๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Rabbani Yol ve Sunnetullah => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 25 Ocak 2012, 13:04:01



Konu Başlığı: Dar Mesele
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 25 Ocak 2012, 13:04:01
DAR MESELESİ

Tevhidi yola talip olan ve bu yolda mücadele ver­mek isteyen müslümanların, tevhidi çizginin hangi nok­tasında bulunduklarını bilmeleri için öncelikle bulunduk­ları konumu Rabbani esaslara göre tespit etmeleri gerekmektedir. Çünkü her konumun kendisine özgü bir fıkhı bulunmaktadır. Yanlış konum tesbiti, uygulanma­ması gereken fıkhı önereceğinden, konum tesbiti bu açıdan önemli ve ciddi bir meselemizdir.

Bu meselede dar'ul İslam ve dar'ul harp olmak üzere iki görüş yaygınlaşmıştır. Yaygınlaşan bu iki görüşü savunanlar birbirlerine cephe almakta ve tartışmalar değişik vadilerde sürmektedir. Fakat ne yazık ki her iki taraf savunduğu kavramı bilinçli bir şekilde savunmaktan uzaktır. Mesela dar'ul harp görüşünde olanlara; "Neden dar'ul harp?" şeklinde bir soru yöneltsek, bu kardeşlerimizden büyük çoğunluğu; "İslam hukuku yürürlükte olmadığı için dar'ul İslam değildir. Dar'ul İslam olmadığı için dar'ul harptir." diye­ceklerdir. Çünkü başka bir seçenekleri yoktur.

Gri kavramını bilmeyen bir topluma, gri renkte bir tabela göstererek; "Bu beyaz mıdır, yoksa siyah mıdır?" sorusu yöneltirse, dar'ul harp ve dar'ul İslam meselesinde olduğu gibi iki ayrı gruplaşma olacaktır. Bir kısmı "Siyah olmadığı için beyazdır" derken, bir kısmı da "Be­yaz olmadığı için siyahtır" diyeceklerdir.

'Dar' meselesindeki ihtilafların bir nedeni, müslü­manların dar'ul İslam ve dar'ul harp kavramlarıyla karşı karşıya getirilmeleri ve bu iki kavramdan birini seçmeye şartlandırılmalarıdır. Bu iki kavramdan birini seçmeye zorlanan kimselerin bir kısmı "Dar'ul İslam olmadığı için dar'ul harptir" derken, diğer kısmı da "Dar'ul harp ol­madığı için dar'ul İslam'dır" demektedirler. Bu durumun müsebbibleri ise bir tarafta şeytan ve dostları, diğer ta­rafta hazır bilgilerle yetinen, çalışmaktan ve araştırmak­tan kaçınan alimlerdir. Bu alimler herhangi bir 'Dar' kav­ramını savunacakları zaman, kendilerine bu kavramın getirdiği fıkıh sorulacağından, dar'ul İslam veyâ" dar'ul harp demekteler ve kütüphane raflarında hazır bulunan dar'ul İslam ve dar'ul harp fıkhını yorulmadan ve yorum­lamadan söylemektedirler. Nitekim bu kimseler tarafın­dan dar!ul harp fıkhı ile yüz yüze getirilen birçok müslüman, bu fıkhı yürürlüğe koyma noktasında çeşitli problem ve çelişkilerle karşılaşmışlardır.

Dar'ul harp fıkhının getirdiği zorluk, problem ve çelişkilerden kaçınmak için, sebep ve illetini göz önüne getirmedikleri bazı içtihatlara sığınarak dar'ul İslam görüşünü savunanlar ise kendilerini pasif ize eden bir sapıklığa düşmüşlerdir. Allah'ın düşmanlarını dost ka­bul etme zilletine düşen bu insanlar, dar'ul İslam kabul ettikleri beldelerde genellikle ıslahatçı metodu benimse­mişler ve İslam düşmanı olan tağutu, bazı İslami motif­lerle güzelleştirmeye çalışmışlardır.

Halbuki 'Dar1 kelimesi, yer veya toprak parçası an­lamına geldiği için "Dar'ul İslam" İslam'ın hakim olduğu yer demektir. Bulundukları ülkeye dar'ul İslam diyen sapıklara, İslam'ın hangi yere hakim olduğunu sormak isteriz!

Bu ülkelerde İslam'ın hakim olduğu ve tağuti müdahaleden uzak olan bir metrekare yer var mıdır? Camilerde İslam mı hakimdir, yoksa tağut mu? Kıblemiz olan Kabe-i Muazzama, kimlerin tahakkü­mü altındadır?

Tapusuna sahip olduğunuz evleriniz sizin mi? Bu evlerinizi halka açık bir namazgah ve İslam'ın açıkça anlatıldığı bir mescid haline getirebilir misiniz?

Tağuta bağlı bel'amlar tarafından savunulan dar'ul İslam görüşünü daha fazla ciddiye almamıza ve eleştirmemize gerek yoktur. Çünkü bunların açık bir sapıklıkta olduğu aşikardır. Bu görüşü savunanlardan ziyade dar'ul harp görüşünü savunan samimi kar­deşlerimizi değerlendirmemiz gerekir. Tağutun mahiyetini bilen ve tağuta bağlı bel'amlar vâsıtasıyla savunulan dar'ul İslam görüşüne haklı olarak karşı çıkan bu kar­deşlerimiz gerçekten samimidirler. Ne var ki hak olan bir görüşü zamansız ve mekansız gündeme getirme nok­tasında yanılgıya düşmüşlerdir. Yanılgının biz insanlara özgü olduğunu idrak ederek bu kardeşlerimize hüsnüzanla yaklaşıyor ve bu meselemizi ciddi bir şekilde tek­rar değerlendirmelerini istirham ediyoruz. Tabi ki bu dileğimiz, dar'ul İslam görüşünü bilmeyerek savunan kimselere de yöneliktir.

Dar'ul harp görüşünü savunan bazı kardeşleri­miz.

"Müslümanlar için en güzel örnek Resulullah (s.a.v.) ve onun takip ettiği metoddur. Bilindiği gibi Resulullah (s.a.v.) Mekke ve Medine olmak üzere iki ayrı dönem yaşamıştır. Mezhep imamlarına göre Mekke dönemi dar'ul harptir. Değişik bölgelerdeki müslü­manlar Mekke dönemine benzer bir ortamda bulunduk­larına göre bu müslümanların konumu da dar'ul harp­tir." demektedirler.

Elbetteki müslümanlar için en güzel örnek Resu­lullah (s.a.v.)'dir. Mezhep imamları tarafından Mekke dönemine dar'ul harp, dar'ul küfr veya dar'ul şirk denil­mektedir. Bu konuda kavram tartışmasına girmek abes­tir. Çünkü meselenin rahatsızlık veren tarafı hangi kav­ramın kabul edileceği değil, bu kavramların getirdiği fıkıhtır. Mekke dönemine dar'ul harp diyen müctehid­lerin, dar'ul harp fıkhının Mekke dönemini dikkate ala­rak hazırlamaları gerekirdi. Oysa bilinmektedir ki dar'ul harp fıkhı, Kur'an'ı Kerim'in Medeni sureleri ve Resulul­lah (s.a.v.)1 in bu dönemdeki sünnetiyle kesinlik kazan­maktadır. Yine bilinmektedir ki dar'ul harp fıkhı Mekke dönemin müslümanlarınca yaşanmamıştır. Bu konuda Ebubekir (r.a.)'ın müşriklerle bahse girme olayı delil ola­rak öne sürülmektedir. Bilindiği gibi Ehl-i Kitap olan Rumlar, o dönemde Mecusi olan İranlılara yenilince müslümanlar üzülmüş, Mekke'li müşrikler ise sevin­mişlerdir. Bu olay üzerine nazil olan Rum suresinin ilk ayetlerinde, Rumların bir süre sonra tekrar galip gele­cekleri beyan edilmektedir. Bu ayetlerle karşılaşan müşrikler, bu ayetlere inanmaz ve Ebubekir (r.a.) ile bahse girmek isterler. Ebubekir (r.a.) durumu Resulullah (s.a.v.)'e bildirir ve onun izniyle, Rumların tekrar galip geleceklerine dair müşriklerle bahse girişir. İşte bu olay­dan hareket eden bazı hanefi fakihler, bu olayı örnek göstererek dar'ul harpte bulunan müslümanların kazanacaklarından emin olma şartıyla harbilerle mal ve para karşılığındâ bahse girmelerine" cevaz vermişlerdir. Halbuki bu olayı, olayın yaşandığı ortama göre değerlendirmemiz gerekir. Nazil olan her ayete yakinen iman eden Ebube­kir (r.a.), müşriklerin teklif ettikleri bahsi kazanacağını el­betteki biliyordu. Şüphesiz kazanacağını bildiği bahis teklifi karşısında tereddüde düşmesi ve Resulullah (s.a.v.)'e müracaat etmesi, bahse girmenin müslüman­lar arasında şüpheli görüldüğüne işarettir. Ebubekir (r.a.)'ın bahis karşısında tereddüte düşme nedenini an­lamaya çalışırken, bahis teklifini kabul etmediği zaman Mekke müşriklerinin "Ebubekir inen ayetlerin doğru olduğuna kendisi de inanmıyor, inansaydı bahse girer­di." diyeceklerini ve bahis teklifini diğer müslümanlara da götürerek, onların da inanmadıkları konusunda vel­vele yapacaklarını dikkate almamız gerekir.

Bilindiği gibi Resulullah (s.a.v.) bahsi kabul etmesi için Ebubekir (r.a.)'a izin vermiştir. Netice olarak bahsi kazanan Ebubekir (r.a.)'ın yine Resulullah (s.a.v.)'e müracaat ederek "Bahsin karşılığı olan develeri alayım mı?" diye sorması, bahse girme nedeninin müşriklerin malını almak için olmadığını göstermektedir. Bu sırada Medine'de bulunan Resulullah (s.a.v.), bahis karşılığı olan develeri (safların ayrıldığı o dönemde bir harbi olan müşriklerde kalmaması için) almasını ve bu deve­leri fakirlere tasadduk etmesini buyurmuştur. Dikkat edi­lirse bahis karşılığı olan bu develer ne beyt-ül male ka­bul edilmiş ve ne de Ebubekr (r.a.)'ın kullanmasına izin verilmiştir. Kaldı ki Resulullah (s.a.v.)'in bu olayda bahse ilişkin verdiği izin umuma değil, kişiye özeldir. Böyle bir izni umuma şamil kılmak ise fıkıh usulüne aykırıdır.

Rasullah (sav)’ın bu dönemdeki sünnetiyle kesinlik kazanan dar'ul harp fıkhının, Mekke dönemi müslümanlarınca yaşanmadığı müşahade edi­lecektir. Dar'ul harp fıkhının yaşanmadığı böyle bir döneme dar'ul harp demek ile İslam fıkhının yaşanmadığı bir döneme dar'ul İslam demek arasında herhangi bir fark yoktur.

Dar'ul harp görüşünü savunmalarına rağmen bazı Rabbani sebebleri ve maslahatları zikrederek "Bunlar­dan dolayı şu an için dar'ul harp fıkhını yaşayamıyoruz." diyen kimselerin belirttikleri nedenler, Rabba­ni nedenlerdir. Onları bu konuda eleştirmiyor âncak şu hususun   açıklığa   kavuşmasını   istiyoruz.   Fıkhını yaşamadıkları veya şu an için yaşamamaları gereken bir kavramı nasıl sahipleniyorlar? Şayet dar'ul, harp fıkhına muhatap oldukları için dar'ul harp diyorlarsa, bu ilmi bir yaklaşım değildir. Çünkü dar'ul harp fıkhına mu­hatap olduğumuz gibi, dar'ul İslam fıkhına da muha­tabız. Dar'ul İslam fıkhına muhatap olmamızla birlikte dar'ul İslam fıkhını yaşayamadığımız bir beldeye nasıl ki dar-ul İslam diyemiyorsak; dar'ul harp fıkhıyla muha­tap olmamıza rağmen nefsani olmayan Rabbani neden­lerle bu fıkhı yaşayamadığımız beldeye de dar'ul harp diyemeyiz.

Bu hususu dâha açık anlayabilmemiz için muhatap olmakla, mükellef olmak arasındaki farkı belirtmemiz gerekir. Nitekim bu önemli farkı idrak etmeyen bazı kar­deşlerimiz "Resulullah (s.a.v.) tevhidi mücadelenin belli bir dönemine kadar savaş ayetleriyle muhatap ol­mamıştır. Bizlerin ise durumu farklıdır. Çünkü Kur'an'ı Kerim'in tamamı elimizde ya bizler savaş ayetleriyle yükümlüyüz” demektir.                                                                                                                                                                  Müslümanlar Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen in iklimlerin hepsiyle muhataptırlar. Ancak içinde bulundukları konum ve şartlara göre muhatap oldukları bazı hükümlerle mükellef değillerdir. Muhatap olmak ile mukellef olmak arasındaki bu farkı idrak etmemiz gere­kir.

Mesela hac hükmüyle bütün müslümanlar muha­taptır. Mükellefiyet ise gücü yeten müslümanlaradır. Bunun gibi Kur'an'ı Kerim'de tevhidi mücadeleyle ilgili olarak fertleri, cemaati veya devlet yapısına kavuşan müslümanları mükellef tutan hükümler vardır. Müslümanlar bu hükümlerin hepsiyle muhatap olmalarına rağmen hepsiyle mükellef değildirler. Bu hükümlere yaklaşım, Rabbani bir konum tesbitiyle olmalıdır.

Dar meselesiyle ilgili olarak sadece geçmiş fıkıh ki­taplarına bağımlı kalan bazı kimseler de, isteyerek veya istemeyerek çeşitli çıkmazlara girmektedirler. Bu fıkıh ki­taplarında dar'ul İslam'ın tarifi yapılmakta ve bu konu­mun fıkhı verilmektedir. Dar'ul İslam'a göre dar'ul harp olan yerler açıklanmakta ve farazi fıkıh olarak da, her­hangi bir İslam beldesi müstevliler tarafından istila edilir­se o günün müslümanlarına kıyam emredilmekte ve dar'ul harp fıkhı verilmektedir. İşte farazi fıkhın uzandığı son nokta budur. Daha açık bir ifadeyle farazi fıkıh bu konuda günümüze uzanmamıştır.

Fıkıh kitaplarına mutlak bağımlı olan kimseler "İctihat kapısı kapalı olduğuna göre yapılacak bir şey yok. Mevcut ictihadlardan. en uygununu alıp, o ictihadla amel etmemiz gerekir." demektedirler. Tabi ki bu yak­laşımın da ne gibi sonuçlar meydana getirdiği aşikardır. Bu kimselerde evrensel olan yüce İslam dinini belli mezhebi dairelere hapsetme temayülü bulunmaktadır. Oysa ki din mezhebin içinde değil, mezhep dinin içindedir. Müslümanlar İslam dinini yaşayabilmek için mezhebi birçok görüş ve ictihadlara muhtaçtırlar. Ancak unutma­mak gerekir ki, müslümanlar Kur'an ve Sünnet'e göre müslümandırlar. Evrensel olan bu dinin evrensel kay­nağı Kur'an'ı Kerim'dir. İslam dinini beli ir mezhebi dai­re içerisine hapsederek mezhebi görüşlerin uzanmadığı bir meselede dine, dolayısıyla dinin evrensel kaynağı olan Kur'an'ı Kerim'e müdahale hakkı tanımamak zulümdür.

Kendilerine alim denilen bazı kimseler Kur'an'ı yanlış anlama olasılığını ileri sürerek, müslümanlar ile Kur'an'ı Kerim arasına aşılması mümkün olmayan en­geller koymuşlardır. Bu müdahale, vebali çok büyük olan bir cürettir. Kur'an'ı Kerim alimlerin değil, bütün dünya müslümanlarının Kitab'ıdır. Müslüman Kitab'ını okuyacak, meal ve tefsirlerle anlamaya çalışacaktır. Alimlere düşen görev Kitab'ı müslümanların elinden al­mak değil, Kitap'taki bir hükmü yanlış veya eksik anla­yan bir müslümanı uyararak düzeltmektir. Tekrar dar meselesine dönecek olursak, dar'ul İslam olan herhangi bir bölge İslam düşmanı müstevliler tarafından istila edilir ve İslam fıkhı yürürlükten kaldırılırsa, o bölge kesinlikle dar'ul harp olmakta ve o günün müslümanlarına kıyam emre­dilmektedir. Nitekim müctehid imamlar bu konumun fıkhını açık bir şekilde vermişledir.

Ancak açıklığa kavuşturmak istediğimiz bir husus vardır.

Dar'ul İslam olan bir belde müstevliler tarafından istila edildiği zaman, o belde dar'ul harp olmakta ve o günün müslümanları dar'ul harp fıkhıyla yükümlü bu­lunmaktadırlar. Şayet bu dönemde saflar ayrılır ve mücadele başlarsa, bu mücadele bin yıl da sürse o bel­de dar'ul harp konumunu muhafaza eder.

Ancak, böyle bir mücadele yaşanmamışsa, İslami anlayışları tahrif edilmesine rağmen kendile­rine müslüman denilen halk, kıyam eden Hizbullahileri yalnız bırakarak hizbuşşeytanlara arka çıkmışsa, Hizbuİlahi alimler şehid edilerek, söz meydanlarına bel'amlar gelmişse, yirmiyedi derece sevaba nail olabilmek için camile­re giden halk, buradaki bel'amları dinleyip onlara itaat ederek dinden çıkmışsa, eğitim ve kültür faaliyetleriyle hak olan gerçek batıl, batıl ise hak olarak empoze edilmişse, bu karanlık dönem birkaç nesil yaşanmış ve bu­nun neticesi olarak İslam'ı bilmeden sahiplenen ve yine İslam'ı bilmeden reddeden kişiler, partiler, gruplar oluşmuşsa. işte böyle bir belde dar'ul harp değildir ve bu beldede Allah'ın lutfuyla şuurlanan müslümanlar dar'ul harp fıkhıyla yükümlü değillerdir. Çünkü bu müslümanların karşısında kendilerine verilen kültür ve eğitimle batılı idrak edemeden benimseyen ve hakkı id­rak edemeden reddeden bir kitle bulunmaktadır.

Farazi fıkhın bu noktaya uzanmadığı aşikardır. An­cak müçdehit imamlarını, böyle bir durumu tahayyül et­medikleri ve farazi fıkıh çerçevesine dahil etmedikleri için suçlayamaz ve onları itham edemeyiz. Kaldı ki bu mesele içtihadi bir mesele de değildir. Kur'an ve Sünnet'in bütünlüğünde bu konuma örnek birçok ko­numlar verilmiş ve bu konumdaki müslümanlara muhkem ayetlerle kesinleşen bir yol gösterilmiştir.

Bazı kimselerin zikrettiği "İslam'ın hakimiyetindeki bir belde İslam'ın hakimiyetinden çıkarsa, bu belde tek­rar İslam'ın hakimiyetine girinceye veya kıyamete kadar dar'ul harptir." görüşü, Kur'anı Kerim'e muhalif bir görüştür. Kur'an'ı Kerim'in beyanına göre birçok kav­me peygamber gönderilmiş ve bu kavimlerden bazısı belli bir süre İlahi dine teslim olduktan sonra sapıklığa ve dalalete düşmüşlerdir. Dikkat etmemiz gereken hu­sus, şanı yüce Rabbimiz dalalete düşen bu kavimlere yeni bir peygamber gönderdiği zaman, bu peygamberle­rini dar'ul harp fıkhıyla yükümlü tutarak "Bu kavim daha önce benim razı olacağım din üzereydi. Bunlar tekrar bu dine teslim oluncaya kadar bunların kanları, canları, malları sana mubahtır." şeklinde bir hüküm beyan et­memiştir.

Kur'an'ı Kerim'e muhalif görerek benimsemediği­miz mezkur görüşe göre İspanya , İspanya'da ikamet eden müslümanlara göre dar'ul harptir ve buradaki müslümanlar dar'ul harp fıkhıyla yükümlüdürler. Bu görüşü benimseyen müslümanların bir kısmı tekfir ve tahkire devam ederek tebliğe muhtaç olan insanları teb­liğden uzaklaştıracak, 'bir kısmı ise harbi olarak gördüğü insanların mallarını gasbedecektir.

Sonuçta ne olacaktır?

İslam'dan bihaber olan İspanyol, karşısında bir gaspçı, bir soyguncu olarak gördüğü müslümanları nasıl değerlendirecektir? Bu müslümanların daveti nasıl karşılanacak, İslam cemaati nasıl teşekkül edecek ve nasıl genişleyecektir?

İspanya örneğini idrak eden "Ancak bulun­duğumuz konum, zaman süreci bakımından İspanya'dan farklıdır." diyen kardeşlerimize, Kur'an'ı Kerim'in zaman sürecine ilişkin ölçüsünü belirtmemiz gerekir.

Kur'an'ı Kerim'de müslümanlara hitap eden ve müslümanların gayrimüslimlere karşı tavırlarını belirle­yen İlahi hükümler, hikmetli bir gelişim göstermektedir. Uyarıp korkutma ve onlardan gelen eziyetlere sabır ile başlayan tevhidi tavırlar, müslümanların konum ve sevi­yesine göre değişmektedir. Cahiliyenin yerleşip-kökleştiği toplumlarda tevhidi mücadeleye talip olan müslümanlar, cahiliye mensuplarını uyarıp korkutma ve. kurtuluşa çağırmakla yükümlüdürler.

Peki hangi toplum, cahiliyenin yerleşip-kökleştiği bir toplumdur?

Cahiliyenin yerleşip-kökleşmesi için ne kadar süre geçmesi veya kaç nesil yaşanması gerekmektedir?

Kur'an'ı Kerim'in bu konuya ilişkin hükmü net ve açık olup, muhtelif surelerde zikredilmektedir.

O ( Kur'an), Aziz, Rahim (olan Allah'ın) indir­diğidir.

Babaları (yakın ataları) uyarılıp korkutulmadığı için kendileri gafil olan bir kavmi uyarıp-korkutman içindir. Yasin 5.6

Bu Rabbani ölçüyle yaşanılan toplumların değer­lendirilmesi; caddelerdeki, kulüplerdeki, diskoteklerdeki gençliğin ve onların emekli kahvesinde pinekleyen baba­larının ve yakın atalarının incelenmesi gerekir.

Yaşanılan dünyadaki mustazaflar ve müstekbirler, cahili eğitim ve kültür aşamasından geçmişler, bilerek veya bilmeyerek birçok cahili görüşleri benimse­mişlerdir. Şeytani otoriteler tarafından uzun yıllardır sürdürülen propaganda faaliyetleri ile hak gizlenmiş, batıl ise hak olarak empoze edilmiştir.

Osmanlı dönemindeki saltanat sistemi, padişahlık ve saraylardaki ihtişamlı yaşantı ile kafası doldurulan yeni nesillere, bu çarpıklığın yegane nedeni olarak dinin istismarı gösterilmiştir. Bu başlangıçtan sonra dinin is­tismar edilmemesi için din ile dünya işleri ayırması ge­rektiği izah edilmiştir.

Bunu yeterince izah etmiş olacaklar ki, beş vakit namaz kılmalarına rağmen bu sapık fikirleri savunan kit­leler oluşmuştur. Bu kimseler tağut için çalışmakta ve çeşitli sloganlar altında tağut için savaşmaktadırlar. İslam'ı bilmeyen bu kimseler, İslam dini üzere olduk­larını zannetmekteler ve bel'amların cennet vaadleriyle avunmaktadırlar.

Bunun yanı sıra İslam'ı savunmaya çalışan müslümanlarda da menfi değişiklikler meydana gelmiş ve bu kardeşlerimiz de insanları doğrudan doğruya Al­lah'a değil, dolaylı olarak çeşitli gruplara, kişisel görüşlere ve beşeri yollara çağırma gafletine düşmüş­lerdir.

Bu gibi davetlerle ve cahili propaganda ile karşıla­şan insanlar, bütününü ve gerçeğini kavrayamadıkları İslam'a karşı çıkmakta ve kabul etmemektedirler. Mese­la bazı ülkelerde İslam'ın sosyal adaleti halka sunulmamışken, bu insanlar İslam'ın ceza hukuku ile yüz yüze getirilmişlerdir. İslam'ı bu ceza-i müeyyideler­den ibaret görüp, bu müeyyidelere göre değerlendiren birçok insan, İslam gerçeğini kavrayamamışlar ve rah­metini idrak edemedikleri İslam'a karşı cephe almış­lardır.

Hayır, onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bundan dolayı yüz çevirmektedirler. Enbiya 24

Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendileri­ne de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Yunus 39

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi halkında müslü­man olan birçok ülkede dindar geçinen büyük çoğunluğun yaşadıkları ve yansıttıkları din, İslam değildir. Kişisel menfaatlerle gölgelenen, grupsal veya partisel çıkarlar için vasıta olarak kullanılan, beşeri eğilimlerle tevil ve tahrif edilen din, kesinlikle ve kesinlik­le İslam değildir.

Ne yazık ki düşünen birçok insan, kendilerine yansıyan bu çarpık olguyu İslam olarak anlamışlar ve bu anlayışla İslam'a karşı olumsuz tavır takınmışlardır. İslam'a talip olan insanların bile, gerçek bir İslam'ı kav­rayamadıkları bir dönemde; kendilerine yansıyan çarpık din anlayışına karşı çıkan zümreyi "Gerçek İslam'a karşı çıkıyorlar!" diyerek 'Harbi' olarak yaftalamak haksızlıktır. Değil günümüzde, cumhuriyete geçiş döneminde bile dine karşı tavır koyanların, gerçek İslam'a mı yoksa bid'atlar, hurafeler ve saltanat sistemiy­le gölgelenen din anlayışına mı tavır gösterdikleri, ince­lenmesi ve göz önüne getirilmesi gereken bir meseledir.

Yaşadığımız çağda müslüman aydın, müslüman entelektüel kimlikleriyle ortaya çıkan ve İslam'a göre yabancı olan bu kimliklerle meselelere çözüm arayan bir zümre bulunmaktadır. Doğu-Batı ilişkisini inceleyerek doğunun içinde bulunduğu vahim durumu, Batı sapıklığının bir yansıması olarak gören bu aydınlar, çözüm konusunda karşı oldukları batının tesirinde kal­maktadırlar. Batı anlayışının kökeninde, herhangi bir olumsuz durumla karşılaşıldığı zaman bu olumsuz duru­mu meydana getiren dış sebeplere yönelme ve sebeplere karşı mücadele vardır. Bu batıcı yaklaşım, kendile­rine müslüman entelektüel denilen kesim üzerinde de görülmektedir. Bu kimselere göre yegane suçlu ve menfi durumların yegane müsebbibi batıdır.

Tek yönlü olan bu yaklaşım, İslami bir yaklaşım değildir. Çünkü dünya tarihinin her döneminde batılı benimseyen, batılı yaşayan ve batılı yansıtan insanlar bulunmaktadır. Müslümanlara yüklenen ilk görev batılı yıkma veya batılı yok etme değil, hakkı bilip hakka sarılarak batılın olumsuz tesirinden kurtulmaya çalışmaktır. Hakkı bilen, hakkı yaşayan ve haktan taviz vermeyen toplumların, batıl propagandalardan etkilen­meleri çok güçtür. Herhangi bir toplum batıl görüşlerden etkileniyor ve batıla meylediyorsa, bu olay söz konusu toplumun haktan uzaklaştığına ve değişip bozulduğuna işarettir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de "Gerçekten Allah kendi nefislerinde olanları değiştirip-bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz." (13-Ra'd 11) buyurmaktadır. Dünyanın hiçbir yöresinde kendileri doğru yolda olup da, sapanların etki ve gücü ile batıla düşmüş bir kavim gösteremeyiz. Çünkü doğru yolda bulunan ve bu yola teslim olan müslümanlara Rabbimiz

"Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez" Maide 105

buyruğu ile beyan edilen vaadi vardır. Bu İlahi vaadin ışığında, şeytan ve dostlarının müslümanlar üzerinde hiçbir nüfuzlarının olmadığını kavrayabiliriz.

Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur.

Onun zorlayıcı gücü (nüfuzu, sultası, hakimiyeti) ancak onu dost edinenler ile, onunla O'na (Allah'a) eş koşanlar üzerindedir.  Nahl 99.100

Firavun konumundaki birçok müstekbirin ve emper­yalist ülke olan Amerika ve Rusya'nın, halkında müslüman olan ülkelerdeki şeytani tahakkümlerinin ne­reden kaynaklandığı, zikredilen ayet-i kerimelerde beyan edilmektedir. İlk sebeb onların dost kabul edilmesi, İkinci sebep ise onları mutlak güç sahibi görerek, gerçek güç ve kuvvet sahibi olan Allah'a eş koşulmasıdır.

İçinde bulunan vahim duruma müsebbib arayan­ların, zikredilen Rabbani görüşleri tefekkür etmeleri ge­rekir. Suçlu aramak için uzağa gitmeye hiç gerek yoktur. Kur'an'ı Kerim'de zikredilen örneklerle, firavunlaşmış bir toplumun üç-beş müslümana hiçbir şey yapamadığı ve onları saptırmadığı bilinmekteyken; müslüman olarak adlandırarak bir halkı temize çıkararak, üç-beş firavunu suçlamak ve içine düşülen menfi durumun gerçek müsebbibi olarak onları görmek büyük bir yanılgıdır. Gerçek suçlu ilahlık taslayan sahte ilahlar değil, bu sah­te ilahları benimseyen, onları destekleyerek yaşatan, on­ların zillet verici gölgesinde yaşayan ve bütün bunlara rağmen kendilerine 'müslüman(!)' denilen halktır.

Emperyalizm birçok bölgedeki varlığını, silah zoru kullanmadan yürütmektedir. Çünkü bu bölgelerdeki halk, cahili propagandanın tesiriyle sömürü ve zulme karşı pasifize edilmiştir. Firavunlara karşı çıkmaları gere­kirken, Firavunlarla birlik olup Musalara karşı çıkmaktadırlar.

İlahi din anlayışının böylesine tahrif edildiği bir bölgeye, dar*ul İslam veya dar'ul harp diyebilir miyiz?

Bu iki konuya şartlanmış olanlar, Nuh (a.s.)'ı hangi dar kavramına dahil edeceklerdir? Açıkça bilinmektedir ki tufan gerçekleşinceye kadar Nuh (a.s.) ve beraberin­deki mü'minler ne dar'ul İslam fıkhını ve ne de dar'ul harp fıkhını uygulamışlardır.

Müçtehit imamların dar'ul harbe ilişkin öne sürdükleri birçok görüş, zamanında ve mekanında doğru olan isabetli görüşlerdir. Mesela dar'ul İslam olan bir belde müstevlilerin istilasına uğrar ve İslam fıkhı yürürlükten kaldırılırsa, bu belde dar'ul harp olmak­tadır. Dar'ul harp olan bu beldede İslam fıkhını yürürlükten kaldıran müstevliler harbidir. Çünkü bunlar hangi dine savaş açtıklarını ve kimin hükmünü yürürlükten kaldırdıklarını bilmektedirler. Dar'ul harp fıkhına göre bu harbilerin kanı, canı, malı müslüman­lara mubahtır. Bu harbileri öldürmek caiz olduğu gibi bu harbilere destek olanları da öldürmek caizdir. Çünkü bunlarda harbi hükmündedir.

İşte dar'ul harp fıkhını kapsamına alan bu dönem bazı ülkelerde yaşanmadan veya kısmi olarak yaşanmışsa da netice almamadan geride kalmıştır. "Geride kalmıştır" diyoruz, çünkü bu dönemden günümüze gelinceye kadar birçok toplumsal değişiklik­ler meydana gelmiştir. Şeytani propagandalar vasıtasıyla batılı benimseyen ve batılı destekleyen kitleler oluşmuştur. Kendilerine verilen cahili kültür ile batılı destekleyen bu insanlar harbi değildir. Bu gibi toplumsal değişmeleri göz önünde bulundurmadan dar'ul harp fıkhını günümüze veya geleceğimize uzatmak, Kur'an'ı Kerim'le uyuşmayan bir yaklaşımdır. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de toplumsal değişiklikler dikkate alınmış ve İlahi din anlayışları tahrif edilerek, cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi mücadele ile görevlendirilen müslümanlar, cahiliye mensuplarına harp açmakla değil, onları uyarıp-korkutmak ve kurtuluşa çağırmakla görevlendirilmiştir. Bu görev yerine getirilirken muhatap alınan cahiliye mensubu, kanı, canı, malı mubah olan bir harbi olarak değil, kurtulması umud edilen bir insan olarak kabul edilmektedir.

Kur'an'ı Kerim'de dar'ul İslam ve dar'ul harp kav­ramları   geçmemekle   beraber,   değişik  peygamber kıssalarında o peygamberlere yüklenen görevler zikre­dilerek, hangi konumun fıkhı verildiği beyan edilmektedir. Bu durumu değerlendirdiğimizde, dar meselesinin üç ayrı boyuttan önem,kazandığını ve değiştiğini görmek­teyiz. Bu üç boyut;toplumun yapısı Müslümanların durumu, ve üçüncü olarak gayrimüslimlerin İslam'ı nasıl anladıkları ve bu anlayışla İslam'a nasıl yaklaştıklarıdır. Mesela  cahiliyenin  yerleşip-kökleştiği   bir toplumda yaşayan müslümana göre içinde bulunduğu ülke dar'ul cahiliyedir. Bu ülkede yaşayan müslüman, şeytani otori­teye karşı mücadele verirken; bu mücadelesini otorite­den ziyade şeytani otoriteyi destekleyen ve yaşatan hal­ka karşı yoğunlaştırır. Rabbani mesajı gücünün yettiği bir çerçevede yaygınlaştırmaya çalışır. Halktan belli bir kesim şuurlanırsa, meselesini idrak eden bu kesimin şeytani otoriteleri desteklemeyeceğini ve dolayısıyla şeytani otoritelerin yıkılacağını bilir. İşte bu toplumun içinde yaşayan müslümana göre dar'ul cahiliye olan bu ülke; bir İslam devleti kurulduğu zaman, bu devlette yaşayan ve imama biat eden müslümanlar tarafından dar'ul harp veya dar'ul sulh olarak kabul edilebilir. Çünkü İslam devleti herhangi bir ülkenin konumunu be­lirlerken, o ülkede yaşayan halkı değil, yönetimi esas alır. İslam devletinin ilişkisi ve mücadelesi halktan ziya­de yönetimledir. Bir ülkenin konumunu belirlerken, bu iki farklı durumu birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz. Bu­lundukları ülkede tevhidi bir mücadeleye girmekle yükümlü olan müslümanların, bu ülkenin konumunu kendilerine göre tespit etmeleri gerekir. Çünkü yaşa­maları gereken fıkıh, kendilerinin içinde bulundukları du­rumun fıkhıdır.

Halkında müslüman olan birçok ülkede yaşanılan konum, cahiliye konumudur. Bu ülkelerdeki şeytani ta­hakkümler gücünü ve yaşama fırsatını, cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek benimseyen halktan almaktadırlar Bulunduğumuz konumda yaşamamız gereken fıkıh dar'ul cahiliyede bulunan müslümanların yaşamakla mükellef oldukları fıkıhtır. Dar'ul harp fıkhı ile dar'ul ca­hiliye fıkhı arasındaki farklar ise, müslümanların gay­rimüslimlere karşı davranış ve yaklaşımlarında belirgin­leşmektedir. İslam'ı bilerek reddeden kafirler ile İslam'ı bilmeden reddeden cahillerin hepsi, İslam'a göre gay­rimüslimdirler. Kafirler ve cahiller gayrimüslim olma­larına rağmen, İslami ölçülere sahip olan müslüman­ların kafirlere ve cahillere karşı tavırları farklılık göstermektedir. Hakkı bilmelerine rağmen inkar eden kafirleri tekfir etmek caiz iken; cahillerin tekfir edilmeleri caiz değildir. Bu kimselerin net ve açık bir tebliğle uyarılmaları ve kurtuluşa davet edilmeleri gerekmekte­dir. Çünkü bütün peygamberler, insanları cennete da­vet etmeden cehenneme terketmemişlerdir. Cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek destekleyen insanları İlahi hükümlerle uyarmışlar, bu insanları merhamet duygu­ları ile Allah'a kulluğa ve ebedi kurtuluşa davet etmişler­dir. Rahman sıfatının ışığında yapılan bu tebliğ eylemini soğuk harp olarak değerlendirmek ve dar'ul harp çerçevesine dahil etmek ise ayrı bir yanılgıdır.

Yaşadığımız çağa yeni bir peygamber gönderme­yecek olan Rabbimiz, cahiliye mensuplarını uyarıp-korkutma görevini Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine örnek alan öncü müslümanlara yüklemektedir. Bu kutlu müs­lümanların dünyaya yansıtacakları Rabbani "mesaj ise elbetteki Kur'an'ı Kerim'dir.

Cahiliyeyi muhatap alan ve cahiliye mensuplarını Allah (cc.) ile karşı karşıya getiren Kur'an'ı Kerim ayetleri, belli meselelerden başlamakta ve kendisine özgü bir gelişim göstermektedir. Cahiliyeyi muhatap alan bu tebliğde; Allah inancı netleştirilmekte, cahiliyenin batıl görüşleri çürütülmekte, doğru ve gerçek bilgi verilmek­te, bu bilginin gerektiği tavır emredilmekte ve sonuç ola­rak akibet bildirilmektedir. Bu çizgide yapılan tebliğ ile, cahiliye mensubu hangi hükme karşı çıktığını, kime karşı savaş açtığını ve neyle tehdit edildiğini net ve açık bir şekilde bilmektedir. Nitekim İslam'a göre uyarıp-korkutmanın gerçek mahiyeti de bu şekildedir.

Dar'ul harp görüşünü bilinçsizce savunan ve Rab­bani tebliğin mahiyetini bilmeyen kimseler, bu görüşü savunduğumuz için bizleri zor olandan kolaya sığınmak­la itham edebileceklerdir. Rabbimizin emrettiği yolda zor ve kolay arasında muhayyer bırakılsaydı elbetteki ko­lay olanını seçerdik. Ancak "Net ve açık tebliğ gündeme gelmelidir" derken, bu bizim şahsi tercihimiz değil, Rab­bimizin bu konumdaki müslümanlara kesin emridir. Kaldı ki zor olan, silahın karşısına silahla çıkmak yerine, silahın karşısına Kitap ile, Hükmullah ile çıkmaktır. Sila­ha sarılarak öldürmeye ve yıkmaya teşebbüs ettikleri için değil, sadece ve sadece "Rabbimiz Allah" dedikleri için işkenceye uğratılan ve şehid edilen müslümanlar, müstekbirlerin tanınmasına, katı kalblerin yumuşama­sına ve insanların uyanmasına vesile olmuşlardır. Bu fedakar müslümanların kanları ile dirilen, şuurlanan ve belli bir seviyeye gelen müslümanlar ise, zamansız sa­vunulan dar'ul harp fıkhını, zamanı gelince yaşayabile­cek Müslümanlardır.

Halkında müslüman olan ülkelerdeki bazı müstek­birlerin küfürlerinde bilinçli olması, bu ülkedeki müslü­manların yaşamaları gereken fıkhı değiştirmez. Toplum­sal bir çalışmayla mükellef olan müslümanlar, içinde bulundukları toplumun genel yapısını göz önüne getirmekle yükümlüdürler. Toplum içersindeki istisnaların varlığı, müslümanların o topluma karşı göstermeleri gereken Rabbani tavırları değiştirmez. Çünkü toplumsal çalışmaya etki eden faktör, toplumdaki istisnai ferdler degil, o toplumun genel yapısıdır. Küfründe bilinçli olan firavunlara dahi net ve açık tebliğ gidecek ve firavun­ların bu tebliğe karşı gösterecekleri tavırla, firavunların gerçek yüzü halka yansıtılacaktır.

Ayrıca? dünya Müslümanlarının değişik konumlar­da bulunmaları, bu müslümanların vahdetini engelleme­yecektir. Bazı ülkelerde yaşayan kardeşlerimiz, elbette­ki farklı konumlarda bulunmaktadırlar. Bu kardeşlerimiz içinde bulundukları konumu dikkate alarak, tevhidi yolun o konumdaki fıkhını yaşayacaklardır. Bu olay dünya Müslümanlarının vahdetini zedeleyen bir nitelik taşı­maz. Çünkü dünya Müslümanlarının vahdeti, bulunan konumda değil, takip edilmesi gereken tevhidi çizgide sağlanacaktır. Vahdet için gerekli olan esas, dünya Müslümanlarının aynı tevhidi çizgide bulunmalarıdır. Tevhidi çizginin değişik noktalarında bulunmalarına rağmen aynı tevhidi çizgiyi takip eden dünya müslü­manları, vahdetin Rabbani iklimini teneffüs edebilecekler ve aynı yolun yolcusu olan kardeşlerine gerekliği gibi sa­hip çıkabileceklerdir.




Konu Başlığı: Ynt: Dar Mesele
Gönderen: Mehmed. üzerinde 15 Ağustos 2019, 14:03:48
Esselamu aleyküm Rabbim paylaşım için razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Dar Mesele
Gönderen: Ceren üzerinde 15 Ağustos 2019, 15:00:27
Esselamu aleyküm.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşim....