๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Rabbani Yol ve Sunnetullah => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 25 Ocak 2012, 16:43:14



Konu Başlığı: Yolda Vahdet
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 25 Ocak 2012, 16:43:14
YOLDA VAHDET

Müslümanları ezmek isteyen şeytan ve dostları, bu emperyalist arzularına ulaşabilmek için müslüman­ları parçalamayı, çeşitli grup ve ekollere ayırmayı kaçınılmaz görerek sistemli bir çalışmaya girmişler ve neticede bu arzularına ulaşmışlardır. Kur'an'ı Kerim bu şeytani yaklaşımdan şöyle bahsetmektedir.

Gerçekten Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve bulunduğu yerin halkını bir takım fırkalara bölmüştü; onların bir bölümünü güçten düşürüyor, er­kek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyor­du. Çünkü o, bozgunculardandı. Kasas 4

Firavun, halkı birtakım fırkalara neden bölmüştü?

Neden buna gerek duymuştu?

İnsan ve toplum üzerinde yeterli araştırma yapan kimseler bunun nedenini ve Firavun'un maksadını açıkça anlayabileceklerdir. İnsanlarda muhalefet duygu­su olduğu gibi, insanlardan meydana gelen toplumlarda da muhalefet duygusu vardır. Hele kİ bu toplumların başında Firavun veya Firavun'a benzer kimseler bulu­nuyor ve halka zulmediyor ise bu halkın, başta bulunan Firavunlara aşırı muhalif olacakları aşikardır. Halk Dir bütün ise halktaki muhalefet duygusu dâ bütünleşecek, ve bütünleşen bu muhalefet, Firavunların zulme dayalı saltanatlarını devirebilecekler.

Firavunların hem zulmetmeleri ve hem de zulme dayalı saltanatlarını devam ettirebilmeleri için, halkı bir­birine muhalif olan çeşitli gruplara ve partilere bölmeleri gerekmektedir. Bu yapıldığı zaman toplumdaki muhale­fet duygusu, partiler ve gruplar arasındaki komplo sürtüşmelere kanalize edilebilecek ve neticede toplum­daki muhalefet potansiyeli, toplumun kendi bünyesinde pasifize olacaktır.

Halkı çeşitli guruplara ayıran ve bu grupların üzerinde bulunan Firavun ise birbirine muhalif olan grupları perde arkasından kısmi olarak destekler ve kuv­vetlenen grubu zayıflatmak için diğer grupları teşvik eder ve bu gruplara yardım ederse, bu gruplar ta­rafından yardımı kutsal bir aziz durumuna getirilecektir. Nitekim halkında müslüman olan ülkelerde İslam adı ile ortaya çıkan birçok grup, çağdaş firavunların gizli yardımlarına mazhar olmakta ve bu yardımların kesil­memesi için Firavunlara değil, Firavunlara düşman olan müslümanlara düşmanlık yapmaktadırlar.

Birçok ülke sınırları içerisinde yürürlükte olan bu senaryo, o ülkelerdeki firavunlar tarafından hazırlan­makta ve tatbik edilmektedir. Milliyetçilik propagan­dasıyla ümmet ve ümmet anlayışından uzaklaştırılan müslümanlar, ırkçılık propagandasıyla yaşadıkları coğrafi sınırlarda tekrar bölünmeye uğratılmışlardır. Bölme ve parçalama eylemleri bununla da kalmayıp, mezhebi taassubun gündeme getirilmesi ve tahrik edil­mesi neticesinde, birbirine karşı katı ve müsamahası mezhebi bloklaşmalar ortaya çıkmıştır. Mezhebi dairele­re hapsedilen müslümanlar, yaşadıkları bu düzlemde de birlik ve beraberliği sağlayamamışlar, bu düzlemde de değişik gruplara ayrılmışlardır.

Bu gibi parçalayıcı operasyonlardan geçen müslü­manlara, Eritre'deki müslümanların durumunu belirterek onlardan duygulanmalarını ve Eritre'deki müslümanların eylemlerine sahip çıkmalarını beklemek, elbetteki ütopik bir yaklaşımdır. Müslümanlar o hale getirilmiştir ki, ken­di mahallesinde oturan müslümanlarla bile grupsal taas­sup yüzünden kucaklaşmamaktadırlar.

Ne hazindir ki bazı gruplardaki müslümanlar, bu parçalanmadan rahatsız olmamakta ve "Rabbin rızasına giden binlerce yol vardır. Hedef tepeye çıkmaksa siz o yamaçtan, biz bu yamaçtan ilerleyelim." şeklindeki ifa­delerle, durumlarını haklı göstermeye çalışmaktadır. Bu kimseler "Rabbin rızasına giden binlerce yol vardır" görüşünü, yanlış ve saçma bir yaklaşımla savunmak­tadırlar. Herhangi bir insanı sırat-ı müstakime ulaştıra­cak olan değişik yollar, değişik vesileler vardır. İnsanların sırat-ı müstakime ulaşmasında birer vesile olan bu yollar çok sayıda olmasına rağmen sırat-ı müstakim bir tanedir. Allah (c.c.)'ın rızası, sırat-ı müstakim­de olan müslümaları kuşatacaktır.

Meselemizi bu şekilde anladığımız zaman "Rabbin rızasına giden binlerce yol vardır" görüşünü, Rabbin rızası sırat-ı müstakimde olduğu için "İnsanları sırat-ı müstakime ulaştırabilecek olan binlerce yol (vesile) vardır" şeklinde açıklayabiliriz. Nitekim değişik vesileler­den ve yollardan sırat-ı müstakime ulaşan birçok kar­deşimiz vardır. İdrak etmemiz gereken husus, sırat-ı müstakime ulaşmadan birer vesile durumunda olan yol

Hiç şüphesiz ki Allah'a itaat edenlere ve insanları Allah'a davet edenlere itaat etmek, Allah'a itaat etmektir. Nitekim "Resule itaat, Allah'a itaattir." buyruğu bizle­re bu gerçeği beyan etmektedir. Fakat insanları Allah'a ve Allah'ın razı olacağı Sırat-ı Müstakime davet etmeyip de, parça parça aldıkları Kur'an'ı Kerim ayetlerine da­yanarak kendi sapık yollarına davet eden kimselere itaat etmek, en açık ifadesiyle kendilerini putlaştıran bu kim­selere itaat ve ibadet etmektir.

Bu gibi kimselere körü körüne itaat eden ve bu kimseleri her türlü Rabbani tenkidden tenzih eden kim­seler, nasıl bir sapıklığa düştüklerini mutlaka ve mutla­ka anlayacaklardır. Tabi ki müslümanlar olarak, bu kim­selerin ölmeden önce durumlarını idrak etmelerini ve Sırat-ı Müstakim'e bir an önce kavuşmalarını temenni ediyoruz.

İnsanların birer beşer olduklarını, yanılabileceklerini veya hata yapabileceklerini kabul etmeliyiz. "Ben ali­mim!" psikolojisi ile insanlara yukarıdan bakan kimseler, gerçekte cahil olan kimselerdir. Çünkü gerçek alimler, bilmedikleri birçok mesele olduğunu idrak eden ve hak bir söz çocuktan dahi gelse, bu hakkı kabul ederek o çocuğa "Bana bunu öğrettiğin için Allah senden razı ol­sun" diyebilen kimselerdir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) kendi görüşü ile dul bir kadının görüşü çatıştığı zaman, me­seleyi Rabbani düzlemde değerlendirerek kadının görüşünü kabul etmiş ve halife olmasına rağmen "Bu­rada herkes Ömer'den daha fakih" diyerek, makam ve unvana değer verenlerin kavrayamayacağı bir tavır göstermiştir.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                Değişik ve birbirlerine muhalif gruplardaki müslü­manlara "Resulullah (s.a.v.) aramızda olsaydı, hangi grubu tasvip ve kabul ederdi?" şeklinde bir soru sorma­yacağız. Çünkü ne gibi cevaplar geleceği bilinmektedir. Bu nedenle ilk soruyu geçiyor ve değişik fırkalara ayrılan müslümanlara şunu sormak istiyoruz.

"Resulullah (s.a.v.) aramızda olsaydı, bu fırkalaşmalara, bu gruplaşmalara rıza gösterir miydi?"

Temiz akıl sahibi kardeşlerimiz "Elbetteki rıza göstermezdi!" diyeceklerdir.

Peki ne yapardı?

Resulullah (s.a.v.)'i yeterince tanıyan kardeşlerimiz, bu soruya da "Tüm müslümanları İlahi vahyin bütünle­yici buyruğunda toplardı" diyeceklerdir.

Evet.

Resulullah (s.a.v.) aramızda olsaydı, parça parça olan biz müslümanları İlahi vahyin bütünleyici buy­ruğunda toplardı.

O halde ne yapalım?

Yahudilerin "Musa bize dönene kadar, buna (puta) sarılmaktan vazgeçmeyeceğiz." (20-Taha 91) dedikleri gibi, bizler de "Ya Rabbi, Resulullah (s.a v.) bize döne­ne kadar, biz bu parçalanmaktan, bu gruplaşmaktan vazgeçmeyeceğiz!" mi diyelim?

Oysa ki alimler peygamber varisidir. Peygamber va­risi olmak, bunu bir ünvan kabul ederek müslümanlardan hürmet ve saygı beklemek değildir. "Ben alimim, ben peygamber varisiyim" diyen kişilerin, bu peygamber görevini üstlenmeleri ve üstlenen kardeşlerine yardımcı olmaları gerekir.

Bir köşeye çekilerek "Biz hak yoldayız, birleşmek isteyenler bize gelsin" şeklinde ifadeler kullanmak, müslümanları hiçbir zaman bir araya getirmeyecektir.

Çünkü birçok gruptan bu gibi sesler gelmekte ancak hiçbirisi Kur'an ve Sünnetin bütünlüğünde haklılığını ortaya koymamaktadır.

Meseleyi bu şekilde dile getirişimiz, birçok kişilerce hoş karşılanmayacak ve bazı müslümanlar duygusal olarak feveran edeceklerdir. Çünkü bu müslümanlar meselelere yaklaşış mantıklarıyla kendilerini hak yolda bilmekte ve buna yürekten inanmaktadırlar. Genellikle birçok grupta hakim olan bu mantığı biraz açmamız ve açıklamamız gerekmektedir.

Tevhidi yolu ve bu yolda yaşanması gereken hükümleri, namaz ve namaza ait hükümlere benzetir­sek, meselenin anlaşılması daha kolay olacaktır. Hepi­mizin bildiği gibi namazla ilgili niyet, tekbir, kıyam, kıraat, ruku, secde ve tesbih hükümleri vardır. Namaz kılmak isteyen bir müslüman, bu hükümlerin hepsiyle muhatap olmakta ve bu hükümleri sırasına göre yerine getirmektedir. Namazı bir bütün olarak kavrayamayan herhangi bir insan, namaza ilişkin hükümlerden sadece secde hükmünü alır ve sadece secde ederse, elbette namaz kılmış olmaz. Kendisini haklı çıkarmak için; "Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde secde hükmü vardır. Resulullah (s.a.v.) de secde etmiştir. Biz bu nedenle secde ediyor ve diğer insanları da secdeye davet ediyo­ruz" diyen bu kimse, meseleye yaklaşış mantığı ile ken­disini haklı sanacaktır. Çünkü eylemine Kur'an ve Sünnet'ten delil getirdiğine inanmaktadır. Bu kimse sec­de hükmünü esas aldığı gibi başka kimseler de kıyam, rüku veya tesbih hükmünü esas alabilecekler ve yerine getirdikleri bu kısmi ameller ile namaz kıldıklarını zannedeceklerdir.

Oysa namazı ihya etmek isteyen kişi nasıl ki namazla ilgili rükünlerin hepsine muhatap oluyor ve bu rükünleri sırasına göre yerine getiriyorsa; tevhidi yola ait hükümlere de aynı bilinçle yaklaşılması gerekmekte­dir. Namaza ait birkaç hükmü alıp, sadece bu hükümleri ihya etmek isteyen kimseler ile tevhidi yola ait hükümlere gelişi güzel yaklaşıp, bazı hükümleri ihya etmek isteyen kimselerin meseleye yaklaşış mantıkları aynıdır. Nitekim Kur'an ve Sünnete gelişi­güzel yaklaşan birçok grup, bazı hükümleri ihya etmeye çalışmaktalar ve bu hükümlerin kaynaklarını zikrederek haklı olduklarına inanmaktadırlar.

Halbuki tüm müslümanlar, Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen tevhidi tavırların hepsine muhataptırlar. Ancak bu tavırları eylem safhasına geçirecekleri zaman, ko­numlarını ve Kur'an'ı Kerim'de belirtilen hareket metodu­nu dikkate almak zorundadırlar. Bu inceliği kavramadan Rabbani hükümlere gelişi güzel yaklaşan kimseler, Rabbani hükümlerin hikmetiyle hiçbir zaman karşılaşa­mayacaklardı. Çünkü Rabbani bir hükmün hikmetiyle karşılaşabilmek için, o hükmü zamanında, mekanında ve İlahi ölçülere uygun olarak yaşamamız gerekmekte­dir.

Fikirlerde vahdet sağlamadan, tavırlarda vahdet sağlamak mümkün değildir. Bu vahdetin sağlanabilmesi için öncelikle metod konusunda mutabık kalınmalıdır. Birçok grubun bu meselede takip ettikleri metod, ıslahatçı bir metoddur. Bu kimseler mevcut durumu düzeltmeye, kusurlarını gidermeye ve iyileştirmeye çalışmaktadırlar. Bu metod, İslamın hakim olduğu bölgeler için geçerli bir metoddur. İslamın hakim olduğu toplumlarda yaşayan müslümanlar, bu toplumsal yapıyı düzeltmekle   ve   kusurlarını   gidermeye   çalışmakla mükelleftirler. Nitekim bu toplumlardaki müslümanlar bid'at ve hurafelere karşı amansız bir mücadele verme durumundadırlar. Ancak söz konusu bid'atlar, hurafeler ve batıl görüşler İslami bir yapıyı ortadan kaldıracak boyutlara ulaşmışsa ve netice olarak İslami bir yapı or­tadan kalkmışsa, ıslahatçı metodu takip etmek an­lamsızdır. Şeytani otoritelerin hakim olduğu bir bölgede ıslahatçı metodu takip etmek, şeytani yapıların bazı İslami motiflerle kamufle edilmesine ve dolayısıyle müslümanların bu yapıyı sahiplenmelerine neden ola­caktır.

Bid'at ve hurafelerin her alanı kuşattığı bir ortam­da, bid'at ve hurafelere karşı mücadele vermek ile pislik çukuruna düşen bir insanın pislikleri bir parça pamukla temizlemeye çalışmak arasında bir fark yoktur. Oysa ki bu insanın pisliğe batmış elbisesini temizlemeye çalışmak yerine, o elbiseyi çıkartarak yeni ve temiz bir elbise vermek durumundayız. Daha açık bir ifadeyle, te­vil ve tahrif edilmiş geleneksel din anlayışını bid'at ve hurafelerden temizlemeye çalışmakla değil, İslam dinini tüm berraklığı ile ortaya koymak ve insanları yaşa­dığımız bu dine davet etmekle mükelefiz. Bu metod ise ıslahatçı değil, inkılabi bir metoddur.

Bazı kimseler "Bu gerçekleri müslüman halk anla­maz, alimler bu meseleyi kendi aralarında halletmelidir" diyorlar. Bu görüşe tabi ki katılmıyoruz. Çünkü tüm müslümanlar Allah 'a inanarak, nefislerine hoş gelmesi­ne rağmen birçok haramları terkederek ve nefislerine ağır gelse de birçok Rabbani eylemleri yerine getirerek akıllı, gerçekten akıllı olduklarını göstermektedirler. Me­selelerimizi müslümanlara açık bir şekilde gündeme ge­tirirsek, her müslüman gücü nisbetince meselesini kavrayacak, gitmekte olduğu ve gitmesi gereken yolu net ve açık bir şekilde görebilecektir.

Bundan bir süre önce cephede şehid olan bir kar­deşimiz, şehid mezarlığına götürülürken vasiyeti gereği çıplak elleri tabuttan çıkarılmış ve gözleri kapatılmamış­tır. Şehid olan kardeşimiz bunun nedenini vasiyetinde şöyle açıklıyor.

"İnsanlar çıplak ve boş ellerimi görsünler ki, bu dünyadan hiçbir şey götürmüyorum. Açık olan gözleri­mi de görsünler ki, ben bu yola gözü kapalı girmedim."

Müslüman yolunu böylesine bilmelidir, müslüman yolunu böylesine görmelidir.

Yaşadığımız çağ, bu şekilde kutlu müslümanların da bulunduğu bir çağdır. Böylesi kardeşlerimiz olduğu için Rabbimize hamd ediyor, diğer kardeşlerimizin de hak yolu görmelerini, hak yolu kavramalarını ve hak yol­da bütünleşmelerini diliyoruz.



Konu Başlığı: Ynt: Yolda Vahdet
Gönderen: Ceren üzerinde 18 Şubat 2018, 15:42:44
Esselamu aleykum.rabbim sen tüm muslumanlari hidayet et.hak yolda kur anın rehberliğinde peygamber efendimizin sünnetine tabi birlik beraberlik icinde yasayip kurtulusa erisecek kullardan eylesin inşallah. RABBİM razi olsun paylasimdan kardesim...