında sanki biz, bir yap bozun, bir legonun, bir bütünün aleme savrulmuş parçaları gibiyiz… Tasavvur edebilirseniz, uzay boşluğunda kimsesiz, çaresiz asılı duran su damlacıkları gibiyiz… Nüvesinde özünde alemler saklı, bir su damlacığı…
O özde gizli hazinelerin definelerin inkişafı için hep ve tek ‘sen’ lazımsın…
Hani eski bir şarkı inliyordu ya…
“Bir nigah et ne olur, göz göz oldu yüreğim gözlerinin derdinden…”
Birleştirip buluşturma ustası, köşe taşlarından bir güzel, bir gün, bir meclisinde buyuruyor: “Allah size sadece namazlarınızdan, oruçlarınızdan sormaz. İş o ki, kendinden daha iyisini aradın mı, aradın da buldun mu?…”
Yol üzerinde ki hece taşlarını iz ve işaretleri doğru okuyabilmem ve yolu tutabilmem için, bana sen lazımsın… Bereket versin ki, O Rahim olan, Rahmedici olan, aleme aşk gibi bir cazibe vermiş. İçimize de onmaz, bitmez bir sızı… İşte o gün bu gün dualar, niyazlar, şarkılar, şiirler, gazeller hep sevgiliye ‘gel’ çağrısı üzerine…
Ve bir başka inleme:
“Vücud iklimin sultanı sensin, efendim derdimin dermanı sensin…”
Anahtar sende ve şifre sensin…
İz işaret taşıyan her güzel, illa ki visaline erişilmez bir gelin gibi kat kat tüller perdeler ardında, yol o kadar handikaplar, tabiri caizse kara deliklerle dolu bir sarp yokuş ki, siz zaman zaman, yok erişip buluşmam, sadece bir hayal-i muhal sanıyorsunuz. Aşkın ve yakıcılığın dozunu artırabildiği kadar artırıyor ki, kazanım o kuvvette olabilsin diye..
“Bir kasedür alaf dolu gönlüm yana yana
Men ta senin yanında dahi hasretem sana
Yaşlar dökende kandıramaz ateşimi su
Sunsan elinle kanımı içsem kana kana…”
Her birimiz, en süflisinden en ulvisine kadar, ‘bir vücudsuz hayal peşinde’, hep birleşip buluşma derdinde, Her birimizin birleşip buluşma derdi, kendi gönlü, kendi kabı, kendi su damlasının keyfiyeti ve kemmiyetiyle sınırlı. Bu gün artık herkesin kendi aklı gönlü kadar anlayıp ve belki böylece sınırlayıp, anlatmaya çalıştığı aşkın yegane piri,
Mevlana Celaledin Rumi Hz.leri nin, ilk etapta hedefi Şems-i Tebrizi idi… Kimse Ebu Bekir r.a kadar şanslı değil tabi, ilk elden rahmete gark olmaya. Harf harf hece hece, herkes kendi destanını yazma derdinde, ya da yazamama perişanlığında…
“Ay karanlık gibi durma öyle gel, sensiz bir şey duyulmuyor ….
Ateş kesilir geçse saba gülşenimizden…”
Sevgiyle kalınız inşaAllah..