๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Nurdan Damlalar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 01 Ekim 2010, 15:25:13



Konu Başlığı: Risali Nur da islam medeniyeti
Gönderen: Sümeyye üzerinde 01 Ekim 2010, 15:25:13
Risal - i Nur'da İslam Medeniyeti

Bediüzzaman, Batı medeniyetine yeni bir anlayışla yaklaşmıştır. Bu medeniyette “mehâsin-i kesire”nin var olduğunu kabul ederken, Batı’nın bu güzelliklerin yegane kaynağı olduğu iddialarını reddetmiş, onun kaydettiği ilmî ve teknolojik gelişmenin başka yan unsurlardan mücerred kalmadığını, onda bütün âlemin katkısının da bulunduğunu, dolayısıyla bu güzelliklerin bütün insanlığın ortak malı olduğunu söylemiştir.1

Medeniyet binasının dört önemli direği


Bu medeniyetin binâsında rolü olan en belirgin dört amil şunlardır;

1. Birincisi zaman âmili ki, “telâhuk-u efkâr” ve terâküm-ü efkârı (fikirlerin birbirini katılımı ve desteklemesi) ortaya çıkarmıştır.
2. İkincisi insan unsuru ki, insanların aralarında telâhuk-u efkâr oluşturmalarını sağlamıştır.

3. Üçüncüsü îmâni unsurdur ki, (Arnold Tonybee bunu rûhî kıvılcım’ olarak tabir etmiştir) bu, Bediüzzaman’ın dilinde “semâvî şerâyi’ ve hususî şer’i Ahmedî”, yani vahye dayalı İslâm’dan ve O’nun şeriatından kaynaklanan bir unsurdur.


4. Dördüncüsü insânî ve onun ihtiyaçları unsurdur ki, bunun için Bediüzzaman’ın kullandığı tabir, “hâcât-ı fıtriyye-i beşeriyye” (beşerin fıtrî ihtiyaçları)dır.

Batı medeniyetinin bütün insanlığın ürünü oluşu, bazı insaflı Batılı düşünürlerce de kabul edilmektedir. Bunlardan birisi olan Roger Garaudy, bu konuda ele aldığı bir çok yazısında, Batı medeniyetine katkıda bulunan unsurlar arasında İslâm medeniyetini zikreder. Garaudy, şöyle der: “İslâm âleminin bize kazandırdıkları sadece bazı deney yolları ve müthiş sayıdaki keşiflerin öncülüğü değildir. Bunların ötesinde bize, tabiata ve aynı zamanda insanlığa hâkim olma penceresini aralayan deney yolları ile hikmet, yâni eşyadaki gâyeleri teemmül etmek, ilmin sınırlarını ve esaslarını, bulunan tekniklerin hudutlarını idrâk etmek arasında bağ kurabilme özelliğini kazandırmıştır.”2

Bediüzzaman’ın medeniyetin teşekkülü konusuna bakışıyla, Cezayirli Malik b. Nebî’nin bakışı büyük paralellik arzeder. Bu düşünür, medeniyetin üç unsurdan meydana geldiğini söyler: insan, toprak ve zaman. Malik b. Nebî, ilâve olarak, “üç unsuru birleştiren dinî düşünce”den bahseder.3 Fakat o, Bediüzzaman’dan farklı olarak, özellikle “toprak” konusunda yoğunlaşır.

Temelleri ve neticeleriyle modern medeniyet


Bediüzzaman, modern medeniyetin kurucusu ve temsilcisi Avrupa’yı ikiye ayırır: Birisi, Îsevilik dîn-i hakîkisinden aldığı feyz ile beşerin içtimaî hayatına yararlı sanatları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri tâkip eden Avrupa; diğeri, materyalist ve tabiatperest felsefenin zulmetiyle, medeniyetin kötülüklerini iyilik ve güzellik zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden ikinci bozuk Avrupa.

Said Nursî düşüncesinde ikinci Avrupa reddedilmiştir. Çünkü, “sefâhet ve dalâlette bozulmuş ve Îsevî dîninden uzaklaşmıştır. Bir Müslüman’ın bu Avrupa’yı taklid etmesi, kültürünü, düşünce yapısını kabul etmesi düşünülemez. Zira bu Avrupa insanlığa en büyük kötülükleri getirmiştir. Deccal gibi tek gözü taşıyan kör dehasıyla rûh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye etmiştir. Bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insa-nı a’lây- ılliyyînden esfel-i safiline atar; en bedbaht bir hayvan derecesine indirir. 4

Bediüzzaman, medeniyet-i hâzıranın bu süflî yönünü ele alırken, temele, “teşebbüh-ü bi’l-vâcib”i, yani Allah’ı hayatımızdan çıkarıp, O’nun yerine insanın kendisini, kendi nefsini koymasını ve bunun “kemâl-i insâniyet için en erişilmez gâye” olarak takdimini koyar. O’na göre, eski Yunan’dan tevarüs edilen bu anlayış, Batı insanının teâzumuna, tekebbürüne, ulûhiyet taslamasına, müfritâne enâniyetine sebep olmuş, neticede “sadece Allah için yapılan ubûdiyyet-i hâlisa” yolu tıkanmıştır. İslâmiyet ise, insanları, kibir içinde Allah’a ibadetten kaçınmaktan, hevalarına pereştiş edip nefse tapmaktan, zanlarını ilâhlaştırıp, akıllarına taabbüdden kurtararak, hürriyetin zirvesine ulaştıracak bir ubûdiyete çağırmaktadır.

Said Nursî’nin mezkûr medeniyet-i hâzıranın fikrî ve terbiyevî temellerini tenkidi, İslâmî düşünce ve terbiye yapısını içine alan çok ince bir anlayış üzerine kuruludur ve Batı medeniyetiyle ilgili derinlemesine yaptığı tahlillere dayanır. O’na göre Batı medeniyeti, dinden uzaklaşmakla insan nefsini ve bu nefsin arzularını her şeyin, her türlü değerin, maddî ve mânevî her esâsın mi’yârı kabul etmiştir. Onun insanlar arasında gördüğü ve oturtmaya çalıştığı münasebet menfaat ve ırkçılık temeline dayanır. Fazilet yerine hasis bir menfaati hedef alır. Hayattaki kanunu, yardımlaşma yerine kavgadır. En büyük eseri, hevâ ve hevesleri tahrik edip, insanları hevesât ve arzuları tatmin peşinde koşturmak ve sefâhate sürüklemektir. İktisat alanında tekelciliğin, dış siyasette ise sömürgeciliğin zuhuruna sebep olurken, dâhilî siyasette makyavelist düşünce tarzını benimser. Ma’rifet-i ilmiyyede dinsizliği, akîdede ilhâd fikrini teşvik eder.

Bütün bunlara ilaveten, Batı toplumunda yaygın bir şekilde kendini gösteren ahlâki anarşi ve içtimaî parçalanmaları da, Batı medeniyetinin eserleri arasında sayabiliriz. Garaudy’nin dediği gibi, 16. yüzyıl kalkınma hareketinin temelinde Allah’a başkaldırma vardır. Kaynağında, Bediüzzaman’ın ifadeleriyle, şu dahilî mantık ve temel anlayış yatar: “İnsan, kendisine ulûhiyet verdiği akıl kuvvetiyle her bir unsura rab ve seyyid olabilir.” Garaudy, tesbitlerinin sonunda şöyle der: “Tarihi seyir içerisinde, 16. yüzyılda İtalya’da başlayan kalkınmaya yönelik hareketlenmelerden 5 asır sonra, yirminci yüzyılın sonlarına doğru bütün beşeriyeti tehdit eden ve her türlü alanı içine alan bir iflasla karşı karşıyayız.” Ve artık “bu kalkınmanın temelindeki prensipleri ve kendi ellerimizle îcad ettiğimiz medeniyetin esaslarını, tekrar köklü bir şekilde gözden geçirmemiz zarûri hale gelmiştir.”

Batı medeniyetinin esasları üzerinde bizi tekrar düşünmeye dâvet eden Garaudy’den çok zaman önce Bediüzzaman, insanın dünyevî varlığını, fikir ve değer yapısının teşekkülünde yegâne ölçü olarak kabul eden Batı felsefesinin temellerini tartışmıştı. O, her yönüyle kâsır, bildikleri sınırlı, âcilen eline geçen maslahatlara îtibar eden insan aklının, eşyanın ve efkârın sıhhati ve isabetliliği konusunda hakim-i âdil olarak kabul edilmesini reddetmiştir. İnsan, “irâdeten ve ihtiyâren” en çok imkâna sahip bir varlık olmasına rağmen, tek başına, her şeyden müstağnî bir şekilde yaşayamaz. Sahibi bulunduğu iktidar ve kabiliyetleri, gücünü kullanmada, tabiata müdahalede, kâinattaki kendi aleyhine olan şartlara karşı koyup, onların izalesinde insana belli bir imkân vermekle birlikte, bu imkânat adına sahip olduğu her şey, “zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem’a gibi bir şuur, çabuk söner bir şu’le gibi bir hayat, çabuk geçer bir dakika gibi bir ömür”dür.5 Ne zaman ki bu insan, Allah’a ubudiyetten ve O’nun hidâyet yolundan uzak olarak varolmaya çalışır, düşünce ve hayatını bu şekilde tanzim ederse, kendini derhal azıcık ilminin sınırlarında, bütün gayretlerine ve bütün vesileleri denemesine rağmen kaderin sarsılmaz surları, gaybın aşılmaz duvarları önünde bulur. Musîbete giriftar olduğu zaman, sağır, kör esbaptan başka derdine derman beklemez. “Bu duruma düşen nev-i beşerin gündüzü geceye inkılâb etmiş demektir. O, sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye alışabilmek için, yalancı, muvakkat lambalardan medet umuyor. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehane gülmesine, o ışıklar, müstehziyane gülüp eğleniyorlar.”

Modern dünya ve modern insana mukabil Kur’an talebesi

Said Nursî, modern medeniyetin kurbanı olan insanı ve dünyasını çok canlı tasvirlerle tanıtır. Onun nazarında, her bir canlı zâlimlerin hücûmuna mâruz, miskin birer musibetzededir. Dünya bir mâtemhâne-i umûmiye, dünyadaki sadâlar, ölüm ve ayrılık elemlerinden gelen vâveylâlardır. Medeniyet dâvâ edenlerin demokrasi ve insan haklarının dokunulmazlığı iddialarına rağmen, modern insan, bilhassa belli bir gücü bulunduran ferd, zahiren bir firavundur; fakat en hasis şeye ibâdet eden ve menfaatine gördüğü her şeyi, kendine rab telakki eden bir fir’avûn-u zelildir. Aynı zamanda mütemerrid, yani inatçı ve bükülmezdir; fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. Hem cebbârdır. Fakat kalbinde bir dayanak noktası bulamadığı için, zâtında gayet âciz, kendini beğenmiş bir cebbârdır. Bütün gayreti, nefsanî arzularını tatmin tatmîn ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi şahsî menfaatini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmez. Her şeyi nefsine feda eder.

Buna mukabil Bediüzzaman, Kur’ân insanının vasıflarını şöyle anlatır; “Kur’ân’ın hâlis ve tam şâkirdi ise bir kuldur; fakat yaratılmışın en büyüğüne karşı bile kulluğa tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük bir menfaati kulluğuna gaye yapmaz aziz bir kuldur. Hem halim selimdir; fakat Fâtır-ı Zülcelâl’inden başkası karşısında, O’nun izni ve emri olmadan eğilmeğe tenezzül etmez, himmeti yüce bir halîm selimdir. Hem fakirdir; fakat Mâlik-i Kerîm’inin kendisine, varlığına ve bilhassa geleceği adına yığdığı mükâfat ile, kimseye el açmaz bir fakirdir. Hem zayıftır; fakat kudreti nihâyetsiz olan Seyyidinin kuvvetine dayandığı için, belki herkesten daha kuvvetli bir zayıftır.6

Bediüzzaman’ın çağrısı ve arzusu, bugünkü Avrupa’nın İbrahimî temellere dayalı İslâmiyet’e dönmesi, teslis, haç, Hz. İsâ’nın çarmıha gerilmesi, aforoz ve başta Hz. Peygamber olmak üzere bir çok peygamberin inkarı gibi kirlerden, bid’atlerden arınmasıdır. Bilindiği gibi, Hz. Îsa’ya indirilen İncil kısa bir süre içinde Hıristiyan din adamları elinde tahrîfe uğramış, ortaya birbirinden farklı ve bu dinin esasından kaynaklanmayan bir çok hurafeleri ihtivâ eden yüzlerce İncil çıkmıştır. Asırlar sonra, Bizans imparatoru Konstantin’in çağrısıyla M.S. 325 yılında İznik’te toplanan konsülde bunların içinden 4 tanesi resmî (kanonik) inciller olarak kabul ve diğerleri reddedilmiş, hattâ evlerde bulundurulmaları bile yasaklanmış, bulunduranlar takibata uğramıştır. Bediüzzaman’ın dâveti, dîn-i İlâhînin birliği ve bunda tefrikaya düşül-memesine dâir olan emr-i Rabbâninin yer aldığı Kur’ânî bakış açısından kaynaklanan sâdıkane bir dâvettir.


Muhammed Ruşdi Ubeyd