Konu Başlığı: Bediüzzaman: Size müjdem var Gönderen: Zehibe üzerinde 22 Kasım 2009, 23:24:11 Bismillahirrahmanirrahim
Suâl: "Ey Seydâ! İstanbul'a gittin. Bu inkılâb-ı azîmi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?" Cevap: Müjde getirdim. Suâl: "Müjde ne demek? Bâzılar, bize, 'Sizin için fenalık var' diyorlar." Cevap: Nurdan zarar gelmez; gelirse, huffâşa gelir, murdar şeylere gelir. Size, cemî kuvvetimle, yalnız Kürdistana değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki; 'umum İslâmın, lâsiyyemâ Osmânîlerin, bâhusus Ekrâdın saadetinin fecr-i sâdıkının geldiğini, hattâ Bâşid başında görüyorum. (Ümitsizlik ve karamsarlığın sembolü olan Arap filozof ve şâiri Ebû Alâi'l-Maarrîye rağmen.) Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasında verilse idi gene erzân ve zulmetle beraber yansa idi gene ucuz! Suâl: "Biz öyle işitmedik." Cevap: Şeytanın arkadaşları çoktur... Suâl: "Öyle ise zihnimize gelen şüpheleri ve suâlleri hallet." Cevap: Elbette; fakat müşteri olmadan, istemeden malımı satmam. Suâl: "İstibdat nedir? Meşrûtiyet nedir?" Diğeri: "Ermeniler ağa oldular. Biz sefil kaldık." Başkası: "Dînimize zarar yok mu?" Daha başkası: "Jön Türkler şöyledirler, böyledirler, bizi de zarardîde edecekler." Diğeri: "Gayr-i müslim, nasıl asker olacak?" İlâ âhir... Cevap: Yahu, şu gürültülü, karma karışık, sizin gibi intizamsız suâllerinize nasıl cevap vereceğim? Suâl: "Kâide-i suâli sen göster?" Cevap: Meşrûtiyet kânunuyla suâl ediniz. Yani içinizde bir iki zekî adamı intihap ediniz; tâ size vekil olarak müşteri olup, suâl etsin. Siz de dinleyiniz. Onlar: "Peki, peki..." Suâl: "İstibdat nedir; meşrûtiyet nedir?" Cevap: İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyâsînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir. (Münazarat) Bediüzzaman Said Nursi SÖZLÜK: AĞRÂZ : Garazlar, maksatlar. BÂHUSUS : Bilhassa, özellikle, bununla beraber. BEYNE'L-İSLÂM : Müslümanlar arasında. CEBİR (CEBR) : Zorlama, baskı. CEBRİYE : insanın irâdesini inkâr ederek, kulun, rüzgâr önündeki yaprak gibi, kaderin mahkûmu olduğunu ileri süren bâtıl îtikadî bir mezhep. CEMÎ : Bütün . (gramerde) çokluk bildiren kelime, çoğul. DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma. EKRÂD : Kürtler. ERZÂN : Ucuz. ESFEL-İ SÂFİLÎN : Aşağıların en aşağısı FARAZÂ : Meselâ, say ki, tut ki, diyelim ki. FECR-İ SÂDIK : Gerçek aydınlık, sabaha karşı doğu ufkunda yayılmaya başlayan beyaz aydınlık. FIRKA : Grup, parti, topluluk, tümen. GAYR-I MÜSLİM : Müslüman olmayanlar. İslâmiyete girmeyenler. HUFFÂŞ : Yarasa. HUSÛMET : Düşmanlık. Kin beslemek. İHTİLÂFÂT : Birbirine zıt ve farklı şeyler, farklılıklar. ÎKA : Ortaya çıkarma, meydana getirme. İNKILÂBAT-I AZÎME : Büyük değişiklikler. (Meşrutiyetin ilanı gibi) İNTİHAB : Seçmek, ayırıp beğenmek. İNTİZAM : Tertib, düzen, nizam üzere olmak İSTİNAD : Dayanma, güvenme. KÁİDE-İ SUÂL : Soru sorma kaidesi, prensibi. LÂSİYYEMÂ : Bilhassa, husûsan, özellikle. MÂHİ : Mahveden. Ortadan kaldıran. MEŞRÛTİYET : Bir hükümdarın başkanlığı altındaki millet meclisi ile idâre edilen devlet sistemi. MUÂMELE-İ KEYFİYE : Keyfî muâmele. Kanunsuz işlem yapma. MURDAR : Leş, kokuşmuş, Pis, kirli. MÛTEZİLE : Emevîler devrinde ortaya çıkan ve Allah'ı tenzih etmek maksadıyla meseleleri sırf akılla izaha çalışan ve #Kul fiilinin yaratıcısıdır# görüşüne inanan bâtıl bir îtikadî mezhep. MÜRCİE : İnsanların yaptıkları fiiller husûsunda iyi kötü gibi değerlendirmelerde bulunmayıp Allah'a havâle eden bâtıl îtikadî bir mezhep. MÜŞEVVEŞ : Karmakarışık, düzensiz, anlaşılmaz. PAHA : Fiyat, kıymet. RÂFIZÎ : Bırakan; kurallardan ve nizamdan ayrılan; Şiî gruplarından olup Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'i kabul etmeyen, hak mezhepten ayrılmış, namazsız, îtikadı bozuk kimse. REY-İ VÂHİD : Tek bir kişinin görüşü, arzusu. SEFÂLET : Perişanlık, yoksulluk. SEFİL : Sefâlet çeken, sıkıntıda olan, perişan. SEYDÂ : #Üstâdım ve efendim# mânâsında âlimler için kullanılan bir hitap şekli. SİRÂYET : Bulaşma, yayılmak, gelişmek. SÛ-İ İSTİMÂL : Birşeyi kötüye kullanma. TAHAKKÜM : Zorbalık etme; zorla hükmetme, mânevî baskı. Diktatörlük. TAKLİD : Benzetmeye ve benzemeye çalışmak, benzerini yapmak, birine benzemeye çalışmak. TEVLİD : Doğurma, netice verme. TEVLİD : Doğurma, netice verme. ZARARDÎDE : Zarar görmek. ZİLLET : Aşağılık, horluk, alçaklık. ZULMET : Karanlık. |