Konu Başlığı: 31 Sıbğatullah Arvasi Gönderen: Zehibe üzerinde 08 Haziran 2010, 15:42:09 31. Sıbğatullah Arvâsî:(Öl. H. 1287/M. 1870)
Abdulhakîm Arvâsi'nin dedesinin amcası oğludur. Hz. Hüseyn'in soyundan gelmektedir ve mürîdleri tarafından «Silsile-i Sâdât»'ın 31'incisi olarak kabul edilir. Sıbğatullah'ın şöhreti, özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında Abdulhakîm Arvâsi tarafından İstanbul'a taşınmış, bu suretle de O'na geniş bir muhit kazandırılmıştır. Çünkü Sultan Reşad zamanında Sıbğatullah'ın oğulları ve yakınları tarafından düzenlenen bir ayaklanma yüzünden Arvâsî Ailesi büyük bir darbe yemişti. Daha önce de işaret edildiği gibi aile büyüklerinden Şeyh Şihâbüddîn, Muhammed Şirin ve (Kâmran İnan'ın dedesi) Seyyid Ali, Bitlis'de (Gökmeydan Mahallesi'nde) 1913'de idam edilmişlerdi. Nitekim modernist Nakşibendîler, Sıbğatullah'ın, (İdam edilenler hariç!) sülalesinin önemli tüm isimlerine, hazırladıkları ansiklopedilerde yer vererek, onları âdetâ göklere çıkararak propagandalarına alet etmişlerdir! İdam edilen yukarıdaki isimleri ise (Bir kurnazlık örneği olarak) kitaplarına geçirmemişlerdir! Çünkü günümüzün genç kuşağı, yakın geçmişin bu “kirli olaylarını“ eğer öğrenecek olursa bu durum modernist Nakşibendîlerin tarîkat propagandalarını olumsuz etkileyecek faâliyet ve muhitlerinin genişlemesini engelleyecektir! 1940'lardan beri İstanbul'da bir asker emeklisi tarafından organize edilen Arvâsîler'e bağlı modernist Nakşibendîler, gerek Arvâsîler'e karşı olan Kufra Şeyhleri'ni, (yani Küfrevîler'i), gerekse Başka bir ayaklanmayı yönetmiş bulunan Palu Şeyhleri'ni aforoz etmişlerdir. Onun için Arvâsîler'in dışında kalan «Doğulu Şeyhler»'e bağlı diğer irili ufaklı Nakşibendî cemaatleri de, misilleme olarak Modernist Nakşibendîleri «TC» rejiminin sempatizanı olarak damgalamışlardır. Tâhâ'nın mürîdlerinden Küfrevîler'e gelince, bunlar, başlıca iki sebepten dolayı artık günümüzde çökmüş bulunmaktadırlar. Nedenlerden birincisi, -yukarıda da işaret edildiği gibi- bu ailenin, diğer şeyhlerle paylaştığı geleneksel aristokrat statüyü aşarak zamanla sosyetik bir kimlik kazanmasıdır. Aslında onlardaki bu köklü değişim büyük ölçüde, yaşanan sürgün hayatının doğal bir sonucudur. Aile büyüklerinin, Libya'da, Fizan Çölü'nde yaşadığı ilk büyük sürgün, Birinci Dünya Savaşı'ndan bir süre öncesine rastlar. Küfrevîler'e, pahalıya mal olan bu sürgünün nedeni ise vaktiyle Ağrı'da cereyan etmiş bulunan çok ilginç bir olaydır. 1900'lerin başında uzun süre «Doğu halkı»'nı meşgul eden bu hadise, ancak ağızdan ağıza nakledildiği için bütün ayrıntılarıyla bilinmemektedir. Rivâyetlerden saptanabildiği kadarıyla olay özet olarak şudur: Halîfe Bekko adındaki fanatik bir mürîd, (tarîkatta cezbe diye anılan -sözde- mistik bir coşkuya kapılarak) bir gün aniden havlamaya başlar, ancak bu garip davranış, tepki ve tiksinti ile karşılanacağına, tam tersine, aileye bağlı geniş çevreyi oluşturan binlerce insan üzerinde aynı duyguları körükleyici bir etki yaparak onların da havlamasına neden olur ve bu durum günlerce sürer. Bu ürkütücü olayı dehşetler içinde seyreden bölgenin yetkilileri, İstanbul Hükümeti'ni durumdan haberdar edince bu cemaatin rûhâni lideri olduğu gerekçesiyle müteveffa Muhammed Küfrevî'nin oğulları Fizan'a sürülürler. Bu toplu havlama olayında râbıtanın, kalabalık mürîd toplulukları üzerindeki korkunç şartlandırıcı etkisini unutmamak gerekir. Ailenin ikinci sürgünü ise Cumhuriyet dönemine rastlamaktadır. Bilindiği üzere Selanik Yahudileri, cumhuriyetin kuruluşunu izleyen günlerde, Müslümanların, her bakımdan yetersiz ve güçsüz bulunmasını fırsat bilerek devleti hemen ele geçirince yanlış bir benzetme ile Nakşibendî şeyhlerini İslâm âlimleri diye damgalamaya başladılar. Önceden hazırladıkları bir senaryo ile Hınıslı bir Nakşî şeyhini komplolarına alet ederek sahneledikleri bir isyanı gerekçe gösterip «Doğu»'daki bütün şeyhleri batı kentlerine sürmek için gerekli olan bahaneyi de böylece yaratmış oldular. İşte bu olay üzerine özellikle Ağrı, Muş, Bitlis, Bingöl, Diyarbakır, Siirt ve Mardin'den, İstanbul, Bursa, İzmir, Manisa, Muğla Konya ve Zonguldak'a 1926-1932 yılları arasında sürülen «Doğulu Nakşî şeyhleri» arasında tabiatıyla Küfrevîler de vardı. Ancak Arvâsîler gibi bu ailenin büyükleri de diğer tüm «Doğulu şeyhler»'den farklı olarak sürgündeki sosyal ortama entegre oldular. Dolayısıyla her iki ailenin de çocukları buralarda hem Türkleşmiş, hem de (çok azı müstesnâ) tekke ve medrese hayatından uzaklaşarak gördükleri modern eğitimin de etkisiyle geçmişlerinden kopmuş ve laikleşmişlerdir. Nitekim bu değişimin canlı bir kanıtı olarak bütün «Doğulu Nakşî şeyhleri» arasında yalnızca sözü edilen bu iki ailenin çocuklarını ilkin politika arenasında görüyoruz. Arvâsîler'den Kâmran İnan, Küfrevîler'den ise Kasım Küfrevi, bu sivrilmiş popüler Nakşibendîlerin başında gelirler. Şu var ki Arvâsîler'i aile dışından temsil edebilecek (önceden yetiştirilmiş) profesyonel Nakşibendîlerin, mevcut bulunmasına karşın, Küfrevîler'de böyle bir çevre yoktu. Bu da onların erimesini çabuklaştıran ikinci bir neden oluşturdu. Aynı zamanda gittikçe tabandan kopan bu ailenin büyükleri, son zamanlarda hem mürîd takımının gözünü ve gönlünü doldurabilecek dini ve mistik bilgiden yoksun kaldılar, hem de dış görünüm olarak Nakşî şeyhlerinin geleneksel kılık ve kıyafetinden soyutlandılar. Bununla birlikte aile nüfusunun artık iki üç kişiyi bile geçmeyecek kadar azalmasına karşın astronomik düzeylerdeki zenginlik ve servetin içinde âdetâ yüzmenin de etkisiyle insanlara tepeden bakmaya başladılar. Bu suretle aile ile mürîd kitlesi arasında uçurumlar oluştu. Vaktiyle yüzlerce insanı, râbıta sayesinde köpek gibi havlatabilen saltanatlı bir Nakşibendî site ailesinin bu şekilde tarihe karışması, denebilir ki birinci derecede râbıta silahının son zamanlarda bu aile tarafından kullanılamamasının sonucudur. Diğer nedenlerin hepsi ayrıntıdan ibarettir. Bu ailenin erimesindeki ikinci neden ise karşıtları tarafından yüz yıl boyunca girişilen amansız savaştır. «Doğulu Nakşibendî şeyhleri» arasında en çok sivrilmiş olabilen bu iki düşman aileden Küfrevîler'in silinmesine karşın Arvâsîler'in, günümüze kadar ününü korumada en büyük rolü oynamış olan şahıs, esasen Abdulhakîm Arvâsî'dir. Peki Abdulhakîm Arvâsî kimdir ? Son yetmiş yıldır, Nakşibendîliğin Halidî Kolu'nun, başta İstanbul olmak üzere Batı Anadolu'da yerleşmesinde en büyük rolü oynamış kişilerden biri de işbu Abdulhakîm Arvâsî'dir. O'nun, daha yakından tanınabilmesi için özellikle üç noktanın aydınlatılması gerekir. Bunlardan birincisi, Arvâsî'nin kökeni ve ailesidir. İkincisi, yetiştiği dönem ve çevrenin, tarihi ve sosyal şartlarıdır. Üçüncüsü ise O'nun kişiliğidir. Önce şunu kaydetmek yerinde olur: Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış dönemine rastlayan zaman kesiti içinde meydana gelmiş o kadar ilginç ve esrarengiz olaylar vardır ki, sebep-sonuç ilişkisi bakımından bu olaylar incelendiğinde ancak tarih, sosyoloji ve siyaset biliminin uzmanları tarafından ortaklaşa yapılacak analizlerle bunların içyüzü ortaya çıkabilir. İşte iç içe sarmalanmış Nakşibendîlik, râbıta ve Arvâsî olayları da bunlardan biridir. Çünkü biriken tarihi faktörlerin itişi altında XIX. yüzyılın başlarından itibaren belirsizlik girdâbına sürüklenen Türkiye'de bir kimlik bunalımı ortaya çıkmış bulunuyordu. Bu durumda yönetim, ülke ve toplum adına hangi değerleri kabul ve neleri red edeceğini bir türlü kestiremiyordu. Yönetimlerde, günümüze kadar sürmekte olan bu bocalamanın kronik evresi, «TC»'nin kurulduğu yıllara rastlar. İlginç olan şey, genelde tarîkatların, özelde ise Nakşibendîliğin bu döneme özgü (red ya da kabul edilme tercihleri arasında) sürekli bir gel-git durumunda kalmış olmasıdır. İşte Arvâsî ve O'nun faaliyetleri, dönemin bu çerçevedeki belirgin olaylarındandır. Önce Arvâsî'nin sıradan bir Nakşî şeyhi olmadığını belirtmek gerekir. O'nun ayrıca bir teorisyen olduğu «Râbıta-i Şerîfe» adı altında kaleme aldığı kitaptan anlaşılmaktadır. Bunun ise önemli nedenleri vardır. Bunların başında O'nun kökeni ve mensup olduğu aile gelmektedir. Abdulhakîm Arvâsî, orijin bakımından Hz. Hüseyn'in soyundandır. Aslında yaklaşık bindörtyüz yıldır, Hz. Ali'nin soyundan gelip çeşitli toplumların potasında erimiş belki yüz binlerce «seyyid» ve «şerif» yaşamış ve yaşamaktadır. Fakat bu hanedâna mensup bazı aileler vardır ki günümüze kadar yaşadıkları toplumlar içinde önemlerini ve sosyal mevkilerini korumuşlardır. İşte bunların başında 656 göçmenleri olarak bilinen Kuzey Hâşimîleri gelmektedir ki Arvâsîler de bunlardan biridir. Hicrî 656'ya rastlayan mîlâdî 1258 tarihinde Abbasî Devleti Moğollar tarafından yıkılınca bu aileler Bağdad'dan kuzeye doğru kaçmış, ve önceleri Musul, Cizre, Hısn'ul-Kehf (Hasankeyf), Hazro, Âmid (Diyarbakır), Mardin ve Şirvan (Siirt)'a yerleşmiş, daha sonraları Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yavaş yavaş «Doğu Anadolu»'nun çeşitli yörelerine dağılmışlardır. Unutmamak gerekir ki Kuzey Hâşimîleri, ikinci yurtları olan Bağdad'ı bu dehşetli olaydan sonra terk edip, yaşam, gelenek ve inanış bakımından epey yabancısı oldukları topluluklar arasına yerleşince bu tarihten sonra günümüze kadar geçmiş olan yedi yüz yıllık süre boyunca kültürel yapılarında, kuşkusuz çok büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişikliklerin en belirgin olanları, dilde ve rûhânî düşünce biçiminde ortaya çıkmıştır. Nitekim üçüncü yurtları olan -bugünkü adıyla- «Doğu» ve «Güneydoğu Anadolu»'da bu ailelerin çoğu, kısa zaman içinde Kürtleşmiş, Erzurum'a ve Erzincan'a intikal edenler Türkleşmiş, yalnızca Siirt ve Mardin gibi (Daha Emevîler zamanında) buralara göç etmiş olan Arap kabilelerinden Benî Tağlib, Benî Rabî’a ve Benî Bekr toplulukları arasına yerleşenler dil ve an'anelerini koruyabilmiş iseler de genel olarak bütün Kuzey Haşimîleri bu bölgede yaygın olan mistik akımların zamanla etkisi altında kalmışladır. Halidîlik adı altında Hind egzotizminin ilhamını taşıyan Neo Nakşibendîlik, 1800'lerin başında Uzakdoğu'dan Irak'a sıçrama yapıncaya kadar gerek burada, gerekse Kürt Bölgesi'nde, İran ve eski Mezopotamya dinleriyle İslâm'ın çeşitli karmaşık sentezlerinden oluşan Rufâi ve daha çok Kadirî Tarîkatı yaygındı. Nitekim Arvâsî'nin ailesi de dahil olmak üzere hemen bütün Kuzey Haşimileri XIX. yüzyıldan önce genellikle Kadirî Tarîkatı'nın şeyhleri idiler. Halidîlik ortaya çıkınca (Önceleri kısa bir süre Berzenjîler, ve sürekli olarak Tillo'daki Abbasîler hariç), hemen bütün Hâşimî kökenli Kadirî şeyhleri bu kez büyük bir hızla Nakşibendî Tarîkatı'nın şeyhleri oluverdiler. Çünkü bu şeyhler, bölgenin aristokrat aileleri olarak tarihsel, sosyal ve siyasal bütün avantajların mirasçısı durumunda idiler; Ve çünkü her dönemin geçerli anlayışını temsil etme önceliği onlara aitti. Onun için Kadirîliğin, Nakşibendîlikle aniden yer değiştirmesi pek önemli değildi. Dolayısıyladır ki Kadirîliği, XIX. yüzyılın başlarında koskoca bir bölgede ve yıldırım hızıyla rafa kaldırıp onun yerine Nakşibendîliği hayata geçiren sihirli ellerin kimlere ait olduğunu ve böyle bir değişimin hangi temel nedenlere dayandığını hiç bir zaman araştırmamışlardır, araştırma ihtiyacını bile duymamışlardır! Bütün bu anlatılanlar, genelde bu şeyhlerin, özellikle Abdulhakîm Arvâsî'nin içinde yaşadığı dönem ve çevreye ait dinî, tarihi ve sosyal gerçekleri özetlemektedir. Dolayısıyla Nakşîliğin 1800'lerin başında göz açıp kapayıncaya kadar, Hâlidîlik adı altında Irak, Suriye ve Anadolu'da yayılması, daha çok bu ailelerin güdümünde gerçekleştiğine göre onları ve özellikle kalemini kullanarak bu yeni mistik akımın râbıtasını propaganda etmeyi üstlenmiş olan Abdulhakîm Arvâsî gibi birini sıradan saymak mümkün değildir. Çünkü Birinci Cihan Savaşı'nın yeni sona erdiği yıllarda herkes o çetin günlerin perişanlığını yaşarken O, Nakşîliğin büyük davası olan râbıtayı bu hengâme içinde bile tekrar diriltmeye çalışmış, hatta Patanjali'nin Sutralar'ındaki yogayı aratmayacak bir nitelik içinde onu ilham kaynağı olan Hindistan'daki ruhuyla yaymayı başarmıştır. Çağımız Nakşibendîliğine belki en büyük katkıda bulunmuş olan Abdulhakîm Arvâsî'yi, yaşamış olduğu bir dizi göç ve sürgün hayatı içinde tanımakla ancak O'nun bu konuda ne büyük rol oynadığını kavramak mümkündür. Ancak ne ilginçtir ki gerek bizzat yaşadığı, gerekse yakın çevresinde olup biten korkunç ve yıpratıcı olaylar O'nun faaliyet alanlarının daha çok genişlemesine âdetâ ortam hazırlamıştır. Bu cümleden olarak O'nun, gerek akrabalarından bazılarının, gerekse ailece bağlı oldukları Hakkârî şeyhlerinin -hem Osmanlı döneminde, hem Cumhuriyetin kuruluş yıllarında- giriştikleri ayaklanmalar, uğradıkları idam ve sürgün cezaları, belli bir çevrenin gözünde kahramanlık destanına dönüşmüştür. Bir zamanlar «Doğu»'da köy köy gezerek def çalıp dilenen dervişler bile Arvâsîler'den 1913'de idam edilenlere ağıtlar yakarak geçinirlerdi. Bütün bu olayların getirdiği sonuçlar, hem seyyidlikten, hem de Nakşibendîlikten gelen rûhânî liderlik avantajları ile birleşerek ailenin az çok aydınlanabilmiş temsilcisi olan Arvâsî için olumlu bir şöhret kaynağını oluşturmuştur. Dolayısıyla denebilir ki: Şöhretinin temel kaynağı olan Nakşîlik ve râbıtayı yaşatabilmek için göç ve sürgün sırasında bile Abdulhakîm Arvâsî, sahip olduğu esneklik, sunma ve ikna etme yeteneği yanında ailesinin ününden de yararlanmıştır. Soyadı kanunu çıkınca Üçışık soyadını aldığı için, İstanbul’da O'nun halen postunda oturan, modernist Nakşibendîlerin lideri de (bu ilgiyle olsa gerek) Işık soyadını almıştır. Abdulhakîm Arvâsî, Tâhâ'nın halîfelerinden olan büyük babası Fehîm'den el alarak şeyhlik postuna oturmuştur. Mürîdleri tarafından «Silsile-i Sâdât»'ın 32'incisi olarak kabul edilmektedir. * * * Râbıtanın yaygınlaştırılmasında rol oynamış kişilerden biri de hiç kuşkusuz Ahmed Zıyâuddîn Gümüşhânevî'dir. Sıbgatullah Arvâsî gibi «Silsile-i Sâdât»'ın 31'incisi olarak kabul edilen Gümüşhânevî, Halid Bağdâdî'nin tarîkatını Karadeniz Bölgesizinde ve İstanbul'da yaymaya çalışmıştır. Râbıtaya özel bir önem verdiği, mürîdlerinden Kâtip Mustafa Fevzi'nin yazıp çizdiklerinden anlaşılmaktadır.[1] Osmanlıların son günlerinde İstanbul Nakşibendîlerine daha çok Gümüşhânevî'nin liderlik ettiği anlaşılmaktadır. Ancak «TC» kurulduktan sonra tekkeler ve zaviyeler kapatılınca tarîkat faaliyetleri bir süre kopukluğa uğradı. Doğan bu boşluğu fırsat bilerek kapağı İstanbul'a atan Abdulhakîm Arvâsî'nin, bu kez Nakşîliği yaymaya başladığını tesbit ediyoruz. Dolayısıyladır ki Arvâsî'nin cemaatini oluşturan çağdaş modernist Nakşibendîler, Gümüşhânevî'yi kopmuş bir halka sayar, O'na itibar etmezler. Nitekim Nakşibendî rûhânîlerini konu alan yayınlarında O'nun adına da yer vermemişlerdir. H. 1228/m.1813-H. 1311/m. 1893 yılları arasında yaşayan Gümüşhânevî'nin, Türk-Nakşî rûhânîlerinden en büyük farkı, O'nun Arapça'yı yazı dili olarak kullanabilmiş olmasıdır. On sekizi bulan eserlerinin tümünü Arapça yazmıştır. Gümüşhânevî, şeyhlik yetkisini Bağdâdî'nin, halîfelerinden, Ahmed bin Süleyman et-Trablusî el-Erwâdî'den 1845 yılında almıştır. XIX. yüzyıl Suriye'sinin, aydın Müslümanları tarafından (aynen Ebu'l-Hudâ es-Sayyadî gibi) “mezarcı-yobaz“ diye lânetlenen Hayfalı Yusuf en-Nebehânî, el-Erwâdî'yi çok övmekte, O'nu göklere çıkarmaktadır.[2] Kafkas kökenlilerin, Nakşî şeyhleri arasında genellikle Gümüşhânevî'ye mürîd olmaları, O'nun da orijin olarak Kafkasyalı olduğu ihtimalini akla getirmektedir. Çünkü çeşitli Nakşî kampları, genelde böyle ırkî bağlarla oluşmuştur. Nitekim Nakşî-Halidîliğin “Zıyâiyye Kolu“ olarak bağımsızlaşan Gümüşhânevî'nin meşrebini, son yıllarda yine aslen Dâğıstanlı olan Mehmed Zâhid Kotku adında bir imam yaymaya çalışmakta idi. İstanbul'da Fatih-Kıztaşı civarındaki İskenderpaşa Camii İmamlığını yapan bu şahsın etrafında 1965'lerden sonra, daha çok okur-yazar bir Nakşibendî grubu oluştu. Ufukları nisbeten geniş olduğu için Nakşîlik, bu topluluğun sosyal ve kültürel alandaki birliklerinin sembolü olmaktan öte bir anlam taşımadı. Ilımlı Nakşibendîler olarak tanınan bu cemaat, Nakşiliğin söylemleri ve râbıta gibi yabancı kaynaklı kuralları üzerinde çok ısrarlı olmadıkları için “Süleymancılar“, “Oflular“, “Menzilciler“ ve “Holdingci Modernistler“ gibi fanatik Nakşibendî kampları kadar Müslümanları fazla ürkütmemektedirler. İstanbul'da ayrıca Mahmud Sami Ramazanoğlu adında bir Nakşi şeyhi daha yakın geçmişte faaliyet gösteriyordu. Erenköy'de oturan bu şeyhin mürîdleri ise genelde tüccarlardan ve işadamlarından oluşmaktadır. O'nun Medîne'ye yerleşmesinden sonra Türkiye'de bereketin azaldığı ve iklimin soğuduğu yolunda mürîdleri arasında bazı inançlar yayıldı. Ramazanoğlu'nun ölümünden sonra Topbaşlar olarak bilinen tüccar bir ailenin büyüğü O'nun postuna oturdu veya oturtuldu. Anadolu'nun hemen her yerinde küçük muhitlere sahip birtakım Nakşi şeyhleri daha vardır. Sivas’daki Ehramcıoğlu'nun halefleri Kayseri-Yahyalı’daki Ramazan Dinç ve Adapazarı’ndaki Ömer Öngüt gibi. Bunlar kişilikten veya çevre şartlarından kaynaklanan bazı sebeplerle fazla ünlenemedikleri için pek tanınmazlar. Ama hepsi de sıkı râbıtacıdırlar. Kürt bölgesine gelince, yukarıda rûhânîler silsilesinin sonunda adları geçenlerden başka eskiden buralarda epeyce ünlenmiş bulunan Şeyh Halid el-Jezerî, Şeyh Halid ez-Zéybârî, Şeyh Hâmid el-Mardinî, Şeyh Salih es-Sibki, Şeyh Muhammed'ül-Hazîn, Şeyh Es’ad el-Kaskhîrî ve Şeyh Hüseyn el-Basretî gibi Nakşi şeyhlerinin cemaatleri de diğer doğulu şeyhlerin mürîdleri gibi dağılmış, bu ünlü isimler nisbeten unutulmuş ve çevrelerindeki tarîkat heyecanı sönmüştür. Soylarından gelen beşik şeyhleri de artık kendi canlarının derdine düşmüş bulunmaktadırlar. Doğrusunu söylemek gerekirse Arvâsîler hariç, genelde Kürt şeyhleri, Türk şeyhleri kadar râbıtaya ve tarîkat ayinlerine fazla önem vermemişlerdir. Öyle görünüyor ki Arvâsîler de batıya göçtükten sonra popülaritelerini artıran Türk kökenli mürîdlerinin eğilimlerine bir çeşit karşılık vermek için râbıta üzerinde durmaya başlamışlardır. Örneğin Abdulhakîm Arvâsî, ancak İstanbul’a göçtükten sonra ve burada mürîdlerinin başını çeken bir şairle bir askerin, -çok büyük ihtimalle- özel faaliyetleri ve propagandaları neticesinde Râbıta Risâlesi’ni kaleme almıştır. İşte Nakşibendîlerce «Silsile-i Sâdât», ya da tarîkat rûhânîleri olarak bilinen gerek yukarıdaki 33 isim arasında, gerekse yine bu zincirin son halkaları olan ve biraz önce adları geçen şeyhlerden kimin, râbıta ile nasıl ve ne kadar ilgili olduğunu böylece belgesel bir şekilde görmüş bulunduk. Bu suretle de râbıtanın, bizzat ona sahiplenenler tarafından bile ne derece tutarsız ve temelsiz işlendiğini, râbıtacılarla -sözde- pirlerimiz diye tanıttıkları adamlar arasında her bakımdan ne büyük kopukluklar bulunduğunu tesbit etmiş olduk. İslâm'ın, tarih boyunca uğradığı yıkımların arkasında bu insanların, -bilerek ya da bilmeyerek- hangi düşüncelerle hareket ettiğini ve neler yaptığını kavrayabilmek için bu aşamada tasavvufu ve Nakşibendîliği az çok gözden geçirmekte yarar vardır. -------------------------------------------------------------------------------- [1]. Bk. BÖLÜM - I/5 Tarîkat Rûhânîlerine Göre Râbıtanın Kaçınılmaz Lüzûmu. [2]. Bk. Yusuf en-Nebehânî, Câmi'u Kemâlât'il, Evliyâ' |