๑۩۞۩๑ Fotoğraf & Resim Paylaşım Dunyası ๑۩۞۩๑ => Resimli Konular => Konuyu başlatan: Eflaki üzerinde 11 Ekim 2010, 07:45:24



Konu Başlığı: Eka Ülkesine Yusuf Rabbi’ne Döndü
Gönderen: Eflaki üzerinde 11 Ekim 2010, 07:45:24
Eka Ülkesine, Yusuf Rabbi’ne Döndü

(http://img03.blogcu.com/images/a/u/g/augustruhh/b_169441_uzun_yol_1247221053.jpg)

Ağır adımlarla yürüyerek çıkıyorsun hapishaneden. Tam on yılını geçirdiğin soğuk duvarlarla çevrili, nemli odalardan çıkıyorsun. Artık hayatla aranda tel örgüler, duvarlar olmayacak. Artık hayatla aranda bir tek ölüm var. Önceden ölümle aranda hayatın vardı. Ama baksana, artık hayatın aradan çekilmek üzere yavaşça. Günbatımı kadar sakin, huzurlu bir çekiliş olacak bu. Günbatımı kadar başka bir varoluşa devşirileceksin. Az kaldı Yusuf, az kaldı.

Ne bir sevinç var yüzünde, ne de keder. Beni korkutan da bu zaten. Yüzünde derin bir kederin izlerini görseydim endişelenmezdim bu kadar. Yüzün donuk; donuk olduğu kadar soluk Yusuf (Onur Saylak), çok soluk. İflas etmiş akciğerlerinden, çökmüş sosyalizmden, kaybolan umutlarından mı yüzünün solgunluğu?


Köyüne dönüyorsun. Yavaşça kapıyı açıyorsun. İçeri giriyorsun. Pencereden uzaklara dalıp gitmiş anneni seyrediyorsun kısa bir süre. Annen (Raife Yenigül), filmin sonunda o pencereden bir kez daha bakacak. Sarılıyorsunuz birbirinize. Sana yemekler, kahvaltılar hazırlıyor. Ballı süt yapıyor. Anneler başka ne yapar ki Yusuf. Annelerin en iyi bildikleri şey annelik değil midir?


Konu komşu geliyor ziyaretine. Sana F tipi cezaevlerini soruyorlar. Sen odada değilsin. Dalıp gidiyorsun. Sert postalların, silahların gürültüsüne dalıp gidiyorsun. Zihninde cezaevinde yaşadıkların sahneleniyor bir kere daha, bin kere daha (flasback).


Aradaki gelişmeleri atlıyorum Yusuf. Esas hikâyeye gelmek istiyorum bir an önce. Kasabaya iniyorsun. Kitapçıdasın. Ruhlarınız o an birbirini tanıyor. Oysa daha birbirinizin yüzünü bile görmediniz. Ama çoktan bağlandınız. Senin gibi içine gömülmüş o da. Senin gibi kederli, senin gibi suskun. Rusça roman arıyor. Raftan bulup Rusça bir roman uzatıyorsun ona. İçinde bir şeyler kıpırdanmaya başlıyor. Kesik kesik öksürsen de, yüzün sararıp solsa da, iş âşık olmaya gelince hiçbir şey önüne geçemiyor, değil mi?


Çocukluk arkadaşın Mikail seni bir eğlence mekânına götürüyor. Orada Eka (Megi Kobaladze) ile karşılaşıyorsun yeniden. Eka, para karşılığı erkeklerle beraber olan bir kadın. Sen para karşılığı bir kadınla beraber olmak istemiyorsun. Sen ona kalbini vermek istiyorsun. Bu Eka’nın ilk kez başına geliyor. Eka zaten hayat şaşkını. Daha da şaşkınlaşıyor seninle. İnsan kalma umutları seninle yeniden yeşeriyor. Sosyalizmle kendi halkına yapmak istediğini, Gürcü bir kız için yapıyorsun. Kaderin cilvesi işte. Kaderin hep böyle garip cilveleri vardır.


Bence de Yusuf bence de; tamam, geliyorum esas sahneye. Sen evindesin. Eka otel odasında. İkiniz de televizyon seyrediyorsunuz: “Vanya Dayı”. Biliyorsun, “Vanya Dayı” Anton Çehov’un bir oyunu. Daha sonra Laurence Olivier tarafından sinemaya uyarlandı. İşte bu film gösteriliyor televizyonda. Vanya Dayı Sonya’ya soruyor, “Ne yapabiliriz?” diye. Sonya’nın cevabı ikinizi de teselli ediyor.


“Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! (Bir sessizlik) Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da, uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz... Ve Yaratıcı acıyacak bize ve biz seninle, canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz... İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum... (Voynitski'nin önünde diz çöker ve başını onun avuçlarına koyar. Yorgun bir sesle tekrar eder.) Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştanbaşa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna. (Mendiliyle, dayısının gözyaşlarını kurular.) Zavallı, zavallı Vanya Dayı, ağlıyorsun... (Gözyaşları arasından) Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle Vanya Dayı, bekle... Dinleneceğiz.... (Kucaklar onu.) Dinleneceğiz! Dinleneceğiz!”


Ne umut verici, değil mi Yusuf? Ölüm saati gelince uysalca ölmek. Orada Yaratıcı’nın merhametinin sonsuz tecelli edeceğine, sevimli bir hayata kavuşulacağına, buradaki mutsuzluklara sevecenlikle gülümseyeceğimize inanmak.

Sen de dinleneceksin Yusuf. Az kaldı. Melekleri dinleyeceksin. Elmas gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceksin. Sosyalizmle yaşamak istediğin adaleti, refahı orada göreceksin. Dünyanın tüm kötülüklerini, acılarını sosyalizm ile yok edemedin. Bunları kim yok edebilir ki Yusuf! Ama orada merhametin önünde her şey silinip gidecek. Biraz daha bekle. Biraz daha. Az kaldı.


Artık âşıksın. Aklın fikrin hep Eka’da. Eka’nınki de sende. Artık birbirinizin içindesiniz. Sen onda çoğaldın, o da sende. Eka’nın vizesi bitti. Ülkesine gitmek zorunda. Sen de gitmek istiyorsun. Halini Mikail’e (Serkan Keskin) açıyorsun. Mikail sana, pasaport için gereken parayı veriyor. Hemen pasaport hazırlığına başlıyorsun. Daha bilmiyorsun ama bu ecelinin pasaportu olacak Yusuf. Gidemeyeceksin Batum’a. Sen başka bir yere gideceksin.


Eka, minibüsün içinde. Gidiyor. Kalbini sende bırakmış, sessizce ağlıyor. Ne güzel bir an bu. Sessiz sessiz ağlayan insanlara sonsuz bir saygı uyanır içimde. Sen görmüyorsun Eka’nın bu sessiz ağlayışını. Görsen sen de çok etkilenirdin eminim. Koşar adım otele geliyorsun. Eka’nın gittiği söyleniyor. Deniz kenarına gidiyorsun sen de. Buluştuğunuz iskeleye. Dev dalgalar seni alıp yutacak diye kaygılanıyorum bir an. Görüntüler müthiş Yusuf. Görüntü yönetmeni (Feza Çaldıran) gerçekten güzel iş çıkarmış.


Eka, Sarp sınır kapısından gerçek memleketine ayak basıyor. Artık ülkesinde. Senaryonun en zekice kurgulanmış yerlerinden biri değil mi?


Sen de evindesin. Tulum çalıyorsun. İşte, yönetmen ve senaristin (Özcan Alper) bence en iyi iş çıkardığı sahneye geldik. Annen yavaşça yerinden kalkıyor. Camdan dışarı bakıyor.

Cam. Katı bir madde. Katılığıyla iki mekânı birbirinden ayırır.

Cam. Şeffaf ve geçirgen. Şeffaflığıyla ayırdığı iki mekân arasındaki iletişimi devam ettirir. Katı maddeler içinden geçemez camın. Ama güneş ışıkları gibi latif maddeler süzülür içinden.

Yönetmeni ayakta alkışladığım ana geldik. Kamera, camın içinden yavaşça dışarıya odaklanıyor. O sırada ruhun bedeninde ayrılıyor, ölümün içinden geçiyorsun işte Yusuf.

Cenazen tabutun içinde, insanların omzunda taşınıyor karlı bir kış günü. Birazdan mezara konacak. Ruhunsa berzah âlemine alınacak. Ve bir ağıt sesi duyuyoruz. Gürcü'ce bir ağıt bu. Ben Gürcü'ce bilmiyorum Yusuf. İçinde Yusuf sözcüğü geçtiği için senin için yakılan ağıt olduğunu anlıyorum. Bazen bir sözcük bir çok şeyi anlamımıza yol açıyor baksana.


Eka ülkesine, sen de Rabbine dönüyorsun.


Biliyor musun, bu filmi (Sonbahar) iki kere izledim. Her ikisinin de bitiminde kendimi senin için bir Fatiha okuma arzusuyla dolu buldum. Bu halime hem gülümsedim (sonunda beni gülümsettin işte) hem de filmin bir başarısı olarak yorumladım.


Güle güle Yusuf, güle güle.