๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Ömer Nasuhi Bilmen => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 03 Kasım 2009, 15:53:48



Konu Başlığı: Yunus Suresi
Gönderen: Ekvan üzerinde 03 Kasım 2009, 15:53:48
10-YUNUS SURESİ

 

 

Bu sûre'î celîle, Kur'an'ı Kerimin onuncu süresidir, sahih görülen kavle göre bütün âyetleri Mekke'i Mükerreme'de nazil olmuştur. (109) âyeti celîleden meydana gelmektedir. Bir rivayete göre de (40 41) âyeti kerimesi ve diğer bir rivayete göre de 94, 95 ve 96)'ıncı âyetleri Medine'i Münevvere'de inmiştir.

Bu mübarek süre de, birçok mühim meseleleri aydınlatmaktadır. Hz. Nuh'a, Hz. Musa'ya dâir de bilgi vermektedir. Fakat bu süre'i celîlenin birçok âyetleri Allah'ın "ahmetinin azabından daha fazla tecelli ettiğini bildirmektedir. Hz. Yûnus aleyhisselâm'ın kavmi hakkında da bu ilâhî rahmetin tecelli etmiş olduğunu bu süre'i celîlede zikredildiğinden bu münasebetle buna "Yûnus Süresi" adı verilmiştir. Nitekim Uz. Yünü s'a dair ileride verilecek bilgiler, bu hususu aydınlatacaktır.

 

 

 

 

1. Elif, Lâm, Ra. İşte onlar, hikmetli olan kitabın ayetleridir.

1.     Bu mübarek âyetler, ilâhî âyetlerin yüceliğini bildirmektedir. İnsanları müjdelemek ve Allah'ın azabından korkutmak için Yüce bir Peygamberin ilâhî vahye m az har olmasının şaşılacak bir şey olmadığını ihtar ve kâfirlerin bâtıl iddialarını gözler önüne sermektedir. Şöyle ki: (Elif, lâm, ra) Müteşabihatdan olan bir mübarek kelimedir. Bunun mânâsını Allah'ın ilmine havale ederiz. Buna dâir "Bakara süresr'inde bilgi verilmiştir. Maamafih Ibni Abbas Hazretlerinden rivayet edildiğine göre bunun mânâsı: "Ben Allah Teâlâ'yım, görürüm" demektir. Veya "Rab olan benim, benden başka Rab yoktur" meâlindedir. (İşte onlar) Bu süredeki veya bundan evvelki sürelerdeki muazzam âyetler (hikmetli olan kitabın ayetleridir.) Yani: Onlar, bütün hikmet dolu Kur'an'ın ayetleridir. Veya onlar dinî meselelere, Hz. Peygamber'in risaletindeki doğruluğuna hükmeden ve manevî yönden hikmetli olan ilâhî kitabın ayetleridir. Veya onlar, nice hikmetleri, hakikatları içeren lâvh-ı mahfuzda sabit olan ayetleridir. Artık bu mübarek kutsî, âyetleri kim inkâr edebilir?.

 

 

 

 

2.  İnsanları uyar ve imân edenleri müjdele ki, şüphesiz onlar için rabbleri katında yüksek bir doğruluk makamı vardır, diye onlardan bir erkeğe vahyetmiş olmamız insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, kâfirler, bu şüphe yok ki bir apaçık sihirbazdır, dediler.

2.  Vaktiyle Mekke ahalisi. Peygamber Efendimizin Peygamberliğini inkâr etmişler, Cenâb-ı Hak, başka birisini bulamadı mı ki. Ebü Tâlib'in yetimini insanlara Peygamber gönderdi, diye cahilce lâkırdılarda bulunmuşlardı. İşte onları red için buyruluyor ki: (İnsanları uyar) Onlara dünyevî ve uhrevî felâketleri bildirerek kendilerini uyanmaya davet et (ve imân edenleri) de maddî ve manevî nice mükâfatlara kavuşacaklarını kendilerine bilirerek (müjdele ki: Şüphesiz onlar için) o imân sahiplerine mahsus (rableri katında) âhiret âleminde, Cenâb-ı Hak'kın manevî katında (bir kademe sıdk vardır.) yani: Onlar için güzel amellerinden dolayı bir hayırlı son vardır veya yok olmayacak bir yüce makam vardır veyahut onların haklarında Rasülullah'ın şefaat edeceği bildirilmiştir (diye onlardan) o Mekke ehlinden (bir erkeğe) onların seçkin bir grubundan olan Kureyş kabilesine mensup Hz. Muhammed'e (vahyetmiş olmamız) onu Peygamberlik şerefine kavuşturmamız (insanlar için şaşılacak birşey mi oldu ki) o hayrete düşen kâfirler, o mübarek Peygamberin risaletini uzak görerek inkâra cür'et ettiler. O (kâfirler) Hz. Muhammed Aleyhisselâm hakkında (bu) Peygamberlik iddiasında bulunan (apaçık bir sihirbazdır dediler!.) onun gösterdiği mucizeleri, Kur'an âyetlerini birer sihir sandılar, onda tecelli eden mükemmellikler! görmekten mahrum kaldılar. Halbuki: Kur'an'ı Kerim'in bir sihir eseri değil, bir mucize kitap olduğu parlayıp durmaktadır. O sihir değil, ilâhî bir vahyin neticesidir. Onun bütün beyanları, hikmete, fazîlete, insanlık âdabına, sosyal ve siyasî hükümlere ve diğer hususlara aittir. Artık ona nasıl bir sihir denilebilir?. Onu tebliğ etmekle emrolunan zâta da nasıl sihirbaz vasfı verilebilir?

 

 

 

 

3.     Muhakkak ki. Rabbiniz o Allah Teâlâ'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istiva buyurdu. Her işi idare ediyor. Hiçbir şefaat edici yoktur. ancak onun izninden sonra. İşte sizin Rabbiniz Odur. Artık ona ibâdet ediniz, siz hiç. düşünmez misiniz?.

3.   Bu mübarek âyetler. Kâinatın Yaratıcısının varlık alanına getirdiği eşsiz yaratılıştaki eserlerini insanlığın dikkatlerine sunuyor, bütün mahlûkatı hakkında yalnız onun emir ve takdirinin cereyan etmekte olduğunu bildiriyor, ve ebediyet âleminde mü'minlerin mükâfata kavuracaklarını kâfirlerin de elem verici azaplara uğrayacaklarını haber veriyor. Allah'ın kudretiyle ne hârikaların meydana geleceğine işaret ederek ilâhî vahiyden dolayı hayrete düşmeye mahal bulunmadığını jöylece gösteriyor: (Muhakkak ki. Rabbiniz) Sizi yaratan, yaşatan, terbiye eden (o Allah Teâlâ'dır ki,) Yüce kudretiyle (gökleri ve yeri altı günde yarattı) yani: Dünya günlerinin altısına eşit bir zaman içinde meydana getirdi. Aslında Cenâb-ı Hak, dileseydi bunları bir anda da yaratabilirdi. Fakat bir takım hikmetlerden dolayı ve kısacası halka sağlam yapmayı ve yavaş davranmayı öğretmek için böyle altı günlük bir müddet içinde yaratmıştır ki, bunların herbiri o Yüce Yaratıcının varlığına, kudret ve yüceliğine birer delil makamında bulunmaktadır. (Sonra arş üzerine istiva buyurdu) Bütün bunların üstünde irâdesi ve kudreti hüküm sürüp durdu. O Hikmet Sahibi Yaratıcı (her işi) her dilediği şeyi (idare ediyor) bunların hakkında hikmetinin gereğine göre kudreti ve irâdesi hükümran oluyor. Göklerin ve yerin durumunu düzenliyor, bunlardan dilediğini meydana getiriyor, dilediğini de mahvediyor. Bütün kâinatın işlerinin idaresi o Yüce yaratıcıya ait bulunuyor, (hiçbir şefaat edici yoktur) Hiçbir kimse, başkası hakkında şefaate, onu kurtarmaya bizzat selâhiyetli değildir, (ancak onun) O Kâinatın Yaratıcısının (izninden) müsaadesinden (sonra) şefaat edebilir. Çünki bütün mahlûkat üzerinde müstakil olarak hâkimiyet, o Kâinatın Yaratıcısına aittir. Onun müsaadesi olmadıkça hiçbir kimse bir şeye kaadir ve selâhiyetli olamaz. Artık bir takım müşriklerin, putlarından şefaat urumaları nasıl doğru olabilir?. Bu âyeti celîle, o müşriklere karşı bir reddiye mahiyetindedir. Ancak Cenâb-ı Hak'kın salih kulları, Hak Teâlâ'nın müsaadesi şartiyle bazı günahkârlar hakkında şefaatte bulunabileceklerdir. Bu âyeti kerîme, buna da işaret buyurmaktadır. Çünki böyle bir şefaatin Allah'ın izni ile mümkün olacağını göstermektedir. (İşte sizin Rabbiniz o'dur) O ilahlık ve rablık sıfatiyle vasıflanmış, bütün Kâinatın Yaratıcısı bulunan o Yüce Mabuddur, (artık) Ey insanlar!. Hepiniz (ona) o Yüce yaratıcıya (ibâdet ediniz) onu birleyin ve teşbih edin, ona hiçbir kimseyi ortak koşmayın. (Siz hiç düşünmez misiniz?.) Ey gafil insanlar!. Gözlerinizin önündeki bu kadar yaratılış eserleri, Cenâb-ı Hak'kın varlığına, birliğine, kudret ve yüceliğine işaret edip dururken siz bu hususta hiç tefekküre dalmaz mısınız? Ondan başka Rablığa, mâbudluğa lâyık bir kimsenin bulunamayacağını anlayamaz mısınız ki, öyle bir takım putlara, insanlara tapınıp durmayasınız?. O Kerem Sahibi Yaratıcının Peygamberlerini, kitaplarını, ilâhî vahyini inkâra cür'et gösterip tasdik edesiniz.

§ Bu âyeti celîledeki istivadan maksat, lügat anlamı itibariyle olan bir istiva, bir istikrar yani, birşey üzerinde yerleşmek, bir seviyede bulunmak demek değildir. Çünki Cenâb-ı Hak böyle bir istivadan uzaktır. Bütün mevcudat daha yaratılmamış iken O Yüce Yaratıcı yine var idi. Onun mekâna ihtiyaçtan uzak olduğu binlerce delil ile sabittir. O halde bu istivadan maksat, Hak Teâlâ'nın bütün kâinata sahip, onların üstünde hükmedici olması ve hepsi hakkında ilâhî kudretinin cereyan etmesi demektir.

§ Arş: Lügatte, çardak, kubbe, taht gibi mânâları ifade eder. Şeriat dininde Arş: Göklerin üstündeki bir yüce âlemden ibarettir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyeti kerimedeki arştan maksat, bütün göklerin üstünde bulunan büyük ve yüce bir âlemden ibarettir. Cenâb-ı Hak'kın arş üzerine istivasından, maksat ise, böyle muazzam bir âlem üzerinde de ilâhî hükmün cereyan ettiğini beyandan, ilâhî hakimiyetin yüceliğini tasvirden ibarettir. Artık bunun aşağısındaki âlemlerde de o ilâhî hükmün geçerli olacağı pek edebî bir şekilde anlatılmış bulunmaktadır. Veyahut bu arştan maksat, mutlaka ilâhî mülktür ki, bütün bu kâinat, Cenâb-ı Hak'kın kudret ve hâkimiyeti altında bulunduğu için bunların üzerine istivadan maksat, bütün bunların üzerinde ilâhî hakimiyetin cereyan ettiğini beyandan ibarettir. Yoksa Allah T e âlâ Hazretleri ezelî ve ebedî olduğundan sonradan olan herhangi bir makam üzerinde bulunmak ihtiyacından uzaktır. Buna inancımız tamdır.

 

 

 

 

4.    Dönüşünüz cümleten O'nadır. Bu, Allah Teâlâ'nın kesin olan vadidir. Şüphe yok ki, o mahlûkatı önce meydana getirir, sonra da geriye çevirir ki, imân etmiş ve Salih amellerde vardır.

bulunmuş olanları adaletle mükâfata kavuştursun. Kâfir olanlar için de küfretmekle oldukları şeyler sebebiyle kızgın sudan bir içki ve pek acıklı bir azap

4.     Ey insanlar!. Bir kere düşününüz; şüphe yok ki: (Dönüşünüz cümleten o'nadır) Hepiniz öleceksiniz, hepiniz mahşere sevkedileceksiniz, Cenâb-ı Hak'kın muhakemesine tâbi olacaksınızdır. (Bu) O Yüce Mâbud böyle dönüşünüz (Allah Teâlâ'nın kesin olan vâdîdir) bu bir hakikattir, bunda bir yalan düşünülmüş değildir, (şüphe yokki, o) Yüce Yaratıcı (halkı önce meydana getirir) hayata kavuşturur (sonra da geri çevirir) öldürür, tekrar hayata erdirir (ki) dünyada iken Allah'a (imân etmiş ve salih amellerde bulunmuş olanları) bu dindarca hareketlerinden dolayı (adaletle) onları lâik oldukları sevaplarından birşey noksan etmeksizin (mükâfata nail buyursun) kendilerini ebedî selâmete, saadete erdirsin (kâfir olanlar için de) dünyada iken Yüce Yaratıcıyı birlemek ve tasdik etmekten mahrum olarak (küfretmekte oldukları şeyler sebebiyle) âhirette (kızgın sudan) son derece hararetli, yakıcı (bir içki ve pek acıklı) fevkalâde tesirli (bir azap vardır) onlar herhalde bu azaba uğrayıp duracaklardır. Artık inkarcılar, o ilâhî vahyi garip bulup tasdik etmeyenler, bu pek korkunç akıbetlerini düşünmeli değil midirler?.

 

 

 

 

5.   O, o -Yüce Yaratıcı- dir ki: Güneş'i bir ışık, Ay'ı da bir nur kıldı. Ve ona menziller tâyin etti ki, senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. Allah T e âlâ bunları ancak hak ile yarattı. Bilen bir kavim için âyetleri ayrıntılı olarak beyan buyuruyor.

5. Bu mübarek âyetler de âlemin yaratıcısının kudret ve azametine pek parlak bir surette işaret eden bir kısım eserlerine dikkatleri çekmektedir. Kâinatın Yaratıcısının yaratmış olduğu bu eşsiz eserlerdeki hikmet ve menfaata işaret ederek insanlığı şöylece uyanmaya davet buyurmaktadır. Ey insanlar!, (o) ezelî ve kerem sahibi mabudunuz (o) Yüce Yaratıcı (dır ki) hergün ufukları aydınlatan (Güneşi bir ışık) bizzat parlak bir mahiyette yarattı. (Ay'ı da bir nur) güneşin ışığıyla yüzü nurlar içinde kalan bir parlak küre (kıldı) onunla geceleri aydınlattı. (Ve ona) O ay'a veya güneş ile aydan herbirine (menziller tâyin etti) heyet ilminde beyan olunduğu üzere güneşin çeşitli doğuş yerleri vardır. Vakit vakit doğarak yerküresinin muhtelif kısımlarını ışıklar içinde bırakır. Bir muhitte batarak diğer bir muhitte doğmaya başlar, böylece geceleri ve gündüzleri meydana getirir. Güneşin hareketiyle dört mevsim de meydana gelir.

Ayın da gökte çeşitli menziller! konak yerleri vardır. Çeşitli yerlerden doğmaya başlar. Güneşle karşı karşı geldiği oranda ışık peyda eder. Yeryüzünde olanlara çeşitli şekilde yüzünü gösterir, kâh hoş bir hilâl şeklini alır, kâh tamamen yüzü ışıklar içinde kalır. Bu sayede insanlar ayların, haftaların, günlerin vakitlerini, müddetlerini bilerek muamelelerini, hareketlerini tâyin ve tanzime muvaffak olurlar. Ayın görünen tarafı dâima muhtelif vaziyetlerde bulunduğundan bununla muhtelif vakitleri tâyin etmek şehir halkı için de, çöl halkı için de kolay bulunmaktadır. Ayın görünen kısmındaki değişiklik, vakitlerin miktarını bilmek için sonuç çıkarma vasıtasıdır. Bunun       içindir ki, İslâm dininde ay yılı kabul edilmiştir. Omç gibi ibadetlerde, bayram gibi dinî günlerde hilalin görülmesine itibar edilir. Senelerin müddeti de şer'an

oniki      kamerî aydan ibarettir. Niteldm bir âyeti kerime de ayların sayısı on ikidir... (Tevbe, 9/36) buyurulmuştur.

Kısacası: Cenâb-ı Hak güneş için ve özellikle ay için öyle çeşitli menziller, yaratmıştır, (ki senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz) Evet... İnsanlar bu sayede ayların, günlerin vakitlerini, müddetlerini bilerek muamelelerini, hareketlerini tâyin ve tanzime muvaffak olurlar. (Allah Teâlâ bunları) Bu bildirilen gök cisimlerin! vesaireyi (hak ile yarattı) bunları boş yere yaratmadı, belki kullarının faideleri için yarattı. Kendi kudret ve azametini, birliğinin delillerini göstermek için meydana getirdi. İşte Cenâb-ı Hak (bilen bir kavim için) hak ve hakikati düşünen, bu yaratılış alemindeki hikmet ve faydayı düşünebilen, zekâsını ilm ve irfan nurlariyle aydınlatmak isteyen bir insanlık cemiyetinin istifadesi için (âyetlerini) birliğine, azamet ve yüceliğine, şahitlik eden açık delilleri, bu kâinattaki güzel eserleri (ayrıntılı olarak) açık, tafsilatlı, birbirini müteakip bir surette (beyan buyuruyor) artık insanların vazifesi de bu kutsî âyetleri, bu harikulade eserleri nazarı İtibara alarak inançlarını amellerini güzelce tanzime çalışmaktan ibarettir.

 

 

 

6. Şüphe yok ki, gece ile gündüzün birbirini takib etmesinde ve Allah Teâlâ'nın göklerde ve yerlerde yaratmış olduğu şeylerde sakınan bir kavim için elbette âyetler vardır.

6.     (Şüphe yok ki gece ile gündüzün) ihtilâfında (birbirine takib etmesinde) gündüzlerin ve gecelerin devam etmeyip dâima değişip durmasında; müddetlerin azalıp çoğalmasında (ve Allah Teâlâ'nın göklerde ve yerde yaratmış olduğu şeylerde) kısacası gök kubbesini süsleyen binlerce ışıklı, aydınlık yüce cisimlerin varlığında, yeryüzündeki çeşitli denizlerin, ırmakların, dağların, sahraların, madenlerin, bitkilerin, ağaçların, hayvanların varlıklarında (sakınanlar) Allah Teâlâ'dan korkan, kulluk vazifesini yerine getirmeye çalışan (bir kavim için elbette âyetler) Allah'ın kudretine işaretler, şahitlikler (vardır) takva sahibi, hakikaten aydın olan zatlar elbette bunları görür, bunlardan yararlanırlar. Kalplerinde irfan nuru daha fazla parlamaya başlar durur.

 

 

 

 

7.     O kimseler ki, bize kavuşacaklarını ümit etmezler ve dünya hayatına razı olmuşlar ve onunla mutmain olmuşlardır ve o kimseler ki onlar bizim âyetlerimizden gafillerdir.

7.       Bu mübarek âyetler, âhireti inkâr edip dünya hayatına tutkun olan dinsizlerin nasıl felâketlere uğrayacaklarını bildirmektedir, İmân ve salih amel sahiplerinin de nasıl bir saadete ereceklerini, nasıl yüce bir teşbih ve tehlil ile kulluk lisanlarını süsleyeceklerini şöylece beyân buyurmaktadır: (O kimseler ki, bize kavuşacaklarını ümid etmezler) Ahiret âlemine sevkedilerek hesaba muhakemeye tâbi olacaklarına inanmazlar veyahut ilâhî azabı düşünerek ondan korkmazlar (ve dünya hayatına razı olmuşlar) bu hayatın yok olmayacağına kanaat getirmiş gibi ona sarılmış durmuşlar, ebedî hayatı düşünmez bir hâle gelmişlerdir (ve onunla) dünya hayatı ile (mutmain bulunmuşlardır) bütün arzularına kavuşmuşlar gibi bir emniyet içinde gaflete dalmış durmuşlardır, (ve o kimseler ki, onlar bizim âyeücrimîzden gafillerdir) Cenâb-ı Hak'kın birliğine, mabutluğuna, insanlığın O Yüce Yaratıcıya ibâdet ve itaatle mükellef olduğuna, dünya hayatının çabucak yok olup başka âlemlerin varlığına vesâireye ait olan ayrıntılı ilâhî âyetlerden, ihtarlardan gaflete dalmış, onları asla düşünmemişlerdir.

 

 

 

 

8.  İşte onların varacakları yer, kendi kazanmış oldukları şey sebebiyle ateştir.

8.   (İşte onların) O yukarıda dört türlü vasıfları bildirilen günahkâr, inkarcı, gafil kimselerin yarın âhirette (varacakları yer) onların bir daha ayrılamayacakları yurtları, karargâhları (kendi kazanmış oldukları şey) şirk ve isyanları (sebebiyle ateştir) cehennem azabıdır. Artık dünyada iken ne kadar yanlış bir kanaatde bulunmuş olduklarını o zaman anlayacaklardır. Ne yazık ki artık yapacakları pişmanlık, kendilerine asla fâide vermeyecektir.

 

 

 

 

9.       O kimseler ki, imân ettiler ve salih amellerde bulundular, muhakkak ki, onları imân etmiş olmaları sebebiyle Rableri hidayete erdirir, nimet dolu cennetlerde altlarından ırmaklar akar.

9.    Fakat (O kimseler ki) o düşünen: Aydın zatlar ki, daha dünyada iken (imân ettiler) Allah Teâlâ'nın varlığını, birliğini, kudret ve azametini bilip tasdik eylediler. onun dinine kavuşup gafletten kaçındılar (ve s alili amellerde bulundular) üzerlerine düşen namaz gibi oruç gibi kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalıştılar, dünya varlığına kalplerini bağlayarak ebediyet âlemini hiç hatırlamayan dinsizler gibi bir bâtıl kanaatde bulunmaktan sakındılar. (Muhakkak ki, onları) da öyle doğru, Allah'ın rızasına uygun bir şekilde (imân etmiş olmaları sebebiyle Rableri hidayete erdirir) onları selâmet ve saadete kavuşturur, nice ebedî nimetlere kavuşturur. Özellikle (naim cennetlerinde) birer nimet, selâmet, hoş dirlik mahallerinde, gayet güzel bahçelerde, bostanlarda tahdlar üzerinde otururlar, önlerinden, alt taraflarından nehirlerin güzel güzel akıp gitmekte olduklarını görürler. Evet... Onların böyle (altlarından ırmaklar akar) gider, onlar da bu ırmakların öyle pek hoş, zevk veren akışlarını seyrederek bir büyük manevî şevk ve zevk ile Cenâb-ı Hak'ka hamd ve şükr eder dururlar.

 

 

 

 

10. Orada duaları: Sübhanekâllahümme = Ya ilâhî!. Seni teşbih ve tenzih ederiz'dir. Orada sağlık temennileri de: "selâm = selâmette olunuz" dur. Dualarının sonu da: Elhamdülillah! Rabbilâlemîn = Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ'ya mahsustur.

10.    Evet... Böyle cennetlere kavuşan mes'ud kulların (Orada) o cennet âleminde, o ebedî nimetlere kavuşmaları sırasında Kerem Sahibi Yaratıcıyı kutsamak için (duaları) kulluk arzında bulunmaları (Sübhanekâllahümme) demeleridir. Yani: Ey Allah'ım!. Seni tespih ve tenzih ederiz, diye saygı göstermeye devam etmeleridir, lisanlarını böyle bir ilâhî zikr ile süslemeleri ve aydınlatmalarıdır. (Ve orada) O cennetler âleminde (sağlık temennileri de selâmdır) yani: Birbirine karşı ve melekler de onlara yönelerek selâmette olunuz, her türlü çirkin, hoş olmayan şeylerden selâmet içinde bulunarak ebedî bir saadet içinde yaşayınız, diye iltifatta bulunmaktır. Nitekim bir âyeti kerime de: Cennet ehlinin yanına meleklerin her bir kapıdan girerek "selâmün aleyküm" diye selâm vereceklerini beyan buyurmaktadır. Cennet ehlinin dualarının sonu da (Elhamdülilâhî Rabbilâlemîn) demekten ibarettir. Yani: Cennetlere kavuşan zatlar, ulaştıktan sonsuz nimetlerden dolayı kerem ve merhamet sahibi olan Cenâb-ı Hak'ka karşı şükürlerini sunmaya çalışırlar, "hamd ve şükr âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ Hazretlerine mahsustur" diyerek kulluk lisanlarını süslerler. Binaenaleyh her mü'min için lâzımdır ki, kavuştuğu bütün maddî ve manevî nimetlerden dolayı daima Cenâb-ı Hak'ka hamd ve şükre çalışsın, onun kutsî emirlerine, yasaklarına uymayı bir kutsal kulluk vazifesi bilsin.

 

 

 

 

11.   Eğer Allah Teâlâ, insanlara hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de alelacele verecek olsa idi elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Artık bize kavuşmalarını ummayanları kendi azgınlıktan içinde şaşkın bir halde bırakırız.

11. Bu mübarek âyetler, bir'an evvel faideli şeylere kavuşmalarını aceleyle isteyen bir takım insanlara eğer lâyık oldukları cezaları da Cenâb-ı Hak, onların istemesi üzerine aceleyle verecek olsa idi hepsinin de derhal ölüp gitmiş olacaklarını hatırlatmaktadır. Ve insanların başlarına bir belâ gelince hemen Cenâb-ı Hak'ka yalvardıklarını ve bundan kurtulunca da hiç yalvarmamış gibi nankörce bir vaziyet almakta olduklarını ve böyle beyinsizce bir vaziyetin ise kendilerince güzel bir hareket imiş gibi görünmekte olduğunu kınama makamında beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eğer Allah Teâlâ insanlara) Allah'a kavuşmayı ümid etmeyen cahil inkarcı kimselere (hayrı çarçabuk istedikleri gibi) hayır hakkındaki dualarının aceleyle kabulünü arzu eder oldukları gibi (şerri de alelacele verecek olsa idi) yani: Onların şer ile, azap ile tehdit edildikleri zaman o şerrin azabın kendilerine hemen gelmesini bir alay yoluyla istemeleri üzerine Cenâb-ı Hak o şerri de derhal onların üzerine yöneltseydi (elbette onların ecellerini yitirivermiş) onları hemen helak kılmış (olurdu.) Velâkin onlara bir müddet mühlet vermektedir, (artık bize kavuşmalarını urumayanları) Allah'a kavuşmayı ümit etmeyen, mahşer âlemine, uhrevî cezaya inanmayan fasıkları (kendi azgınlıkları içinde) öyle dikkafalılıkları, inatlan içinde (şaşkın) çapkın, şaşkın (bir halde bırakırız) artık o sapıklıktan asla kurtulmuş olamazlar.

§       Rivayete göre "Nadir İbnül Hırs" gibi bir takım müşrikler. Peygamberimizin risâletini inkâr etmişler ve "Allah'ım!. Eğer Muhammed'in -Aleyhisselâm- peygamberlik iddiasındaki sözü doğru ise üzerimize gökten hemen ta; yağdır veya bize acıklı bir azap getir" demişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuştur. Evet... Cenâb-ı Hak, onların üzerine o azabı vermemiş, hikmet gereği sonraya bırakmış, bilahara lâyık oldukları felâketlere onları uğratmıştır.

 

 

 

 

12. Ve insana bir sıkıntı dokununca da yanı üzerine yatarken veya otururken veya ayakta iken bize dua eder. Fakat, ondan o sıkıntıyı kaldırınca sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte haddi aşanlar için yapmakta oldukları şeyler böyle süslenmiştir.

12.      (Ve insana) Yani: Kâfir olan bir şahsa (bir sıkıntı) hastalık, fakirlik gibi bir zarar, bir üzüntü (dokununca da) onun bertaraf olması için duaya başlar (yanı üzerine yatarken veyahut otururken veya ayakta iken) herhangi bir vaziyette bulunarak (bize dua eder) o zaman Cenâb-ı Hak'ka muhtaç olduğunu anlayarak o belânın giderilmesini ondan istirhamda bulunur. Bu sırf bir şahsî menfaat düşüncesiyle mecburiyet karşısında yapılmış bir istirhamdır. (Fakat ondan o sıkıntıyı kaldırınca) o uğramış olduğu musibeti giderince (sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider) yine küfr ve inkâr üzerine devam eder, başına gelen belâyı ve onun giderilmesi için Cenâb-ı Hak'ka yalvarmış olduğunu sanki unutmuş gibi bir vaziyet alır durur. (İşte haddi aşanlar için) Nefislerini bâtıla hizmetle zâyetmiş, mallarını gayrı meşru yerlere, putlara sarfetmekle telef eylemiş kimseler için (yapmakta oldukları şeyler) Allah'ı zikirden kaçınmaları, hayvânî arzularına düşkün olmaları vesair ahlâkî olmayan hareketleri (böyle süslenmiştir.) Onlar bu çirkin hareketlerini insaniyet eseri, bir medeniyet alâmeti, bir yükselme örneği gibi görür dururlar.

Bunlara o çirkin hareketlerinin öyle süslü gösterilmesi, ya kendilerinin kötü inançlarından, bâtıl hareketlerinden dolayı haklarında cezaya vesile olmak, kendilerini horluğa düşürmek, yardımdan mahrum bırakmak hikmetinden dolayı Allah tarafından vâki olmaktadır. Veyahut şeytan tarafından bir vesvese, bir yalan yere aldatma neticesi olarak vuku bulmaktadır.

 

 

 

 

 

13.   Andolsun ki, biz sizden evvelki nice nesilleri zulmettikleri zaman helak ettik. Halbuki, onlara Peygamberleri mucizeler ile gelmişlerdi. Onlar ise imân eder olmadılar. İşte günahkâr kavimleri biz böyle cezalandırırız.

13. Bu mübarek âyetler, geçmiş bir çok kavimlerin yapmış oldukları küfr ve zulm yüzünden helak olup gitmiş olduklarını beyan ile müslümanları uyanmaya davet ediyor, onların yerlerine geçen Muhammed ümmetinin de artık o geçmiş ümmetler gibi hareket etmemelerini şöylece ihtar buyuruyor. (And olsun ki) Yüce zatıma and olsun ki. Ey Mekke ehli!. Ey Hz. Muhammed'in Peygamberliğini tasdik ile mükellef olan kimseler!. (Biz sizden evvelki nice nesilleri) Nuh kavmi, Ad kavmi ve benzerleri gibi bir çok eski kavimleri (zulmettikleri) Peygamberlerini yalanlayıp, sapıklıklarına devam edip durdukları (zaman helak ettik) kendilerini lâyık oldukları cezalara mutlaka kavuşturduk, (halbuki onlara Peygamberleri mucizeler ile) sözlerinde doğru olduklarını gösterir açık ve parlak delillerle (gelmişlerdi) artık onlarca şüphe edilecek bir taraf kalmamıştı. Ona rağmen yine yalanlamalarında devam ediyorlardı. Evet... (Onlar ise) O helake uğramış miletler ise (imân eder olmadılar) onlar kabiliyetlerini, yaratılışlarını kötüye kullanmış oldukları için imân edecek bir yetenekte değillerdi, onların küfr üzere ölecekleri Allah katında biliniyordu. (İşte günahkâr kavimleri) Peygamberlerini yalanlayan, küfr ve şirk üzere devamda bulunan herhangi bir topluluğu (biz böyle) eski kavimleri helak ettiğimiz gibi (cezalandırırız) helake uğratırız. Artık ey son Peygamberi inkâra cür'et eden, cahil guruplar!. Siz de bunu düşünüp de o inkânnıza nihayet veriniz. Yoksa sizin akıbetiniz de geçmiş kavimlerin akibeti gibi helakten ibaret olacaktır.

 

 

 

 

14. Sonra onları müteakip sizi yeryüzünde halifeler yaptı ki, nasıl amelde bulunacağınıza bakalım.

14.      Ey kendilerine Peygamberlerin en şereflisi gönderilmiş olan Muhammed Ümmeti!. (Sonra) O eski kavimleri helak etmemizi müteakip (sizi yeryüzünde halifeler yaptık) onların yerlerine sahip oldunuz, tarihî hallerini öğrendiniz. Sizi bu durumda bulundurdu (ki, nasıl amelde bulunacağınıza bakalım.) yeryüzünde hayır mı yoksa şer mi işleyeceğiniz meydana çıksın, hayat tarzınız görülsün, ona göre hakkınızda mükâfat veya ceza verelim. Yani: Hal ve tavırlarınıza bakıp gören bir zâtın vereceği hükm, yapacağı muamele gibi bir hükmde, bir muamelede bulunalım, tâki hiçbir mazeret, bir bahane ileri sürmenize mahal kalmasın. Yoksa Kâinatın Yaratıcısı bütün mahlûklarının kabiliyetlerini, neler yapacaklarını daha meydana gelmelerinden evvel de bilmektedir. Şüphesiz buna inanıyoruz.

 

 

 

 

15.     Onlara bizim açık ayetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşacaklarını ummayanlar dedi ki: Bundan başka bir Kuran getir veya bunu değiştir. De ki: Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için doğru olamaz. Ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum, başkasına değil. Şüphe yok ki, ben Rabbime isyan edersem büyük bir günün azabından korkarım.

15.   Bu mübarek âyetler, bir takım inkarcıların Kur'an'ı Kerim hakkındaki cahilce taleplerini red etmektedir. O Kitab-ı Kerim'in ilâhî vahye dayanmış olup kimse tarafından değiştirilemeyeceğini ve bozulamayacağını ve Rasûlü Ekrem'in hayat tarzı bilindiğinden onun gerçeğe aykırı bir iddiada bulunmayacağını bildirmektedir. Cenâb-ı Hak'ka ve onun âyeti celîlesine karşı iftiracı şekilde harekette bulunanların da en zalim, kurtuluş ve selâmetten en mahrum kimseler olduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlara) O müşriklere, inkarcılara (bizim açık ayetlerimiz) Hz. Muhammed'e indirilmiş olan Kur'an-ı Kerim (okunduğu zaman) Allah'ın birliğine, Muhammed peygamberliğinin doğruluğuna işaret ve şahitlik eden Kur'an âyetleri okununca (bize kavuşacaklarını urumayanlar) yani: Cenâb-ı Hak'kın azabından korkmayanlar, sevabına kavuşma arzusunda, ümidinde bulunmayanlar (dedi ki:) Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm- (bundan) bize okuduğun Kur'ân'dan tertibi ve mânâsı itibariyle (başka bir Kur'an) kendi tarafından (getir) bize onu oku (veya bunu değiştir.) bunların mânâlarını başka başka lâfızlar ile bildir. Başka bir tarzda tebliğ et. Resulüm!. Onlara (de ki: Onu) o Kur'an-ı Kerim'i (kendi tarafımdan değiştirmek) bozmak ve değiştirmek (benim için doğru olamaz) bu hiçbir şekilde düşünülmüş değildir, (ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum) Ben ona göre emir ve yasaklamada bulunurum, (başka değil) Ben hiçbir âyeti kendiliğimden değiştiremem ve yürürlükten kaldıramam, (şüphe yok ki) Öyle arzunuz doğrultusunda bir değiştirme ve bozmaya cür'et ile, (Rabbime isyan eder olursam büyük bir günün) kıyamet âleminin (azabından korkarım) ilâhî açıklamaların aksini iddiaya cür'et eden herhangi bir şahsın öyle büyük bir azaba uğrayacağına inanmış bulunmaktayım, artık öyle bir azabı gerektirecek bir şeye nasıl cür'et edebilirim?.

 

 

 

16.      De ki: Eğer Allah Teâlâ dilese idi onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Muhakkak ki, ben ondan evvel sizin aranızda bir ömür sürmüştüm. Siz hiç akıllıca düşünmez misiniz?.

16. Resulüm!. Senden Kur'an-ı Kerim'in değiştirilmesini isteyen müşriklere (De ki: Eğer Allah Teâlâ dileseydi onu) o Kur'an-ı Kerim'i (size okumazdım) onu bana indirmezdi, onu size okumakla beni mükellef kılmazdı (ve onu size bildirmezdi) o Kur'an-ı Kerim'in lisanımla, tebliğim ile size bildirmiş olmazdı. Binaenaleyh onun size bildirilmesi, bir ilâhî bir iradeye dayanmaktadır, (muhakkak ki, ben ondan evvel) o Kur'an'ı Kerim'in bana vahyinden önce (sizin aranızda bir ömür sürdüm) kırk sene beraber yaşamıştık, bu müddet içinde ben ne bir kitap mütalâa etmiş, ne bir kimseden bir şey okumuş öğrenmiş değildim. Siz benim o halimi pekâlâ biliyordunuz. Şimdi böyle fevkalâde edebî, bir çok ilimleri, içeren, hikmetli bir kitabı size tebliğ edişim, bir harikadan, bir mucizeden başka neye yorumlanabilir?. (Siz hiç      akıllıca düşünmez misiniz?.) bir tefekkür ve mülâhazada bulunmaz mısınız ki, böyle belagat ve fesahati karşısında bütün âlimlerin, fasih beliğ ediplerin âciz kalmakta oldukları pek yüce bir kitabı, hayatı boyunca tahsil görmemi; bir kimse kendi tarafında tertip ve tanzim edemez. Artık öyle bir kutsal kitap nasıl inkâr edilebilir?. Onun değiştirilmesi ve bozulması, bir insandan nasıl istenilebilir?. Bu ne kadar cahilce bir iddia, bir temenni değil midir?.

 

 

 

17. Artık Allah Teâlâ'ya karşı yalan yere iftirada bulunandan veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır?. Şüphe yok ki, suçlular kurtuluşa eremezler.

17.         (Artık Allah Teâlâ'ya karşı yalan yere iftirada bulunan) Cenab'ı Hak'ka ortak veya evlât isnadına cür'et eden ve o Yüce Mâbııd a ait olmayan bir kitabı ona isnat eyleyen kimseden (veya onun âyetlerini yalanlayandan) o ezelî yaratıcının birliğine delâlet eden hârikaları, onların doğruluğunu kabul etmeyen bir şahıstan (daha zalim kim vardır) elbette ondan daha zalim kimse yoktur. Artık (şüphe yok ki,) öyle müşrik, inkarcı olan (suçlular) hiçbir şekilde (kurtuluşa) onlar ebedî olarak azap görüp duracaklardır. Ne büyük bir felâket!.

 

 

 

 

18.   Ve onlar. Allah Teâlâ'yı bırakıp kendilerine ne zarar ve ne de fayda veremiyecek olanlara ibâdet ederler ve derler ki: Bunlar Allah Teâlâ'nın yanında bizim şefaatcilerimizdir. De ki: Allah Teâlâ'ya ne göklerde ve ne de yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?. O -Yüce Yaratıcı- onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.

18. Bu âyeti kerime müşriklerin hiçbirşeye güçleri yetmeyen bir takım putlara ne kadar ahmakça bir kanaatle tapınmakta olduklarını bildiriyor. Mevcut olmadıklarından dolayı Allah'ın ilminin teallukuna mahal olmayan asılsız şeyleri var sanarak ne yanlış lâkırdılarda, ne müşrikçe hareketlere bulunduklarını teşhir ediyor. Şöyle ki: (Ve onlar) O müşrikler (Allah Teâlâ'yı bırakıp kendilerine ne) ibâdet edilmediği takdirde (zarar ve ne de) ibâdet edildiği takdirde (menfaat veremiyecek olanlara) bir takım putlara (ibâdet ederler) öyle ibâdete lâyık olmayanları mabut edinirler, (ve) O ibâdet ettikleri şeyler hakkında (derler ki, bunlar Allah Teâlâ'nın yanında bizim şefaatcilerimizdir.) Biz bunlara tapıyoruz ki, yarın âhirette bize şefaat etsinler. Resulüm!. O cahillere (de ki: Allah Teâlâ'ya ne göklerde ve ne de yerde bilmediği bir şeyi mî) yani: Hiç bir yerde mevcut olmayıp vehm edilmiş bulunan, asla vücudu bulunmayan bir şefaatçi mi (haber veriyorsunuz?.) o putlar öyle bir şefaate kaadir selâhiyetli değildirler ki, onların yapacakları şefaate ilâhî İlim lâyık olsun. Böyle bir şefaat asla olamaz, (o) Yüce Yaratıcı (onların) o müşriklerin Yüce Allah'a (ortak koştukları şeylerden) ve onların küfr ve şirkinden (uzaktır, yücedir.) Evet... Cenâb-ı Hak'kın o kendisine ortak kabul edilip şefaatleri beklenilen putlardan ve bütün noksanlık lekelerinden yüce olduğu apaçıktır. Onun bütün kâinattan yüce olduğu hakikatin kendisidir. Bütün insanların en önde gelen vazifesi de o Yüce Yaratıcı Hazretlerini böyle bilip böyle inanmaktadır, ondan başka hiç bir şeye ibâdet etmenin caiz olmadığını kesinlikle bilip ancak o ezelî ve kerem sahibi mabuda ibâdet ve taatte bulunmaktır.

§ Tefsiri Kebirde ve Essiracül Münir'de bildirildiği üzere bir takım müşrikler, şu gibi bâtıl ihtimallerden dolayı putlara, heykellere tapmakta, onları kendileri için şefaatçi kabul eylemektedirler.

(1)        Bir kısım müşriklere göre bu âlemin çeşitli iklimlerinden her biri için eflâk âleminin ruhlarından belirli bir ruh vardır. Artık bu ruh için bir put tayin etmişler, bu ruha ibâdet etmek maksadıyle o puta ibâdetle meşgul olmuşlardır. Sonra da şöyle inanırlar ki, o ruh. Yüce Allah'ın kuludur, ona ibâdette bulunur.

(2)    Bir kısım müşrikler, yıldızların da Cenab'ı Hak gibi ) I ah lığa lâyık olduklarına kaani bulunmuşlar, sonra yıldızların doğduğu, battığı ve dâima karşılarında bulunmadıkları için yıldızlar için muayyen putlar yapmışlar, bu putlara ibâdet ederek bununla o yıldızlara ibâdet kasdinde bulunmuşlardır.

(3)       Bir kısım müşrikler de yapmış oldukları putların üzerine tılsımlar = sihir nevinden kuruntu şeyler koymuşlar, sonra onlara bu şekilde yaklaşmak isteyerek tapınmışlardır.

(4)  Bir takım müşrikler de putlarını kendi Peygamberlerinin, büyüklerinin birer sureti olmak üzere tertib etmişler ve iddia eylemişler ki, bu heykellere ibâdetle meşgul olurlarsa o büyükleri kendileri için Allah katında şefaatçi olurlar.

(5)        Bir takım müşrikler de Cenâb-ı Hak'kın bir en büyük nur, meleklerin de birer nur olduklarına inanmışlar, artık Allah'ın zatı için en büyük bir put, meleklerin suretleri için de birer başka suretler vücude getirmişler, bunlara tapınmakta bulunmuşlardır.

(6)   Bir kısım müşrikler de ihtimâl ki, Hululiye mezhebinde bulunmuşlar, Allah Teâlâ'nın bazı yüce, şerefli cisimlere girdiğine inanmışlar, o cisimler adına putlar yaparak onlara tapınıp durmuşlardır.

Müslümanların bazı din büyüklerinden şefaat beklemeleri, onların kabirlerini ziyaret ve imar eylemeleri ise onlara bir ibâdet maksadıyle değildir. Allah'ın izni olmadıkça onların şefaatte bulunamıyacaklarını bilirler. Artık öyle din büyüklerine sadece sahip oldukları dinî faziletten dolayı hürmet etmek, Cenâb-ı Hak'kın müsaadesi ile onların şefaatde bulunabilmelerini ümit eylemek, elbette ki putperestlerin o cahilce halleriyle mukayesesi asla mümkün değildir. Her müslüman bilir ki, hiçbir mahlûka karşı ibâdet maksadiyle saygıda bulumak asla caiz olamaz.

Müşriklerin putlara, mahlûklara karşı ibâdette bulunmalarının ne kadar bâtıl bir kanaat neticesi olduğunu bu âyeti kerime göstermiş bulunuyor. Şöyle ki:

(1)     Putlar, heykeller bütün cansız varlıklar kabilinden şeylerdir. Bunlar bir kimseye ne fâide ve ne de zarar verecek bir mahiyette değildirler. Kendilerini parça parça edenlere karşı bile müdafaaya asla kaadir olamazlar. Artık bunlardan ne beklenir?.

(2)     Mâbııd olan, ibâdet edenden daha ziyade kudretli bulunmalıdır. Halbuki putlara tapanlar, o putlardan daha kudretlidirler. O putları kendileri yapıyorlar, kendileri yürütüyorlar, kendileri muhafaza ediyorlar. Kendileri böyle harekete, faaliyete, nefislerini muhafazaya kaadir oldukları halde taptıkları putlar bundan mahrumdurlar. Artık böyle âciz şeylerden ne beklenebilir?.

(3)    İbâdet, saygı türlerinin en büyüğüdür. Böyle bir saygıya ise kendisinden en büyük nimetlerin sâdır olduğu zâttan başkası lâyık olamaz, insanlara hayatı, akıllı, kudreti, hayat ve âhirete ait faydalan ihsan eden ancak Allah Teâlâ Hazretleridir. Artık ondan başkasına öyle son derece bir saygı nasıl yapılabilir?. "Ondan başka ilâh yoktur..."

 

 

 

19. Ve insanlar bir ümmetten başka değildir. Sonra ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbin tarafından geçmiş bir kelime bulunmasa idi onların arasında ihtilâfa düştükleri şey huşunda elbette ki -derhal-hükmolunurdu.

19. Bu âyeti kerime, insanların vaktiyle bir millet halinde olup daha sonra ihtilafa düşmüş olduklarını, bu ihtilâfın cezasına bir hikmet gereği derhal kavuşturul m ayıp onlara bir müddet mühlet verilmiş olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve insanlar) Vaktiyle (bir ümmetten) aralarında birlik bulunan bir cemaatden (başka değildi) yani:     hepsi de Islâmiyetten ibaret olan hak bir din üzere idiler. Çünki Alanın birliği esasına sahip olan İslâmiyet, selim fıtrat gereğidir. İşte insanlar, başlangıçta bu yaratılış üzere idiler. Aralarındaki bu birlik Hz. Adem'den itibaren Habil'i, Kabil'in öldürdüğü zamana kadar devam etmiştir. Veya İdris veya tufandan sonra Nuh Aleyhisselâm'ın zamanında tahakkuk etmiştir. (Sonra ihtilâfa düştüler) yani: Bir kısmı dinde sebat etti, bir kısmı da küfre düştü. Selîm yaratılışa aykırı bir vaziyet aldı, (eğer Rab'bin tarafından geçmiş» ezel âleminde beri takdir buyurulmuş (bir kelime) ilâhî bi hüküm, bir kısım hadiseler, ihtilaflar hakkındaki mükâfatların ve cezaların tehirine, kıyamet gününe bırakılmasına ait bir ilâhî takdir (bulunmasa idi) böyle bir tehir, hikmet gereği olmasa idi (onların) o insanların (arasında ihtilâfa düştükleri şey) ilâhî din (hususunda elbette ki) derhal (hükm olunurdu) sözlerinde, hareketlerinde doğru olanlar yaşatılır, bâtıl yapanlar da hemen helake mâruz bırakılırdı. Fakat Cenâb-ı Hak'kın rahmeti gazabına sabk etmiştir. İnsanlara düşünüp hallerini ıslah edebilmeleri için bir yaşayış müddeti verilmektedir. Bu da bir ilâhî merahmet eseridir. Ve böyle bir müddet verilmesi, insanların bir mazeret ileri sürmelerine selâhiyetleri kalmamak hikmetini de içermektedir.

 

 

 

 

20. Ve derler ki: Ona Rabbi tarafından bir mucize indirilmeli değil midir?. De ki: Gayıp ancak Allah içindir. Artık siz bekleyiniz, şüphe yok ki, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.

20.       (Ve) Mekke'deki müşrikler, (derler ki: Ona) yani peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed Aleyhisselâm'a (Rabbi tarafından bir mucize) bir harika (indirilmeli değil midir?.) o da diğer Peygamberlerin göstermiş oldukları âsâ, beyaz el, ölüleri diriltmek gibi bir harika meydana getirmelidir ki, peygamberliğini tasdik edelim. Resulüm!. O inatçı inkarcılara (de ki: Gayıp ancak Allah içindir) insanlar için hikmet ve menfaat görülemeyecek hususları bilmek Cenâb-ı Hak'ka mahsustur. Bir takım hârikaların meydana getirilip getirilmemesi de O Yüce Yaratıcının iradesine, hükmüne aittir. Ben ona nasıl karışabilirim. Benim vazifem İslâm dinini tebliğdir. (Artık) Ey inkarcılar!, (siz bekleyiniz) Bakınız ki, sonunuz ne olacak, nasıl azaplara uğrayacaksınızdır, (şüphe yok ki, ben de, sizinle beraber) hakkınızda Cenâb-ı Hak'kın ne yapacağını (bekleyenlerdenim) bakalım ne gibi azaplara mâruz kalacaksınızdır?. Evet... Kur'an gibi bir eşsiz kelâm, bir ebedî mucize meydandadır. Bunun benzerini getirmekten âciz olduğunuz açıktır. Artık başka bir mucize istemenize ne lüzum var?. Sizin bu haliniz, en büyük bir cehalet eseridir, en açık bir inâdî küfürden başka değildir. Binaenaleyh bunun cezasını bekleyiniz, şüphe yok ki, ergeç bu cezaya kavuşacaksınızdır.

 
 


Konu Başlığı: Ynt: Yunus Suresi
Gönderen: Ekvan üzerinde 03 Kasım 2009, 15:56:54



21.       İnsanlara kendilerini kaplayan bir sıkıntıdan sonra bir rahmet taddırdığımız zaman bizim ayetlerimiz hakkında onların derhal bir kötü hareketleri vardır. De ki: ALLAH Teâlâ'nın tuzağı daha çabuktur. Şüphe yok ki, bizim elçilerimiz, kurduğumuz tuzakların hepsini yazarlar.

21. Bu âyeti kerim e, mucizeler talebinde bulunan inkarcı bir kavmin ruh hallerini teşhir ediyor, işlediklerine nail olsalar da yine inkârdan, inattan vazgeçmiyeceklerini bildiriyor, onlara o hilekârca, inkarcı hareketlerinin cezalarına kavuşacaklarını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (insanlara) ALLAH'ın nimetini takdir etmeyen, inkarcı bir kavme (kendilerini kaplayan bir sıkıntıdan) bir şiddetden, bir belâdan, bir kıtlık ve pahalılıktan (sonra bir rahmet) bir sıhhat, bir genişlik (tatdırdığımız zaman) ona şükr edecekleri yerde bilâkis (bizim ayetlerimiz hakkında onların derhal bir kötü hareketleri vardır) o mukaddes âyetleri yalanlamaya, onlar ile alaya cür'et ederler. Nail oldukları nimetleri Cenab'ı Hak'tan bilmezler. Onları bir takım vehm edilen kuvvetlerin, putların kendilerine verdiğine kaani bulunurlar. Rivayete göre cahiliyet zamanında Mekke ahalisi yedi sene kıtlık ve pahalılığa uğramışlar, âdeta helak olacak bir hâle gelmişlerdi. Sonra Cenâb-ı Hak, merhamet buyurmuş, yurtlarına bol bol yağmurlar yağdırmış, bolluk, ucuzluk ihsan etmişti. O ahali ise bundan bir öğüt almamış, yine küfr ve inada dönüvermişlerdi. Resulüm!. Onlara (de ki: ALLAH Teâlâ'nın tuzağı daha çabuktur) yani: Hak T e âlâ Hazretlerinin azabı, cezası 'daha çabuk bir şekilde sizin üzerinize gelir, sizi dilediği dakikada mahvedebilir. (Şüphe yok ki, bizim Resullerimiz!.) koruyucu meleklerimiz, sizin bütün söylediklerinizi, yaptıklarınızı kaydeden o ruhanî memurlar, siz (ne tuzak yaparsanız hepsini yazarlar) hiçbir hareketiniz gizli kalmaz, lâyık olduğunuz akıbete kavuşursunuz. Artık ey inkarcılar!. Ey hakka dine karşı düşmanca vaziyet alanlar, ey bir takım tuzak ve hile ile insanlar doğru yoldan ayırmak isteyen sapıklar!. Pek korkunç sonunuzu düşünmeli değil misiniz?.

 

 

 

 

22. O, o -Yüce Yaratıcı- (lir ki, sizi karada ve denizde yürütür. Vaktaki gemilerde bulunursunuz, onlar da yolcular ile beraber lâtif bir rüzgâr ile akıp gider ve onunla ferahlanırlar, derken onlara şiddetli esen bir rüzgâr gelir, ve onlara her taraftan dalgalar hücuma başlar ve kendilerinin bununla tamamen kuşatılmış olduklarını zan eder. ALLAH Teâlâ'ya dinde Milaslı kimseler olarak duada bulunurlar "eğer bizi bundan kurtarır isen elbette biz şükredicilerden oluruz" derler.

22.      Bu mübarek âyetler, bir nice üzüntülerdeR sonra bir ilâhî merhamet eseri olarak nimetlere, selâmetlere nail olan bir takim insanların ne kadar inkarcı, kadir bilmezce hareketlerde bulunduklarına dair ac.il; bir misâl göstermektedir, öyle dünyaya tapınarak nefislerine zulm eden kimselerin nasıl bir sorumluluğa mâruz kalacaklarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. (O) Sizi yaratan, nimetlere nâll eden (o) Kerem Sahibi Yaratıcı (dir ki: Sizi karada ve denizde yürütür) sizi bir nice nakil vasıtalariyle her tarafa seyrisefere muvaffak kılar (vaktaki gemilerde bulunursunuz) deniz yoluyla bir yere gitmek istersiniz (onlar da) o gemiler de içlerindeki (yolcular ile beraber lâtif bir rüzgâr ile) mülayim bir hava ile (akıp gider) cereyanda bulunur, (ve) İçlerinde bulunan yolcular (onunla) o rüzgâr ile, o akıp giden gemiler ile »ferahlanırlar» bir neş'e içinde yollarına devam ederler. Derken (onlara) o gemilere veya o hoş, lâtif rüzgârların yerine (şiddetli esen bir rüzgâr gelir) o yolcuları rahatsız eder. (ve onlara) O gemilerde bulunanlara (her taraftan dalgalar hücuma başlar) kalpleri heyecan içinde kalır, (ve kendilerinin bununla tamamen kuşatılmış) Kurtuluş yolu kalmayıp tamamen helake mâruz kalmış (olduklarını zannederler) artık başka sığınacak bir makam bulunmadığını anlıyarak ancak (ALLAH Teâlâ'ya dinde Milaslılar olarak) ona başkasını ortak koşmaksızın (duada bulunurlar) ve derler ki: Yarabbü. (Eğer bizi bundan) Bu musibetten, bu boğulmak tehlikesinden (kurtarır isen elbette biz) sana imân ederek ibâdet ve itaatde bulunanlardan (şükr edicilerden oluruz) Evet... Evvelce nail olmuş oldukları nimetleri 'hiç düşünmeden küfür ve isyana devam edip duran bir nice kavimler, öyle hayatları büsbütün tehlikeye mâruz kalınca kendilerine hangi zatın yardımcı olabileceğini anlamaya başlar, ona karşı yalvarma ve yakarmada bulunurlar. Hayfaki onların bu halleri geçicidir, o tehlikeden kurtuldular mı yine evvelki kâfirce hallerine dönerler.

 

 

 

 

23.     Fakat onları kurtarınca onlar derhal yeryüzünde haksız yere taşkınlıklarda bulunurlar. Ey insanlar!. Şüphe yok ki; sizin taşkınlığınız kendi şahıslarınızın aleyhinedir. Dünya hayatı bir m et a'dır. Sonra dönüşünüz bizedir. Artık bizde size neler yapmış olduklarınızı elbette haber vereceğiz.

23.    (Fakat onları) O dalgalar arasında helak olup gideceklerini zannetmiş olan kimseleri Cenâb-ı Hak (kurtarınca) onları kurtuluşa: Selâmet sahiline kavuşturunca (onlar derhal yeryüzünde haksız yere taşkınlıklarda bulunurlar) yine bozgunculuğa çalışır, yine küfür ve isyan yolunda koşar dururlar, İşte onlar öyle inatçı dönek kimselerdir. Artık (Ey insanlar!.) Ey insanlık zümresi!. Bir kere düşününüz, (şüphe yok ki, sizin taşkınlığınız) zulmünüz, işlediğiniz gayri meşru hareketiniz (kendi şahıslarınızın aleyhinedir) onların sorumluluğu, kötü neticesi sizlere yönelecektir. Küfrünüzün, nankörlüğünüzün zararlarını siz çekeceksinizdir. (Dünya hayatı bir meta'dır) Geçici bir zaman içindir, çabucak yok olur, bundan dolayı haktan ayrılmak, zulme cür'et etmek nasıl uygun olabilir?. Şunu da düşününüz ki: (sonra da dönüşünüz bizedir) Kıyamet günü mahşere sevkolunacak, muhakemeye tâbi olarak lâyık olduğunuz cezalara kavuşacaksınızdır. (Artık) O ebediyet âleminde (biz de sizlere) bu dünyada iken (neler yapmış olduklarınızı elbette haber vereceğizdir) ne gibi isyanlarda, hakka tecâvüzlerde bulunmuş olduğunuzu size bildirerek onlardan dolayı sizi cezaya uğratacağızdır. Artık bu sonu düşünmeli değil misiniz?. Öyle fanî bir hayat, geçici bir menfaat için ebedî hayatınızı, selâmetinizi tehlikeye mâruz bırakmanız nasıl muvafık olabilir?.

 

 

 

24.    Şüphe yok ki, dünya hayatının durumu, bir su gibidir ki, onu biz gökten indirdik. Derken onunla insanların ve davarların yiyecekleri şeylerden olan yeryüzünün otları birbirine karışmış oldu. Vaktaki, yeryüzü ziynetini aldı ve bezendi ve onun ahalisi onun üzerine kaadir olduklarını sandılar, hemen ona emrimiz geceleyin veya gündüzün geliverdi, onu sanki bir gün evvel yokmuş gibi kökünden biçilmiş bir halde kıldık. İşte âyetleri düşünen bir kavme böyle genişçe beyan ederiz.

24.     Bu mübarek âyetler, parlak, faideli görülen dünya varlığını, büyüyüp çoğalan ve yeryüzünü süsleyen; az sonra da mahv-ı perişan olup giden, kendisinden istifâde edilemeyen bir yeşillik manzarasına benzetmektedir. Böyle geçici bir varlıktan ziyâde Cenâb-ı Hak'kın davet etmekte olduğu ebedî selâmet âlemine önem verilmesi lüzumuna şöylece işaret buyurmaktadır: (Şüphe yok ki, dünya hayatının durumu) beğenilen durumu, hızla yok olması ve insanlara yönelen nimetlerinin devamsız oluşu, insanların da ona aldanması bakımından benzeri (bir su gibidir ki, onu biz gökten indirdik) onu bulutlar vâsıtasiyle yeryüzüne yağdırdık (derken onunla) o su sebebiyle (insanların ve davarların) hayat sahibi nice mahlûkların (yiyecekleri şeylerden) sebzeler, meyveler, yeşillikler gibi muhtelif bitkilerden ibaret (olan yeryüzünün otları birbirine karışmış) büyüyüp gelişmiş (oldu) böyle fâideli bir manzara teşkil etti. (Vaktaki, yeryüzü) O bitkilerden böyle (ziynetini aldı ve bezendi) hoşa gider bir vaziyet almış bulundu (ve onun) o yeryüzünün (ahalisi mim üzerine kaadir) o mahsulâttan istifadeye muktedir (olduklarını sandılar) iyle bir zanna düştüler. (Hemen ona) O yeryüzüne (emrimiz) ziyade bir derecede sıcak veya soğuk vesaire gibi hususa ait bir ilâhî hükmümüz (geceleyin veya gündüzün geliverdi) hemen (onu) o ekinleri, mahsulâtı (sanki birgün evvel yok imiş gibi) yeryüzünde hiç vücude gelmemiş gibi (kökünden biçilmiş bir I al de kıldık) mahv ve yok eyledik. (İşte âyetleri) Yüce Peygamber vâsıtasiyle. Curan lisanı ile (düşünen bir kavme) öyle istifadeye kabiliyete sahip olan mümtaz air zümreye (böyle) ürünler hakkındaki temsil ve teşbih gibi bir şekilde (genişçe tevân ederiz) çünki bunlardan istifâde edebilirler, bu misallerden bir uyanış dersi alabilenler ancak tefekkür kabiliyetine sahip olan zatlardır. Özet olarak: Dünya halatı, dünya varlığı ne kadar parlak, fâideli görünse de bir takım büyüyüp gelişen bitkilerin, çiçeklerin, meyvelerin varlığı gibidir ki, az sonra sona erecektir. Artık akıllı olan kimseler, yalnız bunlar ile meşgul olup da ebedî saadeti temin edecek vazifelerini unutmak mıdırlar?. Elbette öyle bir hareket muvafık değildir. Asıl ebedî hayatın selâmet ve saadetini temine çalışmalıdır.

 

 

 

25. Ve ALLAH Teâlâ selâmet yurduna davet ediyor ve dilediğini doğru bir yola hidâyet buyurur.

25.      İşte dinimiz bize o ebedî saadet yolunu göstermektedir. (Ve ALLAH Teâlâ) Bizleri (selâmet yurduna) cennet âlemine, nice ebedî nimetlere sahip olan ve içinde bulunacak zatlar ile meleklerin birbirine selâm vererek rahmet okuyacakları bir yüce, ebedî ikametgâha (davet ediyor) öyle bir saadete kavuşmaya vesile olacak vazifeleri bize emir ve tavsiye buyuruyor. (Ve) O Hikmet Sahibi Yaratıcı (dilediğini) kullarından hidâyete kavuşma kabiliyetine sahip bulunan herhangi ferdi (doğru bir yola hidayet buyurur) ki, bu da İslâm dininden ibarettir, İşte ebedî bir nimete, yok olmayacak bir selâmet ve saadete ermek isteyen her insan, bu ilâhî dine sarılmalıdır.

 

 

 

 

26.   İhsanda bulunanlar için güzellik ve bir ziyâdelik vardır ve onların yüzlerini ne karalık ve ne de bir alçaklık kaplamaz. İşte onlar cennet ehlidirler. Onlar orada ebediyen kalıcılardır.

26. Bu mübarek âyetler, güzelce amellerinden dolayı cennete nail olacak zatların vasıflarını, vaziyetini bildirmektedir. Bir takım fenalıkları işleyenlerin de cehennemde ebediyen kalarak ne fena bir manzara teşkil edeceklerini ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (İhsanda bulunanlar için) Yani: İmân ve salih ameller sahibi olanlar için, tam bir ihlas ile ibâdet ve itaatte bulunanlar için (güzellik) güzel mükâfat, güzelliklerin timsâli olan cennetler yurdu vardır, (ve bir fazlası) da (vardır) bu da güzel amellerinin kat kat mükafatıdır veya bir ilâhî lütuf olarak haklarında ilâhî rızânın tecellisidir veyahut Cemâli ilâhîyi görmeğe mazhariyettir. (Ve onların) Öyle cennete nail olan muhterem kulların (yüzlerini ne bir karalık) bir siyah perde (ve ne de bir alçaklık) kıymetlerini düşürecek bir hakaret eseri kaplamaz bu gibi korkunç, alçaltıcı arızalar ehli cennete değil, ehli cehenneme mahsustur. (İşte onlar) O seçkin vasıflara sahip olan muhterem kullar (cennet ehlidirler) onlar ALLAH'ın yardımı sayesinde cennetlere nail olacaklardır. (Onlar orada) O cennet âleminde (ebediyen kalıcılardır.) oradan asla çıkarılmayacaklardır. Onların haklarındaki nimetler daimîdir, öyle dünya nimetleri gibi yok olacak değildir.

 

 

 

 

27. Ve o kimseler ki, kötülükleri kazandılar. Kötülüğün cezası da kendi misli iledir. Ve onları bir alçaklık kaplar. Onlar için ALLAH'tan koruyacak bir şey yoktur. Onların yüzleri sanki geceden karanlık bir parçaya bürünmüştür. İşte onlar ateşin varanıdır. Onlar onun içinde ebedî surette kalacak kimselerdir.

27.     (Ve) Bilâkis (o kimseler ki) o küfre düşmüş olanlar ki: (kötülükleri kazandılar) İslâm dinini inkâr, isyanlara cür'et eylediler. Onların öyle yaptıkları her (kötülüğün cezası da kendi misli iledir) her kötülüğün cezası, o kötülüğe müsavidir. Ondan ziyâde değildir. Bu, bir ilâhî adalet gereğidir. Fakat bir güzelliğin sevabı bir ilâhî lütuf olarak o güzellikten kat kat ziyadedir. On kattan yedi yüz kata kadar ziyade olabilir, (ve onları) O kötülükleri yapan kâfirleri (bir alçaklık) da (kaplar) büyük bir zillete, hakarete, hüsrana mâruz kalmış olurlar. Küfür gibi en büyük bir cinayetin karşılığı olan bir cezada bunlardan ibarettir. (Onlar için ALLAH'tan koruyacak) Kendilerini muhafaza edip koruyabilecek (birşey) de (yoktur) onlara yüz gösteren azabı hiç bir şey onlardan bertaraf edemiyecektir, onların haklarında bir şefaatçi bulunamıyacaktır. (Onların yüzleri) Son derece siyah ve karanlık olacağı için (sanki geceden karanlık bir parçaya bürünmüştür) gibi olacaktır. Böyle çirkin, zulmetti bir vaziyet, onların küfür ve sapıklık içinde yaşamış olmalarının bir neticesidir. (İşte onlar) O pek çirkin vasıfları taşıyan küfür ve nifak sahipleri (ateşin yarân'ıdır) cehennem ehlidirler, (onun içinde) O ateşin cehennem çukurlarında (ebedî olarak kalacak kimselerdir) artık onlar için o ateşten kurtulmak ümîdi asla yoktur. Küfür ve şirkin cezası, böyle kesindir, ebedîdir.

 

 

 

28.    Ve o günü ki, hepsini mahşere toplarız. Sonra ortak koşmuş olanlara deriz ki: Siz de koştuğunuz ortaklar da yerlerinizde durunuz. Artık aralarını ayırımsızdır. Ve onların koştukları ortaklar der ki: Siz bizlere tapınır değilidiniz.

28.   Bu mübarek âyetler, müşriklerin âhiret alemindeki diğer bir kısım rezil durumlarını bildirmektedir. Onlar ile taptıkları şeyler arasındaki ihtilâfı tasvir etmektedir. Ve mahşerde herkesin amellerinin ortaya çıkacağını ve müşriklere tapınmış oldukları şeylerden hiçbir faide meydana gelmeyip hepsinin de birbirinden ayrılmış, lâyık oldukları cezaya kavuşmuş olacaklarını şöylece beyân buyurmaktadır: (Ve) Resulüm!. Onlara hatırlat (o günü ki, hepsini) o kurtuluş bulacak zümreyi de, helake mâruz kalacak taifeyi de (mahşere toplarız) onlardan hiç birini geri bırakmayız. (Sonra) Yüce ALLAH'a (ortak koşmuş olanlara deriz ki) ey müşrikler!, (siz de) Ve Cenab'ı Hak'tan başka kendilerine tapınmış olduğunuz (koştuğunuz ortaklar da yerlerinizde durunuz) bir tarafa ayrılmayınız, hakkınızda ne yapılacağını bekleyiniz. (Artık aralarını ayırımsızdır) O müşrikler ile Hak'ka ortak koştukları şeylerin aralarındaki münâsebet ve yakınlık kesilmiş bulunmaktadır, (ve onların koştukları ortaklar) Ve müşriklerin öyle kendilerine tapmış oldukları şeyler (der ki) Ey müşrikler! (Siz bizlere tapınır değil idiniz) siz şeytanların aldatmalarına kapılmış, onlara uymuş, o suretle onlara tapınmış idiniz.

§ Şeriklerden (ortaklardan) maksat, müşriklerin Cenâb-ı Hak'tan başka tapınmış oldukları herhangi bir mahluktur. Melekler, insanlar, cinler, aylar, yıldızlar, putlar bu cümledendir. Bunlara şerikler denilmesi, ya Cenab'ı Hak'kın kendilerine yönelteceği hitapta müşterek olmaları İtibariyledir. Veyahut müşrikler dünyada iken mallarının bir kısmını bu taptıkları şeyler adına ayırırlar, onları kendi mallarında kendilerine bir nevi ortak tanırlardı. Bu itibarla o taptıkları şeyler kendilerine şerik sayılmıştır.

 

 

 

29.  İmdi ALLAH Teâlâ, bizim aramızla sizin aranızda şahit olmak için yeter. Muhakkak ki, biz sizin tapınmanızdan elbette habersiz idik.

29. (İmdi) O kendilerine tapılan mahluklar, mahşer günü derler ki, (ALLAH Teâlâ, bizim aramızla) Ey müşrikler!, (sizin aranızda şahit olmak için yeter) çünki o Yüce Yaratıcı bütün mahlükâtın hallerini bilicidir. (Muhakkak ki, biz sizin) bizlere (tapınmanızdan elbette habersiz idik) biz size böyle bir ibâdette bulunun demedik ve sizin bizlere karşı böyle bir harekette bulunduğunuza vâkıf da olmadık. § Evet... Bir kere melekler, Peygamberler hâşâ böyle bir şeyi kimseye emretmiş olamazlar. Bir takım putlar ve cisimler ise zâten söz söylemek insanlara bir şeyi teklif eylemek kabiliyetine sahip değildirler. Bunlar kendileri ne tapıl m asını elbette kimseye emretmiş değildirler. Fakat Cenâb-ı Hak âh i ret gününde o putlara ve cisimlere de bir konuşma kabiliyeti vererek o kendilerine tapınmış olan müşriklerden uzak olduklarını söyleyebilecek, kendileri müdafaada bulunacaklardır. Cenâb-ı Hak herşeye kaadirdir. Buna inanmışızdır.

 

 

 

 

30. Orada her nefis, evvelce yapmış olduğundan haberdar olacaktır. Ve gerçek sahipleri olan ALLAH Teâlâ'ya döndürülmüş bulunacaklardır. İftira eder oldukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiş bulunacaktır.

30.    Artık (Orada) o mahşer yerinde, o pek korkunç yerde (her nefis) mü'minler de, kâfirler de, mutlu olanlar da, bedbaht olanlar da (evvelce yapmış) ne gibi amel takdim etmiş (olduğundan haberdar olacaktır) dünyada iken yapmış olduğu amellerin kendisine fâideli mi, zararlı mı olduğunu anlayacaktır. O amelleri kendisini ya mutluluğa veya bedbahüığa sevk etmiş bulunacaktır. (Ve) O müşrikler (gerçek sahipleri) Rableri, mütevelli âmirleri (olan ALLAH Teâlâ'ya dondurulmuş) kendi amelerine göre, o Yüce Mabudun cezasına kavuşmuş (bulunacaklardır.) Ve dünyada iken kendilerine ibâdet ederek ilâhlığı isnadı suretiyle, (iftira eder oldukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiş bulunacaktır) Öyle bir takım mahlukata "mâbudluk" isnadı, onlara karşı bu iftiradan ibarettir. O müşriklerin öyle bâtıl bir inançta bulunmaları, o putlardan şefaat beklemeleri mahv ve perişan olup gidecektir. Kendilerine hiçbir fâide vermeyecektir. Bilâkis ebedî olarak azap çekmelerine sebep olmuş olacaktır. İşte küfür ve şirkin pek elem verici neticesi!.

 

 

 

 

 

31.       De ki, sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor?. Ve o işitme kuvvetine ve gözlere sahip olan kimdir?. Ve kimdir ki, ölüden diriyi çıkarır ve diriden de ölüyü çıkarır. Ve kimdir işleri tedbir eden?. Derhal diyeceklerdir ki: "ALLAH". Artık de ki: Siz korkmaz mısınız?.

31.      Bu mübarek âyetler, cahilce halleri anlatılan müşriklerin ne kadar fasit bir yol takib ettiklerini bir takım deliller ile ortaya koymaktadır. Bütün kâinatta Cenâb-ı Hak'kın hâkim, tek tasarruf sahibi olduğunu itiraf ettikleri halde başkalarına da tapmak aptallığında bulunan müşriklerin ALLAH Teâlâ'dan korkmaz olduklarını teşhir eylemektedir. Artık öyle haklarında ilâhî hükmün kararlaşmış olduğu, kâfirlerin imâna nail olamayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resulüm!. O halleri hikâye olunan müşriklere (De ki: Sizi gökten) yağmurlar ile, yayılan aydınlıklar ile (ve yerden) bitirilen çeşit çeşit mahsuller ile (kim rızıklandırıyor?.) Sizler yeryüzünde yaşayarak bunlardan istifâde edip duruyorsunuz. (Ve) Size ve diğer hayat sahiplerine verilmiş olan (o işitme kuvvetine ve gözlere sahip olan kimdir?) bunları yaratan, birer hayret verici yaratılış üzere tanzim eden ve bunları size verip muhafaza buyuran hangi zattır?. (Ve kimdir ki,) hangi kudret sahibidir ki, (ölüden diriyi) nutfelerden insanları, yumurtalardan kuşları (çıkarır) vücude getirir (ve dinden de ölüyü çıkarır) meselâ: insanlardan nutfeleri, kuşlardan yumurtaları var eder. (ve kimdir işleri tedbir eden?.) Bütün yüksek ve alçak âlemlerde ruhlar ve cesetler sahalarında mahlûkatın işlerini tedbir eden, hayatlarını tanzim, idarelerini temin, kendilerini faaliyete nail buyuran hangi mukadddes zattır? Şüphe yok ki, o müşrikler (Derhal diyeceklerdir ki. ALLAH) bütün bunları yaratan, besleyen, idare eyleyen muhakkak ki. Yüce ALLAH'tır. (Artık) O müşrikler, kibirlenmeye, inada kaadir olamayarak böyle bir itirafta bulunacaklardır. O halde Resulüm!. Onlara (de ki: Siz korkmaz mısınız?.) karşınızda ALLAH'ın kudretine, birliğine ait bu kadar deliller parlayıp dururken, siz de bütün halk ve tedbirin, bütün dünya ve âhiretteki varlıkların Cenâb-ı Hak'ka aidiyyetini itiraf ederken artık öyle putlara tapınmanın cezasından hiç korkup endişede bulunmaz mısınız?. Nedir bu kadar gaflet ve cehalet!.

 

 

 

 

32.  İşte sizin hak olan Rabbiniz, o ALLAH Teâlâ'dır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır?. O halde nasıl çevriliyorsunuz?.

32.        (İşte sizin hak olan) birliği, .rab oluşu kuşkusuz sabit bulunan (Rabbiniz) Yaratanınız, işlerinizi yöneten, mabudunuz (o) kuvvet ve yüceliği, bütün kâinattaki yaratıcılık ve hâkimiyeti sabit olan (ALLAH Teâlâ'dır) bunu her akıl sahibi anlayıp itiraf eder. (Artık haktan sonra) Batıldan (sapıklıktan başka ne vardır?.) elbette ki, hak ile bâtıl arasında başka bir vasıta yoktur. Binaenaleyh başkalarına tapanlar, hakkı bırakmış, bâtıla yönelmiş olurlar. (O halde) Ey müşrikler!, (nasıl çevriliyorsunuz?.) Cenâb-ı Hak'ka ibâdeti bırakıp da öyle bir takım putlara, mahlukata nasıl ibâdete cür'et ediyorsunuz?. Bu ne kadar fena, müşrikçe bir hareket!.



33. İşte fişka düşmüş olanların aleyhine Rabbin kelimesi şöylece gerçekleşmiştir ki, şüphe yok onlar imân etmezler.

33.   (İşte) ALLAH'ın rab oluşu tahakkuk etmiş, haktan başkasına ibâdetin bir sapıklık olduğu taayyün eylemiş bulunduğu gibi (fişka düşmüş olanların) mahlukata tapmak sapıklığına düşmüş bulunanların (aleyhine Rabbin kelimesi) Cenâb-ı Hlak'kın ilmi, hüküm ve kazası, ezelî takdiri (şöylece) ALLAH'ın rab lığının tahakkuku, maktan başkasına ibâdetin bir sapıklık olduğu gibi (tehakkuk etmiştir ki, şüphe yok onlar imân etmezler) ebediyen ilâhî azaba mâruz kalırlar. Bu husustaki ilâhî kelime ve ilâhî irâde artık muhakkaktır ki, asla değişmeyecektir. İşte açık delilleri inkâr eden, kendi vicdanî kanaatlerine de muhalefette bulunarak küfür üzere ölüp gidenlerin âkibetleri böyle ebedî bir felâkettir.

 

 

 

34.   De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan halkı ilk kez var eden, sonra da onu iade eyleyen bir kimse var mıdır?. ALLAH Teâlâ ise halkı ilk kez yaratır, sonra da onu iade eder. Artık siz nereden sapıttırılıyorsunuz?.

34.      Bu mübarek âyetler, ALLAH'ı birlemenin doğruluğu, ortak koşmanın bâtıl olduğu hakkında ayrıca delilleri kapsamaktadır. Cenâb-ı Hak'tan başka kâinatı var eden, dilediğini hidâyete nail edebilen başka bir zatın bulunmadığını bildirmektedir. Artık öyle bir Yüce Mâbuddan başkalarına da tapınmakta bulunan müşriklerin hareketlerini kınamaktadır. Ve kuru bir zanna tâbi olup kesin ve doğru bir itikaddan mahrum olanların hakkı idrakten, hidâyete kavuşmaktan uzak bulunmuş olacaklarını da ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Resulüm!. O müşriklere (de ki: Sizin koştuğunuz ortalardan) kendi ortaklarınız iddia ederek adlarına bir kısım mallarınızı ayırmış ve kendilerine tapınmakta bulunmuş olduğunuz putlarınızdan (halkı ilk kez var eden) yoktan vücude getiren (sonra da onu) öldükten, mahv olup izi kalmadıktan sonra (iade eyleyen) yeniden vücude getiren (bir kimse var mıdır?.) hangi bâtıl mabudunuz bunu yapabilir?, elbette muktedir olmadıklarını bilirsiniz?. (ALLAH Teâlâ ise halkı ilk kez yaratır) vücuda getirir (sonra da onu) öldürür, mahveder, dilediği zaman da yine onu (iade eder) tekrar hayata vücude kavuşturur. Bunu ey müşrikler!. Siz de itiraf edersiniz, (artık siz nereden) Ne sebeple (sapıttırılıyorsunuz?.t haktan bâtıla döndürülüyorsunuz?. Bu kadar deliller mevcut iken neden Cenâb-ı Hak'tan başkalarının mâbud olamayacağını anlamıyorsunuz da şirke, sapıklığa düşüyorsunuz?. Bu ne kadar cahilce bir hareket!.

 

 

 

35.    De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan Hak'ka hidâyet edecek bir kimse var mıdır?. De ki: ALLAH Teâlâ Hak'ka hidâyet eder. Artık Hak'ka hidâyet eden zat mı uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet olunmadıkça kendi kendine hidâyete eremiyecek kimse mi?. Artık sizin için ne var?. Nasıl hükmediyorsunuz?.

35. Yüce Resulüm!. O müşriklere (De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan) putlarınızdan insanları (hakka hidâyet edecek bir kimse var mıdır?.) Onların arasında deliller gösterecek, resuller gönderecek, hidâyetleri halk edecek bir fert mevcut mudur?. Elbette mevcut olmadığı muhakkaktır. Ey Yüce Peygamber!. O gafillere (de ki: ALLAH Teâlâ Hak'ka hidâyet eder) dilediğini hidâyete kavuşturmak, yalnız onun kudret elindedir, böyle bir kudret başkalarında mevcut değildir. (Artık) Düşününüz!, (hakka hidâyet eden zat mı uyulmaya) Kendisine ibâdet ve itaat edilmesine, ilâhî hükümlerine riâyet olunulmasına (daha haklıdır, yoksa) ALLAH tarafından (hidâyet olunmadıkça kendi kendine hidâyete <eremeyecek kimse mi?.) elbette ki, böyle kendisini bizzat hidâyete erdirmekten âciz bir kimse, başkalarını da asla hidâyete erdiremez. (Artık sizin için ne var?.) Ne gibi ruhî bir hastalığa mâruzsunuzdur, (nasıl hükmediyorsunuz?.) kendilerine uyulmaya lâyık olmayan şeylere tâbi olarak onları da birer mâbud ediyorsunuz. Bu kadar akla, hikmete aykırı bir şeyi neden düşünüp anlayamıyorsunuz?.

 

 

 

 

36. Onların ekserisi zandan başka bir şeye tâbi olmaz. Zan ise şüphe yok ki, hiçbir şey ile hakkın yerini tutmaz. ALLAH Teâlâ ise muhakkak ki, ne yaptıklarını tamamiyle bilicidir.

36.       (Onların) O müşriklerin veya insanların (ekserisi) Cenâb-ı Hak'kın varlığını ikrar hususunda (zandan başka birşeye tâbi olmaz) onların ikrarları kesin bir inanca, kabule şayan olacak şekilde bir delile dayanmış değildir. Bilâkis kum bir zanna, sâdece öncekilerden işitmiş olduklarına dayanmaktadır. (Zan ise şüphe yok ki,) sahibini (hiçbir şey ile hakkın) kesin bir şekilde bilip tasdik etmek gibi sahih bir inancın (yerini tutmaz) çünki inançla ilgili meselelerde zan kâfi değildir. Onları kesin olarak tasdik etmek lâzımdır. Meselâ; Peygamberimizin risâletini kesin olarak bilip tasdik etmek icabeder, onun peygamberliğini bir zan ve tahmine binaen kabul etmek dînen asla geçerli değildir. Bir mü'min, kendisinin kesin şekilde mü'min olduğunu bilip gerektiğinde itiraf etmekle mükelleftir. Bir zandan dolayı "inşaallah mü'minin)" demesi kâfi değildir. Fakat kesin olarak inandığı halde sırf ALLAH'ın adı ile teberrük için, veyahut âh i ret e ne suretle ölüp gideceğini bilmediği için güzel bir sona kavuşmak ümidiyle veya bir tevazu, bir nefsi hazm maksadiyle "inşaallah ben müminim" demesi caiz, imâna aykırı değildir. Bir de İmamı Şafiî'ye göre imanın mahiyeti, inanmak ile ikrardan ve amelden ibarettir. Bir kimse ALLAH'ın emrine tam uygun bir şekilde amelde bulunabileceğini kestiremez. Bu itibarla "inşaallah müminim" demesi İmânına mâni değildir. Çünkü bir mahiyetin cüz'îlerinden böyle birinde şüphe edilmesi, o mahiyetin tamamında şüpheyi icab etmez. (ALLAH Teâlâ ise muhakkak ki,) O müşriklerin ve bütün mahlükâtının (ne yaptıklarını) nasıl itikadda, amelde bulunduklarını ve bu cümleden olarak onların nasıl zanna tâbi olup yakîn derecesinde hak olan bir şeyi yalanladıklarını (tamamiyle bilicidir.) Artık şüphe yok ki, o müşrikleri de o kötü itikatlarından o yalanlamaya cür'etleri yüzünden ebediyen cezalandıracaktır.

 

 

 

 

37.    Ve bu Kur'an, ALLAH'tan başkasına isnad edilerek iftirada bulunulamaz. Ve lâkin o kendisinden önce olanı bir tasdiktir ve kitabın bir açıklamasıdır. Onda bir şüphe yoktur. Alemlerin Rab'bi tarafından -indirilmiştir-.

37.   Bu mübarek âyetler, Kur'an-ı Kerim'in önceki kitapları tasdik edici, çok hakikatları açıklamış olan bir ilâhî kitap olup başkalarına isnad edilmeden yüce bulunduğunu bildirmektedir. Kur'an-ı Kerim'in bir süresinin bile benzerini getirmeğe insanlığın muktedir olmadığını beyân ve aksini iddia edenleri benzerini getirme meydanına davet etmektedir. Ve hikmet beyân eden Kur'an'ı yalanlayanların önceki kitapları yalanlayanlar gibi cahillerden olup ne elem verici âkibetlere mâruz kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resulüm!. O inkarcılara de ki: (bu Kur'an) bu bir nice İlim ve fenleri içeren, hikmet ve belagat mucizesi olan ilâhî kitap (ALLAH'tan başkasına isnat edilerek iftirada bulunulamaz.) bu bir ilâhî kelamdır, başkası tarafından ALLAH adına bir iftira olarak tanzim edilmiş değildir. Buna insan gücü yeterli değildir. Bunu Hz. Muhammed'in kendi tarafından ALLAH adına tertib etmiş olması nasıl iddia edilebilir?. (Velâkin o) Kur'an-ı Kerim (kendisinden önce olanı) Tevrat ve İncil gibi diğer Peygamberlere verilmiş olan hangi bir semavî kitabı (bir tasdiktir) o kitapların içeriklerini haber vermektedir, nice tarihte meçhul kalmış, eski hadiseleri hikâye etmektedir, Hz. Muhammed ise okuma yazma bilmezdi, önceki kitapların içeriğini bilmezdi. Artık Kur'an'in onları haber vermesi, onun ilâhî vahye dayanan bir kitap olduğuna açık bir delildir. (Ve kitabın bir açıklamasıdır) dinî hükmlerin ve diğerlerinin bir açık beyânıdır. (Onda bir şüphe yoktur.) O muhakkak bir ilâhî kitaptır. (Alemlerin Rabbi tarafından -indirilmiştir-) indirilmiş veya üstün kılınmış artık onu başkalarına isnat etmek asla doğru olmaz.

 

 

 

 

38. Yoksa onu uydurdu mu diyorlar?. De ki: Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz, onun benzeri bir süre getirin ve ALLAH'tan başka gücünüz yettiği kimseyi de çağırınız.

38. (Yoksa onu) O Kur'an'ı Kerim Hz. Muhammed (uydurdu mu diyorlar?.) Evet... O mübarek Peygambere böyle bir iftirada bulunuyorlar. Ey Yüce Peygamber!. Onlara (De ki:       Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz) eğer gerçek durum, sizin dediğiniz gibi ise (onun benzeri bir süre getirin) belagat ve fesahat itibariyle, onun o güzel, lâtif nazmı sekliyle bir sûre tertib ve tanzim ediniz (ve) bu hususta (ALLAH'tan başka gücünüz yettiği) kendisinden yardım dilemeğe muktedir olduğunuz hangi bir (kimseyi de sağırınız) size yardım etsin, hep birlikte çalışarak öyle bir sûre vücude getiriniz. Heyhat!. Bu kabil mi?.

 

 

 

 

39. Hayır... Onlar ilmini kuş, atam adı ki arı ve daha tevili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan evvelkiler de böylece yalanlamada bulunmuşlardı. Artık bak ki, zalimlerin sonu nasıl olmuştur.

39.   (Hayır) Onların Kur'an hakkındaki sözleri cahilce bir iddiadan ibarettir (onun ilmini kuşatamadıkları) daha ilk işitip âyetlerinin ihtiva ettiği hakikatleri anlamış bulunmadıkları (ve daha tevili) gayıplara, geleceklere, vaad ve tehdide ait verdiği haberler henüz (kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar) onu bir iftira eseri kabul ettiler, onu ALLAH nâmına yalan yere isnat edilmiş bir eser sanıverdiler. Evet... (Onlardan) O peygamber asrındaki müşriklerden (evvelkiler de böylece) o müşrikler gibi (yalanlamada bulunmuşlardı) kendilerine gönderilmiş olan peygamberleri ve kitapları inkâra cür'et eylemişlerdi, sonra da o inkârları yüzünden ALLAH'ın kahrına uğramışlardı. (Artık) Habibim!. (Bak ki, zalimlerin) O Peygamberleri yalanlamakla kendi nefislerine zulm etmiş olan münkirlerin (akibeti nasıl olmuştur) ne kadar müthiş bir felâketten ibaret bulunmuştur. İşte seni inkâr edenlerin âkibetleri de öyle helakten, hüsrandan ibaret olacaktır.

§ Bu ilâhî beyân, Rasülü Ekrem için bir tesellidir, bütün insanlık için de bir uyanma dersidir. Her insan, zalimlerin, mükirlerin, mâruz kalmış oldukları pek dehşetli sonlan düşünerek zulümden, hakka tecavüzden; inkarcı hareketlerden nefsini korumaya çalışmalıdır.

 

 

 

 

40. Ve onlardan kimisi ona imân eder ve onlardan kimisi de ona imân etmez. Ve Rab'bin bozguncuları pek ziyâde bilendir.

40.   Bu mübarek âyetler, İslâm dininin kabule davet edilen kimselerin bir kısmı İslâmiyet'i kabul edip bir kısmının da kabul etmiyeceğini ve böyle imândan mahrum olanların mesuliyetleri kendilerine ait bulunacağını beyân buyurmaktadır. İslâmiyetî kabul etmeyenlerin de iki kısma ay rızıklarını, bir kısmı, peygamberin beyanlarını, Kur'ânî tebliğleri işittikleri halde manen sağır oldukları için bunlardan istifâde edemeyeceklerini, diğer bir kısmı da İslâmiyet in hak olduğuna ait delilleri gördükleri halde manen kör oldukları için bunları tasdikten mahrum bulunacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Resulüm!, (onlardan) o senin kavminden, kendilerini İslâmiyet'e davet eylediğin kimselerden (kimisi ona) o Kur'an-ı Kerim'e, kendilerine tebliğ edilen Islâmî hükümlere (imân eder) güzelce bir düşünce neticesinde bu hakikati anlar, kabul ederek İslâmiyet şerefine, nail olur. (ve onlardan) Kur'an-ı Kerim'i inkâr edenlerden (kimisi de ona) o Kur'an-ı Kerim'e, onun tebliğ ettiği dinî hükmlere (imân etmez) onun ilâhî bir kitap olduğunu güzelce düşünmez, dinî hükmleri kabul etmiyerek küfür içinde kalır gider, (ve Rab'bin) İşe öyle (bozguncuları) küfrlerinde inat edip duranları (pek ziyade bilendir) onların bütün o kâfirce halleri ALLAH katında tamamen bilinmektedir. Artık onun cezasına hazırlansınlar. Ne büyük bir ilâhî tehdit!.

 
 


Konu Başlığı: Ynt: Yunus Suresi
Gönderen: Ekvan üzerinde 03 Kasım 2009, 16:05:42




41.     Ve eğer seni yalanlarlarsa artık de ki: Benim amelim banadır, sizin ameliniz de sizedir. Siz benim işleyeceğimden berisiniz, ben de sizin işleyeceğiniz şeylerden beriyim.

41. (Ve) Resulüm!, (eğer seni yalanlarlarsa) Kendilerine gösterilen delillere rağmen yine inkârlarından ayrılmazlarsa (artık) onlara (de ki: Benim amelim banadır) benim ibâdet ve itaatimin sevabı mükâfatı bana aittir, (sizin amelleriniz de sizedir) siz de kendi küfür ve isyanınızın cezasına kavuşacaksınızdır. Ben sizden uzak bulunmaktayım. (Siz benim işleyeceğimden uzaksınız) Siz benim fiil ve hareketlerimle alâkadar olacak değilsinizdir. (ben de sizin işleyeceğiniz şeyleren uzağım) sizin inkarcı ve bozguncu şekildeki amellerinizden dolayı ben mes'ul olmayacağımdır. Evet... Rasûlü Ekrem'in vazifesi, ilâhî hükümleri tebliğ ve tavsiyedir. Bu vazifeyi ise tamamen yapmıştır. Hatta insanlık hakkında pek fazla şefkat ve merhametinden dolayıdır ki, ehli küfrü imâna davet hususunda en büyük fedakârlıklarda bulunmuştur. Artık Rasülü Ekrem hakkında bir sorumluluk düşünülemez.

 

 

 

42. Ve onların içinde senin sözlerini işitmek isteyenler de vardır. Fakat sağırlara mı işittireceksin?. Eğer akılları da kesmez kimseler bulunmuş ise.

42.   (Ve) Resulüm!, (onların) O müşriklerin (içinde senin sözlerini işitmek) okuduğun Kur'an'ı Kerim'i dinlemek (isteyenler de vardır) onlar Hz. Peygamber'in beyanlarını zahiri bir kulakla dinlerler, (fakat) Onlar aşırı düşmanlıklarından dolayı manen sağır kimselerdir, peygamberin tebliğlerini can kulağıyle dinleyip kabul etmek kabiliyetinden mahrumdurlar. Artık Habibim!. Sen tebliğlerini öyle (sağırlara mı İşittireceksin?.) bu mümkün mü? Özellikle onlar, bu sağırlıkları ile beraber (eğer akılları da kesmez kimseler bulunmuşlar ise) işte bu inkarcılar, o kabildendirler. Akıllı olan bir sağır, yine bazı şeyleri anlar, kabul edebilir. Fakat akılsız olunca artık bir hakikati işitip kabul etmeğe kaadir olamaz. Onlar o kötü inkarcı hareketlerinden dolayı bir ilâhî kahır olmak üzere güzelce anlamak özelliğinden mahrum kalmışlardır.

 

 

 

 

43. Ve onlardan sana bakanlar da vardır. Ya sen körlere göremez kimselerde olsalar doğru yolu gösterebilir misin?.

43. (Ve onlardan) O müşriklerden (sana bakanlar da vardır) senin Peygamberliğine, sözlerinin doğruluğuna ait delilleri görüp muayene ederler. Bununla beraber yine imândan, tasdikten kaçınırlar. Onlar manen kör kimselerdir. Kendi kötü hareketlerinin bir cezası olmak üzere hakikatları görmek kabiliyetinden mahrum bırakılmışlardır. Artık Resulüm!. Onları hidâyete nail etmeğe sen kadir olamazsın. Evet. (Ya sen körlere) Göremez kimselere öyle (göremez kimselerde olsalar da) kalp gözleri kör, kendileri basiretten mahrum bulunsalar da onlara (doğru yolu) tariki müstakîmi (gösterebilir misin?.) elbette gösteremezsin. Çünki onlar maddî ve manevî kabiliyetlerini yitirmişlerdir. Artık onları Cenab'ı Hak'tan başkası ıslah edemez, hidâyete kavuşturamaz.

"Bir göz ki, anın olmaya ibret nazarında"

"Ol düşmanıdır sahibinin baş üzerinde."

§ Malumdur ki: Cenab'ı Hak insanlara kuvve-i sâmia = işitme kuvveti ve kuvve-i bâsira = görme kuvveti vermiştir. Bunlar birer büyük ilâhî lütuftur. Bu iki kuvvetten hangisinin daha efdal, daha şerefli olduğunda ise ihtilâf vardır. Şöyle ki: Bazı zatlara göre işitme kuvveti efdaldir. Çünki: İnsanlar diğer hayvanlardan söz söylemek suretiyle ayrılırlar. Sözlerden ise işitme kuvveti vasıtasıyla istifâde olunur. Bir insan işitme gücü sayesinde gözü önünde söylenmeyen şeyleri de işitir. Kör olsa da ilm tahsilinde bulunabilir. Yüce Peygamberlerden bazılarına âmâlık ariz olmuştur, fakat sağırlık arız olmamıştır. Böyle bir arıza onların haklarında caiz değildir. Peygamberlik vazifesini yerine getirmeye mânidir.

Fakat diğer bazı zatlara göre de görme kuvveti daha efdaldir, daha şereflidir. Zira idrâk vasıtalarının en mükemmeli, görme gücüdür. İnsan göz vasıtasiyle en uzaklardaki kudret eserlerini, meselâ göklerdeki nüranî cisimleri müşahede edebilir. Sonra görmek kuvvetinin âleti, nurdan ibarettir, işitmek kuvvetinin âleti ise ancak havadır. Nur havadan şerefli olduğundan artık görme gücü de işitme gücünden üstündür. Bir de yaratılış bakımından gözlerde tecelli eden hikmeti ilâhî hârikaları kulaklardaki hârikalardan daha fazladır. Gözler sahiplerine daha fazla bir güzellik verir, körlük ise bu güzelliği azaltır, sağırlık ise sahibi için bir ayıp sayılmaz.      Hatta deniliyor ki: Hz. Musa, dünyada iken Cenâb-ı Hak'kın kelâmını işitmiş olduğu halde Allah'ın cemâlini görmek temennisinde bulunmuş iken bu şerefe nail olamamıştı. Bu da gösteriyor ki, görmek nimeti, işitmek, nimetinin üstündedir. "Essiracülmünir" de deniliyor ki: Zahir olan da budur.

 

 

 

 

44. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara hiç bir şey ile zulm etmez. Velâkin insanlar kendi nefislerine zulm ederler.

44.       Bu mübarek âyetler, Rasülü Ekrem'i yalanlayan müşriklerin başlarına gelen felâketlerin hâşâ bir ilâhî zulüm olmayıp yalnız kendi kötü hallerinin bir neticesi olduğunu bildimektedir. Ahiret hayatını inkâr edenlerin o ebedî âlemdeki fecî vaziyetlerini ve dünya hayatının ne kadar geçici, çabucak yok olucu olduğunu o zaman anlamış olacaklarını haber veriyor. Ve o inkarcıların korkutulmakta oldukları felâketlerin bir kısmına daha dünyadalarken de kavuşacaklarını şöylece ihtar buyuruyor: (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Bir mutlak âdildir, bütün mahlükatı hakkında lütuf ve ihsanı bolcadır. (insanlara hiç bir şey ile zulm etmez) Allah hakkında zulm düşünülemez. O bütün kâinatın yaratıcısıdır, sahibidir. Mülkünde dilediği şekilde tasarrufa kaadirdir. Bununla beraber onun bütün tasarrufları adalet ve ihsana dayanmaktadır. (Velâkin insanlar kendi nefislerine zulm ederler) Cenâb-ı Hak insanlara hikmet gereği bir kazanma kuvveti vermiştir. İnsanlar hayrı da, şerri de kazanabilirler. Fakat şerri kazanmalarına Cenâb-ı Hak razı değildir. Buna rağmen şerri işlerlerse, yani sahip oldukları kuvveklerini şer tarafına yöneltirlerse Hak Teâlâ da onların haklarında şerri yaratır, çünki ondan başkası yaratıcı yoktur. Bazı hadiseleri insanların arzularına, işlemelerine göre yaratmak ise bu imtihan âleminin muktezasıdır.

 

 

 

45.    O gün ki onları -mahşere- toplayacaktır. Sanki -dünyada-gündüzün bir saat kadar kalmış gibi olacaklardır. Birbirlerini tanıyacaklardır. Allah Teâlâ'ya çıkacaklarını yalan sayanlar, muhakkak ki hüsrana uğramışlardır. Ve doğru yola ermiş olmamışlardır.

45.    (Ve) Resulüm!. O nefislerine zulmeden inkarcılara hatırlat, (o gün ki, onları) Cenâb-ı Hak, yurtlarından, kabirlerinden çıkararak mahşere o hesap yerine (toplayacaktır) onlar (sanki) dünyada (gündüzün bir saat kadar kalmış gibi olacaklardır.) o mahşerin pek korkunç vaziyetine göre dünyadaki, kabirdeki kalmış oldukları müddet, kendilerince pek az bir müddet gibi görülecektir. Ve onlar (Birbirlerini tanıyacaklardır) yani: Onlar kabirlerinden kalkıp mahşere sevkedilecekleri zaman aralarında bir mvarefe, bir tanışma meydana gelecektir. Fakat sonra mahşerin korkunç vaziyeti tesiriyle aralarındaki bu tanışma yok olacak, herbiri kendi derdine düşecektir. Artık dünyada iken âhiret hayatına inanmamış olanlar (Allah Teâlâ'ya) onun manevî huzuruna, mahkeme'i kübrasına (çıkacaklarını yalan sayanlar) bu husustaki dinî haberleri yalanlayanlar (muhakkak ki, hüsrana uğramışlardır) geçici dünya karşılığında ebedî, yüce âhiret nimetlerini feda ederek en büyük zararlara mâruz kalmışlardır. (Ve doğru yola) kurtuluş yoluna (ermiş olmamışlardır) en büyük bir sapıklığa uğrayarak ebedî bir azaba kavuşmuşlardır.

 

 

 

 

46.   Onlara vâd ettiğimiz şeyin bazısını sana göstersek de veya -henüz göstermeden- senin ruhunu alsak da herhalde onların dönüşü bizedir. Sonra Allah Teâlâ onları ne yapacakları üzerine şahittir.

46.    Resulüm!. (Onlara) O müşriklere, o seni inkâr edenlere (vâd ettiğimiz şeyin) azap ve felâketin onlara kavuşacak olan (bazısını) bir gönül rahatlığı için (sana) daha hayatta iken (göstersek de veya) henüz dünyada iken sana göstermeden (senin ruhunu alsak da) onların o fecî hallerini elbetteki, âhirette göreceksindir. Çünkü (herhalde onların dönüşü bizedir) onlar kabirlerinden kaldırıldıktan sonra mahşere azap yurduna sevkedileceklerdir. Rasülü Ekrem de onların o felâketlere mâruz kaldıklarını tamamen görmüş, anlamış olacaktır, (sonra Allah Teâlâ onların) o inkarcıların dünyadalarken (ne yapacakları üzerine şahittir) onların bütün fiil ve hareketlerini görmektedir. Ona göre onları cezaya uğratacaktır. Ne büyük bir ilâhî tehdit!.

 

 

 

 

47.  Her ümmet için bir Peygamber vardır. Artık onlara Peygamberleri geldiği vakit aralarında adaletle hükmedilmiş olur ve onlar zulm olunmazlar.

47.  Bu mübarek âyetler. Son Peygamber Hazretlerinden evvel de her ümmet için bir Peygamber gönderilmiş; o vâsıta ile ilâhî adalet tecelli etmiş, Allah'ın delili tamam olmuş, o ümmetlere zulm edilmemiş olduğunu bildirmektedir. Hakkı kabul etmeyenlerin uğrayacakları azapların zamanını tâyin ise Peygamberlere ait olmayıp Allah'ın ilmine ait bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Ve her ümmetin mukadder olan bir hayat dönemi olup bu hayatın bir dakika bile öne geçmeyeceğini ve geri kalmayacağını ihtar eylemektedir. Şöyle ki: Resulüm!. Senden evvel gelip geçmiş (Her ümmet için) de (bir Peygamber vardır) onları Allah'ın dinine davet etmiş, hallerine münasip hükmleri, şer'î hükmleri kendilerine tebliğ eylemişlerdir. (Artık onlara Peygamberleri geldiği) yani: Onlara Peygamberleri dinî vazifelerini tebliğ edip onlardan bir kısmı kabul ve tasdik, diğer bir kısmı da red ettiği ve yalanladığı (vakit aralarında adaletle hükmedilmiş olur) onlardan mü'min olanlar, kurtuluşa erer, ilâhî lütuflara kavuşmuş olur. İnkarcı olanlar da helak olup ebedî azaba mâruz bulunurlar, (ve onlar zulm olunmazlar) Haksız yere bir cezaya çarpılmazlar. Bilâkis amellerine göre mükâfat ve ceza görürler. Allah'ın adaleti bunu gerektirir.

§ O kavimler arasında adaletle hükmedilmesi iki şekilde düşünülebilir. Birisi: Onlar daha dünyada iken içlerinden mü'min olanlar, kurtuluşa, selâmete nail olurlar. Küfrlerinde devam edenlerde helak olup giderler. Nuh Aleyhisselâm'ın kavmi hakkında olduğu gibi. İkinci şekilde: O kavimlerin haklarındaki ilâhî hüküm en çok âhirette tecelli eder. Kıyamet günü toplandıkları zaman onların haklarında Peygamberleri de şahitlikte bulunurlar. Mü'min olarak ölmüş olanlar, cennetlere, nimetlere nail olurlar. Kâfir olarak hayatı terk etmiş olanları da lâyık oldukları ebedî azaplara kavuşurlar.

§ Her ümmete vaktiyle bir Peygamber gelmiş, Allah'ın şeriatını kendilerine tebliğ etmiş ve onların arasında bir ilâhî kitabı yaymıştır. Artık o Peygamberin vefatından sonra da o dinî hükmler kavmi arasında devam etmekte bulunmuştur. Artık o kavmin fertleri biz Peygamberi görmedik diye bir mazeret dermeyan edemezler. Peygamberler birer mübarek ilâhî elçilerdir,' Allah'ın hükümlerini tebliğ vazifesini yapmış, bu hükmler kavimleri arasında yürürlükte bulunmuştur. Artık bunlara riâyet etmeyenler, bunları değiştirmeye, bozmaya cür'et edenler bunun mes'diyetinden kurtulamazlar.

 

 

 

48. Ve derler ki: Eğer siz doğru kimseler iseniz bu vâd ne zamandır?.

48.   (Ve) Her kavim kendi Peygamberine dediği gibi, Muhammed ümmeti arasındaki inkarcı kimseler de (derler ki) Ey Peygamberlik iddiasında bulunan zat!. (Siz) Sen ve sana tâbi olan mü'minler (doğru kimseler iseniz) bizi kendisiyle korkutmakta olduğunuz şeyler hususunda doğru sözlü bulunuyorsanız, (bu vâd) bizi tehdit ettiğiniz azap (ne zamandır?.) bize haber ver bakalım!. O inkarcılar, bir yalanlama ve inkâr maksadiyle böyle bir sualde bulunurlar.

 

 

 

49.        De ki: Ben kendi nefsim için Allah Teâlâ'nın dilediğinden başka ne bir zarara ve ne de bir faideye mâlik olamam. Her ümmet için bir ecel vardır. Ecelleri geldiği vakit artık ne bir saat geri kalabilirler ve ne de ileri gidebilirler.

49.        Resulüm!. Onlara (De ki: Ben kendi nefsim için Allah Teâlâ'nın dilediğinden) hakkımda takdir buyurmuş olduğundan (başka ne bir zarara ne de bir faideye sahip değilim) Cenab'ı Hak bana neyi ki bildirirse ben ancak onu bilirim. Ehli küfrün nihayet azaba uğrayacaklarını da yine Cenâb-ı Hak'kın bildirmeliyle bilmekteyim. Artık o azabın size ne zaman yöneleceğini, kıyametin ne zaman kopacağını ben kendiliğimden bilip size haber veremem. (Her ümmet için bir ecel vardır) Muayyen bir hayat müddeti mukadderdir. (Ecelleri geldiği vakit) son bulduğu zaman (ne bir saat geri kalabilirler ve ne de ileri gidebilirler.) mukadder olan ne ise o mutlaka meydana gelir, geriye kalmaya ve öne geçmeye imkân yoktur.

 

 

 

50.  De ki: Bana haber veriniz!. Eğer size onun azabı geceleyin veya gündüzün gelirse günahkârlar ondan neyi acele ediveriyorlar?.

50.      Bu mübarek âyetler, Allah'ın azabının meydana gelme zamanını soran dinsizlere ikinci bir cevap mahiyetinde bulunmaktadır, o azabın zamanını öğrenmekten kendilerine bir fâide hâsıl olamayacağını ihtar etmektedir. O azabın ortaya çıkması anındaki bir imân ise Allah katında makbul olamayacağından o zamana kadar küfürlerinde sebat edip nefislerine zulmetmiş olanların ebedî bir azaba tutulacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resulüm!. O müşriklere yine (de ki: Bana haber veriniz) siz ne yapabilirsiniz?, (eğer size onun) Cenâb-ı Hak'kın (azabı) takdir edilmiş olan cezası (geceleyin) ansızın (veya gündüzün) işlerinizle uğraşıp dururken (gelirse) artık haliniz ne olur?, (günahkârlar) O suçlu müşrikler (ondan) Hak Teâlâ'nın azabından (neyi acele ediveriyorlar?.) onlara böyle acele etmenin faidesi vardır?. Onlara lâzım olan, o ilâhî azaptan korkarak bir an evvel hallerini ıslah etmektir.

 

 

 

 

51.  O azap, vâki olduktan sonra mı ona imân etmiş olacaksınız?. Şimdi mi?. Halbuki, siz onu acele ediveriyordunuz -ya-.

51.   Ey günahkârlar!. (O azap vâki olduktan) Sizin üzerinize gelip göçtükten (sonra mı ona) Cenabı Allah'a ve o gelmiş olan azaba (imân etmiş olacaksınız?.) O, ümitsizlik zamanıdır, artık imanınız kabul edilmez. Ve onlara o vakit denilir ki, (şimdi mi?) imân ediyorsunuz?, (halbuki, siz onu) O azabı (acele istiyordunuz.) Ya!. Yalanlama ve alay yoluyla onun gelmesini hemen istiyordunuz. İşte geldi, artık görünüz cezanızı.

 

 

 

 

52. Sonra zulm etmiş olanlara denilecektir ki, İmdi ebedî azabı tadınız. Siz başkasıyle değil, ancak kazanmış olduğunuz şey sebebiyle cezalandırılırsınız.

52.  (Sonra zulmetmiş olanlara) Öyle küfür ve şirk içinde yaşayarak ilâhî azabı gördükten sonra imân edenlere âhiret gününde (denilecektir ki: İmdi ebedî) sürekli elem verici (azabı) cehennem ateşini (tadınız) içinde sürekli bir şekilde kalınız, (siz başkasıyle değil) Bugün başka bir sebeple değil (ancak) siz dünyada iken (kazanmış olduğunuz şey sebebiyle) küfür ve isyan yüzünden bugün bu ebediyet âleminde (cezalandırılırsınız) bu sizin dünyadaki amellerinizin bir karşılığıdır. Bu cümleden olarak ilâhî azabı acele istemenizin bir neticesidir, İşte küfür ve şirkin sonu böyle sonsuz bir azaptan, bir felâketten ibarettir.

 

 

 

 

 

53. Ve senden haber almak istiyorlar ki, o doğru mudur?. De ki: Evet.. Ve Rab'bime and olsun ki, doğru bir hakikattir ve siz onu bertaraf edecek kimseler değilsinizdir.

53.        Bu mübarek âyetler, Rasûlü Ekrem'in haber verdiği bir gerçeği, bir ilâhî vadi tasdik etmiyerek onun mevcut, gerçeğe uygun olup olmadığını soran kâfirlere karşı Cenâb-ı Hak'kın kudret ve büyüklüğünü, bütün mahlükatı üzerindeki malikiyet ve hakimiyetini beyan ederek onlara kesin cevap vermektedir. Ve o hakikatin tecellisi zamanında artık inkarcılar için bir kurtuluş çaresi bulunamıyacağını bildirmektedir. Ve bütün kâinat, Cenâb-ı Hak'kın mülkü olup onlarda dilediği gibi tasarrufta bulunacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resulüm!, (senden) Bir inkâr ve alay yoluyla tekrar (haber almak istiyorlar ki o) bizi korkutmakta olduğun azap, o kıyametin kopması veya senin peygamberliğin, bize tebliğ ettiğin Kuran ve o dinî hükmler, cezalar (doğru mudur?.) bu gerçeğe uygun mudur, meydana gelecek midir?. Bize haber ver bakalım!. Resulüm!. O inkarcılara cevap olarak (de ki: Evet..) o doğrudur, (ve Rab'bime and olsun ki) o (doğru bir hakikattir) o hak sabit bir haberdir. Onun ne kadar bir hakikat olduğunu akıbet anlayacaksınızdır. (Ve siz onu) O hakikati, o başınıza gelecek olan azabı (yok edecek kimseler değilsinizdir) sizin gibi âciz yaratıklar, kendilerine yönelecek bir belâyı nasıl saymaya kaadir olabilirler?. Herhalde ona tutulacaksınızdır, ondan kaçıp kurtulamayacaksınızdır.

 

 

 

 

54.       Eğer zulmetmiş olan her şahıs için bütün yerde bulunanlar olsa idi elbette onları feda ederdi ve azabı gördükleri zaman için için pişmanlıkta bulunmuş oldular. Ve onların arasında adaletle hükmolunmuş olur ve onlar zulm   olunmazlar.

54.    Evet.. Kâfirler için kurtuluş yoktur. (Eğer) Öyle nefislerine (zulmetmiş olan her şahıs) diyelim ki (bütün yerde bulunanlar) dünyasının bütün malları, hazineleri. menfaatleri (olsa idi) bunların hepsine sahip bulunsa idi (elbette) kendisini o azaptan, o felâketten kurtarabilmek için (onları) o sahip olduğu şevlerin tamamını (feda ederdi) heyhat!. Bu ne mümkün!. (Ve) Onlar (azabı gördükleri zaman) Nasıl bir felâkete uğradıklarını anlar, dilleri tutulur, apışıp kalmış bir hâle düşer, söz söylemeğe, ağlamaya, bağırıp çağırmaya güçleri kalmaz (için için pişmanlıkta bulunmuş olurlar) hayfaki, artık pişmanlık kendilerine bir fâide vermez (ve onların) o müşriklerin ve diğer insanların (arasında adaletle hükmolunmuş olur) herbirisi lâyık olduğuna kavuşur (ve onlar zulm olunmazlar) o kâfirler, o nefislerine zulmetmiş olanlar, kıyamet gününde haksız yere bir zulme uğratılmazlar. Belki onlar kendi kâfirce hareketlerinin gereği olan azaba mâruz kalırlar. Ve dünyada iken birbirine zulmetmiş oldukları takdirde de aralarında mahkeme ve hesap icra edilerek kimin kimde bir alacağı var ise o tamamen alınarak hiçbirinin hakkı zâyedilmek suretiyle şahsına zulmedilmiş olmayacaktır.

 

 

 

 

55. Uyanınız!. Şüphe yok ki, göklerde de ve yerde de her ne var ise Allah Teâlâ'nındır. Uyanık olunuz!. Allah Teâlâ'nın vadi elbette ki, gerçektir, fakat onların çoğu bilmezler.

55.      Ey insanlar!. Ey inkarcılar!. (Uyanınız) Gafletinize son veriniz, (şüphe yok ki, göklerde de ve yerde de her ne var ise Allah Teâlâ'nındır) O Yüce Yaratıcı bütün kâinata hâkim ve sahiptir. Binaenaleyh kullarına lâyık oldukları mükâfatları, cezaları vermeğe de kaadirdir. Ey inkarcılar!, (uyanık olunuz) inkânnıza son vererek aklınızı başınıza toplayınız!. (Allah Teâlâ'nın vadi) mü'minleri mükâfata nail edeceğine, kâfirleri mücazata uğratacağına dair olan ilâhî kelâmi (elbetteki, hakikattir) sabittir, gerçeğe uygundur. Ne için onda şüphe ediyorsunuz?. Onun hak olup olmadığını sormak cür'etinde bulunuyorsunuz?, (fakat onların) insanların (eksîrîsi) bu hakikati (bilmezler) akıllarını kötüye kullanarak bu gibi hakikatları bilip tasdik etapek nimetinden mahrum bulunurlar.

 

 

 

 

56.  O diriltir ve öldürür ve ona döndürüleceksinizdir.

56.  (O) Bütün göklere, yerlere sahip olan Yüce Yaratıcı (diriltir ve öldürür) diriltmeye de öldürmeye de kaadirdir. O Hikmet Sahibi Yaratıcı hak edenlere mükâfat ve ceza vermeğe de amenna kaadirdir. (Ve) Ey insanlar, hepiniz (ona) Yüce Yaratacıya (döndürüleceksinizdir.) hepiniz de öldükten sonra mahşer âlemine sevkedilecek, mahkeme edilmeye tâbi tutulacaksınızdır. O kerem ve merhamet sahibi olan ezelî mâbud, kullarına böyle vâd ve tehdidini kapsayan âyetleri bildiriyor, kullarına öğütler verimiş oluyor ki, uyanarak kulluk vazifelerini yapsınlar, ebedî bir âlemde selâmet ve saadete ersinler. Ne büyük bir ilâhî lütuf!.

 

 

 

 

57.  Ey insanlar!. Muhakkak ki, size Rabbinizden bir öğüt ve gönüllerden olana bir şifa ve mü'minler için bir hidayet ve bir rahmet geliştir.

57. Bu mübarek âyetler, insanlığı irşad ve aydınlatmak için indirilmiş olan Kur'an'ı Kerim'in sahip olduğu pek yüce vasıfları bildirmektedir, İnsanlık hakkında Cenâb-ı Hak'ın bir lütfü, bir rahmeti olan böyle kutsî bir kitaptan istifade edilmesi lüzumuna işaret etmektedir. Hak Teâlâ'nın helâl ve haram kılmış olduğu şeyleri değiştirme ve bozmaya cür'et etmenin, Allah Teâlâ'ya karşı bir iftira mahiyetinde olacağını ihtar ile bunun uhrevî cezasına dikkatleri çekmektedir. Ve bütün mahlûkatı hakkında lütuf ve keremi pek bol olan Yüce Yaratıcı Hazretlerine karşı birçok kimselerin şükran vazifesini yerine getirmekten mahrum bulunduklarını bir uyanma vesilesi olmak üzere beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey insanlar!. Muhakkak ki, size Rabbinizden bir öğüt) bir nasihat sizi uyandırıp aydınlatacak bir kitap gelmiştir. (Ve gönüllerde olana) Kalplerdeki cehaleti, çirkin huyları, bozuk inançları giderecek olan (bir şifa) bir deva, gelmiştir. Kur'an'ı Kerim'in tavsiye ettiği faziletlere, güzel hareketlere uyulduğu takdirde manevî hastalıklar, ruhî üzüntüler yok olup gider. (Ve mü'minler için bir hidayet) sapıklıktan kurtaracak bir saadet rehberi gelmiştir, (ve bir rahmet) Pek büyük bir ikram, bir merhamet eseri (gelmiştir) artık bunlardan hakkiyle istifadeye çalışmalı değil midir?.

§ İşte Kur'an-ı Kerim, bu dört yüce mahiyeti, vasıfları, mübarek gayeyi toplar bulunmaktadır. Evet... Şüphe yok ki: Kur'an-ı Kerim, bütün faziletleri, ahlâk dışı halleri bildirmektedir, insanları faziletleri kazanmaya teşvik, gayrı ahlâk dışı şeylerden men etmektedir. Bu ise en yüksek bir öğüt, bir nasihattir.

Yine Kur'an'ı Kerim, gönülleri manevî hastalıklar içinde bırakacak olan küfür ve nifaktan insanları men edip güzel inançlar ile ruhları tedavide bulunmaktadır. Bu da insanlara manen hayat veren bir şifadır. Yine Kur'an'ı Kerim, imân sahipleri için saadet yollarını, en kuvvetli deliller ile göstererek onları hak ve hakikat yoluna irşat edip durmaktadır. Bu da en büyük bir hidâyettir.

Yine Kur'an'ı Kerim, kendisindeki kutsî emirlere yasaklara riâyet edenleri küfür ve nifak karanlıklarından çıkararak imân nuruna nail etmektedir. Onları ebedî azaplardan kurtararak sürekli nimetlere, cennetlere kavuşturmaktadır. Bu da şüphe yok ki: En büyük bir rahmettir.

 

 

 

 

 

58. De ki: Allah Teâlâ'nın lütfü ile ve rahmeti ile. İşte yalnız onunla ferahlansınlar. O, onların topladıklarından daha hayırlıdır.

58.         Resulüm!. İnsanlara hitaben (De ki) ey insanlar!. (Allah Teâlâ'nın lütfü ile) onun Kur'an-ı Kerim'i ile veya İslâm dinî ile (ve) O Yüce Yaratıcının (Rahmeti ile) sizi öyle bir kitaba kavuşturmuş ve sizin kalplerinizi onunla aydınlatmış ve bezemiş olmasiyle veya Peygamber'inizin mübarek sünnetleriyle ferahlanınız. Öyle büyük nimetlere kavuşmanızdan dolayı bir manevî zevk içinde yaşayınız. Evet. İnsanlar (İşte yalnız onunla) o nail oldukları ilâhî bir lütuf ve rahmet ile (ferahlansınlar) onun kıymetini, yüceliğini düşünerek ruhanî neşeler içinde kalsınlar. (O) Kutsal fazi ve rahmet (onların topladıklarından) o dünyevî faidelerden, fanî servetlerden, lezzetlerden (daha hayırlıdır) sahipleri için ebedî selâmet ve saadete vesiledir. Artık öyle ebedî nimetlere kavuşmak için daha ziyade çalışmak icabetmez mi?.

 

 

 

 

59.       De ki: Bana haber veriniz!. Allah Teâlâ sizin için rızktan neler indirdi ve siz ondan bir haram birde helâl kıldınız. De ki: Allah T e âlâ mı size izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?.

59.     Resulüm!. O kâfirlere (De ki: Bana haber veriniz) söyleyiniz bakalım (Allah Teâlâ sizin için rızktan neler indirdi) sizin için neleri takdir buyurdu, semadan yaydığı ışıklar ile, yağdırdığı yağmurlar ile neleri meydana getirip size nasib etti. (de siz ondan) Kendi iddianızla (Bir haram birde helâl kıldınız!.) buna nasıl cür'et eylediniz?. Bir takım hayvanları haram sandınız, bir takım hayvanların da kadınlara haram, erkeklere helâl olduğuna inandınız. Maide süresindeki (lOSlüncü âyete de bakınız!.

Resulüm!. Onlara (De ki: Allah Teâlâ nil size izin verdi) de siz böyle bir takım şeylerin helâl ve haram olduğuna inandınız, (yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?.) Evet.. Siz böyle bir iftirada bulunuyorsunuz. Siz kendi kendinize bazı şeylerin helâl, bazı şeylerin de haram olduğuna hükmediyorsunuz. Halbuki: Cenâb-ı Hak, size bu hususta bir izin, bir selâhiyet vermiş değildir.

 

 

 

60.      Allah Teâlâ'ya karşı yalan yere iftirada bulunanların kıyamet günü hakkındaki zanları neden ibarettir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara karşı elbette lütuf sahibidir, velâkin onların çokları şükretmezler.

60. Ey kendi kendilerine hükm veren cahiller!. (Allah Teâlâ'ya karşı yalan yere iftirada bulunanların) Kendi hükmlerini yalan yere ilâhî birer hüküm gibi göstermek isteyenlerin (kıyamet günü hakkındaki zanları neden ibarettir?.) Hak Teâlâ onları bu iftiralarından dolayı âhiret âleminde cezalandırmayacak mı sanıyorlar?. Ne yanlış bir zan!. Yahut onlar kıyamet gününde olacak şeyler hakkında ne düşünüyorlar?. O iftiralarından dolayı mes'ul, cezaya mâruz olmayacaklarını mı zannediyorlar?. Hayır hayır. Onlar en şiddetli azaplara uğrayacaklardır. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara karşı elbette fazi sahibidir) Onlara akıl vermiştir, onlara Peygamberler, kitaplar göndermiştir, onlara dünyevî ve uhrevî nice şeyleri bildirmiştir. (Velâkin) Bu nimetlere rağmen (onların çokları şükretmezler) akıllarını güzelce kullanmazlar. Peygamberlerin davetini kabul etmezler, ilâhî kitaplardan istifade etmek istemezler, Cenâb-ı Hak'kın bildirdiklerini bırakarak kendi kendilerine hükm vermeğe kalkışırlar, Hak Teâlâya iftirada bulunurlar, nimete nankörlükte bulunup dururlar. Artık öyle kimseler azabı hak etmiş olmazlar mı?.