Konu Başlığı: 28 Gulam Ali Abdullahı Dehlevi Gönderen: Zehibe üzerinde 08 Haziran 2010, 16:32:23 28. Gulâm Ali Abdullah-ı Dehlewî: (H. 1158/M. 1745-H. 1240/M. 1824)
Hindistan'ın Pencap Kenti'nde doğdu. Cihanabâd (Yeni Delhi)'da öldü. «Silsile-i Sâdât»'ın 28'incisi olduğuna inanılır. Şemsuddîn Habîbullah Mirza Mazhar Cân-ı Cânân adında bir Nakşibendî şeyhinden etkilendi. Şu sözlerin -meâlen- O'na ait olduğu kaydedilmektedir: “Aşk secdesi için bir eşik buldum, Ve bir yeri göklere şerik buldum.»[1] Yetiştirdiği şeyhlerin hepsi «Mevlânâ» Unvanlıdır. Ancak bunların arasında (yine “mevlânâ“ Unvanlı olan) Halid Bağdâdî onların en ünlüsüdür. Nawwâb Muhammed Emîr Khân, Hakim Qudretullâh Khân, Nawwâb Şimşîr Bahadır Khân, Hakim Nâmdâr Khân ve Hakim Ruknuddîn Khân gibi Hindistan'ın nüfuzlu kişileri ile Dehlewî içli dışlı idi. Hayranları tarafından kaleme alınan hayatı çelişkilerle doludur. Hristiyanlar gibi giyinen Bahadır Hân'a kızacak kadar İslâm fıkhına bağlı gibi görünen Dehlewî'nin biyografisinde zor sayılabilecek kadar hurâfeler mevcuttur. Öyle anlaşılıyor ki, «Fakr-u kanâati şeref biliriz.» diyen Dehlewî, çok kere bal ile zehiri birbirinden fark edememiştir. Çünkü bilindiği üzere kanâat İslâm'ın şiârındandır. Ve çünkü kanâat: Müslüman kişinin, bütün imkanlarını seferber ederek, ancak meşru yollardan elde edebildiği “helâl rızık“la yetinmesidir; Yani helâldan başka ve doğru olmayan yollarla dünyalık kazanma hırsına kapılmamaktır. İşte kanâat buna denir. Ama Hz. Peygamber (s), yoksulluktan Allah'a sığınmıştır. Tarîkatlardaki sapmalardan biri de budur. Sözde Hz. Peygamber (s)'in, «El-Fakr'u Fahrî», yani “yoksulluk benim gurur kaynağımdır.“ dediği ileri sürülmektedir! Halbuki Onun, gerek Allah'dan getirdiği vahiy ile, gerekse bizzat sözleri ve yaşantısı ile Müslümanların daima güçlü ve müreffeh olmaları konusunda verdiği ruh, kendisine mal edilmek istenen bu sözleri kesin şekilde yalanlamaktadır. Dolayısıyla bir Müslüman, kanâatkâr olmayı, peşin olarak yoksulluğu kabul etmekle birleştiremez; bu çelişkiye düşemez. Şimdi çok daha iyi anlaşılmaktadır ki yoksullukla iftihar edecek kadar bocalamış ve İslâm'ın isabetli yollarını keşfedememiş olan Nakşibendî rûhânîleri, büyük ihtimalle râbıtayı da, kaynağını bilmeden onu, tarîkata sızdıran birilerinin telkinine kapılarak kabullenmişlerdir. Yine menkabelerinde Abdullah-ı Dehlewî'nin, «devamlı tesbih ve tahmid okuyup» sevabını Hz. Peygamber (s)'in ruhuna bağışladığı kaydedilmektedir. Allah'ı tesbih ve tahmid etmek, (yani O'nun, bütün noksanlıklardan münezzeh ve her türlü övgüye yaraşır olduğunu söylemek) Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ'nın emirlerinden ve O'na yapılacak en güzel kulluk örneklerindendir. Ama okunan bir zikrin, veya Kurân-ı Kerîm'den bir parçanın ya da yapılan hayırlı bir amelin sevabını ölmüş insanların ruhuna hediye etmek için kitap ve sünnette herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Kişinin bu güzel amellerden sonra yapacağı şey ahirete intikal etmiş bulunan mü'minlere dua etmek, onlara Allah'dan af ve mağfiret dilemek, Hz. Peygamber (s) için de Allah'dan O'nu “Makam-ı Mahmûd“'a ulaştırılmasını istemektir; O'na çokça salevât-ı şerîfe getirmektir. Ne var ki hayranları tarafından âlim ve evliya oldukları ileri sürülen Nakşî şeyhleri bu inceliği bir türlü fark edememiş, ya da kalabalıklar tarafından çok meşgul edildikleri için bu noktaları öğrenebilecek imkanı elde edememişlerdir. Onların, ölü ruhlarına sevap hediye etme geleneği özellikle Anadolu Türkleri arasında yayılmış ve yerleşmiştir. Öyle ki Türkiye'de hatim ve mevlit törenlerine, dua için davet edilen müftüler ve Fıkıhta kariyer yapmış ilahiyatçılar bile, yığın yığın paketlenmiş gibi sanılan sevapları ölü ruhlarına göndermekte hiç tereddüt etmezler! Dehlewî'nin, doğrudan râbıta ile ilgili bir şey söylediğine rastlanmamakla birlikte, modernist Nakşibendîlerce O'ndan nakledilen aşağıdaki sözler râbıtayı çağrıştırmaktadır. «Bu fakirin rûhâniyetine teveccüh ediniz! Yahut, Mirzâ Mazhar-ı Chân-ı Cânân'ın mezarına gidip, onun rûhâniyetine teveccüh ediniz! Ona teveccüh edince, Allahü Teâlânın feyizlerine kavuşulur. O, zamanımızdaki binlerce diriden daha fâidelidir.» Bu sözler, yalnızca râbıtayı haber vermekle kalmamakta, aynı zamanda yorum gerektirmeyecek bir kesinlikle animist inanışın çok açık bir kanıtı olarak da gözler önüne serilmektedir! Bu suretle anlaşılmış oluyor ki râbıta konusu artık olgunlaştırılmak ve son şekline kavuşturulmak üzere bir teorisyen beklemektedir. İşte o da Halid Bağdâdî'dir. -------------------------------------------------------------------------------- [1]. Modernist Nakşibendîlere ait bir ansiklopediden. |