๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Nurdan Damlalar => Konuyu başlatan: Sefil üzerinde 20 Eylül 2010, 15:14:49



Konu Başlığı: Risalei Nuru Nasıl Tanıdım ?
Gönderen: Sefil üzerinde 20 Eylül 2010, 15:14:49
RİSALE-İ NUR’U ÖMER HALICI İLE TANIDIM

Ali Demirel, Üstad Bediüzzaman Said Nursî'yi birkaç defa ziyaret eden 'Son Şahitler'den biri.

Ali Demirel, Üstad Bediüzzaman Said Nursî'yi birkaç defa ziyaret eden 'Son Şahitler'den biri. Emekli Astsubay Hava Pilot olan Ali Demirel ağabey, Risâle-i Nur'ların teksir makinası ile neşrinde emek sarf ettiği gibi, basılan Risâle-i Nur eserlerini kullandığı uçağıyla ilden ile de taşımış... Yeni Asya'nın kuruluşunda da hizmeti olan Ali Ağabeyi İstanbul Cerrahpaşa'daki evinde ziyaret edip hatıralarını dinledik...

OKULLARDA HİÇ DİN DERSİ GÖRMEDEN BÜYÜDÜK


Ali Ağabey, önce sizi tanıyarak başlayalım isterseniz...

Adım Ali Demirel. Burdur ili, Karamanlı kazasında doğdum. Köylüyüz yani. 1924 doğumluyum. Köyümüzde ilkokul, Burdur’da da ortaokul vardı. İlkokuldan sonra Burdur’a ortaokulu okumaya gittik. Ondan sonra da 1941 senesinde Burdur’da lise olmadığı için arayışa girdik. Lise, Denizli ve Antalya’da vardı o zaman. Oralara gitmek için bizim imkânlarımız yok. Ne yapacaksın, insan bir şeyler düşünüyor. O zaman Türk Hava Kurumu, Hava Kuvvetleri namına propaganda yapıyordu. Resimler yapıştırıyor, havacılarla ilgili... Şartlar, oradan başka gidecek yerimiz olmadığını gösterdi.

Derken babam dedi ki: “Sen istersen, seni okutmak için uğraşırım.” Ben de okumayı tercih ettim. Türk Hava Kurumu alıyor ve İnönü’ye (Eskişehir’in ilçesi) götürüyordu, orada tesisleri vardı. O zaman usûl öyleydi. Zamanı gelince Eskişehir’e gidiyorsun ve orada sınıflara ayırıyorlar. Makinist, telsiz, pilot sınıfı gibi sınıflar. Pilotlar Eskişehir’e, diğer kısımlara ayrılanlar da başka yerlere gönderiliyordu. Planörle başlattılar bizi. Orada 6 ay kaldık ve “C” brovesi aldık.

Nasıl uçulduğunu öğretiyorlar. Oradan bizi Türk Hava Kurumu’nun tesisleri olan Etimesgut’a götürdüler. Orada ders görmeye başladık ve aynı zamanda da motorlu tayyarelerle uçmaya başladık. Uçtuk ve bir yıl sonra 1942 yılının Haziran aylarında esas Hava Okulu’na gittik. Yani, esas mezun olacağımız, okuyacağımız Eskişehir’deki tesislere gittik.

Tabiî muayenelerde 1500 kişi vardı. 94 kişi pilotluğa ayrıldı. Pilot olarak orada 2 sene kaldık, okuduk. Okuduktan sonra 1944 yılı oldu ve Türkiye neredeyse 2. Dünya Savaşı’na giriyordu. Biliyorsunuz, savaş 1945’te sona erdi. Kur’a çektik, bize İzmir çıktı. Oraya gittik. Orada pilot fazlaymış, oradan 3 pilot Bursa’ya gidecekmiş, bunun için yazı yazıldığını öğrendik. Biz de oraya 3 kişi gidince, hepimizi Bursa’ya gönderdiler. İzmir’e tayin olduğumuz halde Bursa’ya gitmiş olduk. Ve orada uçtuk, kaçtık hayat devam etti. Bu zaman zarfında dinle diyanetle hiç alâkamız yoktu.

Okullarda okudunuz, hiç İslâm diniyle ilgili bir bilgi öğrenmediniz mi?

Hayır, hiç kimseden bu hususta, dinle diyanetle ilgili bir şey duymadık. Kimse söylemedi, anlatmadı. Bir tek bayramlarda, amcamızın oğlu vardı, “Camiye gidelim” derdi, biz de giderdik.

1947 senesinde Kütahya’ya tayinimiz çıktı. Niye çıktı? Harp bitince devlet İngiltere’den 500 tane tayyare aldı. Yeni yeni alaylar kurdular. Biz oraya tayin olduk. Kütahya'ya vardık, hiçbir şey yok. Hatta çatal ve kaşıklarımızı cebimizde taşırdık, hesap edin. Yeni kurulan bir yer olduğu için eksikleri vardı...

Bir arkadaşım vardı, Abdulkadir Ağar isminde, o da pilot. İkimiz de Bursa’dan gelmiştik. Bir arkadaşımız da vardı, Hasan Coşkun isminde, o da Merzifon’dan Kütahya’ya gelmişti. O evli, biz bekârdık. Hanımı rahatsızlanmış, memleketine gönderince evi boşaldı. Biz o sıralar boş boş geziyoruz. Ehl-i dünyaydık, dini bilgimiz yoktu. Allah muhafaza etti. Arkadaşımız Hasan Coşkun dedi ki: “Yahu Ramazan geliyor, bir oruç tutsak iyi olur.” Abdulkadir dedi ki: “Yemeği ben yaparım.” Öyle deyince iş halloldu. Onun evi de boş, hanımı memlekete göndermişti. Orada oruç tutmaya başladık.

Oruç tutanlar 25-30 kişi vardık. Millet öğlen yemeğine gidiyor, biz söğütlerin altına dinlenmeye gidiyoruz. İçlerinden Adil Koç adında bir arkadaş tarikata girmiş. Denizlili biriydi. Bizden bir yıl sonra gelmişti. Onu zaten hava okulunda da görüyorduk, ama tanışmamıştık. Tarikatta da kendince ileri dereceye ulaşmış. Bir ay boyunca onu dinledik. Bir ay içinde namaz kıldık ve biz de tarikata girdik. Onun vasıtasıyla Eskişehir’e yakın bir köy olan Muttalip Köyündeki Hacı Hilmi Efendi vardı, ona bağlandık. Hacı Hilmi Efendi, Nakşi tarikatının Halidiye koluymuş. Ondan sonra biz dindar olmuş olduk. 3 sene sonra bir Ocak ayında, bulunduğumuz askerî alay lağvoldu, personel başka yerlere tayin edildi.

Ocak ayında böyle iş olur mu, herkes kış hazırlığını yapmış... Biz Bursa’dan geldiğimiz için Erzincan’a tayin edildik. “Erzincan nerede?” diye haritada aramaya başladık. Bulduk, “Amma da uzakmış” dedik. Nasıl bir yerdir hiç bilmiyoruz tabiî. Biz, Kütahya’ya geldiğimize üzülüyorduk, ama oraya gelmemiz Allah’ın bir lütfu imiş. Çünkü orada namaz kılmaya başladık.

Babama dedim ki: “Bize niçin hiç dinden, imandan bahsetmediniz?” Bana dedi ki: “Aklınız bozulmasın diye.” İşte milleti bu hâle getirmişlerdi. Okula giderken “aklımız bozulur” diye bize bahsetmemişler...

Erzincan’a vardık. Daha Halk Partisi iktidarı. Sokaklar kar altında... Basit basit evler. Arkadaşım olan Abdulkadir, bir gün bana dedi ki: “Aliciğim, bir pilot var. Bir 'besmele' çekti ki bir görsen!” Hayret ediyoruz bir besmele çekene. “Kim o?” dedim. “Ömer Halıcı” dedi. Ben aslında onu tanıyorum, ama uzaktan... İzmir’e gittiğimizde tanımıştım. O da, daha bir hafta önce namaza başlamış. Konyalı Sabri Halıcı’nın oğlu, Ömer Halıcı. Konyalı Halıcı Sabri, Üstad’la beraber hapis yatan kişi. Feyzi Halıcı’nın da babası aynı zamanda. Güya biz tarikat ehliyiz ya, Ömer Halıcı’ya tarikatın ‘faziletini’ anlatmaya çalışıyoruz. Bize ne anlatılmışsa onu anlatıyoruz.

Bana dedi ki: “Aliciğim, Şeyh Efendi’ye (Muttalip Köyündeki Hacı Hilmi Efendi) bir mektup yazsanız da, bize bir ders gönderse.” Ben de; “Bu tarikat işi öyle olmaz. Şeyh’e gider, izin istersin, öyle olur” dedim. Onun üzerine Ömer Halıcı, babasına demiş ki: “Ben tarikat dersi almak için Muttalip Köyüne gidiyorum.” O da demiş ki: “Oğlum, Emirdağ’da Bediüzzaman varken, başka yere gidilir mi? Sen Emirdağ'a, Bediüzzaman'ın yanına git.”

Derken, bizim Ömer, Emirdağı’na gidip Nur Talebesi olup geldi... Biz de Nurculuğu öyle tanıdık... (Ömer Halıcı, 1954’ün Temmuz aylarında Bandırma’daki bir gece uçuşunda şehit oldu. Üstadımız, “Benim yerime şehit oldu” demiş. Üstadımız, bir havacıya “Sen Ömer’i tanıyor musun? Onu 20 evliya ile değişmem” demiş.)

O zaman teksir makinasının yeni bulunduğu zaman. Biliyorsunuz, Risâleler 1926’da telif edilmeye başlıyor. 1946 senesinde İnebolulu Selahaddin, İstanbul’da teksir makinasını görüp bir tane alıyor. Bir de Sav Köyüne alıyorlar. O büyük kitapların çıktığı yıllar... Ömer Halıcı, 2 sandık kitap getirtti oraya. Ama hepsi Osmanlıca. Ve Erzincan’da Nurculuk böyle başladı.

Ömer Halıcı, Nurcu olup gelmesinden sonra size neler anlattı? Siz o zaman bir ‘tarikat ehli’ olarak nasıl karşıladınız?

Gelip anlattı, çok ilgimizi çekti tabi. Bana, Lâtin harfiyle teksir edilen Asa-yı Musa’yı vermişti. Okudum ve 'ne harika bir eser' dedim. Tarikatta, ‘murakabe’ var, yani tefekkür. Biz ‘murakabe’den almadığımız zevki, Risâle-i Nur okumaktan almaya başladık. Ömer diyor ki: “Sen bu kitapların hepsinden al.” Ben de; “Ne yapacağım?” diyorum. Derken, tamamından aldım. Ama Osmanlıca’yı okumayı o zaman bilmiyoruz.

O zaman Eskişehir’e bir görev çıktı. Doğru gittim Muttalip Köyündeki Şeyh efendiye. Dedim ki: “Efendim, Bediüzzaman’ın kitapları elimize geçti, aldık. Ne yapalım?”.

“Oğlum” dedi; “Onları okuyun ve mutlaka kendisini ziyaret edin. Herkesi kabul etmez, ama ‘Hilmi Efendinin talebesi’ olduğunu söyleyeni kabul ediyormuş” dedi.

Normalde kim söyler böyle bir şeyi? Ama o söyledi. Sonra öğrendik ki; Hilmi Efendi de Üstadımızı 3 defa ziyaret etmiş daha önceleri. Biz gittiğimiz zaman, “Söyleyin Hilmi Efendiye, o gelmesin, ben ona gideceğim” demişti. Ve Üstad iki defa o köye gitti. Çünkü o köydeki Hilmi Efendinin talebeleri, aynı zamanda Nur Talebesiydi.

Ben Erzincan’ın yakınında, köy gibi bir yerde oturuyordum. Orada camiye gittiğimizde, camide Risâle okurduk. Caminin hocası da “Hayret” derdi. O dedikçe bizim de hayretimiz artardı. Bir sene boyunca Asa-yı Musa’yı, bir sene de Sözler’i okuduk camide.

Türkiye NATO’ya girince, Erzincan’daki alay Diyarbakır’a nakledildi. NATO’ya girince, NATO meydanlar yaptı Türkiye’ye. O zamanlar pervaneli tayyarelerden jet tayyarelerine geçiş başladı. Jet tayyaresi kullanabilmek için kurs almak gerekiyordu. Kurs görmek için Eskişehir’e geldik. Eskişehir’de kurs gördük, 3 ya da 4 ay. Biz o dönemde kötü hava şartlarında uçmayı bilmiyoruz. Onların da kursunu gördük. 1952 senesinin Ekim ayında kursumuz bitince Eskişehir’de Üstadı ziyarete gittik. O zamanki taksiler büyüktü, dolayısıyla 7 kişi bir taksi ile gittik. 4 asker, 3 sivil. Siviller, biri saatçi Muhittin, biri elbiseci Mustafa (bizim ev sahibi), biri de Eskişehir vaizi Abdullah Toprak. Esasında o hoca, hukuk fakültesini bitirmiş, ama camide imamlık yapıyordu. 4 askerden biri de binbaşı Reşat Bey, kara kuvvetlerinde çalışıyordu.

Üstadımıza gideceğiz ya, Şeyhimiz Hilmi Efendiye gittik önce. “Efendim, biz yarın Bediüzzaman’ı ziyarete gideceğiz” dedik. O da hacdan gelmiş. Bu vesile ile Üstad’a misvak ve hurma gibi hediyeler gönderdi. Biz aldık, Üstadın yanına vardık. Ömer Halıcı ve ben. Biz hediyeleri verdik. Üstadım “Fesübhanallah” dedi. Meğer hurma 8 adetmiş. Biz 7 ziyaretçi, bir de Üstad, 8 kişiyiz orada. Üstad “Bir sayı söyle” dedi birimize. Sonra bir diğerimize... Bütün o sayıları topladı ve sonra sıra ile kime denk gelirse önce o almak üzere dağıttı. Üstadımız taneli şeyleri böyle dağıtırmış.

Üstadımız sonra dedi ki: “Ben üç zümreye duâ ediyorum. Bir Nurcular, iki Muttalipçiler, üç havacılar” dedi. Bizi de talebeliğine kabul ettiğine göre, üç duâdan da İnşâallah hisse alırız.

“Bir zamanlar bana kunduracılar geliyordu, bir zamanlar terziler geliyordu. Şimdi tayyareciler geliyor. Çünkü ben onlara duâ ettim. Namaz kılsın kılmasın, bütün havacılara duâ ettim” dedi. Hakikaten o zamanlar hava üslerinin bulunduğu yerlerde hizmetler çok inkişaf etti. Meselâ, Balıkesir, Bandırma, İzmir, Eskişehir, Merzifon, Malatya, Diyarbakır... Astsubaylar arasında hizmetler inkişaf edince, halk da korkmuyor. Çünkü o zaman müthiş bir baskı var milletin üzerinde. Nur Talebeliği cesaret isteyen bir iş. Çoğu kişi Üstadın ismini anmaya korkardı.

Duâ etti, nasihatler etti. Dedi ki; “Ben bir emir versem, bütün heykelleri kırdırırım. Ama biz kalplerdeki heykelleri kırıyoruz.”

Bir de imamlık yapan Abdullah Toprak’a döndü. “Kardeşim” dedi, “Tek başına kaldım. 5-6 kişi olsak böyle olmazdı” dedi. Bunlardan doğrusu bir şey anlamadık. Çünkü evveli yok, sonu yok. Bu hadise, tam 8 sene sonra meydana çıktı. Şöyle ki, Üstadımız vefat ediyor. Hasan Basri Çantay isminde Balıkesirli zât-ı muhterem hastalanıyor. Üsküdar’da bir hastanede yatarken Nur Talebelerinden Bekir Berk, Mehmet Fırıncı, Mehmet Emin Birinci, Hakkı Yavuztürk ve Mehmet Kutlular ziyaretine gidiyorlar. O zat bunları görünce ağlamaya başlıyor. Diyor ki: “Biz Bediüzzaman’ın kıymetini bilemedik.” Çantay, ilk mecliste mebusluk yapan bir isim. “Biz onu bilemedik, birkaç kişi ona sahip çıksaydık, Türkiye böyle olmazdı. O konuşurken biz onun eteğinden çekiyorduk, ‘İdareyi kızdıracaksın’ diye” demiş.

Yani Üstad’ı en başta devrinin âlimleri anlamamış ve bildiğimiz gibi Üstad da Van’a giderek inzivaya çekilmiş.

Yeni Asya gazetesi ile nasıl tanıştınız?


Tayyareciyiz ya, Yeşilköy’deyiz. Yeşilköy’den Kayseri’ye vazifeli olarak gidiyoruz. Tayyare bakıma gitmesi lâzım, iki tayyare ile gidiyoruz. Birini orada tamire bırakıyoruz, diğeriyle İstanbul’a dönüyoruz. Sonra haber veriyorlar ki, ‘Tayyareniz tamir oldu’. Bu defa yine bir tayyare ile gidip, diğerini de alıp geliyoruz. Kayseri’ye çok sık gidiyoruz, çünkü orada tamir fabrikası var. Bir bakıyoruz ki; şehirdeki camiler ağzına kadar dolu. Diyorum ki; “Arkadaşlar, bu camiler bu kadar dolu da niçin bir tane dershane yok bu şehirde?” Tarih 1967. O zaman İttihad yayınlanmaya başlamıştı. Bazı Halk Partililer, İttihad’ı sattırmamak için uğraşırdı.

Biz böyle dedik ya, hayatımızın sonunda, emekliliğimiz gelmişken bir tayin çıkmaz mı oraya? Kayseri’ye tayinimiz çıktı. Düşündüm ki; “Kayseri’nin dershanesi ile meşgul olurken, işte sana imkân. Ne yapacaksan yap” denildi her halde. Gittim, çoluk çocuğu götüremiyorum. Hepsi okuyor şurada burada. Ahmet Şükrü Kılıç diye bir öğretmen vardı orada. Sonradan İstanbul’a geldi. Onu tanıyordum Kayserili olarak. Onun babasının bir bakkal dükkânı vardı, onu da tanıyordum. Niyetim, oraya varacağım ve diyeceğim ki; “Burada Nur Talebesi tanıdığın var mı?”. Neyse, gittim bir otelde yattım, sabah kalkıp doğruca o bakkal dükkânına gittim. Bir Ağustos günüydü baktım ki; benim tanıdığım Ahmet kapıda oturuyor. Selâm kelâmdan sonra dedi ki: “Haberin var mı? Mehmet Küçükağa diye biri geldi, bir iki gün önce dershane açıldı burada.” Allah Allah! Mehmet Kurtoğlu ve Hüseyin Bulut diye iki kişi daha varmış yanında. Mehmet Küçükağa’yı ben Erzincan’dan tanıyordum, orada bir dükkânda çalışıyordu. Bizim havacılık tesisleri Diyarbakır’a gidince bir çok insan da ticaret için Diyarbakır’a göçmüş. Mehmet Küçükağa da Diyarbakır’a gelince, Mehmet Kayalar Ağabey vasıtasıyla Nur Talebesi olmuş. O Mehmet Küçükağa gelmiş ve bir ev tutmuşlar. “Nerede?” dedim. “Şeyh Tennuri Camii var, onun yanında” dedi. Hemen çıktım, oraya gittim. Müezzine sordum ve orayı buldum. “Burası küçük” dedim, ama onlar “Burası güzel dershane olur” dediler.

Bizi tekrar Eskişehir’e gönderdiler. Bir ay daha kurs gördük. Yeniden Kütahya’ya döndük. Kütahya'daki dershane boş bir arsanın içinde ve etrafında hiç bina yoktu. Dolayısı ile resmî elbise ile oraya gitmek uygun olmuyordu. Herkesin dikkatini çekiyordu. Böyle olmuyor dedik ve orduevinde bir yer ayırdık. Orada yatıyorum, mesai dışında dershanede oluyorum ve orduevinde kalıyorum.Bu arada İstanbul’da karar alınmış, “Günlük bir gazete çıkaracağız” diye. Beni aradılar ve “Emekli ol, gel; gazetede çalışacaksın” dediler. Haftalık olarak İttihad çıkmıştı, günlüğe dönecekti. Sonra o karar gereği Yeni Asya yayınlanmaya başladı. Biz de emekli olduk, İstanbul’a geldik. Gazetede idareci olarak çalışmaya başladık. Şoför Hamdi’yi de o zaman işe almışlardı (Hamdi Yeşildağ yakın zaman önce vefat etti, Allah rahmet eylesin. Amin.) Bir iki personel alındı, ama gazete bir türlü çıkamıyordu. Para bulunamıyordu. İki ay süren çalışmalar, toplantılar oldu. Neticede gayret gösterildi ve Yeni Asya yayınlanmaya başlandı. Biz de orada elden geldiğince hizmet etmeye çalıştık.

1979 senesinde CHP iktidarı döneminde yokluk ve kuyruklar vardı. Personel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekiyorduk. Bir kooperatif ya da market kurulunca mal almak kolay oluyormuş. Gazete binasında personel için kurulan, bir anlamda kooperatif gibi olan marketi işletmek için yine bana teklif geldi. Onu da ben işlettim.

FARUK ÇAKIR - İSMAİL TEZER