๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Nurdan Damlalar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 20 Eylül 2010, 18:36:11



Konu Başlığı: Sonsuz nur
Gönderen: Sümeyye üzerinde 20 Eylül 2010, 18:36:11
SONSUZ NUR

Hz. Muhammed Mustafa (sav)’nın mümtâz ve muallâ şahsiyetinin anlatılması, anlatılmakdan da öte O’nun beşeriyetin kurtuluşu için bir çare, insanlığın onulmaz dertleri için bir iksîr olarak takdim edilmesi ve hayat-ı seniyelerinin O Yüce Kâmete uygunluk içinde tanıtılabilmesi, çoklarının olduğu gibi benim de düşünce ve his dünyamı baskı altına alan ve her yönüyle de önü alınamaz bir arzu ve isteğe dönüşen mühim mevzûlardan biri...

O, insanlığın iftihar tablosudur. On dört asırdan beri dünya çapındaki en büyük dâhiler, dev filozoflar ve her biri düşünce semâmızın yıldızı nice mütefekkir ve ilim adamları, hep O’nun arkasında el pençe divan durmuş ve O’na hitaben: “Sen, sana mensubiyetle övündüğümüz insansın” demişlerdir.

O’nun büyüklüğüne şu yeter ki, çağımızda bu kadar tahripten sonra hâlâ biz, minarelerden “Eşhedü enne Muhammede’r-Resûlullah” sadâsını duyuyor, Ruh-ı Revan-ı Muhammedî’nin her yanda şehbal açtığını müşahede ediyor ve rûhanî-lerle beraber günde beş kez coşuyoruz.. yine O’nun büyüklüğü adına diyebiliriz ki; nesilleri ifsât ve idlâl uğruna içte ve dışta bunca din düşmanının çalışıp gayret göstermesine rağmen, bugün hâlâ çiçeği burnunda ve daha tüyü bitmemiş pek çok delikanlı hem de “Hakîkat-ı Ahmediye”yi (sav) hakkıyla anlayıp, kavramaları çok zor olduğu halde, pervanelerin ışığa koştuğu gibi, Hz. Muhammed (sav)’e koşmaları, dünyada benzeri olmayan bir hâdisedir. Zaman, bizim içimizde, sînelerimizde O’na ait hakikatlerden hiçbirini eskitemedi.. evet O hâlâ taptazedir. Çok defa dostlarıma da söylediğim gibi, ne zaman Medîne-i Münevvere’ye gitsem, O’nun kokusu beni o derece sarar ki, neredeyse bir adım ötede bizzat kendisine kavuşacak ve diriltici sesiyle “Merhaben, ehlen ve sehlen” dediğini işitecek gibi olurum. İşte O, bizim içimizde bu kadar tazedir ve gün geçtikçe daha da tazelenmektedir.

Evet, zaman yaşlanıyor, ihtiyarlıyor; bazı düşünceler köhneleşiyor ve değerden düşüyor; fakat inananların sînelerinde Hz. Muhammed (sav), hergün daha da açan bir tomurcuk gibi daima yenilenip tazeleniyor.

Zannımca, başkalarının, başka şeyleri anlattığı kadar O’nu anlatabilseydik -ki anlatamadık- başkalarının anlatılmasına imkân verildiği kadar O’nun anlatılmasına imkân verilseydi ve san’ata, hayata ait müesseseler O’nu anlatmak için tam seferber olabilseydi, bugünkü nesillerin gönlünde sadece O taht kuracak ve sînelerde sadece O bulunacaktı.. yine de her şeye rağmen, cihanın şarkından garbına kadar gûnâ gûn herkes, elinde testisiyle o “Menhelü’l-Azbü’l-Mevrûd” sözüyle anlatacağım temizlerden temiz, pâklardan pâk kaynağa koşuyor ve o, güneşlere tâç giydiren Sultan’ın otağına varmaya çalışıyor.

Evet, bugün başta Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya olmak üzere, hemen bütün dünyada O’nun hesabına bir diriliş müşahede edilmekte ve hemen her yerde müslümanlar mekikleriyle harıl harıl O’nun düşüncelerini işlemekte ve İslâm hesabına incelerden ince dantelalar, kaneviçeler örmekte ve âdeta Müslümanlık yeni bir “Devr-i Saadet” ruhu yaşamakta. İslâm dünyasında da durum daha farklı değil... Bundan bir-iki asır evvel muhakemesiz ve safiyane Müslümanlığa ve Müslümanlara alâka duyan insanların yerinde bugün, İslâmî mes’elelerin ilmini yapan ve ilmin aydınlatıcı tayfları altında Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ya iktidâ eden, okumuş insanlar var... Şimdiye kadar sürekli okumuş kesimi istismar edenler, üniversiteleri, fakülteleri ve diğer okulları bir kısım “izm”ler hesabına kullananlar ve millî müesseseleri küfür hesabına işletmeye çalışanlar, tıpkı aysberglerin çözülmesi gibi artık birer birer çözülüyor ve süratle O’na doğru kayıyorlar.

Yıllardan beri binlerce defa yer değiştirenler; yer değiştirip kendilerine tutunacak bir dal arayanlar; o sistemden bu sisteme; o ekolden öbür ekole koşuşup duranlar; bütün bu çırpınıp durmaların fiyasko ile neticelendiğini görüyor ve şimdiye kadar hiç fiyasko görmemiş Hz. Muhammed (sav) mektebine koşuyorlar. İşte M. Bucaille, R. Garaudy ve daha nice isimleri duyulmamışlar...

Ancak, acaba biz, o sultanlara sultanlığı öğreten Gönüller Sultanı’nı istenilen ölçüde bilebildik mi? Sizi ne diye karıştıracağım? Beş yaşından beri başını secdeye koyan ve O’nun boynu tasmalı, kapısının “kıtmir”i olduğunu söyleyen ben, O’nu tam anlatabildim mi? Veya bildiklerimi size tam duyurabildim mi? Bütün anlatma durumunda olanlara da soruyor ve kendimi de onların arasına katarak diyorum ki; yirminci asır insanlarının gönüllerini coşturacak kadar o gönüllere fer veren Efendiler Efendisi’ni acaba kendi kıymeti ölçüsünde anlatabildik mi?..

Hayır! Eğer beşeriyet O’nu tanısaydı, O’nun için mecnûn olur, yollara düşerdi; ruhları O’nun yâd-ı cemîli sarınca burnunun direği sızlar ve gözleri yaşlarla dolardı, dolardı da, O’nun pâk semtine, peygamberlik dünyasına, tertemiz iklimine girebilmek için ürperir, O’nun aşkının ateşiyle yanan kalbinin küllerine hayat gelsin diye rüzgarın önüne katılır ve hep oraya doğru sürüklenirdi...

İnsan sevdiğini, bildiği ölçüde severken, bilmediğinin de hep düşmanı olagelmiştir. Onun içindir ki, düşmanlarımızın hayat boyu kavga verdiği hususların odaklaştığı nokta, O’nun nâm-ı celîli’nin unutturulması ve yeni yetişen nesillerin hep İki Cihan Serveri’ne düşman olarak yetiştirilmesidir. Ne lütufkâr tecellidir ki, hasımlarımız, O’nun ismini sînelerden söküp atmak istemelerine rağmen, bugün, O’na varmaya engel bütün mânialar ve setler aşınmış ve bilhassa gençlik, tıpkı, günlerce çölün kavurucu sıcağında aç ve susuz ölümle pençeleştiği sırada, yanı başında âb-ı kevser beliriveren bir insan sevinciyle kendini O’nun kucağına salıvermiştir. Elbette ki, o şefkat dolu sîne, kendine bu iştiyakla koşanları bağrına basacak ve onları mahrum bırakmayacaktır.

Cuma günleri camileri lebâlep dolduran insanlara bilmem hiç dikkatle baktınız mı? Eğer dikkatle baktı iseniz, onların büyük ekseriyetinin gençler olduğunu görmüşsünüzdür. Dalâlet ve tuğyânın, kendi sistematiği içinde, bütün nesilleri o korkunç vakumuyla çekmesine mukabil, acaba bu gençleri karda kışta, soğuktan tir tir titredikleri halde, abdest aldırıp en zor şartlarda camilere koşturan nedir? İsterseniz ben söyleyeyim: Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın kudsî cazibesidir...

Akıl ve havsalamız alsa da almasa da, sîneler O Şem’aya, O Güneş’e pervanedir.. çok yakın bir gelecekte, şimdiye kadar bir türlü O’na koşamayıp da kış sinekleri gibi takılıp yolda kalan derbeder ve perişan akıllar, yolda kalışlarına pişman olacak ve ellerini dizlerine vurarak: “Biz niye pervane olup O’na koşmadık” diyeceklerdir. O zaman belki de birçoğu için her şey bitmiş olacak...

Cihan O’na koşacak, ilim mahfilleri O’nu araştıracak, düşünce iklimine açık sîneler O’nun arkasına düşecek; hasımların birçoğu ateşli birer dost olup O’na sığınacak ve sığınıyorlar da... Artık bugün karşı cephenin kıstasları içinde dahi, Hz. Muhammed Aleyhisselâm ağır basmakta ve O’nun büyüklüğü hasım dünya tarafından da itiraf edilmektedir.. Allah Resulü bir hadîs-i şerîflerinde: “Ümmetimden on kişi ile tartıldım, ağır geldim. Sonra yüz, sonra bin kişi ile tartıldım yine ağır geldim. O zaman muvazzaf iki melek dedi ki: Bırak, eğer bütün ümmeti ile tartılsa yine ağır gelecek” 1. Nitekim bu da gerçekleşmişti. Efendimiz (sav), gördüğü bir diğer rüyada şöyle anlatıyor: “Terazinin bir kefesine ben, diğerine bütün ümmetim konuldu ve ben ağır geldim.” 2

Evet, Hz. Muhammed Aleyhisselâm, sahâbe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve onlardan sonra gelen, kıyamete kadar da gelecek olan en büyük insanlar, ruhlara nüfuz eden bütün sofî ve mistikler, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn hepsi bir kefeye konulsa, yine O Gönüller Sultanı ve gözlerimizin ziyâsı ağır basacaktır. Çünkü varlık O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.

O, kâinatın İlle-i Gâiyesidir.. ve hadîs diye meşhur olmuş bir sözde O şöyle anlatılmıştır: “Eğer sen olmasaydın varlığı yaratmayacaktım” 3. Evet, ma’nâsı anlaşılmayan bir kitabın yazılması abestir. Allah (cc) ise abesten münezzehtir. Dolayısıyla, zaman ve mekanın Efendisi gibi gür sesli bir dellâl ister ki, kâinatın ma’nâsını anlatsın. Yine O’nun gibi bir şârih, bir mübelliğ bulunması lâzımdır ki şu uçsuz bucaksız semâ, içindeki ay-güneş-yıldız ve bütün varlık emrine verilmiş olan insan, nereden gelir, nereye gider, neye namzettir.. izah ve ilân etsin ve varlığın perde arkasını ruhlara duyursun. Öyle ise O olmasaydı, kâinat da insan da ma’nâsız olurdu...

Hz. Muhammed Aleyhisselâm, eşyaya ma’nâ kazandıran insandır. O bizim için sevgililerden daha sevgilidir. Burada, -kendimi mü’minlerin en günahkârı gördüğümü itirafla beraber- bir hissimi anlatmadan geçemeyeceğim. Bunu anlatırken de niyetim şudur: Ben dahi Allah Resulü’nü bu derece sevebiliyorsam, kimbilir ehliyetli gönüllerde O ne derece sevgiyle tütüyordur... İşte; anlatacağım kendime ait hâlet-i ruhiye de bu açıdan değerlendirilmelidir. Yoksa, şahsıma ait bir mes’eleyi huzurunuza getirmekten teeddüp ederim. Cenâb-ı Hakk, o mübarek topraklara günahkar yüzümü sürmeyi nasip ettiği zaman, bana Allah Resulü’nün köyü öyle parlak öyle parlak geldi ve orada bulunmaktan öyle ruhânî bir haz aldım ki, eğer o anda, farz-ı muhal cennetin bütün kapılarından davet edilseydim, inanın hiçbirine gitmez, orada kalmayı tercih ederdim. Aslında cennet hepimizin arzusudur, oraya girmeyi istemeyen tek bir müslüman dahi düşünülemez. Her sabah ve akşam duâlarımızda, cehennemden korumasını ve cennetine almasını Rabbi-mizden isteyip durmuyor muyuz? Bütün bunları kabulle beraber diyorum ki; o anda, şayet nasip olacak olan o yüce pâye verilmek üzere çağrılsaydım, ihtimal, Rabb’imden müsâde ister ve Allah Resulü’nün Ravza-i Tâhire’sinde kalma arzumu söylerdim. Sakın bununla o pâyelere liyâkatım olduğunu söylediğim zannedilmesin; sadece Allah Resulü’ne olan muhabbet ve sevgimi dile getirmek istedim. Yoksa, bütün hayatım boyunca Allah Resulü’nün sahâbesinin en küçüğüne, boynu tasmalı bir köle olmak şerefine erebilmek için yalvarıp duâ edenlerdenim. Ve, “Cenâb-ı Hakk, yüzümüzü onların ayağının tozuna sürme düşüncesinden bizi bir lahza uzak tutmasın!” (amin) duâsı çok defa vird-i zebânımız olmuştur.

Aynı hâleti, Beytullah’ta da hissetmiştim. Bu duygular belki de hepimizin ortak duygularıdır. Kaldı ki, bu hislerle dopdolu yaşayan sadece ben ve benim gibi birkaç kişi değildir. Allah Resûlü’nün nice kara sevdalıları vardır ki, onlara benim anlattığım bu hâlet-i ruhiye çok kaba ve ham gelecektir.

Söz bu noktaya gelmişken bir hatıramı daha arz edeyim: O günlerde milletvekili olan Arif Hikmet Bey’le Hac’da beraberdik. O, daha önceleri kendi kendine Medine’ye gidersem bir eşek gibi o mübarek topraklarda yatıp yuvarlanacağım diye söz vermiş. Medine topraklarına ayağını basar basmaz, sözünü yerine getiriyor ve o büyük ruh, kendini yere atıyor ve Medine topraklarında yuvarlanıyor. Orada ve burada ne zaman bu tabloyu hatırlasam gözlerim yaşlarla dolar.

Allah Resulü bir peygamberdir. Fakat, kendinden önceki bütün nebîlerin peygamberlik minaresinden geleceği müjdelenen bir peygamber. Allah, bütün nebîlerden, işte bu müjdeledikleri Peygamber’e inanıp yardım edeceklerine dair aldığı sözü, Kur’ân’da bize şöyle hikâye ediyor:

“Hatırla ki, Allah peygamberlerden şöyle bir söz almıştı: And olsun size kitab ve hikmet verdim. Sonra da yanınızdakileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka îman edecek ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” buyurmuştu. ‘İkrar ettik’ dediler. O halde şahid olun, Ben de sizinle beraber şahidlerdenim” (Âl-i İmran, 81).

İşte, o peygamberler de, Rabb’lerine verdikleri bu söze sadık kalarak yaşadı ve bütün icraatları ile o istikamette olmaya çalıştılar. Efendimiz, Mi’rac’a çıktığında da, ruhen, O’nun arkasında namaz kıldılar4. Evet, başta Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa olmak üzere bütün peygamberler âdeta; O’nun müezzini olmak istiyorlardı. Hz. Mesih, İncil’de “Ben gidiyorum ki zamanın efendisi gelsin” (Yuhanna,16/8) diyerek, O Yüce Nebî’yi insanlığın nazarına veriyordu. Evet, O semâya çıktığı zaman göklerin etekleri mücevherlerle dolmuş; yıldızlar, kaldırım taşları gibi ayaklarının altına serilmiş ve güneş, Hz. Muhammed (sav) ufkuna ulaştığında O’nun tâcına sorguç olma sevdasına düşmüştü. Bütün bunlar pervaneler gibi O’nun peygamberliğinin etrafında pervaz ediyordu. Bunlardan ne çıkar;

“Şem’a-yı Nur-i Ahmed’e Cibriller pervane döner;
Nur cemâlli Muhammed’e melekler pervane döner...”


O’nun en zirve noktada temsil ettiği ve bunlarla da bize rehber olduğu beşerî özellikleri de vardı. Meselâ O mükemmel bir aile reisiydi. Hayatının belli bir döneminde tam dokuz hanımı nikah ve idaresi altında bulundurmuş ama, aralarında hiçbir münakaşa ve münazaaya meydan vermemişti. Nübüvvet iksirinin damla damla damladığı o evde, yetiştirdiği evlâdları her biri şayet birer asrın hissesine düşmüş olsalardı, o asırları aydınlatacak müçtehitler ve mücedditler olurlardı. Bilmem ki O’nu bu yönüyle kaç kişi tanımaya muvaffak olmuştur..?

Yine O, mükemmel bir erkân-ı harpti. Etrafında hâlelenen bir avuç insanla, dünyaya ilân-ı harp etmiş nice nice dev sultanların tahtlarını yerle bir etmiş ve nice hükümdarları, kapısının azat kabul etmez köleleri haline getirmişti. Hem de harp ilim ve tekniğini zahirî planda hiç kimseden öğrenmemiş olmasına rağmen.

Yine O, ilimlerin varıp kendisine dayandığı kilit insandı. Âdeta, kıyamete kadar olacak hâdiseleri bir ekranda seyrediyor gibi, gaybî bir levhadan okuyup bir bir söylüyordu.5 O’nun irtihal-i dâr-ı bekâ buyurmasından bunca asır sonra, bugün teknik ve teknolojinin mükemmel imkânları ile araştırmaları neticesinde varılan noktada, herkes Hz. Muhammed (sav)’in on dört asır önce diktiği bayrağı görüyor.. ve Allah (cc)’ın haklarında hidayet murad ettiği kimseler, kelime-i kudsîye-i tayyibeyi söyleyerek Müslümanlık zincirinin nurlu birer halkası haline geliyorlar. İşte binlerce hâdiseden birisi: Seyrettiğim bir video kasetinde Kanadalı, kendi sahasında uzman bir çocuk doktoru olan Toronto Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Profesörü Keith Moore, bugünkü teknik imkânlarla ancak keşfedilebilen çocuğun anne karnındaki geçirdiği safahatı Kur’ân âyetlerinden dinleyince diyerek O’na teslimiyetini ifade ediyor. Yine bir Japon fizyoloji âlimi, kendi sahası ile ilgili Kur’ân âyetlerini görünce zor telaffuz ettiği halde diyor ve İslâm’a girmede tereddüt göstermiyor. Evet, görüldüğü gibi ilimlerin tıkandığı yerde Kur’ân menfezler açıyor ve ilimlerin vardığı son nokta da Allah Resûlü’nün başlama noktasıyla buluşuyor. Peki ama O’na bunları kim öğretmişti? O dersini “Alîm” ve “Habîr” olan Allah (cc)’dan almıştı. O’nun rahle-i tedrisinin verâsında Muallim-i Ezeli vardı. Onun içindir ki O’na ait marifet, zamanın geçmesiyle eskimedi, aksine her geçen gün daha da tazelendi.. ve dünya durduğu müddetçe de tazelenmeye devam edecektir.

Yine O, hiçbir beşere nasip olmayacak ölçüde arkadaşları tarafından sevilen bir insandı. Meselâ “Mâ-u Rec’i” gazvesi sonunda, Hubeyb b. Adiyy (ra), gözü dönmüş, kin ve intikâmla köpürüp duran azılı kafirler tarafından idam sehpasına çıkarıldığında, şu soruya muhatap olmuştu: “Şu anda senin yerine Muhammed’in idam edilmesini arzu eder miydin?” Cevap kesindi, netti, tavizsizdi:

“Hayır, vallahi, benim kurtuluşum pahasına dahi, O’nun ayaklarına bir dikenin batmasına razı olamam.” Ve Hubeyb, idam sehpasında verdiği bu cesaret örneğinden sonra ellerini açar: “Ya Rabbi, buraya gelirken Senin Habibin’e veda edemeden geldim, benim selâmımı O’na ulaştır” der. Tam o esnada Allah Resûlü ashabıyla oturmuş konuşurken, birdenbire doğrulur ve: “Selâm sana ey Hubeyb” der. Yanındakiler ne olduğunu sorunca da gözyaşları içinde: “Müşrikler Hubeyb’i şehid ettiler. Son anında bana selâm gönderdi ve ben de selâmını aldım” buyururlar.6

Aradan asırlar geçmesine rağmen, hâlâ inanan her insanın gönlüne inşirah salan ayrı bir tablo daha: Hz. Sümeyra, Uhud’da Allah Resûlü’nün şehit edildiğini duyunca, soluğu Uhud dağının eteklerinde alır... Orada kendisine şehit olmuş “baban”, “kocan”, “çocukların” denilip na’şları gösterildiğinde, O bunlarla hiç ilgilenmez ve mütemadiyen her yerde Allah Resûlü’nü arayarak şöyle mırıldanır: “Resûlullah’a ne oldu?” Bir ara “işte Resûlullah şurada” denince, kendini O’nun önünde yere atar ve “artık Sen (hayatta) olduktan sonra bütün musibetler hafif gelir ya Resûlallah” der.7 İşte Allah Resûlü kalb ve gönüllerde böyle yer etmişti.

Bir başka misâl: Ufuk İnsan, semâlar ötesinden davetiye almış ve 23 sene, kader birliği yaptığı dostlarından artık ayrılacaktı. Bunun için de son günlerinde ashabının yanına biraz mahzun ve mükedder olarak çıkıyordu. O’nun bu hüzünlü hali, sahâbeye oldukça dokunuyor olacak ki, Allah Resulü hâne-i saadetine girince her sînede âdeta hazan esintileri duyulmaya başlıyordu. Muaz b. Cebel, Allah Resulü tarafından vazifelendirilip Yemen’e gönderilmişti.. gidip geliyor; giderken Efendimiz’in mesajlarını götürüyor ve gelirken de, çözüme arzedilmek üzere mes’eleler ve problemler getiriyordu. Son sefere çıkacağı zaman Allah Resulü’nün yanına geldi. Duâsını alıp ayrılacaktı. İki Cihan Serveri: “Git ya Muaz; fakat dönüşünde ihtimal ancak benim mescidimi ve kabrimi ziyaret edebileceksin” dedi. Muaz beyninden vurulmuşa dönmüş, kolu kanadı kırılmış, gözleri yaşlarla dolmuş ve âdeta orada yığılıp kalmıştı. Değil Yemen’e gitmek, yerinden kalkmaya dahi mecali kalmamıştı.8

Yine O, içtimaî hayata ait bütün problemleri tereyağından kıl çekme rahatlığı içinde halleden bir insandı. O’ndan 13 asır sonra gelen Bernard Shaw, şu sözleri ile bu gerçeği kabul eden yüzlerce karşı cephedekilerden sadece bir tanesi: “Problemlerin üst üste yığıldığı asrımızda bütün müşkilleri bir kahve içme rahatlığı içinde çözen Hz. Muhammed (sav)’e beşer ne kadar muhtaçtır!” Fazilet odur ki O’nu düşman da itiraf eder.

Evet, beşer O’na döndüğü zaman, huzur ve itmi’nâna kavuşacak, gidip aydınlık ufuklara ulaşacak; derbederlikten, eyyâmın elinde oyuncak olmaktan, dünya ve ukbâ sefaletinden kurtulacak ve insanlık semâsına yükselecektir. Aslında, bütün hasım güçlerin engellemelerine rağmen, bu ikinci dirilişin esintileri başladı bile. İşte Kur’ân!

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysaki Allah nurunu tamamlamaktadır; kâfirler hoşlanmasalar da. O ki, elçisini hidayet ve hak din ile diğer bütün dinlere üstün kılmak için gönderdi; müşrikler hoş karşılamasalar da” (Sâff, 61/8-9).

Evet, Allah dinini izhar edecek, muhtaç sîne ve gönüller, O’na koşacak, O’nda huzura, itmi’nâna, emniyete kavuşacak ve daha dünyada iken cennetlere girmiş gibi olacaklardır. Avrupa’nın kâfir ve zâlimleri, Asya’nın insanlığı istismar eden münafıkları ve içimizdeki gafiller istemeseler bile, sikkeyi basan, tuğrayı elinde tutan ve peygamberlerce Sultanü’l-Enbiya olarak kabul edilen; O, günde beş defa nam-ı celîlini dünyaya ilân ettiğimiz Sultanlar Sultanı bir gün mutlaka bütün kalblere girecek ve herkesin sevgilisi, mahbubu, mergubu olacaktır!

O, aynı zamanda bir huzur insanıydı. Bizler kat’iyyen biliyor ve inanıyoruz ki, O’nun getirdiği mesaj aynı zamanda bir huzur kaynağıdır.. ve tarih buna en büyük şahiddir. İşte insanlığa yeniden bu huzuru tattırabilmenin yegane çaresi, insanımıza O’nu ve O’nun getirdiği nûru tanıtabilmektir. Zira O, tanındığı nisbette sevilecek ve o sevgi sayesinde cemiyetin çehresi değişecektir.

Eskilerin “Dibâce” daha sonrakilerin “Mukaddime” ve yenilerin “Önsöz” dediği bir çerçeve içinde kısaca, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ve keremine istinâd ederek, çeşitli yönleriyle anlatmayı plânladığım İki Cihan Serveri ve Kâinatın İftihar Tablosu hakkında; fihristvari birşeyler arzetmeye çalıştım.

Aslında O’ndan bahseden her söz güzeldir; güzel olmayan, ifade ve üsluba verilmelidir; ifade ve üslupta bir kusur varsa o da tamamen bana aittir. Kâinatın Efendisi’ne ait olanlar ise sadece ve sadece güzelliklerdir.



DİPNOTLAR
1) Kadı Iyâz, Şifa, el. s. 173.
2) Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 76.
3) İsmail b. Muhammed el-Aclûnî. Keşfu'l-Hafâ, II, 232, 2/164 hd, no: 2123.
4) Muhammed b. Cerir et-Taberi. Câmiu'l-Beyân an Te'vili Ây'ıl-Kurân, c.XV, s. 5; İsmail b. Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, elli, s. 139.
5) Müslim, Fiten, 22-25; Müsned, 1,4.
6) İbn Kesir, el-Bidâye, ve'n-Nihaye. c.IV, s. 76.
7) Nureddin Ali b. Ebi Bekr el-Heysemi, Meonau'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, c.Vl. s. 115.
8) Müsned, V.235.



Hikmet Işık