๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Nurdan Damlalar => Konuyu başlatan: Sefil üzerinde 06 Ekim 2011, 18:12:17



Konu Başlığı: Risâle-i Nur’da âyet ve hadislerin tefsir usûlü
Gönderen: Sefil üzerinde 06 Ekim 2011, 18:12:17
Risâle-i Nur’da âyet ve hadislerin tefsir usûlü    
(http://www.yeniasya.com.tr/Uploads/haber/ilave/2011-09-23_140005.jpg)   
Öncelikle önemli bir kâide ve düstûru nazarlara sunmak gerekiyor. Bedîüzzamân Hazretleri Sünûhât adlı eserinde “Bazı âyât (âyetler) ve ehâdis (hadîsler) vardır ki, mutlakadır (kayıtsız, şartsız ve serbesttir); külliye (umûmî, çoğunluğa ait) telâkki edilmiş (anlaşılmış). Hem öyleler vardır ki, münteşire-i muvakkatedir (geçici olarak, belli bir zaman için ortaya çıkan, meydana gelendir); daime (her vakit, sürekli) zannedilmiş. Hem mukayyed (kayıtlı, sınırlı, husûsi) var; âmm (herkese ait, umûma şâmil) hesap edilmiş. 1” diyerek âyet ve hadîslerin anlaşılması cihetiyle çok önemli bir noktanın îzâhını yapmıştır.
 
Öyleyse âyet ve hadîslerin tefsîrinde ve açıklanmasında bu noktaların göz önünde bulunması gerekir. Çünkü içtihâd ve tecdîd meselesinde ehliyet ve selâhiyet gerekir. Herkes bu konuda ehliyet sahibi değildir. Onun içindir ki bir sözü; “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makâmda söylemiş?” temel kâidesi dikkate alınmalıdır. Evet, kelâmın tabakâtının ulvîyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbâı şu dört şeydir: “Mütekellim, muhatap, maksat ve makâm.” 2 Ayrıca şu gelen hadîs-i şerifler de çok önemlidir: “Muhakkak Allah bu ümmet için her yüz sene başında dini yenileyen bir müceddid gönderir.” 3 ve ”Asrın imamını tanımadan ölen cehalet ölümü üzerine ölür.” 4
Nisâ’ Sûresi’nde de bu noktaya bakan âyet şöyledir: “Hâlbûki, bu haberi yayacak yerde peygambere ve mü’minlerden ihtisâs ve selâhiyet sahibi kimselere müracâat etselerdi, elbette o kimseler, hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi.” 5 Hem bu konuda Şuâlar, Beşinci Şuâ’da da Bedîüzzamân Hazretleri şu açıklamaları yapmıştır: ”Âhirzamânda vukû’â gelecek hâdisâta dair hadîslerin bir kısmı, müteşâbihat-ı Kur’âniye (Kur’ân’ın müteşâbih, teşbihli olan âyetleri) gibi, derin mânâları var. Muhkemât (hüküm ihtiva eden âyetler, te’vîl ihtimâli bulunmayan Kur’ân âyetleri) gibi tefsîr edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsîr yerinde te’vîl (yorum) ederler. ‘Hâlbuki o âyetlerin tefsîrini Allah’tan ve ilimde derinlik ve istikamet sahibi olanlardan başkası bilemez.’ 6 sırrıyla, vukû’undan sonra te’vîlleri anlaşılır ve murâd ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar ‘Biz buna inandık. Muhkem âyetler de, müteşâbih âyetler de, hepsi Rabbimizin katından indirilmiştir.’ 7 deyip o gizli hakîkatleri izhâr ederler (açıklarlar).” 8
Müteşâbih hadîslere bir misal verecek olursak “Hem meselâ, bir vakit huzûr-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: ‘Bu gürültü, yetmiş seneden beri Cehennem tarafına yuvarlanan bir taşın bu dakikada Cehennemin dibine yetişip düşmesinin gürültüsüdür.’ Bu garip haberden beş altı dakika sonra birisi geldi, dedi: ‘Ya Resûlallah, yetmiş yaşında bulunan filân münâfık vefat etti, Cehenneme gitti.’ 9 Peygamberin yüksek belîğâne kelâmının te’vîlini gösterdi.” 10
Yine konumuzla ilgili Mâide Sûresi’nin tefsîrinde de Bedîüzzamân Hazretleri çok mühim bir noktayı daha nazarlara sunarak âyetleri açıklamıştır. Şöyle ki: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse kâfirdir... (ilâ âhir)” 11 âyetini Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri “‘Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse kâfirdir... (ila ahir)’ 12 hüccet edenlere (delil gösterenlere), ‘Biçâre (çaresiz) bilmezdi ki ‘Kim hükmetmezse’ bimânâ (mânâ olarak) ‘Kim tasdîk etmezse’dir.” 13 şeklinde tefsîr etmiştir. Âyetteki “hükmetmezse” mânâsının “tasdik etmezse” mânâsında olduğunu îzâh ederek büyük bir farkı ortaya koymuştur.
Ayrıca Münâzarât’ta “Yahûdi ve Nasarâ (Hıristiyan) ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy (yasak) vardır. ‘Yahûdileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.’ 14 Bununla berâber nasıl dost olunuz dersiniz?” sorusunu soranlara karşı Bediüzzaman Hazretleri şöyle cevap vermiştir: “Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn (ibârenin kesin, şüphesiz oluşu) olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet (bir ibârenin, ifâde ettiği mânâya ve hükme işaretin kesin olması, delilin kesinliği) olmak gerektir. Hâlbuki te’vîl (yorum) ve ihtimâlin (olabilirliğin) mecâli (gücü, imkânı) vardır. Zirâ, nehy-i Kur’ânî (Kur’ân’ın yasakları) âmm (herkese ait, umûmî) değildir, mutlaktır (kayıtsız, şartsızdır). Mutlak (kayıtsız ve şartsız oluş) ise, takyid olunabilir (kayıt altına alınabilir). Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhâr etse (açıklasa, gösterse), i’tirâz olunmaz. Hem de hüküm müştak (başka kelimeden türemiş kelime) üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı (iştirak, katılma noktası) illet-i hüküm (hükmün sebebi, nedeni) gösterir. Demek bu nehiy (yasaklama), Yahûdi ve Nasarâ ile Yahûdiyet ve Nasrâniyet olan ayinleri (dinî merâsim, dinî adet, örf, gelenek, usûlleri) hasebiyledir (özelliğiyledir).
“Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsân etmekle (beğenmek, güzel bulmakla) iktibâs etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin (eşin, hanımın) olsa elbette seveceksin!
“Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî (büyük dinî değişiklikler) vücuda geldi. Bütün ezhânı (zihinleri) nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti (düşmanlığı) o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifâk (münâfıklık) kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir (şaşırtıcı bir medeniyet ve dünya değişimidir). Bütün ezhânı (zihinleri) zapt ve bütün ukûlü (akılları) meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki (ilerleme) ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed (kayıtlı ve bağlı) değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsân (beğenmek) ile iktibâs etmektir (alıntı yapmaktır, ilmen istifâde etmektir). Ve her saadet-i dünyevîyenin esâsı olan âsâyişi muhâfazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde (Kur’ân’ın yasaklamasında) dahil değildir.” 15
Buraya kadar olan açıklamalarda konunun anlaşılmasına vesîle olacak yerler aktardık ve açıklamalar yapmaya çalıştık. Demek ki Kur’ân âyetlerini ve hadîsleri tefsîr ederken ve yorumlarken çok dikkat etmek gerekiyor; hem ehliyetli hem de selâhiyetli olmak icab ediyor. Bir nev’i müçtehid ve müceddit olmak gerekiyor. Bizler ise böyle konularda âyetlerin sadece meali ile değil o konuda ehliyetli müceddid ve müçtehidlere mürâcaat etmekle mükellefiz. Yoksa mes’uliyetli bir yükün altına girerek hata yapma riski ile karşı karşıya kalabiliriz. Bundan da Allah’a sığınırız. Bizler dahâ çok mesâimizi Risâle-i Nûr Külliyatı’na sarf etmiş durumdayız. Çünkü bu tür mevzûların tefsîri ve açıklamaları bu eserlerde asrın idrâkine ve anlayışına uygun olarak hem îzâh, hem de ispat edilmiştir biliyor ve inanıyoruz. Hem “İçtihâdın şartını hâiz olan her müstaid (kabiliyet ve ihtisâs sahibi), ediyor nefsi için nass olmayanda (açık hüküm olmayan âyetlerde) içtihâd. Ona lâzım, gayra ilzâm edemez (içtihâdını başkasına mecbûr tutamaz). Ümmeti dâvetle teşri’ edemez (Müslümanları içtihâdına uymaya zorlayamaz). Fehmi (anlaması, kavraması) şerîatten olur, lâkin şerîat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri’ (kânûn koyucu ve uymaya zorlayıcı) olamaz. İcmâ (fikir birliği) ile cumhurdur (çoğunluktur), sikke-i şer’î (şerîatın mührünü) görür. Bir fikre dâvet etmek, zann-ı kabûl-ü cumhur (çoğunluğun kabûlüne dayanma) şart-ı evvel (birinci şart ve kural) oluyor. Yoksa dâvet bid’attır (dinden ve sünnetten değildir), reddedilir. Ağzına tıkılır, onda dahâ çıkamaz.” 16 İşte burada da çok önemli açıklamalar yapılmıştır ki, öyle her önüne gelen “Ben hüküm çıkarmaya ehliyetliyim ve çıkardığım hükümlere başkaları da uymak mecbûriyetindedir” diyemez. Eğer derse kendi kendini mes’uliyet altına atmış olur ve hata eder. Öyleyse “Her müstâid, nefsi için içtihâd edebilir, teşrî edemez. Bir fikre dâvet, cumhur-u ulemânın kabûlüne vâbestedir. Yoksa dâvet bid’attır, reddedilir.” 17
 
Nisâ Sûresi: 60. Âyet;
Tâğût Meselesi
Bu girizgâhtan sonra tağût meselesine gelelim ve Kur’ân’da geçen tağût âyetleri ile birlikte bu âyetlerin sebeb-i nüzûlüne ve âyet hakkında müfessirlerin görüşlerine de yer verelim. Öncelikle “tağût” kelimesinin ne ifâde ettiğini açıklamaya çalışalım.
Tâğût; lügât mânâsı olarak, “azma, sapma, zulmetme, put, şeytan; İslâmdan önce Mekke’deki Lât ve Uzzâ putları; insanları, Allah’a îmân ve kulluk etmekten uzaklaştırıp kendisine veya başkasına kulluk yapmaya çağıran ve yönlendiren her şey, Allah’a baş kaldıran, kötülük ve sapıklıkla hükmeden, kendisine başkalarını kulluk etmeye zorlayan veya başkalarının bile bile kendisini put edindikleri insan, şeytan veya putlar” anlamlarındadır.
”Allah’ü Teâlâ’nın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğûttur.” 18 “Allah’ü Teâlâ’nın emir ve yasaklarına karşı gelen ve ibâdetten alıkoyan şeytânî varlık ve güçlerdir.” 19 tağutlar. “Dinde zorlama yoktur. Hakîkat, îmân ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğûtu tanımayıp da Allah’a îmân ederse o, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işitici, (her şeyi) kemâliyle bilicidir.” 20
“Sana indirilen kitaba ve senden önce indirilen kitaplara îmân ettiklerini iddiâ eden o kimseleri görmedin mi ki, onlar, tağûtu reddetmekle emrolundukları halde; tağûtun hükmüne mürâcaat etmek isterler. Şeytan da onları haktan pek uzak bir sapıklıkla saptırmak ister.” 21
Bu âyet (Nisâ: 60) nüzûl etmeden önce şöyle bir hâdise yaşanmıştır ve âyetin sebeb-i nüzûlü de bu hâdise olmuştur: Münâfıklardan biri ile bir Yahûdi arasında çıkan bir ihtilâfta, Yahûdi, Peygamber Efendimize (asm) mürâcaat etmek istediği halde münâfık buna râzı olmayarak rüşvet yemesiyle meşhûr Yahûdi âlimi Kâb bin Eşref’e başvurmayı teklif etmişti. Yahûdinin ısrarı üzerine Resulullah’a (asm) mürâcaat edildiğinde, o (asm) Yahûdiyi haklı buldu. Münâfık ise râzı olmadı; sonunda ikisi berâber Hazret-i Ömer’e gidip durumu anlattılar. Hazret-i Ömer (ra) de “Resulullah’ın hükmüne râzı omayan hakkında benim hükmüm budur” diyerek münâfığın boynunu vurdu. Bunun üzerine münâfığın akrabâları Resulullah’a başvurarak Hazret-i Ömer’den şikâyette bulununca, Cebrâil Aleyhisselâm gelerek, “Ömer, fâruktur, hak ile batılın arasını ayırmıştır” dedi ve Allah katından bu âyetler indi. 22
Bu âyette tağût kelimesi, İlâhî olmayan hükümlere göre kararlar veren kimseler anlamına gelir. Aynı zamanda ne Allah’ı tek Hâkim ve ne de Resûlü’nü (asm) nihaî otorite olarak tanımayan hüküm sahiplerini de kasteder. Yani bu âyet göstermektedir ki bir kimsenin, prensip itibâriyle tağûtî olan bir merciye kendi ile ilgili kararlar vermesi için başvurması, o kişinin îmânına ters bir davranıştır. Allah’a ve Kitab’ına îmân, bir kimsenin böyle bir mercîi kabûl etmemesini gerektirir. Kur’ân’a göre Allah’a îmân, tâğûtu inkâr etmeyi gerektirir. O ikisini birden aynı anda kabûl etmek münâfıklığın ta kendisidir.
Nisâ Sûresi 60. âyet ile ilgili Elmalılı Tefsîrinde de gelen açıklamalar meselenin anlaşılmasına yardımcı olması açısından önemlidir. “Sana indirilene ve senden önce indirilene îmân ettiklerini iddia edenlere, dış görünüşe göre Müslüman görünüp münâfık olanlara baksana! Muhakeme olunmak üzere tağûta, yani Allah’tan korkmaz azgın şeytana başvurmak istiyorlar. Halbuki ‘Kim tağûtu inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.’ 23 âyeti gereğince tağûtu inkâr etmek kendilerine emredilmiş bulunuyordu. Böyle iken tağûtun mahkemesine gitmek istiyorlar. Şeytan, onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.”
Risâle-i Nûr’da
Tağût meselesi
Risâle-i Nûr’da bahsedilen tağût ile ilgili yerleri de yazımıza ekleyerek devam edelim inşâallah.
“(...) Sâniyen: ‘Ve kim Allah’a îman ederse, işte o (...) yapışmıştır.’ 24 ‘Sapa sağlam bir kulpa...’ 25 Bu iki kudsî cümleler, kuvvetli münâsebet-i mânevîye ile berâber makâm-ı cifrî ve ebcedî hesâbıyla, birincisi Risâletü’n-Nûr’un ismine, ikincisi onun tahakkukuna ve tekemmülüne ve parlak fütûhâtına mânen ve cifren tam tamına tetâbukları bir emâredir ki; Risâlet-ün Nûr bu asırda, bu tarîhte bir ‘urvet-ül vüska’dır. Yani çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir ‘hablullah’tır. Ona elini atan, yapışan necat bulur diye mânâ-yı remziyle haber verir.
“Sâlisen: ‘O kopmaz ve kırılmaz. Allah ise herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir. Allah îmân edenlerin dostu ve yardımcısıdır.’ 26 cümlesi hem mânâ, hem cifr ile Risâlet-ün Nûr’a bir remzi var. Şöyle ki:......... (Bu makâmda perde indi. Yazmaya izin verilmedi. Başka zamana te’hîr edildi.)” 27
Bu açıklamalardan sonra bir haşiye konulmuştur. Haşiye şöyledir: “(Haşiye): Bu nüktenin bâki kısmı şimdilik yazdırılmadığının sebebi, bir derece dünyaya, siyâsete temâsıdır. Biz de bakmaktan memnûuz (men edilmişiz). Evet ‘Muhakkak ki insan azgınlaşır.’ 28 Bu tağuta bakar ve baktırır.” 29
Şuâlar, Beşinci Şuâ’da ise bu “tağût”a şöyle işâret vardır: “İkinci Hâdise: O İslâm Deccalı, Sûre-i Tîn’de ‘Yemin olsun incire ve zeytine.’ 30 mânâsını merak edip soruyor’ diye çoklar nakletmişler. Gariptir ki, bu sûrenin akabinde olan ‘Rabbinin ismiyle oku.’ 31 ‘Alâk’ Sûresinde ‘Muhakkak ki insan azgınlaşır.’ 32 cümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına cifirle ve mânâsıyla işaret ettiği gibi, ehl-i salâta ve camilere tâğiyâne tecâvüz edeceğini gösteriyor. Demek o istidrâçlı adam, küçük bir sûreyi kendiyle alâkadar hisseder. Fakat yanlış eder, komşusunun kapısını çalar.” 33
Bedîüzzamân Hazretleri “Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünûn-i tabîiyeleriyle dalâlete” 34 gidildiğini belirterek, “felsefe-i tabîiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa”yla 35 ilgili olarak da “o kör dehân ile, herşeyin hâlıkı olan Rabbini unuttun, mevhûm bir tabîata isnâd ettin, âsârını esbâba verdin, o Hâlıkın malını bâtıl mâbûd olan tâğutlara taksim ettin” 36 demektedir.
Ayrıca Bedîüzzamân Hazretleri “tağut” meselesine farklı açılardan bakmış ve gelen açıklamaları yapmıştır:
”Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbâbı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın evâmirine mübârezeye başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabîata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.” 37
Yine gelen paragrafta da önemli açıklamalara devam edilmiştir:
“Otuz seneden beri iki tâğût ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ene’dir, diğeri tabîattır. Birinci tâğûtu gayr-ı kastî, gölgevâri bir ayna gibi gördüm. Fakat o tâğûtu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar. İkinci tâğût ise, onu İlâhî bir san’at, Rahmânî bir sıbğat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabîat zannedilir ve maddiyunlarca bir ilâh olur. Maahaza, o tabîat zannedilen şey, İlâhî bir san’attır. Cenâb-ı Hakka hamd ve şükürler olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tâğûtun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi. Evet, Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubâb Risâlelerinde ispat ve îzâh edildiği gibi, mevhûm olan tabîat perdesi parçalanarak altında şerîat-ı fıtriye-i İlâhiye ve san’at-ı şuuriye-i Rahmâniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza, firavunluğa delâlet eden ene’den, Sâni-i Zülcelâle râci olan Hüve tebârüz etti.” 38 şeklinde ifâde ederek bu iki tağûtun birinin insandaki ene, diğerinin de tabîat olduğunu beyan eder ki, Risâle-i Nûr eserleri de bu iki tağûta karşı verilen mücâhedenin en te’sîrli ilâcıdır.
İnsanın ene ve tabîat tağûtlarının ise nasıl öldürüleceği ise şu ifâdelerde îzâh edilmektedir:
”Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbîr edilen enâniyetin kalbi, ‘Allah Allah’ zikrinin şuâ ve harâretiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur. İşte Nakşibendîler, zikir husûsunda ittihâz ettikleri zikr-i hafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabîat tâğûtlarını tarümâr etmişlerdir.” 39
İşte Risâle-i Nûr Külliyatı bu tağûtları hem teşhis eder, hem de onlarla nasıl mücadele edileceğinin metodunu ortaya koyar. Böylece Risâle-i Nûr gibi bir müceddide ne kadar ihtiyacımızın şedîd olduğu da anlaşılmış olur.
 
 
Dipnotlar:
1- Sünûhât, 2007 Baskı, s: 68-69 (Y. A. Neşriyat).
2- Sözler, 1999, s: 709-710.
3- Ebu Davut, Mişkat, 1:82-Keşfü’l-Hafa, 1:243-244.
4- Muhammed Ebu Zehra, Tarihül Mezahibül Fıkhiyye, s: 348.
5- Nisâ’ Sûresi, 83.
6- Âl-i İmrân Sûresi, 7.
7- Âl-i İmrân Sûresi, 7.
8- Şuâlar, 2005, s: 902-903.
9- Müslim, Cennet, 31; Müsned, 3:341, 346.
10- Şuâlar, 2004, s: 904.
11- Maide- 44, 45, 47.
12- Maide- 44, 45, 47.
13- Münâzarât- s: 124.
14- Mâide Sûresi, 51.
15- Münâzarât, 2007 Basım, s: 170, 171, 172, 173.
16- Sözler, Lemeat, 2004 Basım, s: 1147.
17- Mektubat, Hakikat Çekirdekleri No: 24, 25.
18- Muhammed ibni Cerîr.
19- Nisâ Sûresi, 76.
20- Bakara Sûresi: 256.
21- Nisâ’ Sûresi, 60.
22- Kur’ân-ı Kerim meali, Yeni Asya Neşriyat, 2001 Baskı, s: 87.
23- Bakara Sûresi, 2: 256.
24- Bakara Sûresi, 2: 256.
25- Bakara Sûresi, 2: 256.
26- Bakara Sûresi, 2: 256-257.
27- Asa-yı Musa, s: 90.
28- Alâk Sûresi, 96: 1.
29- Asa-yı Musa, s: 91.
30- Tîn Sûresi, 95: 1.
31- Alâk Sûresi, 96: 1.
32- Alâk Sûresi, 96: 6.
33- Şuâlar, 2005, s: 931.
34- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 251.
35- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 241.
36- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 246.
37- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 318.
38- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 189.
39- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 165.
 
 
BÂKÎ ÇİMİÇ