๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Peygamberimizin Hayatı => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 07 Ocak 2011, 15:24:37



Konu Başlığı: Münafıkların ortaya çıkışı
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Ocak 2011, 15:24:37
Münafıkların Ortaya Çıkışı
 
Peygamber Efendimiz, Medine'ye teşrif ettiklerinde, orada başlıca Müslüman Araplar, müşrik Araplar, ehli kitap olan Yahudiler ve çok az sayıda da Hıristiyan vardı.

Resûli Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslâmiyet Medine'de daha yaygın bir hâle geldi. Medineliler grup hâlinde Müslüman oldular. Bu arada Peygamber Efendimiz, Müslümanları siyasî ve idarî bir teşkilâta kavuşturdu.

İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı: Kalben inanmadıkları hâlde Müslüman gözüken bir grup münafık!

Peygamberimizin Medine'ye teşriflerinden az önce, aralarında senelerce süren dahilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine'nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah b. Übey b. Selül'ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hattâ, başına giydirecekleri hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi.44

Fakat, Abdullah b. Übey'in hükümdar olma hayâlleri, Resûli Ekrem Efendimizin Medine'ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zîra, Evs ve Hazreçlilerin hemen hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve îmanlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında toplanmışlardı.

Bu durum, reislik hayâlleri suya düşen Abdullah b. Übey b. SelüPün fazlasıyla ağrına gitti. Çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müslüman olmuş gözüktü.45

Zahiren Müslüman olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulunduğunu, bizzat kendisi de ifade etmiştir. Müreysi Gazası esnasında Muhaeir'le Ensâr'ı birbirine düşürmek için olanca gayreti sarfetmiş ve, "Bir Medine'ye dönersek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zaîf olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır." diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münafıklar hakkında Münâfıkûn Sûresi nazil olmuştu.

Sûrenin nazil olması üzerine Abdullah b. Übey'e, "Ey Ebû Hubab!..* Senin hakkında pek şiddetli âyetler nazil oldu. Resûlullah'a (s.a.v.) git de, senin için Allah'tan af dilesin!" denilince şu cevabı vermişti:

"Benim îman etmemi emrettiniz, îman ettim. Malımın zekâtını vermemi emrettiniz, verdim. Muhammed'e secde etmemden başka hiçbir şey kalmadı!"46

Abdullah b. Übey'in reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar müteessir olduğunu ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hâdise de açıkça gösterir:

Bir gün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa'd b. Ubade Hazretlerini ziyarete gidiyordu. Yolda, Abdullah b. Übey'in, evinin gölgesinde, Müslüman, müşrik Araplardan ve Yahudilerden birtakım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selâm verip yanlarına oturdu. Onlara Kur'ân'dan bir parça okudu; iyi hareketlerden dolayı Cennet'e kavuşulacağını müjdeledi, kötü hareketlerden dolayı da Cehennem'e girileceğini anlatarak korkuttu.Peygamber Efendimiz sözlerini bitirince, Abdullah b. Übey, "Ey konuşan kişi!.. Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel bir şey olmaz. Fakat, sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin, söylediklerinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!" dedi.

Peygamber Efendimiz bundan müteessir oldu. Kalkıp oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Sa'd b. Ubade Hazretlerinin evine gitti. Üzüntüsünün sebebini anlatınca, Sa'd b. Ubade Hazretleri, "Yâ Resûlallah!.. Sen İbni Übey'in kusurunu affet. Hem onu mazur gör. Sana Kur'ân'ı indiren Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın iradesi sana peygamberlik vermek suretiyle tecellî etti. Hâlbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey'in başına taç giydirmeye, hükümdarlık sarığı sarmaya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanmıştı. Yüce Allah, size ihsan buyurduğu peygamberlikle onların bu tasavvurunu gerçekleşemez hâle getirince, İbni Übey bundan son derece müteessir olmuş, o gördüğün çirkin hareketi bunun için yapmıştır.47

Münafıkların reisliğini Abdullah b. Übey b. Selül yapıyordu. Etrafında birçok avanesi vardı. Bunun yanında, akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körükörüne bunlara uyan, sıradan birçok kimse de vardı. Sayıları hakkında elbette kesin bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak Uhud Harbi sırasında Abdullah b. Übey'e uyarak ayrılanların sayısı, 300 kadardı. Yâni, bin kişilik İslâm Ordusunun üçte biri kadar... Bu, elbette küçümsenecek bir rakam değildi ve Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Resûli Ekrem Efendimiz, Bedir Harbinden muzaffer olarak Medine'ye dönünce, İslâm dini fazlasıyla kuvvet buldu. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine Medine'deki bir kısım Yahudî, "Tevrat'ta sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık, bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o galib gelir!" diyerek îman ettiler. Bazıları ise zahiren Müslüman oldu. Böylece,Yahudilerden de münafıklar türedi. Yahudî münafıklarının çoğu, Yahudî âlimlerindendi. Şeytanî bir zekâya sahiptiler. Diğerlerine nisbetle de daha dessas ve hilekâr idiler. Bunlar, İslâm'ı küçük düşürmek, Müslümanların morallerini bozmak, müşriklerin ihtida etmelerine mâni olmak için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimizi meşgul etmek, akıllarınca müşkîl duruma düşürmek, sıkıntıya sokmak maksadıyla birçok karışık ve dolaşık soru sorarlardı.48

"Bedevî" diye adlandırılan çöl Arapları arasında da münafıkların bulunduğunu Kur'ânı Kerîm'den öğreniyoruz: "Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahalisinden birtakım münafıklar vardır ki, onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır. Sen, bunları bilmezsin. Onları biz biliriz."49

Bütün bu münafıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hattâ irken ayrı olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları, "kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylemekti."50 Yâni, içten inanmadıkları hâlde, inanmış gibi görünmeleriydi. Böyle görünerek Müslümanlar arasına sokuluyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar, sûreti haktan görünerek onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece, Müslümanların birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsmak, aralarını açmak, onları birbirine düşürmek suretiyle za'fa uğratmak gayesini güdüyorlardı.

Bütün maksat ve gayeleri, Müslümanlar arasına fesad ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber Efendimizi yalan dolan ve bin bir türlü iftirayla Müslümanlar nazarında küçük düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçekleşmesi için her türlü yola başvuruyorlar, her şeyi mubah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri adilik ve sahtekârlık yoktu.

Resûli Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve takib ettiği siyaset ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir. İslâm kalesini içten sarsmak sinsî gayesine matuf faaliyetleri Peygamber Efendimize birçok defa intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhâl harekete geçip bu tür faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çekiyordu. Fakat onlar, her defasında, hiçbir zararlı faaliyette bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını söylüyorlardı. Arkasından da kelimei şehâdet getirerek mü'min ve Müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Nitekim, Abdullah b. Übey'in, "Medine'ye varırsak, en şerefli ve kuvyetli olan, en zelil ve güçsüz olanı oradan sürüp çıkaracaktır." sözünü Hz. Zeyd b. Erkam, Peygamber Efendimize nakledince, Efendimiz, İbni Übey'i huzuruna çağırmış ve, "Bana haber verilen sözleri sen mi söyledin?" diye sormuştu.

Abdullah b. Übey'in cevabı aynen şu olmuştu:

"Hayır! Sana Kitab'ı indirmiş olan Allah'a yemin ederim ki ben, o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak yalancıdır!"

Kur'ânı Kerîm, münafıkların bu tarz davranışlarına şu âyetiyle işaret eder:

"Münafıklar, sana geldikleri zaman 'şehâdet ederiz ki sen muhakkak ve mutlak Allah'ın peygamberisin.' dediler. Allah da bilir ki, sen elbette ve elbette O'nun peygamberisin. (Fakat) Allah, o münafıkların hiç şüphesiz, yalancılar olduğunu da biliyor!"51

Onlar suçlarını inkâr ederken, inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söyleyerek bu suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bildiriyordu. Buna rağmen Resûli Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, müsamaha ve af ile mukabele ediyordu.Daha önce de bahsettiğiniz gibi, Peygamber Efendimiz, Abdullah b. Übey'le birlikte oturan bir kısım kimseye Kur'ânı Kerîm'den bir parça okuyup onlara nasihat edince, Abdullah b. Übey buna dayanamamış ve, "Sen bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme!" demişti.

Peygamber Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine gittiği Sa'd b. Ubade Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa'd da "Yâ Resûlallah, sen onun kusurunu affet." deyince, Peygamber Efendimiz de affetmişti.52

Münafıklar zümresinin belli başlı vasıflarından biri de, Müslümanlara rastgeldikleri zaman riyakârlık ederek ve yaltaklanarak, "îman ettik." demeleri, şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman ise, "Emin olun ki biz sizinle beraberiz. Biz ancak (onlarla) alay edicileriz." demeleriydi.53 Yaptıkları bu iki yüzlülük ve ahlâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi.

Bu vasıflarını apaçık gösteren bir misâli, bizzat reisleri olan Abdullah b. Übey göstermiştir. Bir gün avanesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashabı Kiram'dan birkaç kişinin karşıdan gelmekte olduğunu görünce İbni Übey, "Bakınız, ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım." der. Yaklaştıkları zaman da, Hz. Ebû Bekir'in elini tutar, "Merhaba Benî Tamim Efendisi!.. Resûlullah'ın mağarada arkadaşı olan, nefs ve malını Resûlullah uğrunda seve seve sarfetmiş bulunan sıddık!" der. Sonra Hz. Ömer'in elini tutar, "Merhaba Benî Adiyy Efendisi!.. Dininde kuvvetli, nefs ve malını Resûlullah uğrunda esirgememiş bulunan Hz. Faruk!" der.

Hz. Ali bu riyakârlığa dayanamayıp, "Abdullah! Allah'tan kork, münafıklık etme! Çünkü, münafıklar Allah'ın en şerir mahlûklarıdır." diye konuşur.

Bunun üzerine İbni Übey, "Ey Ebû'lHasan!.. Benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Vallahi, bizim îmanımız sizin îmanınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir." deyip ayrılır.

Sonra Abdullah b. Übey arkadaşlarına dönerek, "Gördünüz mü nasıl yaptım? İşte, siz de bunları görünce benim gibi yapınız!" der.54

Bir rivayete göre, Bakara Sûresinin 14. âyeti, bu hâdise üzerine nazil olmuştur.55

Münafıklar, Müslümanların ibâdetlerine ve dinî hayatlarına âit bütün hususlara zahiren iştirak ederlerdi; fakat, el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Dikkati çeken bir husustur ki, bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göstermemeye gayret ederler ve zahirde Müslüman göründüklerinden İslâm cemaatinden tard olunamazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dahilî düşmanlara karşı İslâm'ın tesanüt ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü, dahilî düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zîra, içteki düşman, kuvveti dağıtır, cesareti azaltır; hâriçteki düşman ise, aksine tesanüt ve salâbeti artırır. Bu sebeple Kur'ânı Azîmüşşan, münafıklar üzerinde çokça durmuştur. Mü'min ve Müslümanların onlara karşı dâima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına gelmemeleri hususunda birçok îkaz yapılmıştır.

Cenâbı Hakk'ın bildirmesiyle, Resûli Ekrem Efendimiz onları tanıyor ve bazı sahabîlere de bildiriyordu. Fakat umuma açıklanamıyordu. Kabahatlerini de açıktan açığa yüzlerine vurmuyordu.

İslâm'ın ve Müslümanların menfaatine bu daha uygundu. Ayrıca Peygamberimizin bu tarz davranmasında göz önünde bulundurduğu mühim bir husus daha vardı. O da, onların işledikleri kötülüklerden, fesad ve nifak hareketlerinden tedricen vazgeçmeleri ihtimali idi. Çünkü, bâzan kötülük açığa vurulmazsa, zamanla ortadan kalkması ihtimali vardır; fakat, teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder, fenalığı daha fazla yapmasına sebep olur.56

Bütün bu sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur'ân'ın bu hususta ortaya koyduğu, münafıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi muamelede bulunup, İslâm cemaati hâricinde tutmamasında şu hususları da göz önünde bulundurmuş olduğu söylenebilir:

İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında büyüyecek olan evlâdlarmdan ciddî mü'minlerin yetişmesine imkân bırakmak.

Onları, kalben inanmadıkları İlâhî hükümleri zahiren yaşamak suretiyle duydukları manevî sıkıntıyla baş başa bırakmak ve bundan pişman olup hâlis mü'minlerin safına geçmelerini temin edebilmek."

Münafıklar, Peygamber Efendimizin yüce şahsîyetini mü'min ve Müslümanlar nazarında küçük düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta birçok hâdise cereyan etmiştir.

Mirba b. Kayziyy'in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir.

Resûli Ekrem Efendimiz, Uhud'a ordusuyla giderken bu azılı münafık onu bostanından geçirmek istememiş ve, "Yâ Muhammedi Şayet sen bir peygambersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl olmaz." demiş, sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilâve etmişti: "Vallahi, bu toprağın başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana atardım!"

Azılı münâfıkın bu küstahça hareketine sabredemeyen birkaç Müslüman, onu öldürmek istedilerse de, Peygamber Efendimiz, "Bırakınız onu! O, bir kördür. Kalbi kör, kalb gözü kördür."

Peygamber Efendimizin bu müdahalesinden önce, bu azılı münafık, Said b. Zeyd'den de bir darbe yer.

Münafıkların bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misâl de, Tebük Harbi esnasında cereyan eder.

Bir konaklama ânında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunamaz. Münafıklar derhâl harekete geçerek, "Eğer Muhammed gerçekten bir peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi!" derler.

Bu sözlerini duyan Efendimiz, "Evet... Vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi, devenin nerede olduğunu bana gösterdi. Deve filânca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir. Gidip arayın." buyurur.

Resûli Kibriya Efendimizin dediği vadide ve tarif ettiği şekilde deve bulunur.58

Peygamberimiz zamanındaki münafıklar zümresinin göze çarpan belli başlı muzır bir faaliyetleri, en kritik anlarda Müslümanları terk etmeleridir. Böylece onları sayıca zaîf ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfî yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apaçık bir örneği, Uhud Harbi esnasında İslâm Ordusunu terk etmeleridir. Baş münafık Abdullah b. Übey'in reisliğinde İslâm Ordusunu terk eden bu münafıklar, 300 kadar idiler. Yâni, İslâm Ordusunun üçte biri. Münafıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı Müslümanların sayılarını azalttıkları gibi, mücâhidlerin moralleri üzerinde de tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe karşı bir gevşeme hasıl olmuştu; hattâ, geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi. Ancak, Resûli Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenâbı Hakk'ın da inayetinin eseri olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi.59

Aynı şekilde, Hendek Harbinin en kritik ânında bu münafıklar, "Bize izin ver, evlerimize gidelim; çünkü, evlerimiz müdafaasızdır." diyerek Peygamberimize müracaat etmişlerdi.

O sırada Sa'd b. Muaz Hazretleri, Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek, "Yâ Resûlallah!.. Bunlara izin verme! Vallahi, biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak, onlar hep böyle yaparlar." diye konuşmuştu.

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, münafıklar en kritik anlarda Resûlullah'ı ve Müslümanları bir nevi zor durumda bırakmak için İslâm Ordusunu terk etme yoluna gitmişlerdir.

Tebük Seferinde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaat, "Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın!" diye konuşarak Müslümanların morallerini bozmaya çalıştıkları gibi, Peygamber Efendimize de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi. Kur'ânı Kerîm, onların bu durumlarından şöyle bahseder:

"Tebük Savaşına iştirak etmeyip geri kalan münafıklar, Resülullah'a muhalefet ederek oturup kalmalarıyla sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücadele etmeyi çirkin gördüler ve, 'Bu sıcakta harbe çıkmayın.' dediler. De ki: 'Cehennem'in ateşi daha sıcaktır. Fakat gidecekleri yeri bilseler!' Artık, kazandıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar!"60

Yine aynı seferde Abdullah b. Übey, münafıklar ve Yahudî müttefikleriyle birlikte İslâm Ordusuna katılıp Seniyyetû'lVeda Tepesine kadar gelip orada karargâh kurduğu hâlde, sonradan İslâm Ordusuyla gitmekten vazgeçti ve beraberindekilerle Medine'ye döndü. Kendisine tâbi olan münafıklar ve Yahudî müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş gibi, mücâhidlerin de cihad aşkını aklınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu:

"Muhammed güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Benî Asfarlarla [Bizanslılarla] savaşacak! Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor! Vallahi, onun ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim sanki!.."

Bütün bu yıkıcı, Müslümanları birbirine düşürücü, onların arasına fesad tohumu atıcı, Müslümanları ve Resûli Ekrem'i küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir muamele, bir siyaset takib etmiştir. Çoğu zaman Abdullah b. Übey'i toplantılara çağırmış ve onunla istişare etmiştir.

Onlara karşı muamelesi hemen hemen her zaman af ve müsamaha çerçevesinde olmuştur. Ancak bu af ve müsamahalı davranışına rağmen, ihtiyatı da hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Onlara hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını dâima kontrol ve teftiş etme cihetine gitmiştir.

Benî Müstalık Gazasında, reisleri Abdullah b. Übey, Resûlullah ve Müslümanları kastederek hakaretvârî konuşunca, bu duruma dayanamayan Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah!.. Müsaade buyur da İbni Übey'in boynunu vurayım!" dediği zaman, Resûlullah'ın cevabı şu olmuştu:

"Hayır!.. Olmaz yâ Ömer!.. İşin iç yüzünü bilmeyen halk, 'Muhammed, ashabını öldürüyor!' diye konuşmaya başladıkları zaman hâl nice olur?"

Bir başka rivayette ise, Resûlullah'ın şu cevabı verdiği kaydedilir:

"Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat, çok geçmeden de Yesrip (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!"

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz, küçümsenmeyecek bir sayıda olan münafıkların Müslümanlar arasında dahilî bir çarpışmaya meydan verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. Bunun için de, yaptıklarına sabır ve tahammül gösteriyordu.

Yine, Benî Müstalık Seferi esnasında İbni Übey'in oğlu samimî Müslüman Hz. Abdullah, Resûlullah'ın huzuruna gelip, "Yâ Resûlallah!.. Babamı öldüreceğini haber aldım! Eğer bu işi gerçekten yapacaksan, bırak, onu ben öldüreyim!" diye teklifte bulunduğu zaman da Efendimizin cevabı şu olmuştu:

"Hayır... Ona karşı yumuşak davranırız. Aramızda olduğu müddetçe de ona iyi arkadaşlık ederiz."

Gerçekten de, Resûli Ekrem Efendimiz, ölümüne kadar bu adama son derece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hattâ, ölümü ânında bile, ona iyilik etmekten geri durmamış, gömleğini kefen olarak sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım sahabînin itirazlarına rağmen cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. Ve, Resûli Kibriya Efendimiz, hem Abdullah b. Übey'e, hem de şâir münafıklara karşı takib ettiği bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber Efendimizin İbni Übey'in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münafık, hulûsı kalble gerçek Müslümanlar safına geçmiştir.

Peygamber Efendimiz, münafıklar zümresini cemiyet içinde serbest bırakmakla beraber, her zaman psikolojik bir baskı altında tutmayı da asla ihmâl etmemiştir. Teşebbüs etmek istedikleri komplolar vahiyle bildirilince, yapmak istediklerini hemen kendilerine haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında tutulduğu korkusunu veriyordu.

Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice konuştuklarını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp, "Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz, şunları söylediniz. Kalkın, Allah'tan af dileyin. Ben de sizin için af diliyorum." demişti.

Bu sebeple onlar, hilelerini Cenâbı Hakk, Sevgili Resulüne bildirecek diye her zaman korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürültüyü bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşıyorlardı. Kur'ânı Kerîm, onların bu durumlarını da bize haber verir:

"Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıplan hoşuna gider ve söz söylerse, dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar, duvara dayanmış idraksiz odun kütükleri gibidirler. Her gürültüyü (korkularından) kendi aleyhlerinde sanırlar."61

Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerine mâni olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân vermek gayesine matuftu.

Mescidi Dırar'ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir. Onlar, bu mescidi aslında içinde ibâdet etmek için değil, İslâm cemaatinin aleyhinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı plânların serbestçe kurulması için inşa etmişlerdi. Resûli Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için, derhâl yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti.

Hülâsa olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münafıklar zümresine karşı takib ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu tarz davranışı sayesinde, onların İslâm cemaatinden koparak müşriklerin safına iltihaklarına mâni oldu. Müslümanların birliğini korudu. Onların da teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.


44 Müslim, Sahih, c. 5. s. 182183.

45 ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 540.Hubab, Abdullah b. Übey'in samimî Müslüman olan oğlunun ismi idi. Peygamber Efendimiz, "Sen Abdullah'sın; Hubab, Şeytan ismidir." diyerek, onun ismini "Abdullah" diye değiştirmişti.

46Taberî, Tefsir, c. 28, s. 116.

47 Müslim, Sahih, c. 5. s. 183; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, c. 5. s. 203.

48 ibni Hişam, Sîre, c. 3, s. 174175; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 174; Müslim,Sahih, c. 8, s. 128129; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, c. 4, s. 239240.

49Tevbe, 101. 5

50 Âli imrân, 167; Bakara, 89.

51 Münâfikûn, 1.

52 Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, c. 5. s. 203.

53 Bakara, 14.

54 M. Hamdi Yazır, Tefsir, c. 1, s. 237-238.

55 M. Hamdi Yazır, A.g.e., c. 1, s. 238.

56 Bediüzzaman Said Nursî, Işaratû'l-I'caz, s. 35.

57 M. Hamdi Yazır, Tefsir, c. 1, s. 241.

58 Ibn-i Abdi'l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 289.

59 Taberî, Tefsir, c. 4. s. 73.

60 Tevbe, 81-82.

61 Münâfikûn, 4.