๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Rabıta ve Nakşibendilik => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 08 Haziran 2010, 15:42:09



Konu Başlığı: 31 Sıbğatullah Arvasi
Gönderen: Zehibe üzerinde 08 Haziran 2010, 15:42:09
31. Sıbğatullah Arvâsî:(Öl. H. 1287/M. 1870)

Abdulhakîm Arvâsi'nin dedesinin amcası oğludur. Hz. Hüseyn'in so­yun­dan gelmektedir ve mürîdleri tarafından «Silsile-i Sâdât»'ın 31'incisi olarak kabul edilir. Sıbğatullah'ın şöhreti, özel­likle cumhuriyetin ilk yılla­rında Abdulhakîm Arvâsi tarafından İstanbul'a taşınmış, bu suretle de O'na geniş bir muhit ka­zandırılmıştır. Çünkü Sultan Reşad zamanında Sıbğatul­lah'ın oğulları ve ya­kın­ları tara­fın­dan düzenle­nen bir ayaklanma yüzünden Arvâsî Ailesi büyük bir darbe ye­mişti. Daha önce de işaret edildiği gibi aile büyüklerin­den Şeyh Şihâbüddîn, Muhammed Şirin ve (Kâmran İnan'ın dedesi) Seyyid Ali, Bitlis'de (Gökmeydan Mahallesi'nde) 1913'de idam edilmiş­lerdi. Nitekim modernist Nakşibendîler, Sıbğatullah'ın, (İdam edi­lenler hariç!) sülale­sinin önemli tüm isimlerine, hazırladıkları ansiklopedi­lerde yer ve­rerek, onları âdetâ göklere çıkararak pro­pagandalarına alet et­mişlerdir! İdam edi­len yukarıdaki isimleri ise (Bir kur­nazlık örneği olarak) kitaplarına geçir­memişlerdir! Çünkü günümüzün genç kuşağı, yakın geç­mişin bu “kirli olaylarını“ eğer  öğrenecek olursa bu durum mo­dernist Nakşibendîle­rin tarîkat propagandalarını olumsuz etkileyecek faâliyet ve mu­hitlerinin genişleme­sini engelleyecektir!

1940'lardan beri İstanbul'da bir asker emeklisi tarafından organize edi­len Arvâsîler'e bağlı modernist Nakşibendîler, gerek Arvâsîler'e karşı olan Kufra Şeyhleri'ni, (yani Küfrevîler'i), gerekse Başka bir ayaklanmayı yö­netmiş bulunan Palu Şeyhleri'ni aforoz etmişlerdir. Onun için Arvâsîler'in dışında kalan «Doğulu Şeyhler»'e bağlı diğer irili ufaklı Nakşibendî cemaatleri de, misilleme olarak Modernist Nakşibendîleri «TC» rejiminin sempatizanı olarak damgalamış­lardır.

Tâhâ'nın mürîdlerinden Küfrevîler'e gelince, bunlar, başlıca iki sebep­ten dolayı artık günümüzde çökmüş bulunmaktadırlar.

Nedenlerden birincisi, -yukarıda da işaret edildiği gibi- bu ailenin, diğer şeyhlerle paylaştığı geleneksel aristokrat statüyü aşarak zamanla sosyetik bir kimlik kazanmasıdır. Aslında onlardaki bu köklü değişim büyük öl­çüde, yaşanan sürgün hayatının doğal bir sonucudur. Aile büyüklerinin, Libya'da, Fizan Çölü'nde yaşadığı ilk büyük sürgün, Birinci Dünya Savaşı'ndan bir süre öncesine rastlar.

Küfrevîler'e, pahalıya mal olan bu sürgünün nedeni ise vaktiyle Ağrı­'da cereyan etmiş bulunan çok ilginç bir olaydır. 1900'lerin başında uzun süre «Doğu halkı»'nı meşgul eden bu hadise, ancak ağızdan ağıza nakledil­diği için bütün ayrıntılarıyla bilinmemektedir. Rivâyetlerden saptanabildiği ka­da­rıyla olay özet olarak şudur:

Halîfe Bekko adındaki fanatik bir mürîd, (tarîkatta cezbe diye anılan -sözde- mistik bir coşkuya kapılarak) bir gün aniden havlamaya başlar, an­cak bu garip davranış, tepki ve tiksinti ile karşılanacağına, tam tersine, aileye bağlı geniş çevreyi oluşturan binlerce insan üzerinde aynı duyguları körükle­yici bir etki yaparak onların da havlamasına neden olur ve bu du­rum gün­lerce sürer. Bu ürkütücü olayı dehşetler içinde seyreden böl­genin yetkili­leri, İstanbul Hükümeti'ni durumdan haberdar edince bu ce­maatin rûhâni li­deri olduğu gerekçesiyle müteveffa Muhammed Küfrevî'nin oğul­ları Fizan'a sürülürler.

Bu toplu havlama olayında râbıtanın, kalabalık mürîd toplulukları üzerindeki korkunç şartlandırıcı etkisini unutmamak gerekir.

Ailenin ikinci sürgünü ise Cumhuriyet dönemine rastlamaktadır.

Bilindiği üzere Selanik Yahudileri, cumhuriyetin kuruluşunu izleyen günlerde, Müslümanların, her bakımdan yetersiz ve güçsüz bulunmasını fırsat bilerek devleti hemen ele geçirince yanlış bir benzetme ile Nakşibendî şeyhlerini İslâm âlimleri diye damgalamaya başladılar. Önceden hazırladık­ları bir senaryo ile Hınıslı bir Nakşî şeyhini komplolarına alet ederek sahne­ledikleri bir isyanı gerekçe gösterip «Doğu»'daki bütün şeyhleri batı kentle­rine sürmek için gerekli olan bahaneyi de böylece yaratmış oldular. 

İşte bu olay üzerine özellikle Ağrı, Muş, Bitlis, Bingöl, Diyarbakır, Siirt ve Mardin'den, İstanbul, Bursa, İzmir, Manisa, Muğla Konya ve Zongulda­k'a 1926-1932 yılları arasında sürülen «Doğulu Nakşî şeyhleri» ara­sında ta­bi­atıyla Küfrevîler de vardı.

Ancak Arvâsîler gibi bu ailenin büyükleri de diğer tüm «Doğulu şeyh­ler»'den farklı olarak sürgündeki sosyal ortama entegre oldular. Dolayısıyla her iki ailenin de çocukları buralarda hem Türkleşmiş, hem de (çok azı müs­tesnâ) tekke ve medrese hayatından uzaklaşarak gördükleri modern eğiti­min de etkisiyle geçmişlerinden kopmuş ve laikleşmişlerdir. Nitekim bu değişimin canlı bir kanıtı olarak bütün «Doğulu Nakşî şeyhleri» arasında yal­nızca sözü edilen bu iki ailenin çocuklarını ilkin politika arenasında gö­rü­yo­ruz. Arvâsîler'den Kâmran İnan, Küfrevîler'den ise Kasım Küfrevi, bu siv­rilmiş popüler Nakşibendîlerin başında gelirler. 

Şu var ki Arvâsîler'i aile dışından temsil edebilecek (önceden yetiştiril­miş) profesyo­nel Nakşibendîlerin, mevcut bulunmasına karşın, Küfrevîler'de böyle bir çevre yoktu. Bu da onların erimesini çabuk­laştı­ran ikinci bir neden oluşturdu. Aynı zamanda gittikçe tabandan kopan bu aile­nin büyükleri, son zamanlarda hem mürîd takımının gözünü ve gönlünü dol­durabilecek dini ve mistik bilgiden yoksun kaldılar, hem de dış görü­nüm olarak Nakşî şeyhlerinin geleneksel kılık ve kıyafetinden soyut­landı­lar. Bununla birlikte aile nüfusunun artık iki üç kişiyi bile geçmeyecek ka­dar azalmasına karşın astronomik düzeylerdeki zenginlik ve servetin içinde âdetâ yüzmenin de etkisiyle insanlara tepeden bakmaya başladılar. Bu su­retle aile ile mürîd kitlesi arasında uçurumlar oluştu.

Vaktiyle yüzlerce insanı, râbıta sayesinde köpek gibi havlatabilen salta­natlı bir Nakşibendî site ailesinin bu şekilde tarihe karışması, dene­bilir ki bi­rinci derecede râbıta silahının son zamanlarda bu aile tarafından kullanıla­maması­nın sonucudur. Diğer nedenlerin hepsi ayrıntıdan ibarettir.

Bu ailenin erimesindeki ikinci neden ise karşıtları tarafından yüz yıl bo­yunca girişilen amansız savaştır.

«Doğulu Nakşibendî şeyhleri» arasında en çok sivrilmiş olabilen bu iki düşman aileden Küfrevîler'in silinmesine karşın Arvâsîler'in, günü­müze kadar ününü korumada en büyük rolü oynamış olan şahıs, esasen Abdulhakîm Arvâsî'dir.

Peki Abdulhakîm Arvâsî  kimdir ? 

Son yetmiş yıldır, Nakşibendîliğin Halidî Kolu'nun, başta İstanbul ol­mak üzere Batı Anadolu'da yerleşmesinde en büyük rolü oynamış kişiler­den biri de işbu Abdulhakîm Arvâsî'dir. O'nun, daha yakından tanınabilmesi için özellikle üç noktanın aydınlatılması gerekir.

Bunlardan birincisi, Arvâsî'nin kökeni ve ailesidir. İkincisi, yetiştiği dö­nem ve çevrenin, tarihi ve sosyal şartlarıdır. Üçüncüsü ise O'nun kişili­ği­dir.

Önce şunu kaydetmek yerinde olur: Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış dönemine rastlayan zaman kesiti içinde meydana gelmiş o kadar ilginç ve es­rarengiz olaylar vardır ki, sebep-sonuç ilişkisi bakımından bu olaylar ince­len­diğinde ancak tarih, sosyoloji ve siyaset biliminin uzmanları tarafından ortak­laşa yapılacak analizlerle bunların içyüzü ortaya çıkabilir. İşte iç içe sarmalan­mış Nakşibendîlik, râbıta ve Arvâsî olayları da bunlardan biridir.

Çünkü biriken tarihi faktörlerin itişi altında XIX. yüzyılın başlarından iti­baren belirsizlik girdâbına sürüklenen Türkiye'de bir kimlik bunalımı or­taya çıkmış bulunuyordu. Bu durumda yönetim, ülke ve toplum adına hangi de­ğerleri kabul ve neleri red edeceğini bir türlü kestiremiyordu.

Yönetimlerde, günümüze kadar sürmekte olan bu bocalamanın kronik evresi, «TC»'nin kurulduğu yıllara rastlar. İlginç olan şey, genelde tarîkatla­rın, özelde ise Nakşibendîliğin bu döneme özgü (red ya da kabul edilme ter­cihleri arasında) sürekli bir gel-git durumunda kalmış olmasıdır.

İşte Arvâsî ve O'nun faaliyetleri, dönemin bu çerçevedeki belirgin olay­la­rındandır.

Önce Arvâsî'nin sıradan bir Nakşî şeyhi olmadığını belirtmek gerekir. O'nun ayrıca bir teorisyen olduğu «Râbıta-i Şerîfe» adı altında kaleme aldığı kitaptan anlaşılmaktadır. Bunun ise önemli nedenleri vardır. Bunların ba­şında O'nun kökeni ve mensup olduğu aile gelmektedir.

Abdulhakîm Arvâsî, orijin bakımından Hz. Hüseyn'in soyundandır.

Aslında yaklaşık bindörtyüz yıldır, Hz. Ali'nin soyundan gelip çeşitli top­lumların potasında erimiş belki yüz binlerce «seyyid» ve «şerif» yaşamış ve yaşamaktadır. Fakat bu hanedâna mensup bazı aileler vardır ki günümüze kadar yaşadıkları toplumlar içinde önemlerini ve sosyal mevkilerini koru­muşlardır.

İşte bunların başında 656 göçmenleri olarak bilinen Kuzey Hâşimîleri  gelmektedir ki Arvâsîler de bunlardan biridir.

Hicrî 656'ya rastlayan mîlâdî 1258 tarihinde Abbasî Devleti Moğollar ta­ra­fından yıkılınca bu aileler Bağdad'dan kuzeye doğru kaçmış, ve önceleri Musul, Cizre, Hısn'ul-Kehf (Hasankeyf), Hazro, Âmid (Diyarbakır), Mardin ve Şirvan  (Siirt)'a yerleşmiş, daha sonraları Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yavaş yavaş «Doğu Anadolu»'nun çeşitli yörelerine dağılmışlardır.

Unutmamak gerekir ki Kuzey Hâşimîleri, ikinci yurtları olan Bağdad'ı bu dehşetli olaydan sonra terk edip, yaşam, gelenek ve inanış bakımından epey yabancısı oldukları topluluklar arasına yerleşince bu tarihten sonra günü­müze kadar geçmiş olan yedi yüz yıllık süre boyunca kültürel yapıla­rında, kuşkusuz çok büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişiklikle­rin en be­lirgin olanları, dilde ve rûhânî düşünce biçiminde ortaya çıkmıştır. Nitekim üçüncü yurtları olan -bugünkü adıyla- «Doğu» ve «Güneydoğu Anadolu»'da bu ailelerin çoğu, kısa zaman içinde Kürtleşmiş, Erzurum'a ve Erzincan'a in­tikal edenler Türkleşmiş, yalnızca Siirt ve Mardin gibi (Daha Emevîler za­manında) buralara göç etmiş olan Arap kabilelerinden Benî Tağlib, Benî Rabî’a ve Benî Bekr toplulukları ara­sına yerleşenler dil ve an'anelerini ko­ruyabilmiş iseler de genel olarak bütün Kuzey Haşimîleri bu bölgede yaygın olan mistik akımların zamanla etkisi al­tında kalmışladır. 

Halidîlik  adı altında Hind egzotizminin ilhamını taşıyan Neo Nakşibendîlik, 1800'lerin başında Uzakdoğu'dan Irak'a sıçrama yapıncaya ka­dar gerek burada, gerekse Kürt Bölgesi'nde, İran ve eski Mezopotamya dinle­riyle İslâm'ın çeşitli karmaşık sentezlerinden oluşan Rufâi ve daha çok Kadirî Tarîkatı yaygındı. Nitekim Arvâsî'nin ailesi de dahil olmak üzere hemen bü­tün Kuzey Haşimileri XIX. yüzyıldan önce genellikle Kadirî Tarîkatı'nın şeyh­leri idiler. Halidîlik ortaya çıkınca (Önceleri kısa bir süre Berzenjîler, ve sü­rekli olarak Tillo'daki Abbasîler hariç), hemen bütün Hâşimî kökenli Kadirî şeyhleri bu kez büyük bir hızla Nakşibendî Tarîkatı'nın şeyhleri oluverdiler. Çünkü bu şeyhler, bölgenin aristokrat aileleri olarak tarihsel, sosyal ve siyasal bütün avantajların mirasçısı duru­munda idiler; Ve çünkü her dönemin ge­çerli anlayışını temsil etme önce­liği onlara aitti. Onun için Kadirîliğin, Nakşibendîlikle aniden yer değiştir­mesi pek önemli değildi.

Dolayısıyladır ki Kadirîliği, XIX. yüzyılın başlarında koskoca bir bölgede ve yıldırım hızıyla rafa kaldırıp onun yerine Nakşibendîliği hayata geçiren sihirli ellerin kimlere ait olduğunu ve böyle bir değişimin hangi temel ne­denlere dayandığını hiç bir zaman araştırmamışlardır, araştırma ihtiyacını bile duy­mamışlardır!

Bütün bu anlatılanlar, genelde bu şeyhlerin, özellikle Abdulhakîm Arvâsî'nin içinde yaşadığı dönem ve çevreye ait dinî, tarihi ve sosyal ger­çek­leri özetlemektedir. Dolayısıyla Nakşîliğin 1800'lerin başında göz açıp ka­payıncaya kadar, Hâlidîlik adı altında Irak, Suriye ve Anadolu'da yayılması, daha çok bu aile­le­rin güdümünde gerçekleştiğine göre onları ve özellikle kalemini kullana­rak bu yeni mistik akımın râbıtasını propaganda etmeyi üstlenmiş olan Abdulhakîm Arvâsî gibi birini sıradan saymak mümkün değildir.

Çünkü Birinci Cihan Savaşı'nın yeni sona erdiği yıllarda herkes o çetin günlerin perişanlığını yaşarken O, Nakşîliğin büyük davası olan râbıtayı bu hengâme içinde bile tekrar diriltmeye çalışmış, hatta Patanjali'nin Sutralar'ındaki yogayı aratmayacak bir nitelik içinde onu ilham kaynağı olan Hindistan'daki ruhuyla yaymayı başarmıştır.

Çağımız Nakşibendîliğine belki en büyük katkıda bulunmuş olan Abdulhakîm Arvâsî'yi, yaşamış olduğu bir dizi göç ve sürgün hayatı içinde tanımakla ancak O'nun bu konuda ne büyük rol oynadığını kavramak müm­kündür. Ancak ne ilginçtir ki gerek bizzat yaşadığı, gerekse yakın çev­resinde olup biten korkunç ve yıpratıcı olaylar O'nun faaliyet alanlarının daha çok genişlemesine âdetâ ortam hazırlamıştır.

Bu cümleden olarak O'nun, gerek akrabalarından bazılarının, gerekse ailece bağlı oldukları Hakkârî şeyhlerinin -hem Osmanlı döneminde, hem Cumhuriyetin kuruluş yıllarında- giriştikleri ayaklanmalar, uğradıkları idam ve sürgün cezaları, belli bir çevrenin gözünde kahramanlık desta­nına dö­nüşmüştür. Bir zamanlar «Doğu»'da köy köy gezerek def çalıp dilenen dervişler bile Arvâsîler'den 1913'de idam edilenlere ağıtlar yakarak geçinirlerdi.

Bütün bu olayların getirdiği sonuçlar, hem seyyidlikten, hem de Nakşibendîlikten gelen rû­hânî liderlik avan­tajları ile birleşerek ailenin az çok aydınlanabilmiş temsilcisi olan Arvâsî için olumlu bir şöhret kaynağını oluşturmuştur.

Dolayısıyla denebilir ki: Şöhretinin temel kaynağı olan Nakşîlik ve râbı­tayı yaşatabilmek için göç ve sürgün sırasında bile Abdulhakîm Arvâsî, sa­hip olduğu esneklik, sunma ve ikna etme yeteneği yanında ailesinin ününden de yarar­lanmıştır.

Soyadı kanunu çıkınca Üçışık soyadını aldığı için, İstanbul’da O'nun ha­len postunda oturan, modernist Nakşibendîlerin lideri de (bu ilgiyle olsa ge­rek) Işık so­yadını almıştır. 

Abdulhakîm Arvâsî, Tâhâ'nın halîfelerinden olan büyük babası Fehîm'den el alarak şeyhlik postuna oturmuştur. Mürîdleri tarafından «Silsile-i Sâdât»'ın 32'incisi olarak kabul edilmektedir.

 

* * *

 

Râbıtanın yaygınlaştırılmasında rol oynamış kişilerden biri de hiç kuş­kusuz Ahmed Zıyâuddîn Gümüşhânevî'dir. Sıbgatullah Arvâsî gibi «Silsile-i Sâdât»'ın 31'incisi olarak kabul edilen Gümüşhânevî, Halid Bağdâdî'nin tarîkatını Karadeniz Bölgesizinde ve İstanbul'da yaymaya çalışmıştır.

Râbıtaya özel bir önem verdiği, mürîdlerinden Kâtip Mustafa Fevzi'nin yazıp çizdiklerinden anlaşılmaktadır.[1]

Osmanlıların son günlerinde İstanbul Nakşibendîlerine daha çok Gümüşhânevî'nin liderlik ettiği anlaşılmaktadır. Ancak «TC» kurulduktan sonra tekkeler ve zaviyeler kapatılınca tarîkat faaliyetleri bir süre kopukluğa uğradı. Doğan bu boşluğu fırsat bilerek kapağı İstanbul'a atan Abdulhakîm Arvâsî'nin, bu kez Nakşîliği yaymaya başladığını tesbit ediyoruz.

Dolayısıyladır ki Arvâsî'nin cemaatini oluşturan çağdaş modernist Nakşibendîler, Gümüşhânevî'yi kopmuş bir halka sayar, O'na itibar etmezler. Nitekim Nakşibendî rûhânîlerini konu alan yayınlarında O'nun adına da yer vermemişlerdir.

H. 1228/m.1813-H. 1311/m. 1893 yılları arasında yaşayan Gümüşhânevî'nin, Türk-Nakşî rûhânî­lerinden en büyük farkı, O'nun Arap­ça'yı yazı dili olarak kullanabilmiş ol­masıdır. On sekizi bulan eserlerinin tümünü Arapça yazmıştır.

Gümüşhânevî, şeyhlik yetkisini Bağdâdî'nin, halîfelerinden, Ahmed bin Süleyman et-Trablusî el-Erwâdî'den 1845 yılında almıştır.

XIX. yüzyıl Suriye'sinin, aydın Müslümanları tarafından (aynen Ebu'l-Hudâ es-Sayyadî gibi) “mezarcı-yobaz“ diye lânetlenen Hayfalı Yusuf en-Nebehânî, el-Erwâdî'yi çok övmekte, O'nu göklere çıkarmaktadır.[2]

Kafkas kökenlilerin, Nakşî şeyhleri arasında genellikle Gümüşhânevî'ye mürîd olmaları, O'nun da orijin olarak Kafkasyalı olduğu ihtimalini akla getirmektedir. Çünkü çeşitli Nakşî kampları, genelde böyle ırkî bağlarla oluşmuştur. Nitekim Nakşî-Halidîliğin “Zıyâiyye Kolu“ olarak bağımsızla­şan Gümüşhânevî'nin meşrebini, son yıllarda yine aslen Dâğıstanlı olan Mehmed Zâhid Kotku adında bir imam yaymaya çalışmakta idi.

İstanbul'da Fatih-Kıztaşı civarındaki İskenderpaşa Camii İmamlığını yapan bu şahsın etrafında 1965'lerden sonra, daha çok okur-yazar bir Nakşi­bendî grubu oluştu. Ufukları nisbeten geniş olduğu için Nakşîlik, bu toplu­luğun sosyal ve kültürel alandaki birliklerinin sembolü olmaktan öte bir anlam taşımadı.

Ilımlı Nakşibendîler olarak tanınan bu cemaat, Nakşiliğin söylemleri ve râbıta gibi yabancı kaynaklı kuralları üzerinde çok ısrarlı olmadıkları için “Süleymancılar“, “Oflular“, “Menzilciler“ ve “Holdingci Modernistler“ gibi fanatik Nakşibendî kampları kadar Müslümanları fazla ürkütmemektedir­ler.

 

İstanbul'da ayrıca Mahmud Sami Ramazanoğlu adında bir Nakşi şeyhi daha yakın geçmişte faaliyet gösteriyordu. Erenköy'de oturan bu şeyhin mürîdleri ise genelde tüccarlardan ve işadamlarından oluşmaktadır.

O'nun Medîne'ye yerleşmesinden sonra Türkiye'de bereketin azaldığı ve iklimin soğuduğu yolunda mürîdleri arasında bazı inançlar yayıldı.

Ramazanoğlu'nun ölümünden sonra Topbaşlar olarak bilinen tüccar bir ailenin büyüğü O'nun postuna oturdu veya oturtuldu.

Anadolu'nun hemen her yerinde küçük muhitlere sahip birtakım Nakşi şeyhleri daha vardır. Sivas’daki Ehramcıoğlu'nun halefleri Kayseri-Yahyalı’daki Ramazan Dinç ve Adapazarı’ndaki Ömer Öngüt gibi. Bunlar kişilikten veya çevre şartlarından kaynaklanan bazı sebeplerle fazla ünlenemedikleri için pek tanınmazlar. Ama hepsi de sıkı râbıtacıdırlar.

Kürt bölgesine gelince, yukarıda rûhânîler silsilesinin sonunda adları geçenlerden başka eskiden buralarda epeyce ünlenmiş bulunan Şeyh Halid el-Jezerî, Şeyh Halid ez-Zéybârî, Şeyh Hâmid el-Mardinî, Şeyh Salih es-Sibki, Şeyh Muhammed'ül-Hazîn, Şeyh Es’ad el-Kaskhîrî ve Şeyh Hüseyn el-Basretî gibi Nakşi şeyhlerinin cemaatleri de diğer doğulu şeyhlerin mürîdleri gibi dağılmış, bu ünlü isimler nisbeten unutulmuş ve çevrelerindeki tarîkat heyecanı sönmüştür. Soylarından gelen beşik şeyhleri de artık kendi canlarının derdine düşmüş bulunmaktadırlar.

Doğrusunu söylemek gerekirse Arvâsîler hariç, genelde Kürt şeyhleri, Türk şeyhleri kadar râbıtaya ve tarîkat ayinlerine fazla önem vermemişlerdir. Öyle görünüyor ki Arvâsîler de batıya göçtükten sonra popülaritelerini artıran Türk kökenli mürîdlerinin eğilimlerine bir çeşit karşılık vermek için râbıta üzerinde durmaya başlamışlardır. Örneğin Abdulhakîm Arvâsî, ancak İstanbul’a göçtükten sonra ve burada mürîdlerinin başını çeken bir şairle bir askerin, -çok büyük ihtimalle- özel faaliyetleri ve propagandaları neticesinde Râbıta Risâlesi’ni kaleme almıştır.

İşte Nakşibendîlerce «Silsile-i Sâdât», ya da tarîkat rûhânîleri olarak bili­nen gerek yukarıdaki 33 isim arasında, gerekse yine bu zincirin son halkaları olan ve biraz önce adları geçen şeyhlerden kimin, râbıta ile nasıl ve ne kadar ilgili olduğunu böylece belgesel bir şekilde görmüş bulunduk. Bu suretle de râbıtanın, bizzat ona sahiplenenler tarafından bile ne derece tutarsız ve temelsiz işlendiğini, râbıtacılarla -sözde- pirlerimiz diye tanıttıkları adamlar arasında her bakım­dan ne büyük kopukluklar bulunduğunu tesbit etmiş olduk.

İslâm'ın, tarih boyunca uğradığı yıkımların arkasında bu insanların, -bilerek ya da bilmeyerek- hangi düşüncelerle hareket ettiğini ve neler yap­tığını kavrayabilmek için bu aşamada tasavvufu ve Nakşibendîliği az çok gözden geçirmekte yarar vardır.

 



--------------------------------------------------------------------------------

[1]. Bk. BÖLÜM - I/5 Tarîkat Rûhânîlerine Göre Râbıtanın Kaçınılmaz Lüzûmu.

[2]. Bk. Yusuf en-Nebehânî, Câmi'u Kemâlât'il, Evliyâ'