๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Nurdan Damlalar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 28 Eylül 2010, 17:22:48



Konu Başlığı: Risalei Nur da müteşabih ayetlerinde önemli esaslar 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 28 Eylül 2010, 17:22:48
Risale-i Nur'da Müteşabih Âyetleri Anlamada Önemli Esaslar -2

Risale-i Nur Küllîyatı'nda Müteşabihlere Bakış

Bediüzzaman (ra)'ın Kur’ân ilimleri arasında en fazla önem verdiği hususlardan birinin müteşabihat olduğu söylenebilir. Onun izah etmeye çalıştığı müteşabihler, izafî müteşabihler dediğimiz kısımdandır. O izafî vasfını kullanmasa da, yaptığı açıklamalardan bu durum kesinlikle ortaya çıkmaktadır. Zira Kur’ân'ın bütün nesillere ve çok farklı seviyelere hitap edip müfessirlerin ilmî kapasitelerine göre âyetlerin küllî mânâlarının cüziyatlarını anlayabileceklerini, bütün o mânâların umumen murad ve maksud olup âyetin hakikî veya mecazî mânâları olduğunu bildirir (Mektubat, 502). Bu tespitimizin delili olarak şimdilik bu kadarla yetiniyoruz. İleriki sayfalarda yapılacak nakillerle bunun başka delilleri de görülecektir. Bediüzzaman'ın müteşabihleri açıklamaya önem vermesi muhtemelen şunlardan ileri gelmiştir:

a)Müteşabihler, düşmanlar bir tarafa dostların çoğu tarafından bile lâyıkıyla anlaşılamamaktadır.

b)Kur’ân-ı Kerim'in icazını ispata vesile olan bir çok âyet, müteşabihler arasında yer almaktadır.

c)Müteşabih âyetler Kur’ân'ın hitap dairesini genişleterek ona, kıyamete kadar gelecek bütün nesillere ve çok çeşitli seviyelere özellikle hitap etme imkânı vermektedirler.

Bu önemli meselelerin Üstad Nursi’nin bilgi alanını oluşturacağını beklemek çok normaldir. Zira o Kur’ân hakkındaki şüpheleri dağıtmaya, onun her neslin mürşidi olmasına, insanların fikirleri üzerinde mutlak hakimiyet kurmasına ihtimam göstermektedir. Onun müteşabihleri ele alması çeşitli şekillerde tezahür etmektedir.


1) Müteşabihin tarifine yaptığı katkı

O şöyle der: "Müteşabihat denilen Kur’ân-ı Kerim'in üslûpları hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için avamı nasın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür." (İşaratul-İcaz, s: 12-30). "Müteşabihat dahi ince ve muşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlere suretlerdir." (Aynı yer). Bu katkı son derece önemlidir. Zira meşhur tariflerde müteşabihlerin bu işlevlerini görmek kolay değildir. Oysa müteşabihin dürbün veya numaralı gözlüğe benzetilmesi çok geniş bir muhatap kitlesine gerçeği kolaylıkla anlatmaktadır. Geniş kitle böylece anlar ki müteşabihler ilk anlarda zor anlaşılır veya kesin mânâlarını tercih etmek zorlaşır. Onlar tıpkı numaralı gözlüğe benzer. Gözü sağlam olanlar onda tuhaflık bulurlar, fakat böyle özel bir durumu olanlar gerçeği ancak böyle bir âlet vasıtasıyla görüp ancak onunla hakikatten istifade edebilirler. Gözlüğe muhtaç olanlar da hayatta karşılaştığımız üzere oldukça fazla olup istisna durumunda değildirler. Bu yönden de gözlük misali pek uygun düşmüştür.

Müteşabihlerin ince istiarelerin bir kısmını teşkil etmesi belâgat ilminin bir unsuruna yer vererek tarife katkıda bulunmaktadır. Müphem gibi görünen müteşabihlerin, aslında pek derin belâgat yönü bulunduğunu, aynı zamanda onların ince hakikatlerin suretleri olduğunu, o şeffaf perde arkasında gerçekleri gösterdiklerini ortaya koymaktadır.


2) Müteşabihlerin kapsamını genişletmesi


Bediüzzaman'ın anlayışına göre müteşabihler, Kur’ân-ı Kerim'de bir çoklarının zannettiklerinden daha fazla bir yekun tutmaktadırlar. Zira Kur’ân'ın hitap sahası çok geniştir. O kıyamete kadar gelecek bütün insanları irşat için gelmiştir.

Ona göre Kur’ân'ın âyetlerinin sarih mânâlarının altında müteaddid mânâ tabakaları vardır. İşarî ve remzi mânâlar da bu tabakalardandır. İşarî mânâ da bir küllî olup onun da her asırda cüziyatı ve ferdleri vardır.

Bu cüziyat, bu mâsadaklar Kur’ân'ın mevkiine zarar vermek şöyle dursun, bilâkis onun icaz ve belâgatına hizmet ederler. (Şualar, 644).

Bir başka yerde de şöyle yazar: "Kur’ân-ı Hakîm'in cümleleri birer mânâya münhasır değil; belki nev'i beşerin umum tabakalarına hitap olduğu için, her tabakaya karşı birer mânâyı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyan olunan mânâlar o küllî kaidenin cüziyatları hükmündedirler. Her bir müfessir, her bir arif, o küllîden bir cüzü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline, veyahut meşrebine istinat edip bir mânâyı tercih ediyor. Meselâ ehli velâyetin ehemmiyetli virdlerinde zikir ve tekrar ettikleri..: Merecal Bahreyni.." (Rahman, 19"20). "Allah iki denizi salıverdi ki o denizler birbirleriyle karşılaşırlar. Aralarında ise bir engel vardır. Birbirine karışmazlar." Cümlesinde daire-yi vücub ile daire-yi imkândaki bahr"i rububiyet ve bahr-i ubudiyetten tut, ta dünya ve ahiret bahirlerine ta âlemi gayb ve âlemi şehadet bahirlarına ta şark ve garb, şimal ve cenuptaki bahr"i muhitlerine, ta bahr-i Rum ve Fars'a, ta Akdeniz ve Karadeniz ve boğazına "Ki mercan denilen balık ondan çıkıyor" Ta Akdeniz ve bahr-i ahmere ve Süveyş kanalına, ta tatlı ve tuzlu sular denizlerine, ta toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik su denizleriyle üstündeki tuzlu ve muttasıl denizlere, ta Nil ve Dicle ve Fırat gibi büyük ırmaklar denilen küçük tatlı denizlerle onların karıştığı onların karıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar mânâsındaki cüziyatları var. Bunlar umumen murat ve maksut olabilir. Ve onun hakikî ve mecazî mânâlarıdır (Mektubat 502).

Bu demek değildir ki Kur’ân'ın mânâları mubhemdir ve onları isteyen istediği tarafa çekebilir. Bilâkis maksat şudur. Kur’ân'ın âyetlerinin iç içe girmiş daireler hâlinde genişleyen mânâları vardır. Bunlar birbirini kesen değil, merkezleri aynı olan dairelerdir. Tıpkı durgun bir havuza atılan taşın etrafında gitgide genişleyen halkaların oluşması gibi. Asıl merkezi mânâ sarih mânâ olup, diğerleri genişleyen mâsadaklar durumundadır. Yahut bunlar ağacın genişleyen halkaları gibidirler. Ağaç ne kadar geniş gövdeli olursa o kadar kıymetli olur. Bir ağaca dışarıdan baktığımızda onun gövdesini ve dallarını görürüz. Oysa derinde onun kalın kökleri, daha ötede binlerce kılcalları vardır. Kur’ân âyetlerinin de sathî, derinliği, kökleri ve kılcalları vardır. Âyetin üslûbu bütün bunlara şamildir. Ondandır ki insanlar ilmî seviyelerine göre bu âyetleri az çok farklı şekillerde anlarlar (Said Ramadan El-Buti, Min Revaiil-Kur’ân). Tahir ibn u Aşur bu hususu etraflı bir şekilde ele alırken İbn u Rüşd'ün (Ö. 1198) Faslul-Makal adlı eserinden şu sözünü nakleder: "Müslümanlar ittifak etmişlerdir ki dinde varid olan bütün lâfızların zahirî mânâlarına hamledilmeleri gerekmediği gibi, bütün lâfızların tevil ile zahirlerinden uzaklaştırılmaları da doğru olamaz". Daha sonra Kutbuddin Şirazi, Gazzali, Razi, Ebu Bekr İbnul-Arabî gibi zatların tutumlarını nümune olarak zikredip şu neticeye varır: "Mahlukların noksanlarından münezzeh olan Yüce Allahın kelâmının mânâları, hakikate tam tetabuk eder. Binaenaleyh hangi ilim dalı olursa olsun, gerçek olup âyetle de münasebeti kurulabiliyorsa insanların anlayışlarının ulaştığı veya ileride ulaşacağı nispette o ilmî gerçeğin âyette murat edildiği kesindir. Arapça'da mümkün olan mânânın dışına çıkmamak, delile dayanmadıkça zahirî mânâdan uzaklaşmamak asıl mânânın dışına çıkıp âşikar bir zorlama yapmamak şartıyla irtibat kurulan mânâ muteberdir." (Tefsirut"Tahriri vet-Tenvir, 1/145).


Rasih âlimlerin konumları

Bediüzzaman, müteşabihlerin mânâlarını anlama konusunda rasih âlimlere mühim bir görev düştüğü kanaatindedir. Hz. Musa (a.s)'ın Azrail (as)'in gözüne tokat vurduğuna dair hadîs-i şerife (Sahihul Buhari, Cenaiz, 69 ve Enbiya, 31) izah getirirken söyle der: "Fakat hadîsin Kur’ân gibi müteşabihatı var, ancak havas onların mânâlarını bulabilir" (Mektubat, 513). Bir başka vesileyle, Kur’ân'daki müteşabihlerin muhkemat gibi tefsir edilemeyeceğini, onlardaki derin mânâları herkesin anlayamayacağını, tefsir yerine tevil edileceklerini "Ve ma yalemu tevilehu…" (Al-i İmran, 7) sırrıyla rasih âlimlerin "Amenna bihi.. (Rabbimiz ne kastetmişse ona inandık. Hepsi Rabbimizin tarafından gönderilmiştir.) deyip teslimiyet izhar edeceklerini söyler (Şualar 883). Yalnız Kur’ân'ın naslarının ve muhkem âyetlerinin esas olduğunu ve bilhassa Selef-i Salihin'in bildirdikleri zahirî Kur’ân hakikatlerinin esas olduğunu vurgular. Yapacağımız su iktibas ilk kısmında, onun rasih âlimlerin tutumunu, son kısmında ise fitne peşinde olan ve müteşabihleri esas maksatlarından başka tarafa çekmek isteyenlerin tutumunu nasıl değerlendirdiğini gösterir: "Nasıl ki Kur’ân-ı Hakîm'in müteşabihatı var tevile muhtaçtır veya mutlak teslim ister" (Sözler, 152) demek suretiyle bir itibarla müteşabihleri iki kısma ayırır. Bir kısmı rasih âlimlerce tevil edilmelidir. Bir kısmı ise huruf-u mukattaalar gibi mutlak teslim ister. Müteşabihlerin belâgata aykırı olmayıp, onun gereği olduğunu bildirmesi.

Bazı kimseler müteşabih ifadeler kullanmayı belâgata aykırı zannedip bunun, belâgatın en ileri derecesinde olan Kur’ân hakkında bir nakısa teşkil edeceğini iddia ederler. Onlara kalsa gerçeği söylemenin tek yolu, tek üslûbu olmalıdır. Onlara kalsa hakikat tekdüze, yeknesaktır. Halbuki; makamın, muhatapların, maksadın farklılığı gibi durumlar farklı üslûpları, değişik anlatım tarzlarını gerektirirler. Esasen belâgat, hâlin muktezasına uygun davranmaktır. Bir çocukla konuşan bir âlim, maksadını ona anlatabilmek için kendisini çocuklaştırmaya çalışması gerekir. Ve bu son derece yerinde bir hareket sayılır. Hattâ aksi tuhaf karşılanır.

Kur’ân-ı Kerim bir kısım ince hakikatleri anlatırken, insanların zihinlerini o gerçeklerden ürkütmemek için onların anlayışlarına göre, hitaplarında ilâhî tenezzüllerde bulunup özellikle geniş kitlenin fikri seviyelerine göre ifadeler kullanır. Meselâ Cenâb-ı Allah'ın kâinatı yönetmesini kudretli bir sultanın, tahtında kurulup icraatta bulunmasına benzer tarzda anlatır. Bu müteşabihlerden, Allah'ı insanlara benzetme mânâsı kastedilmediği âşikârdır. Zira bir çok muhkem âyet bu gerçeği açıkça bildirmektedir. Gerçek şudur ki, Kur’ân bu müteşabih üslûpları insanlara derin incelikleri göstermek ve zahirden hakikate geçirmek için birer dürbün veya numaralı gözlük olarak vermektedir (İşaratul-İcaz, 1230"1232). Bu sırdandır ki beliğler ince hakikatleri tasavvur ve dağınık mânâları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracat ederler. Müteşabihler ince hakikatlerin suretleridir. İnce ve muşkil istiarelerin bir kısmıdır (Aynı yer).

Teşbih ve istiareleri ediplerin bir lüksü saymak büyük bir hatadır. Sıradan bir insanın, ilim ve edebiyatla en az ilgili sayılan tahsilsiz bir köylünün bile bir günde kullandığı ifadeler içinde en az elli istiare ve teşbih bulunduğu bir realitedir. Cesaretlendirmek istediği kimseye "Haydi aslanım göreyim seni!" birine yaltaklanan bir kimse hakkında "Kuyruk salladığını" söylerken, hoşlanmadığı bazı sözleri söyleyen birini tavsif ettiğinde, "Gelip içindekini kustu" derken, soyu sopu devam eden kimse hakkında "Ocağı tütüyor" derken, ağır bir hastalığa giriftar olan birinden bahsederken "Ölümle pençeleşiyor" derken ve daha benzeri bir çok günlük ifadeleri kullanırken, bilerek veya bilmeyerek nice teşbih, mecaz ve istiareler kullanmaktadır. Ve çok bellidir ki o bu ifadelerden, kelimelerin hakikî (lâfzî) anlamlarını kastetmemektedir. İşte bu yapıda olan muhataplara, böylesi üslûplar kullanarak hitap etmek belâgatın ta kendisi sayılmak gerekir. Bediüzzaman'ın yukarıda yaptığımız iktibaslardan bunu kastettiği anlaşılmaktadır. Şüphe sebebi sayılan müteşabihlerin Kur’ân'ın icazını ispat vesilesi hâline getirmesi Merhum Bediüzzaman'ın tenkit sebebi sayılan müteşabihlerin, bilâkis Kur’ân'ın icazının delillerinden olduklarını pek güzel açıklamaktadır. Müteşabih ifadelerin bulunmasını ilk anda bir eksiklik sayanlara karşı şöyle der:

1- Kur’ân-ı Kerim umumî bir muallim ve mürşittir. Ders halkasında oturanlar bütün bir insanlıktır. İnsanların ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında azınlık çoğunluğa tâbidir. Zira avama (geniş kitleye) yöneltilen hitabı havas da pek âlâ anlayıp yararlanır. Fakat durum tersine olursa avam havassa ait ifadelerden istifade edemez. Halk, alışkın oldukları hayal ve ifadenin dışına çıkarak mücerret gerçekleri ve sırf aklî kategorileri temaşa edemezler. Ancak kendi hayallerindeki imajları dürbün tarzında kullanarak onların ötesindeki soyut gerçekleri temaşa edebilirler. (Fakat nazarları, hayallerin suretlerini hasretmek, Cenab-ı Allah hakkında cismiyet veya bir cihette bulunmak gibi imkânsız şeyleri düşündürebileceği içindir ki Allah Teala, müteşabihleri doğru anlamak gerektiğini önemle vurgulamaktadır.)

2- "Kur’ân'da muşkilât vardır" şeklindeki şüpheye ise şöyle cevap verir: "İşkâl, yani müşkillik dedikleri şey; ya üslûbun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mânânın çok derin ve ince olmasından ileri gelir. Kur’ân'ın müşkilâtı bu kabildendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neşet eder ki Kur’ân-ı Kerim böylesi muşkilâttan münezzehtir.

3- İleri sürülen şüphelerden biri de şudur: "Kur’ân kâinatın maddî yapısına, yaratılışa dair meseleleri müphem geçmiştir." Buna karşı şu cevabı verir: Oluşumu bir ağacı andıran bu kâinat ağacında mükemmele doğru bir meyil vardır. Yani tıpkı bir ağaçta olduğu gibi, kâinatın bütün cüzleri ve zerreleri kemale doğru yürümektedir. Bu ağacın bir parçası olan insanda da terakki meyli dallanmıştır. Bu meyil çekirdek gibidir ki neşv ü neması bir çok muamele ve tecrübeler vasıtasıyla olur, çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin birbirine eklenmesiyle gelişir. Böyle bir genişleme çeşitli bilim dallarını doğurur. Bu bilim dalları da basamak basamak gelişir. Bir önceki olmadan bir sonrakine çıkılamaz. Önceki, sonrakine bir mukaddime ve ulumi mütearife hükmünde olması şarttır.

Bu gerçeğe binaen ancak 20. asırda gelişmiş bir bilim dalını bundan 10 asır önce yasamış insanlara ders vermeye çalışmak onların akıllarını şaşırtmaktan, onları gerçeklerden uzaklaştırmaktan başka bir sonuç doğurmazdı. Meselâ Kur’ân onlara: "Ey insanlar! Güneşin merkezde durup yer küresinin hem kendi kendisinin, hem de onun etrafında dönmesine veya bir damla su içinde binlerce canlının, mikroorganizmanın bulunmasına dikkat edin de Allahın azametini anlayın" deseydi, 10 yüz yıl boyunca yaşamış bütün insanları, dini yalan saymaya sürüklemiş olurdu.

Kur’ân'da aklî delillere ve fen bilimlerinin keşiflerine aykırı bazı âyetler vardır? şeklindeki şüpheye karşı ise şöyle der: Kur’ân-ı Kerim'de takip edilen aslî maksada; Yaratıcı'nın varlığını ispat, nübüvvet, ahiret, adalet ve ibadeti bildirmektir. Dolayısıyla, kâinatın mahiyetini anlatmak Kur'ân'ın esas maksatlarından biri değildir. Asıl maksat yaratıcıyı tanıtmaktır. Bunu yaparken de önemli olan, bulundukları ilmî seviyeye göre insanların kâinattaki nizam gerçeğine muttali olup, nizamdan, nizamı kuran yaratıcıya ulaşarak, gaye olan tevhide varmalarıdır. Bu nizam fikrine götüren vesilelerin şu veya bu şekilde olması Kur’ân'ın irşat gayesi bakımından pek önemli değildir (Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Kerim ve Fennî Keşifler, s: 20-21). Yaratıcı'nın kanaatini, kastini, iradesini, nizamını kâinatın her zerresinde bulmak mümkündür, böylece matlup olan nizam fikrine ulaşmak çeşitli yollarla olur. Bunun oluşması nasıl olursa olsun, bizim matlubumuzla doğrudan doğruya bir ilişkisi yoktur. Mühim olan "Kale" de elifin, hiffet sağlamasıdır. Elifin aslı ister "vav" olsun, ister "ya" olsun, ne olursa olsun bize taalluk etmez (Muhakemat, 2034-2036; İşaratul-İcaz, 1230-1232).

Öyleyse madem ki Kur’ân'ın kâinattan bahsetmesi delil getirmek içindir, delilin ise müddeadan önce bilinmesi gereklidir. Kur’ân istidlal makamında: "Ey insanlar! Güneşin zahiri hareketiyle hakikî sükûnunu ve yer küresinin zahirî sükûnuyla gerçekte hareketine ve yıldızlar genel çekim kuvvetinin ve elektriğin harikalarını ve dünyadaki yetmiş element arasında hasıl olan bileşimlere ve bir avuç su içinde binlerce mikroorganizmanın bulunmasına dikkat ediniz ki bu gibi harika şeylerden Cenâb-ı Hakk'ın her şeye kâdir olduğunu anlayasınız" deseydi delil müddeadan binlerce defa daha gizli olur onu anlamak daha müşkil olurdu.

4- Bundan sonra müteşabih ifadelerle ilgili şu şüpheye de cevap verir. O şüphe şudur: "Kur’ân'ın bu kabil ifadeleri kullanmasındaki hikmeti anladım. Fakat insanları tevhide irşat gayesi güderken kâinattaki gerçeklere de işaret etmesi gerekmez miydi?: Kur’ân, ehl-i tahkiki hakikate ulaştırmak için, karine ve emareler koymuştur. (İşarat, 1228). Hakikatlere imada bulunmaktan da hâli kalmamıştır. (Muhakemat, 2033) Meselâ dünyanın döndüğünü açıkça bildirmemekle beraber Zümer beşinci âyette ve daha başka âyetlerde küre seklinde olup döndüğüne dair işaretler yerleştirmiştir. Fakat Kur'ân-ı Kerim irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifade de mahrum etmemek üzere, çok karine ve emareler vazederek hakikatlere işaretlerde bulunmuştur.


Müteşabihlerin hikmetlerine temas etmesi

Bediüzzaman müteşabihlerin hikmetlerine muayyen bir başlık altında olmasa da çeşitli vesilelerle temas etmiştir. Bunlardan çoğu daha önceki âlimlerin işaret ettikleri hikmetlerle takriben aynı olmakla birlikte sonda yazacağımız bir iki hikmete özel olarak kendisi işaret etmiştir.



Prof. Dr. Suat Yıldırım