๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Ölüm psikolojisi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 19 Ocak 2012, 23:39:35



Konu Başlığı: Sonuç
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 19 Ocak 2012, 23:39:35
Sonuç

Ölüm, yeryüzündeki bütün canlıların değişmez kaderi­dir. Esasen.durumun böyle olması, dünyada hayatın devam ede­bilmesi için vazgeçilmez bir ön şarttır. Zira ölüm, dünyanın eko­lojik dengesi için ciddi bir önem taşımaktadır. Ölüm fenomeni tarihi süreç içerisinde her zaman gündemin ilk sıralarında yer almış, böylece insanlar onun sırrını çözebilmek, daha az korku, acı ve ızdırapla ölmenin çarelerini aramışlardır. Medeniyet tari­hinin ilk dönemlerinde daha tabiî karşılanan ve felsefi olarak ele alınan ölüm fenomeni, psikolojik açıdan 20. yüzyılın başlarında araştırılmaya başlanmıştır. Din Psikolojisi sahasında öncü araş­tırmacılardan olan G.Stanley Hail'in 1896 (The Study of Fears) ve 1915 (Thanatophobia and Immortality) yıllarında yayınlamış olduğu iki makaleyle tanatoloji çalışmalarına da öncülük etmesi ayrıca dikkat çekici bir husustur. Bu bağlamda Din Psikolojisi ile Tanatoioji çalışmalarının hemen hemen aynı tarihlerde başla­dığı söylenebilir.

Sanayi devrimiyle beraber batı dünyasında ölümün hayat­tan dışlanmaya çalışılıp bir tabu olarak görülmeye başlanması, batılı bilim adamlarını ölümle ilgili psikolojik çalışmalar yapma­ya yöneltmiştir. Tanatoloji çalışmaları, özellikle 1950'li yılların sonlarından itibaren büyük bir ivme kazanmıştır. Zira maddi re­fah seviyesinin yükselmesiyle beraber ölüm fenomeninin hayat­tan tecrit edilmesi, batılı araştırmacılar tarafından ciddi bir problem olarak görülmüştür. Yapılan araştırmalar, belli dönem­lerde tabu olarak görülse de, insanların ölüm hadisesine karşı ciddi bir ilgilerinin olduğunu ortaya koymuştur.

ABD ve batı dünyasında başlayan tanatoloji çalışmaları, ilim dünyasına “ölüm tecrübe”sinin mümkün olduğuna dair ye­ni bir olgu kazandırmıştır. Hararetli tartışmalara neden olan ölüm tecrübesi konusu, tespit edebildiğimiz kadarıyla İslamî ölüm anlayışıyla da bazı benzerlikler arzetmektedir. Ancak ölüm tecrübesi, mücerret bir konu olduğu için, net bir şekilde ispatlanamadığı gibi ispatlanması da pek mümkün görünmemektedir. Bize göre bu tip tecrübe yaşadığını söyleyenlerin diğer insanlar­dan farkı, belki de ölüm sınırına diğer insanlardan biraz daha fazla yaklaşmış olmalarıdır. Zira bu şekildeki tecrübelere daha çok “ölümden dönme deneyimi” denilmektedir. Yani böyle bir tecrübe yaşadığını söyleyen insanlar ölüme çok yaklaşmış, ama ölmemişlerdir. Burada şunu da ilave etmek gerekir ki, ölüm üzerine yapılan psikolojik nitelikteki çalışmaların çoğunluğunda olduğu gibi, bizim araştırmamız da ölümü yaşanmış bir tecrübe olarak değil, bir ihtimal olarak gören insanlar üzerinde yapıl­mıştır. Bu mânada insanların ölümle ilgili tutumları, yaşanmış tecrübelerden ziyade, özellikle yaşamış oldukları toplumdaki din ve kültürlerin bu konuda ortaya koyduğu veriler ve müşahade ettikleri ölüm olaylarına yaptıkları kıyaslamalara dayan­maktadır. Ancak ölenlerin tecrübe ettikleri şeyler ile yaşayan in­sanların, onların ölümlerinden tecrübe ettikleri şeyler, farklı olsa gerektir. Zira insan için başkalarının ölümü daima obje, kendi ölümü ise subje durumundadır. Dolayısıyla ölümle ilgili araştır­maların en büyük problemlerinden birisi, ölümün doğrudan doğruya tecrübe edilemeyen bir fenomen olmasıdır. Zira ölüm, insan hayatına bir kez gelmekte ve bu tecrübeyi yaşayan insan, yaşadıklarını tasvir etmek için ikinci bir fırsat bulamamaktadır.

Ölümü psikolojik açıdan ele alan araştırmalar, genellikle ölüm korkusu ile dinî inanç arasında bir ilişkinin olup olmadı­ğını tespit etmeye çalışmışlardır. Bu amaçla yapılan çalışmalar, özellikle dinî inancın ölüm korkusunu hafiflettiği ve bilhassa di­nîn derunî boyutunun bu konuda daha etkili olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Ayrıca bu konuda dinî inancın derinlik boyutu kadar, dinî sistemlerin ölüm olayını ele alış tarzı ve ona atfettiği mâna yanında, şekillenmesine katkıda bulundukları kültürün de etkili olduğu görülmektedir. Zira din ve kültürün ölüm kor­kusunu hafifletme ve bu korkuyu üretken yönlere kanalize et­mesinin yanında, ümitsizlik duygularının neden olacağı zayıfla­malara karşı insana yardımcı olduğu, çoğu araştırmacılar tara­fından kabul edilen bir husustur. Mesela bu konuda, doğu kül­türüyle yetişen dindar insanların, batılı olanlara nazaran daha az ölüm korkusu hissettiklerini tespit eden araştırmalar bulunmak­tadır. Araştırmacılara göre doğu kültürü ile batı kültürü arasındaki en büyük farklardan birisi, doğu kültürünün dünyadaki di­ğer bütün insanları da kuşatacak şekilde fiziki ve psikolojik var­lığın ötesine uzanan bir şahsiyet üzerine yaptığı vurgudur. Batı kültürünün ölümün insan ruhunun sonu olmadığını bildirmesi­ne rağmen, çağdaş batı insanı, ruhsal yapıyı çoğu zaman insanın fiziki bedenine göre değişen ve ölümle beraber sona eren bir şey olarak algılama eğilimi göstermektedir. Buradan hareketle çağ­daş batı insanının ölüm konusunda mazisinden kopuk olduğu söylenebilir. Yine duygusal tepkilerin denetim altında tutulması ve mantıklı olmayı vurgulayan batı kültürüyle yetişmiş insanla­rın, denetimi yitirmekten daha çok korktukları gözlemlenmek­tedir. Ancak şu ana kadar yapılan çalışmaların, ölümü karşılama ve onunla ilgili tutumlar geliştirme konusundaki kültürel farklı­lıkları tam olarak ortaya koyduğunu söylemek hayli güçtür. Do­layısıyla bu konuda daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmakta­dır.

Araştırmamızda elde ettiğimiz bulgular, dini inanç ile ölüm korkusu ve ölümle ilgili tutumlar arasında kuvvetli bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca araştırmaya katılan de­neklerin ölümü algılayış tarzları ile Islâmî ölüm anlayışı arasın­daki büyük benzerlik dikkat çekicidir. Zira yukarıda değinildiği gibi din ve kültürün ölüm anlayışları üzerindeki etkisi inkar edilemez bir gerçektir. Bulgularımız ayrıca dinî inancın ölüm­den duyulan korkuyu hafifletme konusunda etkili olduğunu or­taya koyarak, bu konuda batı dünyasında yapılan birçok araştırma sonuçlarıyla da mutabakat arzetmiştir. Araştırmamızda dinî inancın ölüm korkusunu etkilemesinin yanında, ölüm düşünce­sinin de dinî inancı olumlu yönde etkilediği tespit edilmiş, ölüm düşüncesinin güçlü bir dinî motivasyon kaynağı olduğu görülmüştür. Ayrıca ölüm düşüncesi gibi mezarlık ziyareti ve ölümle ilgili sohbetler yapmak da, dinî inancın derûnî boyutu­nu olumlu yönde etkileyen faktörler olarak tespit edilmiş, bunlarla birlikte dindarlığın diğer birçok faktörle ilişkili olduğu gö­rülmüştür.

Ayrıca ölümden duyulan korkunun evrensel olduğu ve bütün insanların bir tür ölüm korkusu hissettikleri, tanatoloji sahasında yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkan en önemli bulgulardan birisidir. Araştırmamızda elde ettiğimiz bul­gular da bu sonucu destekler mahiyettedir. Nitekim bazı araştır­macılara göre ölüm korkusu, diğer bütün korkuların, hatta dinî inançların bile kaynağı durumundadır. Buna ilaveten ölümden duyulan korku, insan hayatına çoğu zaman olumlu bir şekilde yansımaktadır. Mesela ölüm korkusunun “adaptasyon sağlayıcılık” özelliği, ilk plânda göze çarpan özelliklerinden birisidir.

Araştırmada elde edilen bulgulara göre, ölüm korkusu­nun birçok faktörle ilişkili olduğu belirlenmiştir. Bunlar arasın­da yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, meslek gibi demografik değişkenlerin yanısıra, ölüme atfedilen mâna, ölümün konuşulma sıklığı, insanın şahsi ve psikolojik özellikleri vb. gibi daha bir­çok faktör, insanların ölümden hissetmiş oldukları korkuyla ya­kın ilişki içerisindedir. Bu bağlamda gelişim dönemlerinin ken­dilerine has özellikleri, ferdin ölüme atfettiği mânayı etkilediği gibi, ondan hissedilen kaygıyı belirleyen en önemli faktörlerden birisi olarak değerlendirilebilir. Zira ölümü, bireysel ideallerini gerçekleştirme konusunda büyük bir engel olarak gören gençler, gelişim dönemlerinin diğer evrelerinde bulunanlara nazaran ölümden belirgin bir şekilde daha fazla korkmaktadırlar. Genç­lerin ölümden daha çok korkmalarında, gelişim dönemlerine göre bulundukları devrenin psikolojik özelliklerinin yanında, toplum tarafından kendilerine dayatılan rollerin de büyük etkisi olduğu söylenebilir. Zira gençlerin bizzat kendilerinin, ölümün kendileri için uzak bir ihtimal olduğunu düşünmelerinin yanın­da, toplum da sanki onların ölmemesi gerektiğine inanmaktadır. Mesela genç yaşta ölenlere toplumun daha fazla üzülmesi ve da­ha fazla yas tutması, bunun açık bir kanıtı olarak değerlendirile­bilir. Yine genç yaşta ölenler için yakılan ağıtlar hem nitelik hem de nicelik bakımından bu fikri destekler mahiyettedir.

Cinsiyet faktörü, ölüm kaygısı konusunda potansiyel bir belirleyici olarak değerlendirilebilir. Nitekim tanatoloji alanında yapılan çalışmaların büyük bir kısmı, bayanların erkeklerden daha fazla ölüm kaygısı hissettiklerini ortaya koymuştur. Hatta bu konuda kültürler arası farklılıkların bile önemli olmadığı or­taya konan sonuçlardan birisidir. Zira cinsiyet faktörünün bu konuda etkili olmadığı sonucuna ulaşan araştırmalar az da olsa mevcutken, tespit edebildiğimiz kadarıyla erkeklerin bayanlar­dan daha fazla ölüm kaygısı hissettikleri sonucuna ulaşan araştırmalar, hemen hemen yok gibidir. Bayanların ölümden erkek­lerden daha çok korkmalarında, ölüm ihtimalini duygusal ola­rak değerlendirmeye daha yatkın olmalarının büyük etkisi vardır. Ayrıca bayanların kendilerini erkeklere nazaran daha az gü­venli hissetmeleri de bu konuda etkili olan faktörlerden biri ola­rak değerlendirilebilir.

Araştırmamızda elde edilen bulgulara göre polis memur­larının göstermiş oldukları ölüm kaygısı düzeyi, şahsiyet ve ka­rakter özelliklerinin bu konuda etkili faktörlerden birisi olduğu­na çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir. Onları bu mesleği tercihe yönlendiren psikolojik özellikleri, kanaatımızca polislerin diğer meslek gruplarına oranla ölümden daha az korkmalarında en etkili unsurdur.

Ferdin ölümle ilgili tutumlarının gelişmesinde iş ve mes­lek hayatının da etkili olduğu görülmüştür. Örneğin araştırma­mızda elde edilen bulgulara göre doktorların diğer meslek grup­larına nazaran ölümü daha çok yadsımaları, buna güzel bir ör­nek teşkil etmektedir. Buna ilaveten ölümü alınyazısı olarak ka­bul etmeyip, onunla ilgilenmiyor gibi görünenlerin, ondan daha fazla korktukları da dikkat çekicidir.

Ölümden sonra başka bir hayatın olup olmamasıyla ilgili şüpheler, ölümün insanı yokluğa sürükleyeceği endişesini do­ğurmakta ve ölüm korkusunun en önemli nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Ölüm anında çekilen acı ve ızdıraplar ise, ölüm korkusunun diğer nedenleri arasında ön plâna çıkmakta­dır. Öbür dünyanın belirsizliği, ölümle beraber çürüme ve bo­zulma, fiziki ve ruhsal fonksiyonları kaybetme, alışılmış ve rahat bir ortamdan ayrılmak vb. gibi faktörler de insanlarda ölüm korkusunu oluşturan diğer önemli faktörler olup, bunlar insan­ları kişisel özelliklerine göre değişik şekillerde etkilemektedir, Mesela düşük düzeyde dindar olan deneklerin, ölümün bütün boyutlarından hemen hemen eşit derecede ve yüksek düzeyde dindar olanlardan daha fazla korkması, bu açıdan dikkat çekici­dir. Yüksek düzeyde dindar olanların ise, ölümden sonra başka bir hayatın olup olmamasıyla ilgili şüpheler ve ölüm anında çe­kilen acı ve ızdıraplardan daha fazla kaygı hissetmeleri, İslâmi ölüm anlayışı ile de paralellik arzetmektedir. Zira bir yandan öte âlemle ilgili tereddütler âhiret inancının sarsılmasına neden olurken, diğer yandan îslamla yoğrulan kültürümüzde ölümün zamanı gibi, şeklinin de önemli olduğu, çoğu insanların baş yas­tıkta ve rahat bir şekilde ölmek için dua ettikleri bilinmektedir.

Özellikle Semavi dinlerin ortaya koyduğu “ölümle bera­ber Allah'a kavuşmak, ebedi bir şekilde yaşamaya devam etmek” şeklindeki inanç, insanların ölümden hissettikleri korkunun en etkili ilaçlarından birisidir. Zira ebedilik arzusu bütün insanların en güçlü arzularından biri durumunda iken, özellikle inananlar için Allah'a kavuşmak, ulaşılması hedeflenen son gaye olarak karşımıza çıkmaktadır. Sık sık ölümü düşünerek ona alışmak, okul, cami vb. gibi ebediliğe sarkan eserler yaptırmak da ölüm­den duyulan korkuyu hafifletici önemli faktörler arasındadır.

Maskeleme, çağdaş insanın ölüm karşısında sergilediği en belirgin tutumlardan biri olup, ölüm hakkında düşünmeye fır­sat kalmayacak şekilde insanın kendini çeşitli uğraşlara vermesi şeklinde tanımlanmaktadır. Bastırma ise, ölümü hiç akla getir­meme veya hatırlamamaya çalışma şeklinde tarif edilmektedir. Bu iki tutumun araştırmaya katılan denekler arasında yaygın ol­madığı görülmüş ve bu şekildeki yönelimlerin genelde ölüm korkusunu hafifletici bir yönünün olmadığı tespit edilmiştir. Zi­ra araştırmaya katılan deneklerin büyük çoğunluğu (yaklaşık %90), ölümü “önceden tayin edilen ecelin gelip çatmasıyla ger­çekleşen bir olay” olarak değerlendirdiklerini ifade etmiştir.

Ölüm üzerinde düşünmek, belli sınırları aşmadığı sürece sanıldığının aksine hayata mâna katan önemli bir faktördür. Bu düşünce, değişik faktörlerden etkilenmekte ve insanların hayat­larına genelde olumlu bir şekilde yansımaktadır. Buna göre “herhangi bir cenaze veya mezarlık görmek” ve “ölümle ilgili va­azlar dinlemek veya “kitaplar okumak” insanlarda ölüm düşün­cesinin oluşmasında etkili olurken, “dünya meşgalelerine dalıp gitmek” ve “insanların kendilerini ölümden uzak görmeleri” de, ölüm düşüncesini zayıflatan faktörler olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca elde edilen bulgular, dini inanç ile ölüm düşüncesi ara­sında kuvetli bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre ölüm düşüncesi arttıkça, dindarlık düzeyi de yükselmekte, din­darlık düzeyi düştükçe ölüm düşüncesi azalmaktadır. Buna ila­veten ölüm düşüncesi, sosyal hayata da çoğu zaman olumlu bir şekilde yansımaktadır. Eğitim düzeyine göre ölüm düşüncesinin sosyal hayata olumlu bir şekilde yansımasının akademisyenlerde en üst düzeyde olması ayrıca dikkat çekicidir. Durumun böyle olmasında, akademisyenlerin diğer gruplara oranla islam dinîni ve dolayısıyla onun sosyal hayata atfettiği önemi daha iyi özüm­semiş olmalarının etkili olduğu düşünülebilir, Buna ilaveten on­ların sosyal bilimler ile içice olmalarının da bu durumda etkisi olabileceği makul görülmektedir. Ayrıca ölüm düşüncesinin sos­yal hayata olumlu etkisinin, ergenlerde gelişim dönemlerinin di­ğer evrelerinde bulunan deneklere nazaran daha düşük düzeyde olmasında, bu dönemin psikolojik karakteristiklerinin etkili ol­duğu söylenebilir. Zira gençler, sosyal ilişkilerini daha çok duy­gusal bir eğilimle ele almakta, onları henüz akli bir zemine otur­tamamış durumdadırlar. Bunun yanında onların daha ziyade kı­sa süreli sosyal ilişkilere meyletmeleri de bu konuda etkili diğer bir faktör olabilir.

Ayrıca ölüm düşüncesi, bazen insanı dünyadan soğut­makta, bazen de bunun tam aksine hayat fırsatını ganimet bilip mümkün olduğu kadar ondan istifade etmeye yöneltmektedir. Ancak ölüm düşüncesinin insan hayatına bu yöndeki tesiri, dinî ve sosyal hayata olan olumlu etkisine kıyasla oldukça zayıftır.

Mezar ziyareti de hemen hemen ölüm düşüncesiyle aynı paralelde bir fonksiyon icra etmekte ve insanların dinî hayatları­na olumlu bir şekilde yansımaktadır. Mezar ziyaretinin dinî ha­yata olan olumlu katkısının yanında, ölüm kaygısını da hafifleti­ci bir etkiye sahip olduğu görülmüştür. Bütün bu bulgular, ölü­mü hayattan tecrit etmek yerine ona belli bir mâna verip haya­tın gerçeklerinden biri saymanın, ondan hissedilen korkuyu ha­fifletebileceği varsayımını desteklemektedir. Bu bağlamda özel­likle Türk-îslam kültüründe, mezarlıkların insanlar tarafından kolaylıkla görülebilecek yol kenarlarına ve şehir merkezlerine yapılması ve aile kabristanlarının yaygın olması dikkat çekicidir.

Bastırma ve maskeleme şeklinde ifade edilen ve çağdaş insanın ölüm karşısındaki karakteristik yadsıma tutumunu orta­ya koyan yönelimlerin araştırmaya katılan deneklerde pek fazla yaygın olmaması, her ne kadar batılı bir hayat tarzı yaşama sü­recinde olsa da insanımızın manevi değerlerinden pek fazla kopmadığının açık bir kanıtıdır. Bu en azından diğer yörelere nazaran daha muhafazakar bir bölge olan Erzurum yöresi için geçerlidir. Ayrıca araştırmaya katılan deneklerden, ölümü “bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle çaresi bulunabilecek bir olay” ola­rak algılayan hiçkimsenin çıkmaması, çağdaş batı kültüründen bu noktada da ayrı olduğumuzu ortaya koyan çarpıcı bir bulgu­dur. Zira batı dünyasında bu tutum içinde olan insanlar, bir ara­ya gelerek kurumlaşmakta ve ölümle ilgili bu tutumlarının pro­pagandasını yapmaktadırlar.

Netice olarak ölüm korkusunun tek bir faktörden değil, sosyal ve psikolojik birçok faktörden etkilendiğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda değişik faktörlerin ölümden hissedi­len korku ve onun karşısında sergilenen tutumlara etkisini be­lirleyebilmek için, bu konuda daha fazla araştırma yapılmasına ihtiyaç olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla insanımızın ölümden hissetmiş olduğu korkuyu ve ölümle ilgili tutumlarını etkileyen faktörleri daha net bir şekilde ortaya koyabilmek için, daha geniş bir tabana hitap eden araştırmaların yapılmasının za­ruri olduğuna inanıyoruz. Zira daha önce ifade edildiği gibi, bi­zim yapmış olduğumuz araştırma, daha ziyade yüksek öğrenim görmüş insanlar ve belli meslekler ile sınırlandırıldığından, eği­tim düzeyi daha düşük insanların ölümle ilgili tutumlarını yan­sıtır mahiyette değildir. Bu cihetle ölüme karşı olan ilgileri fark­lı, değişik mizaç ve karakter özelliklerine sahip, eğitim düzeyi düşük olan insanları da içine alacak şekilde, farklı denek grup­larına uygulanacak araştırmaların, bizim araştırmamızda ulaştı­ğımız sonuçları destekleyeceği muhtemel olmakla birlikte, ölü­mün bizim tespit edemediğimiz yönlerinin aydınlatılmasına kat­kı sağlayacağı muhakkaktır. [1138]


[1138] Yrd. Doç. Dr. Faruk Karaca, Ölüm Psikolojisi, Beyan Yayınları: 371-380.