Es Selamün Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü. Hz. İbrahim günlerinin çoğunu amcası Azer’in atölyesinde geçirirdi. Bu atölyeye dağlardan kocaman kütükler getirilir, amcası, elindeki keser, testere keski gibi araçlarla kütüklere şekiller verirdi. Kimini yırtıcı kuşlar, kimini yarı hayvan yarı insan, kimini de… artık aklına ne gelirse bir şekle sokar, sonra onları müşterilere gösterir, bazısını bereket tanrısı, bazısını zafer tanrısı, bazısını ateş tanrısı… diye pazarlardı. Azer, söylediği sözler üzerinde pek düşünmez, sadece babalarından duyduklarını tekrar eder, işine, sanatına bakardı. Bu nedenle İbrahim ile pek anlaşamıyordu. Çünkü Hz. İbrahim, sorgulayan, doğruyu yanlışı bulmaya çalışan biriydi. Pek çok kez amcasına:
“Bu kütükleri yontup heykeller yapıyorsun… Sonra onları ilah diye satıyorsun. İnsanlar bu heykellerin kendilerine yarar sağlayacağını sanıyor, onların önünde tapınıyor.” diye itirazlarda bulunur ama amcası her defasında:
“-Bak İbrahim, bizim toplumumuzun adetleri böyle… Bunları biz değiştiremeyiz. İnsanlarla iyi geçinmek istiyorsan, onlar ne yapıyorsa sen de aynısını yapmalısın” diyerek öğütler verirdi. Bu öğütler Hz . İbrahim’in isyanını daha da körükler, öfkesini tanrı sanılan heykellere boşaltırdı. Amcası ona, irili ufaklı heykeller yükler ve bunları götürüp pazarda satmasını isterdi. O biraz uzaklaştığında heykellerin boyunlarına ipler geçirir, pazara kadar yerde sürükleyerek götürürdü. Kimse İbrahim’den put almazdı. Nasıl alsın ki; satarken:
“–Bu cansız putlar, çok ucuuuz… Beş para etmeeez… Hayrı da dokunmaz şerri deee...!” diye bağırır; etrafına toplanan insanlarla münakaşa ederdi.
Hz. İbrahim’in aklı tahtadan heykellerin yaratıcı olmayacağına yetiyordu… Bu ahşap maddeler ilah olamazdı. Peki ama gerçek yaratıcı kimdi? İşte bunu çözemiyordu.
Bir gün yine düşüncelere dalmıştı… Her şeyi yeni baştan düşünüyordu: Etrafındaki ağaçlara, çiçeklere, uzayıp giden vadiye, dağlara baktı. Sonra başını gökyüzüne çevirdi… Küme küme bulutları izledi. “Bütün bunların sahibi kim? Bunları kim var etti?” diye kendine sordu. Her zaman olduğu gibi sorusu cevapsız kalıyor, bir şey bulamıyordu.
Hz. İbrahim derin düşüncelerle akşamı etmiş, hava kararmaya başlamıştı. Artık gökyüzünde yıldızlar seçiliyordu. Onlar ne kadar yüksekte ve ne kadar güzel görünüyorlardı..! İbrahim’in yüreği sevgiyle doldu, hayranlıkla:
“–Herhalde yaratıcımız bunlardır” dedi. Sonra düşünmeye devam etti. Peki bunlar yaratıcı ise; gündüzleri nereye savuşup gidiyorlardı?
Hz. İbrahim, yıldızların yaratıcı olabileceği düşüncesini kafasından çabucak attı. Sonra gecenin ortasında parlayan dolunayı düşündü. “Yoksa rabbim bu mu?” diye içinden geçirdi. Bu düşüncesini de beğenmedi… Bir cevap bulamamak onu çıldırtıyordu:
“–Ey benim ve şu varlıkların yaratıcısı Rabbim…! Her kim isen, seni bulmama yardım et…!” diye bitkin bir halde yalvardı.
Gökyüzünde sabahın habercisi ince bir çizgi belirdi, çizgi sonra genişledi, genişledi. Uzaklardan horozların ötüşleri geliyordu. Havanın karanlığı laciverde, daha sonra maviye dönüştü; derken dağların tepelerinden, parıltısıyla gözleri alan pırıl pırıl bir güneş yükselmeye başladı.
“Galiba, yaratıcım bu..” dedi, İbrahim. Fakat biraz düşününce güneş de içine sinmedi:
“Bunun diğerlerinden ne farkı var? O da aynı bütünün bir parçası… Yaratıcımız daha başka biri… ama kim, kim…?”
Yüce Allah, İbrahim’in arayışını karşılıksız bırakmadı. Onun kalbine kendi bilgisini ilham etti. Doğruyu bulan İbrahim (A.S.):
“–Benim Rabbim, yeri, gökleri ve bütün varlıkları yaratan Allah’tır.” dedi. Artık kalbi huzura kavuşmuştu.
[
Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın