๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Nefs Mücadelesi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 11 Aralık 2007, 13:28:57



Konu Başlığı: Zikrin Adapları
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 11 Aralık 2007, 13:28:57
Zikir müridin kılıcıdır. Onunla düşmanlarıyla savaşır, düşmanlarını öldürür. Mürid, gelen afetleri zikir ile defeder. Bir cemaate, bir kavme bela nazil olduğu zaman, zikir onların içinde varsa, o belayı onlardan çevirir.
Alimler zikir kalbe yerleştiği zaman, şeytanın sara hastalığına düştüğünde ittifak etmişlerdir. Nasıl bazı insanları cin çarpıyor. İnsanlar da diyorlar, buna ne olmuş? Onu cinler çarptı, onun için sara'ya yakalandı, derler ya, şeytan da zikir yapan kişiye yaklaştığı zaman, o da o şekilde sara'ya tutuluyor. Şeytanlar onun etrafında toplanıyorlar, ne oldu buna? diyorlar. O zaman diğer şeytanlar:
“Bu zikir eden bir kimseye yaklaştı ve sara'ya yakalandı.”
İşte, zikir o kadar kıymetlidir. Zikir şeytanı bu kadar mahvediyor.
Ulema, zikirden menfaat elde etmek için, zikrin âdâblarını bin taneye kadar saymışlar.  Yalnız aşağıda sayacağımız yirmi âdâb, bu bin tane  âdâbın hepsini kendinde topluyor.
Bu âdâblara riayet eden kişiler, zikirden çok menfaat     alıyorlar, bunlara riayet etmeyenler de menfaatten biraz mahrum kalıyorlar. Bu yirmi  âdâbdan beş tanesi zikirden önceki âdâblardır. On iki tanesi, zikir halinde olan âdâblardır. Üç tanesi de zikir bittikten sonraki âdâblardır.

A- Zikirden Önceki Beş Âdâb:
1- Tevbe-i Nasuh’dur. Demek ki kişi, zikirden önce nasuh bir tevbe yapması lazımdır.
Nasıl tevbe edecek? Ona mahsup olmayan her şeyden irade olsun iyi niyet olsun ona menfaati olmayan şeylerden  tevbe edecek.
2- Zikir yapmak istediği zaman abdest veya gusül alacak ve temiz bir yerde oturacak.
3- Sûkut edecek; bütün âzâları huzurlu olacak.
Zikrin sadık olması için sadece kalpte Allah diyecek, dil ile telaffuz etmeyecek sadece Allah-u Zülcelal'in zatını düşünecek, Allah’tan başka hiç bir şey  düşünmeyecek.
4- Mürşidine  istimdadi râbıta yapacak. Sanki mürşidi yanında gibi olacak. Ondan istimdat taleb edecek. Bu istimdatla Mürşidi ona şefkat, merhamet etsin ki; zikirde huzurlu olsun.
5-  Mürşidine yaptığı istimdadın, hakiki olarak Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'den olduğunu bilecek.  Çünkü mürşid, peygamberle mürid arasında vasıtadır.

B- Zikir Halindeki 12 Âdâb:
1- Bir yerde oturması. Namazda oturduğu gibi âdâb üzere. 
2- Günlük virdini çekerken kıbleye doğru dönmesi gerekir. 
3- Temiz olması, elbiselerinin güzel kokulu olması lazımdır.
4- Elbiseleri helal yoldan alınmış olmalı.
5- Üzerine örtü örtmeli.
6- Gözlerini kapatmalı.
7- Mürşidini yanında hazır edecek. (râbıta yapacak).
8- Zikrinde sadık olacak.
9- İhlaslı olacak. Ameli sıddıkin makamına ulaşacak       şekilde sadık olacak. Sırf Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak için zikir yapacak.
10- Yaptığı zikirden dolayı bir hal olduğu zaman mürşidine söyleyecek. 
11- Kalbi ile zikrin manasını düşünecek. Yani; Allah ile beraber olduğunu idrak edecek.
12- Kalbi Allah-u Zülcelal'den hariç her şeyden  uzaklaştıracak ve kalben Allah'a bağlanacak.

C- Zikirden Sonraki  Üç Âdâb:
1- Huzur ve huşu içinde kalbi Allah-u Zülcelal'den gelecek varidatı bekleyecek. Bazen otuz senelik ibadetten daha fazla varid (feyz bereket) olur. Bazen zühd olur, belaya sabır olur. Bazen korku olur. Bazen muhabbet gelir, Allah-u Zülcelal'e aşık olur. Bir dilenci gibi Allah-u Zülcelal'den gelecek ikramları bekleyecek. 
İmam-ı Gazâli Hazretleri buyuruyor ki:
“Bu varidat için âdâblar vardır. Kul Allah-u Zülcelal'in muktedir olduğunu bilecek. Zikreden şahsın bedeninde sanki bir kıl dahi hareket etmeyecek. Bir kedinin avını beklerken dikkatli olduğu gibi, kişide dikkatli olacak.”   
2- Zikreden kişi kalbinden havatırların hepsini silecek. Sadece Allah-u Zülcelal'in zatını kalpte mülahaza edecek. Kişi ancak bu murakabe ile zikrin semeresini elde edebilir. Bu âdâb olmazsa zikrin semeresini elde edemez. Kendi nefsin zem  eder; yani şöyle der: Ya Rabbi! Ben seni tam layıkıyla zikredemedim, gaflete daldım. Ya Rabbi sen kendi fazlın ve keremin ile kabul et.
3- Zikirden sonra soğuk su içmeyecek. Çünkü; zikir şevk ve hararet verir. Soğuk su ise o harareti söndürür. Bunun için zikir-den sonra soğuk su içmemesi lazımdır.
Zikreden kimse, zikirden sonra üç âdâbın üzerinde halis olarak durması lazımdır. Ancak bunlarla zikrin neticesi meydana gelir.   
Zikir kalbin anahtarıdır. Onu terk etmek doğru değildir. Velevki gafletle çekilse dahi. Çünkü Allah-u Teala ayet-i           kerimede şöyle buyuruyor:
"Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, hep Allah'ı  zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler." (Al-i İmran; 190-191)
Zikir kişinin üzerinde hal olduğu zaman Allah'ın  ismi o kişinin ruhuna karşı maşuk olur, mahbub olur.
Hatta şöyle derler: “Zikir eden kişinin başına taş düşmüş, kan onun başından yere dökülürken Allah yazılmıştır.”
İmam Ahmed b. Hanbel'den rivayet olunan bir hadis-i şerifte:
"Herhangi bir cemaat Allah-u Zülcelal'in zikrini yaparsa, sadece O'nun rızasını niyet ederlerse; Allah-u Zülcelal tarafından onlara bir nida gelir:
“Kalkın sıhhat ve afiyet oldunuz, sizin günahlarınız sevaplarla değiştirildi.” (Ramuzu’l-Ehadis:2/386,hd.10)





Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: Zehibe üzerinde 22 Eylül 2009, 10:39:01
Maşaallah ne güzel...
Her anımız zikir halinde olmalı Allahu tealanın buyurduğu gibi

"Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, hep ALLAH'ı  zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler." (Al-i İmran; 190-191)

Bu zikre devamda nefsimizi terbiye etmemizi sağlar

Allah c.c. razı olsun hocam...


Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: Sümeyye üzerinde 07 Haziran 2011, 02:26:58
Esselamu aleykum , Subhanallah ne güzellik kalpten zikir ve adaplarina göre yapanlardan oluruz insaallah gönül sürur la doldu Rabbim (c.c.) razı olsun hocam.Fi emanillah.


Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: muhsin iyi üzerinde 30 Kasım 2012, 17:57:08
Zikirde Amaç (Gaye, Hedef, Niyet) Nedir?
Bir hocanın kitabında şunu okudum. Düşüncesini eleştirdiğim, hatta karşı olduğum için değil de pek çok taraftarı, seveni olduğu ve onları da manevi olarak yaralamamak için hocanın adını vermek istemiyorum: ‘Allah Allah… diye zikirde gaye, tefekkürdür. Çünkü tefekkür en büyük ibadettir. Peygamberimiz (s.a.s) bir saatlik tefekkürün bir yıllık ibadete denk olduğunu söylemiştir…’ Bir sofi düşünün ki, bu tefekkür öncesinde en az beş bin kez kalbinden ‘Allah’ diye zikredecek. Sonra da Allah üzerinde düşünecek. Gerçi hiç kimse Allah’ın zatı üzerinde düşünemez. Bu hadis-i şerifle yasaklanmıştır. (Ama Allah’ın zatının huzurunda olma duygusu (ihsan), yani murakabe başka bir konudur. Bu tasavvufun gayelerinden birisidir.) Bu sofi hak yolda olaraktan Allah’ın sıfatları, güzel isimleri, varlıklar üzerinde tecelli eden manaları üzerinde düşünsün, kabul edelim. Size soruyorum, bunun için zikir yapması mı daha uygun olur, yoksa bu yolda yani tefekkür sahasında yazılmış kitapları okuması mı? Elbette düşünce kafayla yapıldığına göre bu yolda yazılmış kitaplar daha yararlı olur. Kaldı ki, sofi için tefekkür ihmal edilmemesi gereken bir ibadetse de onun asıl büyük derdi, gayesi Allah (c.c.) aşkıdır (muhabbetullahtır). Allah zikrindeki asıl gaye, kalpte Allah muhabbetini uyandırmak, geliştirmektir.

Elbette insanlar çeşit çeşittir. Tuttukları yol da bu açıdan büyük bir farklılık göstermektedir. İnsanların büyük çoğunluğu Allah’ı zikrederken sevap kazanma, ahrette cezadan kurtulma, cennete girme… gayelerini güderler. Bunlar yanlış şeyler değildir. Hatta övülecek hasletlerdir. Herkesin bu niyetlerle çekebileceği kadar bir zikir edinmesini tavsiye ederiz. Ben şahsen pek çok Müslüman’ın bu tür niyetlerle kendi kendilerine değişik zikirler edindiğine ve bunları şu kadar yıldan beri çekiyoruz dediklerine tanık oldum. Bundan daha güzel bir şey mi olur?.. Seneler bizi toprağa, kabre doğru yaklaştırıyor, böyle kişiler de yarın kabirde, ahrette kendilerine lazım olacak sermayelerine bir şeyler katıyorlar. Geçen zamanı, belli sayıda değişik zikirleri kendilerine günlük virt edinmekle lehlerine kullanmaktadırlar. Ama bu ebrarın (iyilerin, kitabı sağ tarafından verilecek olanların) yoludur. Mukarrebun (Allah’a yakın) olanların yolunda sadece Allah aşkı ve O’nun rızası için zikir yapılır. Sofinin de zikirdeki gayesi bu olmalıdır. Yoksa tasavvuf yolunda olması mümkün değildir.

Bilindiği üzere Vakıa suresinde cennetlikler iki gruba ayrılmışlardır: Eshabu’l-Yemin (Kitabı sağ tarafından verilecekler, ebrar), Es-Sabikunlar (İmanda ve amelde öne geçenler, daha doğrusu Allah aşkında ve rızasını elde etmede önde olanlar, mukarrebun) olmak üzere. İyiler, cennette yükseltilmiş döşeklerde otururken ileri geçenler, değerli mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler (bk. Vakıa suresi, 15,34). Elbette bu iki grup cennette olmakla büyük bir ikrama nail olmuştur. Ama bunların cennette birbirinden ayrılan dereceleri ve makamları vardır.

Nasıl bir deli aynı kelimeyi yüzlerce, binlerce kez söylerse sofi de ilahi aşkla, muhabbetle zikre yaklaşmalı, ‘Allah’ kelimesini mübarek bir delilikle veya şevkle söylemelidir. Bunda Allah’ın (c.c.) rızası dışında başka bir gaye gözetmemelidir. Zaten Nakşibendiyye tarikatında her yüz ‘Allah’ kelimesini zikirden sonra söylenilen (bazgeşt), ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’ cümlesi de zikirde gaye olan bu aşk halinin rotasını vermektedir.

Nefis, şeytanlar zikri her zaman bulandırırlar. Onu dünyevi bir gaye için çekme yoluna sevk edebilirler. Bu elbette büyük bir yanlışlıktır. İnsanın ahretteki nasibini yok edebilecek büyük bir hatadır. Zira yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi, 20).” Zikrin tabiatında bir aşk hali, bir muhabbet zaten vardır. Yani insan zikir çekerken büyük bir duygu ve coşku seline istemese de kapılmaktadır. Düşünün, böyle kalbinde dünyevi bir gaye ile zikreden insanın halini. Ne kadar çirkin bir duruma düşmektedir. Elbette dualarımızda ahreti unutmamak şartıyla Allah’tan dünyalık şeyleri de isteyebiliriz. Bu meşrudur. Ama biz burada zikirde amaçta dünyalık şeyleri istemenin yanlışlığına değiniyoruz. Hele hele bir insan zikrin sağladığı bu aşk ve muhabbet duygusu ile dünyaya yönelirse dini açıdan manzara ne kadar korkunç olur!

Tabii sofi için en büyük tehlike başkadır. Zikirde sevap kazanma, cehennemden kurtulma, cenneti isteme… gibi gayelere düşebilir. Elbette bunlar meşru isteklerdir. Bu amaçlarla zikir çeken insanlar yanlış yolda değillerdir. Bilakis doğru yoldadırlar. Çünkü sonuçta bu meşru istekleri Allah’ın rızası dışına çıkmamaktadır.  Ama bunlara sofi denmez. Bu, tasavvuf yolu değildir.  Sofinin çıtası yüksektir. O Allah aşkını ve rızasını talep etmektedir. Bunlara, yani sevap kazanma, cehennem korkusu, cennet aşkına takılan sofinin gayesine ulaşması ise imkânsızdır. Hâlbuki Allah aşkı ve rızası elde edildiğinde sevap kazanma, cehennemden kurulma, cenneti kazanma gibi endişelerin bir manası kalmayacaktır. Böyle bir kul Allah (c.c.) indinde büyük ikramlara nail olacaktır. Dahası Allah dostu (veli) mevkisine çıkacaktır. Tabii tüm bunların elde edilebilmesi için sofiye öncelikle bir mürşid-i kâmilin rehberliği ve rabıtasına ihtiyaç vardır.

Sofi için zikirde en büyük tehlike ise, manevi hal ve makam elde etme, keramet sahibi olma isteğidir. Bu istekler saniyede olan şeylerdir. Çünkü kalp hadis-i şerifte de belirtildiği üzere saniyede halden hale girer, değişir. Onu bir yolda tutmak kolay değildir. Sofi bu cümle ile, yani  ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’ diyerek hemen zikrini rotasına sokmalıdır. Nefis ve şeytanların telkinlerini boşa çıkarmalı, zikri Allah aşkı ve rızası için çektiğini belli bir sayıdan sonra hafif bir sesle yinelemelidir. Şeytanın ve nefsin bu tür vesveselerini sindirmelidir. Bu son durum, halleri yaşayan sofiler için mukadderdir. Yani sofinin zikir sırasında her saniye bu tehlikeye düşmemesi şaşılacak bir şeydir. Sofinin kalbini her yüz tane ‘Allah’ zikrinden sonra rotaya sokması zaruret halini alır. Bu cümle olmadan zikir gayesine uygun olarak çekilemez. Başka bir noktaya kayar. Nefsin ve şeytanların vesveseleri ile bozulur.

Biz nefsin ve şeytanların saniyelik vesveseleri ile zikirde gaye olan ilahi aşkın ve Allah rızasının bulanacağını, berraklığını yitireceğini belirtirken ilgili hoca zikrin yolunu tamamen şaşırtmaktadır. Daha başta onu başka bir mecraya kanalize etmektedir.  Bu hocanın tasavvuf ve tarikat yolunda önde gelen isimlerden birisi olarak tanınması ise akıl almaz bir şeydir.

Peygamberimiz (s.a.s) ‘Bir saatlik tefekkür bir yıllık ibadete denktir.’ demiştir. Ama başka bir hadis-i şerifinde   ‘Kalpteki bir cezbe hali, insan ve cinlerin bütün hayırlı amellerinden üstündür.’ diye buyurmuşlardır. Kaldı ki sofinin derdi mütefekkir (düşünür) olmak değildir. İlahi aşkı yaşamaktır. Biz elbette birini diğerinden üstün görme gibi bir yol tutmuyoruz. Sadece zikirdeki gayenin saptırılmasına itiraz ediyoruz. Bu apaçık bir aldatmaca, kandırmaca, en hafifinden sofiyi başka bir yola sokmadır.
 
Başka bir hoca ise zikirde gayenin murakabeye ulaşmak olduğunu, murakabe derslerinde zikre gerek kalmadığını söylemektedir. Hâlbuki böyle bir şey yoktur. Murakabe derslerinde zaman endişesi nedeniyle zikir dersleri biraz azaltılsa da zikrin tamamen terk edilmesi doğru değildir. Zira sultani zikrin (bedenin her hücresinin Allah diye titremesi) oluşması ve devamı için zikre ihtiyaç hayat boyu sürer. Bu zikir olmadan bir sofinin, hatta bir mürşidin şeytanların hücumlarından korunması mümkün değildir.

Zikir ile amaçlanan gaye ilahi aşk ve Allah rızasıdır. Bu gayeyi en güzel şekilde varlık âlemi göstermektedir. Öyle ki fena (yok olma) halinin güzelliği ile ileri derecedeki bir sofi adeta yaşarken ölümden sonraki halini yaşamaktadır. Toprak olmuş bedeni tüm varlık âlemi ile Allah’ı (c.c.) zikretmektedir:  “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tespih  eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm ve Gafûr’dur ( İsrâ suresi, 44).”

‘Biz emaneti göklere, yere, dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zalim, çok cahildir. (Ahzab suresi, 72)’ Tefsirlerde yukarıda söz konusu edilen ‘emanet’in insana yüce Allah (c.c.) tarafından verilen ruh olduğu belirtilmektedir. Burada anlatılan, tasvir edilen durum bir haldir. Yoksa dinlemekten, konuşmaktan, düşünmekten, irade sahibi olmaktan uzak olan dağlarla, yerlerle, göklerle yüce Allah’ın (c.c.) bizim anladığımız manada bir iletişimi gerçekleşmemiştir. Soğuktan tiril tiril titreyen, çok üşüdüğü yüzünden, gözlerinden,  ellerinden belli olan bir insanın hal dili ile bize yaşadıklarını anlatması gibi dağlar, yerler, gökler de Allah’ın onlara sunacağı emaneti karşısında hal dili ile bir tavır takınmışlardır. Yüce Allah (c.c.) yukarıdaki ayette bu varlıkların sunduğu emanet karşısında tavırlarındaki hal dilini konu edinmiştir.

Dağların, yerlerin, göklerin emanete (ruh sahibi olmaya) karşı tavır almalarının nedeni, zikirden geri kalma kaygı ve korkusudur.

Dağlar, yerler ve gökler daim zikir halindedirler. Aslında dağlar ile yerler birdir. Allah’ın azametine dikkat çektiği için yerlerin en yüksek noktaları olan dağlarla vurgu yapılmıştır. Burada yerlerle dağlarla kastedilen dünyadır. Gökler ile de bütün gök cisimleri, gezegenler, yıldızlar işaret edilmiştir. Onların, yani dünyanın, gezegenlerin, yıldızların emaneti yüklenmeye yanaşmamaları bu büyük vazifeyi (yani zikri) ihmal sadedindeki kaygıları ve korkularıdır. Şayet dağlar, yerler, gökler ruh emanetini alsalardı irade sahibi olacaklardı. O zaman zikirde ihmalkâr davranabileceklerdi. Dolayısıyla yaratılmış oldukları asli vazifelerini (zikirlerini) de yerine getiremeyeceklerdi.

Bilindiği üzere dünya, gezegenler, yıldızlar hem mikro hem de makro düzeyde daima zikir halindedirler. Maddenin en küçük parçası atomlarda bu zikir hali çekirdeğin etrafındaki elektronların büyük bir hızla dönmesi ile meydana gelmektedir. Dünyanın ve gezegenlerin gerek kendi gerekse bağlı bulundukları yıldızın (güneşin) etrafındaki dönüşleri de makro düzeydeki zikir halinin ifadesidir. Yıldızlar adeta secde halindedirler. Yıldızların kendi ekseni etrafında dönüşleri ve bağlı oldukları sistemle kâinatta bir yere doğru akmaları ise başka birer zikir halidir.

İnsan zalim ve cahil olduğu için emaneti, yani ruhu yüklendi. Böylece mikro ve makro âlemdeki bu asli işten (zikir vazifesinden) koptu. İrade sahibi oldu. İmtihana tabi tutulmayı kabul etti. Oysa bunun gerçek anlamını bilmiyordu. Çünkü o cahildi, nefsine uydu; benlik sevdasına düştü, böylece zalimleşti. Tabii bu dünyada zikir ehli olanlar bundan müstesnadır. Daha doğrusu en azından namaz kılan insan, emaneti Allah’ın izni ile yerine getirmektedir. Çünkü namazın diğer bir adı da zikirdir.

Hz. Ali’nin (r.a.) namaz öncesinde beti benzi atar, sarardığı görülürmüş. Nedenini sorduklarında Hz. Ali (r.a) yukarıdaki ayete telmihte bulunarak yerlerin, dağların, göklerin kabul etmediği emaneti yerine getirmek gibi azim bir işe girişeceği için kaygı ve korku duyduğunu ve bunun sonucu olarak bu halleri yaşadığını beyan buyurmuştur. Dikkat edilirse, Kuran-ı Kerim’in, ayetlerin tefsirinin Hz. Peygamberden (s.a.s) işittiği şüphe olamayan Hz. Ali (r.a), ‘emanet’ kavramına yorumlarımıza uygun olarak bir mana vermiştir.

Zikir, insana kulluğunu hatırlatmalıdır. Zikirde bizim en büyük rakibimiz cansız varlıklardır, yani yeryüzü, gezegenler, yıldızlardır. Ölüm bizleri bu mertebeye ulaştıran bir köprüdür. Cansız bedenimiz dünyada zikir ehli ise, kabirde de buna devam edecektir. Bu sayede kozmik âleme intibak edecektir.

İnsan zikirdeki gayesinin bilincinde oldukça, bu konuda cansız varlıkların çok ötelerde olduğunu keşfedince tasavvufta vahdet-i vücut gibi insanların ayaklarının kaydığı çukurlara veya hallere pek düşmeyecektir. İlahlık davası nerede, cansız varlıklar gibi daimi zikir halinde bir kulluğu kabullenmek nerede! Gerçi büyük sofilerin ağzından çıkan ve vahdet-i vücut halinin ifadesi olan sözler, onlardaki birer manevi sarhoşluğun ifadesidirler. Onların zikre yanlış bir gaye atfetmelerinin neticesi değildirler.

Zikirde gayede en çok soru aldığım konu ise Esma-i Hüsna hakkındadır. Bu konuda yazılan kitapları okuyan kişiler, çeşitli dünyevi gayelere ulaşmak için Allah’ın güzel isimlerini belli bir sayıda çekmeye başlıyorlar. Şunu unutmamak gerekir ki, dinin amacı ahrettir. Bu dünya her şeyiyle bir imtihan yurdudur. Elbette yüce Allah (c.c.) bu dünyanın mamur edilmesini de istemiştir. Onun için şeriat (hukuk) göndermiştir. Allah’ın güzel isimleri onun rızası istikametinde çekilmelidir. Örneğin Allah’ın güzel bir ismi ile dualarında dünyalık isteyen bir kişi bunun yanında ahreti asla ihmal etmemeli, istediği dünyalık ile Allah (c.c.) rızasını hedefleyen güzel işleri düşünmelidir. Bu dünyanın bir ceza ve mükâfat yeri olmadığını, her şeyle (zenginlik- fakirlik, hastalık-sağlık, afiyet-bela ve musibetle…) imtihan edildiğimizi asla unutmamak gerekir.

Allah’ın (c.c.) zikrinde gözetilecek asıl amaç, O’nun rızasıdır. O’nun güzel isimleri ile sadece dünyalık isterken utanmamız gerekir. Zira Allah’ın (c.c.) indinde bu dünyanın hiçbir değeri yoktur. Bu konuya Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle işaret etmişlerdir: “Eğer Allah’ın yanında dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı kâfirler ondan bir yudum su içemezlerdi.” Başka bir hadis-i şeriflerinde de “Dünya lanetlidir, dünyada olan her şey lanetlidir; yalnız Allah için olan bunun dışındadır.”  buyurmuşlardır.

Esma-i Hüsna zikrinde amaçlanan asıl şey, yüce Allah’ı övmektir. Allah’ı tanımaktır. Bazı isimler onun uluhiyyetini gösterirler. Bunda kula düşen vazife yüce Allah’ı bu isimle yüceltmektir (El-Azim, El-Aliyy, El-Kebir vs.). Bazı isimlerde ise kula bakan yönler vardır. Bunlar yüce Allah’ın Rabbaniyyetini tanıtırlar. Örneğin yüce Allah El-Kerim’dir (cömerttir). Kulunun da cömert olmasını ister. Bu güzel ismin zikrinden gaye öncelikle Allah’ı (c.c.) dosdoğru tanımak, sonra da kulun Allah’ın (c.c.) ahlakı ile ahlaklanmasıdır. Hâlbuki çoğu kişi, Allah’ın bu güzel ismini zengin olmak için zikreder. Sadece Allah’ın kendisine dünyalık vermesini ister. Kalbinde bu istekle yanıp tutuşur. Cömertlik pek nefsini okşamaz. Oysa yüce Allah’ın (c.c.) bu ismindeki birinci gayesi Kendisini tanıtmaksa ikinci gayesi kulunu Kendisi gibi cömert kılmaktır. Bunun gibi Allah’ın Rabbaniyyetini ortaya seren isimlerini Allah’ı (c.c.) dosdoğru tanıma yanında nefsi terbiye etme, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak gayesi ile çekmek en doğru yoldur. Yüce Allah (c.c.) bu güzel isimleri gayesine uygun bir yolla zikrettiğimizde elbette dünyaya bakan hediyelerinden bizleri mahrum bırakmayacaktır. Ama sadece dünyaya bakan hediyelerine göz dikersek bizleri ahret nimetlerinden, daha da kötüsü rızasından mahrum bırakabilir. Üstesinden kalkamayacağız imtihanları önümüze sürebilir. Bu açıdan Esma-i Hüsna zikrinde bu dengeye, yani dünya ve ahret dengesine çok dikkat etmemizi şu ayet-i kerime adeta ihtar etmektedir: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi,  180).”

Esma-i Hüsna zikrinde zikrin başında, sonunda veya belli aralıklarla  ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’ demek, bu konudaki niyetimizi Allah’ın (c.c.) izni ile istikamet üzere kılacaktır. Bu açıdan bu sözü daima zikrimizde virt edinmek gerekiyor.

Allah (c.c.), rızası istikametinde Kendisini zikretmemizi nasip eylesin. Âmin.
                                                                                                            Muhsin İyi


Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: muhsin iyi üzerinde 08 Ocak 2013, 14:09:18
Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu   
Bir insan bir şeyleri yaparken bunların neye hizmet ettiğini iyi bilmelidir. Çarklar dönüyor ama niçin dönüyor ve neye hizmet ediyor? Bunları iyi bilmek lazım. Yoksa gözü kapalı kimse yol alamaz. Bir müddet böyle gitse bile pek verimli olmaz ve işin sonunu da getiremez. Bu nedenle zikirde de bilinçli olmak gerekiyor. Tamam, zikir Allah (c.c.) rızası için çekilir. Bunun dışında başka bir fayda umulmaz. Bu işin bir yönü.  Ama nasıl meyvesiz bir ağaç pek makbul değilse, yani insanlar ağaçları bahçelerine meyveleri için dikerlerse zikrin de nefse dönük bazı beklentileri vardır. Zikir nefis ağacını büyütür, yeşertir, meyvelendirir. Kendisine, topluma zararlı durumda olan insanı olgunlaştırır. Nefsi emmareyi nefs-i kâmile düzeyine çıkartır. Yoksa yüce Allah’ın (c.c.) hiçbir ibadete ihtiyacı yoktur. İbadetler insanlara dünya ve ahret hayatları için yarar sağlarlar. Kısacası zikir Allah (c.c.) rızası için çekilir ama yüce Allah bu ibadeti yapanları da nefsin güzel karakterleri ile ödüllendirir.

   Zikir nefse nasıl tesir eder? Biliyoruz ki nefsin makamları vardır: Emmare, levvame, mülhime, mutmainne, radiyye, mardiyye, kâmile.

   Elimde bir zamanlar Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin (k.s.) ‘Marifetnamesi’ vardı. Bir arkadaşım eline aldı. Şöyle bir ‘İçindekiler’ kısmına baktı. Dedi ki, ‘Veli olmak için bu nefis basamaklarını aşmak mı gerekiyor?’ ‘ Evet,’ dedim. ‘O zaman bana kısaca anlatır mısın?’ dedi. Ben de birer cümle ile aşağı yukarı şunları söyledim: İşte, emmare nefis her türlü kötülüğü işleyebilecek bir türdedir. İslami ölçüleri olmayan kişiler genellikle bu gruba girerler. Levvame nefsin en temel özelliği tövbe etmiş olması, Allah’ın emir ve yasaklar çizgisine riayet etmesi. Mülhimede nefis tövbe nimeti yanında züht, takva gibi zinetlere de sahiptir. Artık Allah’tan (c.c.) ilham alacak olgunluğa erişmiştir. Mutmainne olmuş nefsin en görünen özelliği Allah’a tevekkül etmesidir. Radiyyede nefis Allah’tan razı olur. Marziyye ise Allah’ın (c.c.) insandan razı olduğu bir makamdır. Kamilede ise nefis Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmış,  her türlü üstün ahlak ve faziletler kendisine huy olmuş durumdadır. Arkadaşım küçümser bir eda ile ‘Hepsi bu kadar mı? O zaman ben bir günde bütün bu nefis makamlarını aşarım.’ dedi. Elbette, insan zihin jimnastiği ile veya hayal dünyasında birkaç dakikada uzayın derinliklerine de gidip gelebilir. Ama gerçekte bu iş o kadar kolay ve çabuk gerçekleşmez. Çünkü nefis kolay kolay değişmez. Düşüncelerle nefis makamları aşılmaz. Nefis yaşantıyla değişebilir. Bu da çok uzun bir zamanı ve çalışmayı alır. Baksanıza insanlar bir suç işlediklerinde onlara nasihat edilmemekte, nefislerinin anlayacağı dille eğitilmektedirler. Bunun için belli bir süre bazı nimetlerden mahrum bırakılarak cezaevlerine konulmakta, ıslahlarına çalışılmaktadır.

   Nefsi adam etmek kolay değildir. Halvetiyye tarikatında pek zikre değer verilmezdi. Adı üstünde onlar halvete (yalnız başına kalmaya, bırakılmaya) önem verirlerdi. Bunun için müritleri sık sık halvete alırlardı. Kırk günlük halvetlere çile (erbain) de denir. Bu halvetler genellikle oruçla, zikirle, murakabe ile geçirilirdi. Bu böyle seneleri alırdı. Seneler sonra bazıları bir bakarlardı geriye, masallardaki söyleyişteki gibi ‘bir arpa boyu yol almış’ olurlardı. Yani nefisleri pek değişmemiş olurdu.

   İmam-ı Rabbaniye göre nefsin değişmesi demek, usul-i aşeredeki hususları nefse karakter olarak yerleştirmek demektir. Nefis ancak bu yolla makam kazanabilir, yükselebilir. Usul-i aşeredeki hususlar ise şunlardır: Tövbe, züht (Dünyadan gönlünü çekmek), uzlet (Allah’la baş başa kalmak), kanaat (Eldekiyle yetinmek, şükür), tevekkül (Elinden geldiğini yaptıktan sonra işleri ve sonuçları Allah’a bırakmak, kaygılanmamak), daimi zikir hali, Hakk’a teveccüh (Her hususta Allah’a yönelmek), sabır, murakabe (Daima Allah’ın kendisinin yanında olduğunu, kendisini gözetlediği varsaymak), rıza (Allah’tan razı olmak).

Tabii bu usuli aşeredeki hususlar nefis makamlarında kendilerini gösterirler. Nefs-i emmarede bunlardan hiç birisi yoktur. Burada insan insanlıktan çıkmıştır. Genellikle bir hayvana benzer. Çünkü nefis işlediği günahlarla veya kötü huylarla hayvanlaşmıştır. Bu makamdaki nefis sahibi yaşlandıkça o hayvana daha çok benzemeye başlar. Bu hem sireten (huy, ahlak) hem sureten böyledir. Dikkatli bir göz bunu hemen yakalayabilir. Şayet bu durumda ölürse ahrette ilgili hayvana benzer bir surette haşr olacağı hadis-i şeriflerde geçmektedir. Nefs-i levvamede tövbe belirgin bir ahlaki unsur olarak kendisini gösterir. Diğer hususlar ise biraz cılız olarak vardır. Nefs-i mülhimede tövbenin yanında züht, kanaat, uzlet birer ahlaki karakter olarak belirginlik kazanmıştır. Diğer hususlar ise levvvame nefse göre biraz ileri derecede olsa da henüz tam kıvama ulaşamamıştır. Nefs-i mutmainnede ise tövbe, züht, kanaat, uzlet, daimi zikir yanında tevekkül bir elbise gibi kişinin ruhaniyetinde belirgin hale gelmişlerdir. Diğer ahlaki vasıflar da yavaş yavaş güçlenmeye, kendisini göstermeye başlamıştır. Raziyye de ise usuli aşere aşağı yukarı tamamen kişinin ruhaniyetinde bir hal olarak kendisini göstermiştir. Marziyye ve kamilede bunlar tamamen yerleşmiş, derinleşmiş ve nefsin ayrılmaz parçaları, karakter unsurları haline gelmişlerdir. 

Gerçekten bu usuli aşere nimetleri ruhani birer elbise gibidirler. Müslüman’ı güzelleştirirler. Ona imrenecek bir suret ve siret katarlar. Bazılarında biri ikisi belirgin olunca hemen bu ruhaniyet kendisini göstermeye başlar. Sayıları arttıkça ve belirginlik kazandıkça bu manada daha bir açıklıkla okunurlar ve o kişiyi daha bir güzelleştirirler. İnsanlar böyle kişilerden etkilenirler ama neden etkilendiğini pek bilmezler.

Mücadele suresinin son ayetinde müminlerden velev ki yakınları da olsa Allah’a (c.c.) ve peygamberine (s.a.s) düşmanlık gösterenlerle dostluk kurmayanları yüce Allah (c.c.)  övdükten sonra onları bir ruh ile destekleyeceğini buyuruyor. Ben buradaki ruh kelimesini kişilerin nefislerini güzelleştirirken üzerlerindeki ruhani elbise olarak anlamaktayım. Bu ruhani elbise de usuli aşeredeki nimetlerden bir kaçı olsa gerektir.

Muhyiddin İbn-i Arabi iki yüzdenden fazla şeyhten istifade ettiğini belirtmektedir. Tevekkül bahsinde maruf olan bir şeyhten yararlanmak için birkaç yıl hizmetine girmiştir. Oysa bize kalsa tevekkülü birkaç kitaptan öğrenme yolunu tutardık.

Peki, bir insan Nakşibendiyye tarikatına mensupsa ne olacak? Zira Nakşibendiyye tarikatı Halvetiyye tarikatı gibi değil. Onlar ne halvet yaparlar ne de pek öyle nafile oruçlara rağbet ederler. Nefsi pek sıkmazlar. Sadece zikir çekerler. Önce kalp zikri. Kalp harekete geçtiği zaman letaif zikrine geçerler. Letaifler zikirle harekete geçtiği zaman nefy ü ispat zikrine sıra gelir. Tamam da, bu zikirlerle nefsin ne ilgisi vardır? İşte ben bu yazıyı bunun için yazdım. Yazının başında da bu noktayı ima eden sorular sormuştum. Ama tabii buraya kadar bir girişten sonra ancak başa dönebildik. Zira konuya yabancı kişilere bu konuda az çok bir malumat vermek gerekiyordu.

Elbette zikir Allah rızası için çekilir ama zikrin nefse dönük yararları da olduğu kuşkusuzdur. Daha doğrusu nasıl ağaç meyve veriyorsa zikrin meyveleri de nefiste meydana getirdiği değişimdir. Bu değişimlere nefis makamları dendiğini, nefsin de bu değişimleri usuli aşerede belirtilen hususları, yani ahlaki karakterleri kazanarak elde ettiğini belittik. Evet, bir Nakşibendiyye tarikatındaki mürit nasıl gizli zikirle bu değişimi nefsinde gerçekleştirmektedir? Yani elindeki tespihi kalbinin veya letaif noktalarının üzerimde tutup ‘Allah Allah’ diye zikrederken içinde, nefsinde nasıl bir değişim olmakta, süreç nasıl işlemektedir? Kalp ve letaif noktaları ile nefsin nasıl bir ilgisi vardır? Dahası zikrin nefis makamları üzerindeki tesiri nasıl gerçekleşmektedir?

Kalp ve letaif noktaları ruhun adeta duyu organları mesabesindedirler. Dahası ruh bu noktalarda zikirle işlemeye, çalışmaya başladığında gelişmekte, bu sayede nefis de makam kazanmaktadır. Yani kalp ve letaif noktaları ile nefsin doğrudan bir ilgisi bulunmaktadır. Kalp ve letaif noktaları zikirle çalışmaya, işlemeye başladığında ortaya nur ve feyz çıkmaktadır. Bunlar ruhu beslemektedirler. Ruh geliştikçe ve olgunlaştıkça önce nefsin ve şeytanların boyunduruğundan kurtulmakta, sonra da nefsi kendisine benzetmeye başlamaktadır.

 İşte nefis makamları ve usuli aşere o zaman gündeme gelmektedir. Demek ki ruh zikirle yani feyz ve nurla gelişip olgunlaşırken nefis de bu nefis makamlarını, daha doğrusu usuli aşeredeki ahlaki umdeleri kazanmaktadır. Adeta bedende ekmeğin, suyun enerjiye veya yağa dönüşmesi gibi bir durum yaşanmakta.

Nur ve feyzde ilahi bir ikram olarak usuli aşereyi oluşturacak ahlaki veya karakter özelliklerinin tohumları mevcuttur. Çünkü bunlar zikirle ortaya çıkmaktadırlar. Dolayısıyla nur ve feyz yüce Allah’tan (c.c.) birer hediye olarak bu ahlaki karakter ve özelliklerle ruhu beslemektedirler. Sonra da bunlar ruhtan tıpkı aynadaki görüntü gibi nefse yansımakta, orada boy göstermekte, yerleşmektedir. Tabii nefsin değişimi uzun bir zamanı aldığı ve bu yansımanın nefse adam akıllı etkisi için yoğun çalışma ve çok emek harcamak gerekmektedir. Ömrü zikirle yoğurmak icap etmektedir. Bu da ancak sabredenler için bir nasip meselesi olmaktadır.   

Ben uzun senelerdir kalp ve letaif noktaları üzerinde kendimi deneye tabi tuttum. Deneyimlerimi de burada paylaşmak istiyordum.

Bilindiği üzere başlıca letaif noktaları şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Ayrıca iki kaş arasında bulunan nefis, kafanın üst kısmında bulunan letaif-i küll.

Kalp sol memenin dört parmak kadar altında, ruh (Bu, terminolojide bildiğimiz ruhtan farklıdır, sadece aralarında isim benzerliği vardır. Ruhun manevi bir organıdır. Kendisi değildir.) sağ memenin dört parmak kadar altında, sır sol memenin iki parmak kadar üstünde, hafi sağ memenin iki parmak kadar üstünde, ahfa boğazın altındaki çukurundan iki parmak kadar aşağıda bulunur.

Tespih ilgili letaif noktasında tutulup zikir çekildiğinde letaif noktası birkaç ay içerisinde çalışmaya başlar. Tabii bu işin yalnız başına değil de yolu bilen birisi ile, yani mürşid-i kamille yapılması daha doğrudur. Zira nefis ve şeytanlar insanları hayırlı işlerde olmadık yollara sokabilirler. Onları helak edebilirler.

Kalp ilahi tecelligahın ve huzurun merkezidir. Huzur derken bizdeki göz nasıl görürse bu kalp de öyle bir işleve sahiptir. Yani iyi çalışırsa kişi ibadetlerde ilahi huzuru bulabilir. Allah karşısında ibadet ediyormuşçasına bir meleke kazanabilir. Dinde buna ihsan hali, murakabe de denir. Uzun bir süre zikirde sadece kalp üzerinde durunca bu hali yaşadım ve anladım ki huzur hali zihinsel bir süreç değil, ruhun kalp ayağı ile sunulan bir nimettir. Bir de tabii bu letaifin dünyaya bakan ciheti vardır. Gerçekten tek kelime ile ifade edersek, kalp zikri kelimenin tam anlamıyla insana bir ‘huzur’ bahşediyor. İnsan huzuru yaşıyor kalp letaifini çalıştırdığı zaman.

Ruh letaifi ilahi aşkın ve sevginin merkezi. Uzun bir süre ruh letaifi üzerinde çalışınca garip bazı haller yaşamaya başladım. Hani çocukken meyvelerin, çiçeklerin, kuşların başka başka anlamları, daha doğrusu insanı yaşama, sevince, aşka boğan güzellikleri vardı. Birden dünyam değişti. Onları yeniden yaşamaya başladım. Her şeyde bir sevgi, aşk anlamı görülmeye, sezilmeye başladı. Ailemdeki fertler de bundan hisse aldılar. O zaman anladım ki, ruhun sevgi ve aşk çağlayanı bir gözlük gibi üzerimde bu ruh letaifinin çalışması ile geçmiş durumda. Allah Allah mutluluğun anahtarı burada, insanlar ilaçlara, uyuşturuculara, alkole koşuyorlar. Ama kime ne kadar anlatabilirim ve yararlı olabilirim?

Sır letaifi vahdaniyetin merkezi. Her şeyde Allah’ın elini görme… Kuşku ve kaygılardan uzaklaşma… Tevekkülü ve tefekkürü bir hal olarak yaşama… Nefsin mutmainne makamına kavuşmada en çok yararlanılan letaif merkezi.

Hafi letaifi istiğrak makamı. Nasıl suya girdiğinizde kendinizi koyverirseniz ve sonra rahatlarsanız, bu letaif noktası da zikirle çalıştırıldığı zaman öyle bir hal zuhur ediyor. Allah’tan razı olmak gibi bir duygu sizi bürüyor, sarıyor. Bir rahmet denizine gark oluyormuş gibi bir duygu yaşıyorsunuz. Çok hoş bir duygu. Rıza hali insanı çok rahatlatıyor. Varoluş kaygılarınızı yok ediyor.

Ahfa ise izmihlal merkezi. İzmihlal yok olma hali. Fena hali, yani tasavvufta yaygın kullanılan tabiriyle. Kendimi uzun süre ahfaya kaptırdım. Daha doğrusu niye bunun halini yaşayamadım diye bayağı bu letaif üzerinde zikir çektim. Hâlbuki fena hallerini bayağı derinden yaşadığım halde kendimde olamadım. Daha doğrusu yaşadığım hal ile bu letaif noktası arasında bağ kurmayı uzun süre unuttum. Sonra epey bir zaman geçince, yaklaşık dört beş ay kadar zaman sonra meseleyi kavradım. Anladım ki, bu letaif noktası bir kopuş yeri. Fena halinin başlangıcı buradan başlıyor. Gerçekten insan özel bir duygu ile kendisini dünyadan ve yaşamdan çekiyor. Ama bunun ayırdında olamıyor veya bunu geç fark ediyor.  Adeta kendisi gölge mesabesine geliyor. Bu sırada bütün letaif noktaları azami derecede çalışıyor. Nur ve feyze gark oluyor. Bu da onu manevi olarak ilerletiyor. Çünkü yukarıda anlattığımız süreç hız kazanıyor. Ruh, nur ve feyze gark olunca güçleniyor. Vücut ülkesinde hâkim duruma geçmeye başlıyor.  Nefis ruha benzeyerek makamlar, yüksek karakterler kazanıyor. Çarklar böylece işliyor.

Bu arada şunları çok düşündüm: Türkiye’de üniversitelerde tasavvuf kürsüleri var. Ama tasavvufla alakaları sadece tarih açısından. Kalbin ve letaif noktalarının bu anlamları tasavvuf kitaplarında kısaca, adeta birer kelime ile yazılıdır. Benim gibi kişiler bunları hemen tecrübe edebilirler. Yaşayabilirler de. O zaman ruh sağlıklarının ne kadar ellerinin altında olduğunu da kavrayabilirler. Kalp ve letaif noktaları ile ruh sağlığı arasındaki yakın ilginin farkına varabilirler.  Ruh doktorları tasavvufun bu sırlarla ve mucizelerle dolu kalp ve letaif noktalarına ne zaman eğilecekler? Ruhun duyu organları mesabesindeki bu organlardan insanlar ne zaman tam anlamıyla şifa yoluna gidecekler? Bu konular bilim adamlarının titiz çalışmaları ile ne zaman tatmin edilecek bir şekilde açıklığa kavuşacak? Bunlar şimdilik karanlık bir caddede kalan sorular. Kimsenin de öyle kolay kolay cevaplandıramayacağı ağırlığa sahipler.

Yıllardan beri uzun zaman miğren ağrıları çektim. Nedenini bilemediğim baş ağrıları. İlaçla geçmeyen. Şimdi başladı mı hemen kafa üzerinde ya abdestli olarak bir Kuran-ı Kerim bulunduruyorum, ya da kafanın üzerinde tespihi tutarak hızla içimden ‘Allah Allah’ diye zikre geçiyorum. Yarım saatte işi bitiyor. Eskiden gün boyu, hatta günlerce adeta delirirdim bu ağrılardan. Derdi veren Allah elbette şifayı da veriyor çok şükür…

Allah (c.c.) zikriyle bizleri rızasına erdirsin. Âmin.
Muhsin İyi






   


Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: muhsin iyi üzerinde 08 Ocak 2013, 14:09:39
Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu (2)   
Öncelikle manevi yolculukta yola çıkacak kişilerin ‘hal’ ve ‘makam’ kavramlarını iyi bilmesi gerekir. Nakşibendiyye tarikatının temeli kalp ve letaif zikirlerine dayanır. Bu zikirler sırasında çeşitli ‘hal’ler yaşanır. Cezbe ve vecd eksik olmaz. Cezbe ve vecdin yüzlerce farklı çeşidi vardır. Onun için ben niçin başkaları gibi cezbe ve vecde gelemiyorum, diye kimse üzülmesin ve bunu kendisine dert edinmesin. Bu yola girmişse bu konuda mutlaka bir hissesi vardır. Fakat kendisi bunun bilincinde değildir. Yaşadığı cezbe ve vecd halleri başkasına benzemiyordur sadece. Cezbe ve vecdin ayırıcı özelliği zikir ve rabıta sırasında yaşanan duygusal ve coşkusal hallerdir. Bunlar makama işaret etmezler. Sadece zikri ve rabıtayı kolay ve zevkle yapabilmek için sunulan manevi hediyelerdir. Hallerdir.

Bir arkadaşım her gece ağladığını, kalbinin daima ilahi huzurda olduğunu anlatıyordu. Bununla üstün makamlar kazanıp kazanmadığını benden sordu. ‘Yani,’ dedim, ‘evliya olduğunu mu düşünüyorsun?’ Hâlbuki yaşadığı şeyler, kalp letaifinin halleri idi. Daha letaif zikrine geçmediği gibi bunun ilerisinde daha pek çok değişik halleri yaşayacağını, bunların da manevi makamlar karşısında hiçbir mana ifade etmediğini bilmiyordu. Gerçekten insanlar bu konuda o kadar cahiller ki… İşin iç yüzünü bilmiyorlar. Tabii bir de şeytanların onlara attırdığı taklaların farkında değiller. Şeytanlar bakarlar ki, bir insan bütün günahlara samimi bir şekilde tövbe etmişse, bu sefer ona başka türde vesveseler veremeye başlarlar. Çünkü bu tövbe işine canları sıkıldığı için kendilerine eğlence ararlar. Vesveseleri de genellikle şu konu etrafında toplanır: İşte sen büyük makamlara kazandın. Bu yolda veli oldun gibi. Tabii sofi bu tür vesveseler nefsi okşadığı için buna kanar. Bunlara inanmaya başlar. Kapıldığı gurur ve ucub (kendini büyük görme, beğenme) duygusuyla başkalarını küçük görmeye ve kendisini övmeye başlar. Şeytanlar sofiye atlattıkları bu taklalarla kıçlarıyla gülüp eğlenirler. Yani manevi yola giren bir azınlıkta değil genellikle herkeste olan temel sorun budur. 

Manevi yolculuğa koyulup bir iki hal yaşayınca insanlar kendilerinde bir büyüklük görüyorlar, ermiş oldukları düşünüyorlar, daha da kötüsü nefislerini adam yaptıklarını sanıyorlar. Hâlbuki zikri ve rabıtayı bıraksalar bütün bunların kısa bir zamanda sabun köpüğü gibi söndüklerini göreceklerdir. Eskisinden de beter duruma düşeceklerdir.

Birinci yazımızda şunu ifade ettik: İnsan ahfa letaifi üzerinde zikir çekince fena hallerini yaşamakta. Fakat bu bir haldir. Fenafillâh değildir. Fenafillâh halini yaşaması için nefsin mutmainne makamında olması gerekir.

Nakşibendiyye tarikatındaki bir kişi seyr ü sülüğunu bitirse bile, daha somut konuşmak gerekirse kalp ve letaif noktalarındaki nurları müşahede etse bile, nefsi daha henüz levvamededir. Yani daha yolun başındadır. İş asıl bu nurları müşahede ettikten sonra zikir, rabıta, murakabe ile bunu nefisle yoğurmaktadır. Bu da seneleri almaktadır. Her nefis makamında elli bin perde olduğu söylenmektedir. Bunları tek tek aşmak kolay değildir.

Bazı kişiler övünerek ‘Biz kelime-i tevhit ve nefy ü ispat çekiyoruz.’ diyorlar. ‘Murakabe dersleri alıyoruz.’ diye şişiyorlar. ‘Nurları müşahede ettiniz mi?’ diye soruyoruz. ‘Yok!’ diyorlar. Tamam, şeyhiniz sizlere himmet etmiş, çok şeyi kendi üzerine almış, ama siz gerçekte letaif zikrindesiniz, bununla nurları kolay bir yolla müşahede etmeniz için size bir güzellik yapmış, ama sizden yeterli gayret olmayınca bu himmet bir işe yaramaz.’ diye nasihat ediyoruz ama onlar bu tür büyüklenmelerinden pek fedakârlık yapmıyorlar. Nurları bazı kişilerin müşahede etmeden de yüksek nefis makamlarına geçebileceğini sanıyorlar. Hâlbuki Nakşibendiyye tarikatında nurları açıkça müşahede etmedikçe nefis makamlarını aşmaları mümkün değildir.

Nakşibendiyye tarikatı diğer tarikatların sonda ulaştığı halleri başta yaşatır. Yani kalp ve letaif halleri, nurları diğer tarikatlarda sonda kendisini gösterir. Diğer tarikatlar tabiriyle kastettiğimiz tarikatlar, manevi yolculukta nefisle mücadeleyi temel alan Halvetiyye tarikatı ve onun gibilerdir. Nakşibendiyye tarikatında seyrü süluk neticesinde kalp ve letaif halleri yaşandıktan, nurlar görüldükten sonra elde edilen sonuçların hepsi birer haldir. Zikir, rabıta, murakabe kesildiği anda müthiş bir geriye dönme süreci hemen baş gösterir. Kişi nefs-i emmareye kadar düşebilir. Çünkü tövbe ile bir mürşid-i kâmilin elini tutan kişi her ne kadar nefs-i levvamede kabul edilse de aslında nefs-i emmare ile nefs-i levvame arasındadır. Levvame nefsin mülk olması için bütün perdelerinin aşılması gerekiyor. Ama nefis makamlarını kat ederek yükselen diğer tarikatlarda bu durum görülmez.  Yani nefis makamından aşağı kolay kolay inilemez.  Daha doğrusu en az mutmainneye ulaşan bir kişide bu durum, yani geriye dönme pek gerçekleşmez. Çünkü haller her an değişebilir ama nefis makamları kolay kolay elden çıkmaz. Onun için bu manevi yolda önemli olan usuli aşereye dikkat ederek nefis makamlarını aşmaktadır. Hallere itibar etmemek, değer vermemektir.

Nefis sabrı belli bir derecede öğrendi diyelim. O derecesini olaylar karşısında kullanmada kimse önüne geçemez. Engelleyemez de. Nefis sabrı hiçbir zaman da unutmaz. Kafamızdaki sabırla ilgili bilgiler yok olabilir ama nefis böyle değildir. Onun için nefse sabır talimini yapmak gerekiyor.

Nakşibendiyye tarikatında nefy ü ispat zikrinin ve murakabelerin temel işlevi kalp ve letaif hallerini diri ve canlı tutmak, buralarda ortaya çıkan nurları belirginleştirmek ve söndürmemektir. Çünkü gerek nefy ü ispat gerekse murakabeler nefsin ve şeytanların belini kırarlar. Nurun ve feyzin önünü açarlar. Bu açıdan nefy ü ispat zikri arabanın motoru gibi bir öneme sahiptir. Bu zikirde özellikle soluk kesmeler, nefsin letaifler üzerindeki engelleyici baskısını ortadan kaldırdığı gibi letaiflerin nurlarının belirginleşmesini önlemeye çalışan şeytanları da etkisiz hale getirirler. Bu açıdan bu zikre çok önem vermek gerekir. Özellikle vahdaniyet murakabesi de nefy ü ispat gibi bir işleve sahiptir. Onu da daimi bir hal haline getirmek lazım gelir.

Sofi nefy ü ispat ve murakabe dersleri de alsa günlük beş bin kalp zikrini asla ihmal etmemeli, ayrıca bazı günlerde letaiflerini de diri tutmak ve geliştirmek için sayısız zikirle tespihi onların üzerinde gezdirmelidir. Şayet bu noktalarda şeytanların açıkça engelleyici hücumlarını şahit olursa tespihle zikir yapma sırasında bu noktalarda küçük bir Kuran-ı Kerim de bulundurması büyük yararlar sağlayacaktır.

    Elbette hiç kimse yerinde durmuyordur. Kişi sofiyse, az da olsa zikri ve rabıtası varsa, o yine ilerliyordur. Ama bu ilerleme nefis makamlarında değil kalp ve letaif hallerindedir. Bu adam akıllı tamam olduktan sonra, ki bu da letaif noktalarında nurların belli olup sofinin nurunun artmasıyla kesinleşir. Ondan sonra nefis makamlarını aşmaya sıra gelir. Bu nurlarla nefis makamları tek tek aşılır. Çünkü bu nurlarda ilk makalemizde belirttiğimiz usuli aşerenin hammaddeleri vardır. Bunlarla nefis yoğrulduktan sonra yavaş yavaş değişmeye başlar. Kısacası Nakşibendiyye tarikatında kişi kalp ve letaif noktalarında nurları görüp üzerindeki nuru artırma sürecinde iken yaşadığı bütün her şey haldir. Yani bunlar elinden her an kayıp gidebilir. Değişebilir. İlgili kişi ise henüz nefs-i  levvamededir.

Elbette Halvetiyye tarikatında durum farklı olmakta. Onlar kalp ve letaif noktalarına eğilmiyorlar. Nefsi direk değiştirmek için mücahede ve riyazat yoluna koyuluyorlar. Halvet, oruç, hizmet gibi yollarla nefsin makam kazanmasına çalışıyorlar. Elbette bu yol çok zordur. Çoğu insanın bu nefis makamlarını tamamlamaya ömürleri yetmez. Ama nefisleri mutmainneye geldiğinde ancak kalbin kırmızı nurunu görebiliyorlar. Tabii bu seviyeye gelmek de çok uzun yılları almaktadır.

Nefis makamları kazanıldığında insana mülk olur. Haller ise gelip geçicidir. Buna göre bir Halveti sofisi nefsin mutmainne makamına erişip kırmızı nuru gördüğünde bu nimet kolay kolay elinden alınmaz. Ama bir Nakşibendiyye sofisi bütün letaif noktalarındaki nurları görse de şayet zikrinde ve rabıtasında bir gevşeklik söz konusu olursa çok büyük bir düşüş yaşar. Şeytan musallatları genellikle bu noktada yaşanır. Yani sofi daima ileri gidecek. Derslerini yaptığı gibi boş vakitlerinde de nafile ibadetlere önem verecek. Nurunu ve feyzini artırmaya çalışacak.

‘Kim Rahman olan Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. (Zuhruf suresi, 36).’  ayetinde şeytan musallatlarının umumi bir kanunu verilmiştir. Yani kişi zikir nimetine eriyor. İleri gideceğine nefsine uyuyor. Dersi bırakıyor. Şeytanlar atağa kalkıp sofiyi zikirden bezdirmek ve bu yolu engellemek için musallat oluyorlar. Tıpkı ülkesinin savunmasında ihmalkâr olan bir devlete düşmanlarının savaş açması gibi. Hâlbuki savunmaya büyük bir kaynak ve güç ayıran devletlere kimse kolay kolay savaş açamaz.

Bunu övünmek için anlatmıyoruz, başkalarına ibret olsun diye söylüyoruz: Şükürler olsun Allah’ın lutf u ihsanıyla, sadatların himmetiyle letaiflerdeki bütün nurları müşahede ettiğimiz bir zamanda (beş altı yıl kadar önce) üzülerek söylemek gerekirse ayaklarımız yere pek basmıyordu. Gurur kibir, ucub içerisindeydik. Hiç unutmam üç arkadaş bir iş için gittiğimiz şehrin otel odasında uyurken ben yatakta benden neş’et eden rengârenk nurları seyrederek ‘Vah zavallılar, nefislerinin karanlığında uyuyan bir şunlara bak, bir de bana sunulan şu nimete bak, vah nasipsizler…’ diye içimde bir büyüklenme hissettim. Tabii nefsi levvamede olan bir kişiden başka ne beklenebilir?.. Biraz gevşedik. Çünkü gurur, kibir, ucub ibadetteki ihlâsı, zevki alır. İbadetin miktarını da düşürür. Derken fırsat kollayan şeytanların hücumlarına uğradık. Aklımız başımıza geldi. Tabii toparlanmak kolay değil. Nefis hem ahmaktır hem de inatçıdır. Hatasını anlamak istemez. Şükür, o vartaları atlattık. Tabii bu da Allah’ın (c.c.) dilemesi, lutf u ihsanıyla, sadatların himmetiyle zikir, rabıta, murakabe ile kalp ve letaif noktalarını daha iyi çalıştırıp nur ve feyzi artırmakla oldu. Zaten bunun dışında başka bir yol yoktur.

Nur ve feyz şeytanlara karşı silah gibidir. Bunun dışında başka bir yolla onlarla mücadele etmek mümkün değildir. Pek çok sofi benim yaşadığım duruma düşüyor. Şeyhinden medet bekliyor. Derslerinde ihmalkârlığını görmüyor. Vesveselerinde boğulup kalıyor. Bela ve musibet yüce Allah’tan gelir. Aslında bu şeytan musallatları da Allah’tan (c.c.) gelen büyük bir nimettir. Tabii anlayana. Çünkü nur ve feyzi artırmada bir kamçıdır şeytan musallatları. Öyle bir kamçı ki ancak yiyen bilir…. Ama nefis ona buna içerler, kızar, öfkelenir. İster ki zahmetsizce, bir gayret sarf etmeden üzerinden bu yük kaldırılsın. Hâlbuki yüce Allah (c.c.) insanı çok üstün olarak yaratmıştır. Onun için Hz. Âdem’i (a.s) yarattıktan sonra meleklere ve şeytana ona secde etmesini emretmiştir. Şeytan hasedinden bu emri yerine getirmemiştir. İnsanın üstünlüğü ilahi nefhaya (ruha) sahip olmasıyladır. Bakara suresinde bu konu ile ilgili ayet-i kerimeleri okursanız konuya vakıf olursunuz (bk. Bakara suresi, 30-38). Yani kalp ve letaifler bu ilahi nefhanın (ruhun) manevi organlarıdır. Onlar çalışınca ortaya çıkan nur şeytanları kahrediyor. Hasetlerinden kudurtuyor. Çünkü manevi yolculuğa çıkmış bir insana tahammülleri yok. Bu insan kalbini ve letaiflerini çalıştıracak, sonra da ilerde nefis makamlarını kazanacak, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanacak, bütün bunlardan sonra insanları Allah’ın (c.c.) dinine davet edecek… Şeytanlar buna çıldırıyorlar. Ama ne yapsınlar? Sonuçta onları da yüce Allah (c.c.) yarattı. Ama asla insanları onlara oyuncak olsun diye yaratmadı. Hz. Âdem’in (a.s) kişiliğinde sunulan secde nimeti insan-ı kâmilin makamına da işarettir. İnsan-ı kâmilin himmeti ile pek çok şeytan hidayete geliyor. Çünkü şeytanın mensubu bulunduğu cinler de bizler gibi imtihandalar.

Kısacası insanlardaki şeytan musallatına dair fobiyi bir türlü anlayamıyorum. Bir de şeytan musallatına maruz kalıp da zikri, rabıtayı azaltan veya terk eden sofilere ne diyeceğimi bilemiyorum. Bazıları aman bana şeytan musallat olmasın diye az bir zikirle yetiniyorlar. Bu yüzden hiçbir zikri çekmeyen insanların varlığından da haberdarım. Ben gayr-i ihtiyari bunların saflıklarına gülüyorum. Yani şeytanlar musallat olsa ne olacak? Seni öldüremezler, buna güçleri yetmez. Ancak sinirleri sıkma teknikleri ile biraz oranı buranı hafiften rahatsız ederler. Ama nur ve feyzini artırma yolu ile onları gün be gün yenmeye, bu sıkıntıları ortadan kaldırmaya doğru yürüyüşün zevki hiç bir şeye benzemez. Peygamberimiz (s.a.s) nefis ve şeytanlarla yapılan bu savaşa ‘büyük cihat’ demiştir. Bunun mükâfatı da ona göre büyüktür. Ayrıca zaferin zevkini tatmayan da bilemez. Yüce Allah (c.c.) insanı çok üstün yaratmıştır. Bunun kadrini bilmeyip de onlara yenik düşenlere, onlardan korkanlara yazıklar olsun!

Konu gayr-i ihtiyari hiç hesapta olmayan bir noktaya kaydı. Ben de bu noktadan bir türlü çıkamadım. Yazılanları nedense silmek istemedim. Şimdi konuyu mecrasına koymak gerekiyor.

Evet, bu kalp ve letaif nurlarına ulaşamayan insanlar kendilerinde bir eksiklik mi hissetsinler? Onlara bir aşağılık kompleksi mi sundum? Gerçekten tüm samimiyetimle söylüyorum. Bu kalp ve letaif halleri gibi bunların nurları da bu manevi yolculukta nefis makamları karşısında bir hiçtir. Ahrette de bunlardan hesaba çekilmeyeceğiz. Önemli olan usuli aşeredeki hususlara ulaşmaktır. Bunlarla nefsi süslemektir. Çünkü ancak bunlar nefsi adam eder. Elbette düşünce egzersizleri ile kitaplar okuyarak usuli aşeredeki hususları nefse kazandıramayız. Ama bu yolda bilgi edinmeyi de küçük görmemeliyiz. Her ne kadar nefsimiz bu bilgilerle değişmese de bu konuda bilinçli olmak insana çok şey kazandırmaktadır. Bilinçli insan ara sıra yaptıklarını, ettiklerini muhasebe etme imkânına sahip olur. Pişmanlık ve tövbe halleri ile bunları sevaba çevirir. Bir dahaki sefere daha dikkatli olur. Aynı hataya düşmemek için nefsini biraz zorlar. Bunlar, bu konuda bilgisiz insanda olmayan nimetlerdir.

Usuli aşeredeki sabra değinerek konuyu örnekleyelim. Genel af dönemlerinde gazetelerde çok sık okuruz. Suç işleyen kişiler böyle bir afla salıverilince hemen gene aynı suçları işleyip tekrar hapse düşüyorlar. Şuna eminim ki, o kişiler hapiste iken kendilerini muhasebe etmişlerdir. Yani hapiste pek çok şeyden mahrum oldukları için içlerinde bir pişmanlık duyup bir daha o işleri yapmama konusunda bir niyet şu veya bu ölçekte içlerinde doğmuştur veya geçmiştir. Lakin bu hal bir kısmına tövbe-i nasuh sağlarken bir kısmında ise maalesef gerçek tövbeye ulaşamamıştır. Ama şu bir gerçek ki hapis hayatında sabırdan hisse almayan kişi olmamıştır. Şu veya bu oranda. Herkeste niceliği farklı da olsa hapse düşen bir insan mutlaka sabır kavramını nefsiyle yaşar. İşte böyle umumi aflardan anlaşılıyor ki, yine de sabır kavramında aldıkları bu hisse bazı kişileri nefislerinin alıştığı günahlara veya suçlara düşmelerini engelleyememektedir. Bunun gibi bizler de nefsin makamlarını iyi bilip ayrıca nefsi adam yapan usuli aşeredeki hususlarda bilinçlenip elimizden geldiğince onun ıslahına çalışmalıyız. Manevi yola giren bir kişi de tıpkı hapiste yatan kişi gibi az veya çok mutlaka usuli aşeredeki hususlardan bir hisse alır. En az bunların kokuları üzerine siner. O açıdan önemli olan şey manevi yolculuğa girmektir. Karınca karınca yola düzülmektir.

Peygamberimiz (s.a.s) ‘Oruç sabrın yarısıdır.’ buyurmuşlardır. Yani oruca devam edersek sabır karakterinin yarısına talip oluruz, diye buyuruyor sevgili peygamberimiz. Şimdi bir Nakşibendiyye sofisi düşünün, bu kişi yıllardan beri nafile oruçlarla beraber yılın en az yarısını oruçla geçiriyor. Elbette bu kişi kalp ve letaif noktalarındaki halleri yaşamasa ve nurları görmese de bu halleri yaşayan ve nurları gören kişiden çok üstün bir nefis makamında bulunacaktır. Sabrı nefsinde karakter olarak belirginleştiren kişi en az mülhimede yer alır. Hâlbuki kalp ve letaif noktalarında nurları gören normal bir Nakşibendiyye sofisi ancak levvame nefistedir.

Hâlbuki bu yola yeni giren bir sofi samimi olarak mürşid-i kâmile tövbe verince (bey’at alınca) nefsi levvamede bulunur. Nurları müşahede edince de gene bu nefis makamında bulunmaktadır. Yani nefsi yaşadığı bütün hal, cezbe, vecd, nurları müşahede halleri ile değişmemiş bulunmaktadır. Ama bu durum makam itibariyledir. Yani nefsi görünüş itibariyle değişmemiştir. Ama içten içe büyük değişimler de dikkati çeker. Çünkü nefsi-i levvamenin binlerce perdesi vardır. Bunların pek çoğu aşılmıştır. Bu itibarla her ne kadar yeni sofi ile eskisi aynı nefis makamında bulunsa da aralarında dağlar kadar fark vardır. Yani ahlakta ikisi bir olmaz. Onun için yeni olanlar eskilerden çok istifade edebilirler. Eğer saygılı olurlarsa.

Bu noktada rabıtaya değinmememiz büyük bir eksiklik olacaktır. Rabıta nur ve feyz kaynağı olan şeyhi düşünmektir. Tabii nurdan ve feyzden haberi olmayan kişiler bunu çok saçma görüyorlar. Rabıta kesinlikle bir ibadet değildir. İbadet Kuran-ı Kerim ve peygamberimizin (s.a.s) sünneti ile kaim olur. Rabıtaya kim ibadet gözüyle bakıyorsa baştan yanılıyordur. Rabıta sevgidir. Bizim sevgiyle bir Allah dostunu düşünmemiz, hayal etmemizdir. Bunu sağa sola çekmeğe lüzum yok. İnsanlar zaten her anlarını bir şeyleri düşünerek ve hayal ederek geçiriyorlar. İşte rabıta bu tabii durumu biraz yapay bir yolla ara sıra kanalize edip mürşid-i kâmili düşünmektir.

Konu ile ilgili tasavvuf kitaplarında şunlar geçer: ‘Rabıta zikirden üstündür. Zikrin ziyası ay ise rabıtanınki güneştir…’ Tabii önceleri ben de bu tür sözleri şaşkınlıkla karşılardım. İçimden bu tür ifadelere itiraz sesleri yükselirdi. Bayağı bu vesveseler beni rabıtaya karşı engelledi de. Ama bu yolda ilerleyince, belli bir seviyeye gelince hakikatin böyle olduğunu bizzat anladık.

Rabıta ruhi bir olay. Yani insanlar ruhu tanımıyorlar. Bilmediklerini de bilmeyince zır cahil oluyorlar. Artık böylelerine de nasihat kar etmiyor. Bozuk plak gibi aynı lakırdıları ediyorlar. Kendilerini çok akıllı, dindar; bizleri de ahmak, Allah’a şirk koşan güruh olarak görüyorlar. Bundan da öte velileri, onların bu tür sözlerini inkâr yoluna gidiyorlar. Bu tür inkâr insanı imanın esaslarında, özellikle peygambere imanda da şüpheye götüreceği için çok tehlikelidir. Hâlbuki manevi yolun yolcusu temiz ve sağlam bir itikat yanında farzlarla, sünnetlerle, nafilerle, müstehaplarla gününün yarısından çoğunu ibadetlere vermezse boşa kürek çeker. Bir şey elde edemez, hiçbir hal de yaşayamaz. Tabii nefis makamları şurada dursun.

Rabıtayı inkâr edenler ruhi olan olgulara karşı çıkıyorlar. Ruhun kanunları aklın ve maddi hayatınkinden çok farklıdır. Bunu anlamak istemiyorlar. Ruh için mekân, zaman diye bir problem yoktur. Bunu insan havsalası kavrayamadığı için rabıtayı anlayamıyor, kıymetini de bilemiyor. Böyle kişilere soruyoruz. ‘Rüyayı kim görüyor?’ ‘Ruh!’ diyorlar. ‘Peki, hak rüyaya inanıyor musunuz?’ ‘İnanıyoruz.’ diyorlar. ‘Hak rüyada kişi önceden bilmediği mekânlara gidiyor, bazı kişileri görüyor. Zaman geliyor bunlar gerçekleşiyor. Bu nasıl oluyor?’ ‘Tabii ki ruhun bağlı olduğu kanunların akıl ve maddenin bağlı olduğu kanunlardan farklı olması ile. Yani ruh için zaman ve mekân kaydı yoktur. Dünyanın bir ucuna, hatta evrenin ötesinde bulunan levh-i mahfuza bir anda gidip gelebilir. Bir insan mürşid-i kâmili düşünüp hayal ettiğinde kalp ve letifleri ile mürşid-i kâmilin sahip olduğu nur ve feyzin gölgesine girer. Bu anında gerçekleşen bir olaydır. Kişi rabıtada hiçbir şey hissetmese de ruhu şeyhinin huzurundadır. Bizim gibi bu konuda ilerlemiş kişilerin yaşadığı hal budur. Biz bunu gözlerimizden daha iyi görüyoruz. Ayrıca hak rüyada nefis devre dışı olduğu için bütün bunlar yaşanabiliyor. Manevi yola giren de nefsini bir miktar günah kirlerinden temizleyip devre dışı bırakarak ruhsal olarak şeyhinden yararlanabiliyor, hatta bu yolda ilerleyen kişiler şeyhlerini rabıtada görüp konuşma imkânlarına da kavuşabiliyorlar. ’

Gerçekten zikri çekerken yaşadığımız haller, yani nurları müşahede ve feyz alma rabıta sırasında daha bir artmaktadır. Tabii bir de şu hadise rabıtayı zikirden üstün kılmaktadır: Zikir sırasında nefsin hissesini gerek bu yazımızda gerekse daha önceki yazımızda yeterince açıkladık sanırım. Rabıta sırasında ise adeta bir karakter transferi olmaktadır. Yani mürşid-i kâmilde en ideal ölçüde bulunan usuli aşere unsurları yavaş yavaş rabıta yapan sofiye yansımaktadır. Tabii bu süreç çok yavaştır. Kolay fark edilmez.  Ama zikre göre çok daha bereketlidir. Rabıtanın doğrudan nefse bu tesiridir ki onu zikirden üstün kılmaktadır.

Şunu hiçbir zaman unutmamak lazımdır. Tasavvuf dar bir keçi yoludur. Allah (c.c.) üzerimize farz kılmamıştır. Bu yol, sadece meşrebi, tabiatı uygun bazı insanlara hastır. İnsanları tasavvuf yolundan ziyade İslam’a çağırmak gerekir. Peygamberimiz (s.a.s) orta bir ümmet olmak üzere gönderilmiştir (bk. Bakara suresi, 143). Peygamberimizin, sahabelerin de hayatı da buna tanıktır. Elbette ehl-i suffe ve bazı sahabeler de amelde ileri giderek tasavvuf yolunun örnekleri olmuşlardır. Bunu da görmezlikten gelmek doğru değildir. Ama bu yolu da umumileştirmek İslam’a zarar verir.

  İslam’ın genele hitabı orta bir yol olmuştur. Bu da haramlardan kaçınmak, emirleri (farzları) yerine getirmektir. Bu cennete giden bir yoldur Allah’ın izniyle. Bunun için nefs-i emmareden kurtulmak yeter. Zira nefs-i emmare sahibini mutlaka cehenneme götürür. Bu yolda çok az bir nefis cihadına gerek vardır. O da yasaklardan kaçınmak ve farzları yerine getirmektir. Böyle birisi artık nefs-i levvameye yükselmiştir. Yüce Allah (c.c.) yukarıda anlattığımız kalp ve letaif hallerini bize farz kılmadığı gibi nefis makamlarını da sonuna kadar aşmayı bizden istememiştir. Bu açıdan elimizden geldiğince İslam’ı yaşayıp bütün Müslümanların kurtuluşu ve birliği için gönülden duada bulunup gayret gösterirsek dünyada ve ahrette saadete ereceğimizi düşünüyorum. Bakara suresinin son iki ayetini bu açıdan iyi mütalaa edip sırtımıza çok az bir yük vurulduğu için şükretmemiz gerekir.

Pek çok kişi elindeki tespihle yaptığı zikri gözünde büyüterek dinin gayesinin ve ruhunun dışına çıkıyorlar. İnsanlara tasavvufu tek kurtuluş yolu olarak gösteriyorlar. Tasavvufu İslam’ın önünde ve üstünde tutarak dini insanların gözünde zorlaştırıyorlar. Dini yaşanmaz ve sadece bazı kişilerin yaşayabileceği bir şekle sokuyorlar. Bu düşüncede olan insanların bu tasavvuf yolunun en büyük üstadı olan İmam-ı Rabbani’nin (k.s) Mektubat’ını okumalarını özellikle istirham ediyorum. Orada bu hususlara dair pek çok mektupta defalarca kez ifade ettiğimiz biçimde açıklamalar yapılmıştır. Hâlbuki bu yapılan tespihler yine İmam-ı Rabbaninin (k.s) ifadesiyle farz değil, sünnet değil, sadece müstahaptırlar. Bunların da temel amacının yazımızın başında da belirttiğimiz üzere nefsi değiştirmek, nefis makamlarını aşmak olduğunu da söyledik. Aslında iş burada da bitmemektedir. Peki değişen bu nefisle ne amaçlanıyor? Yüce Allah’ın (c.c.) dinini yaşamak ve yaşatmak. Başka insanlara sunmak. Tebliğ etmek. Çünkü yüce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de ‘Şüphesiz Allah, müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır (Tövbe suresi, 111)’ diye buyurmaktadır. Onun için yüce Allah’ın (c.c.) dinini yaşamak, yaşatmak her insanın üzerine farzdır. Gaye ila-yı kelimetullaha hizmettir.

Geçmişte cihat ülkeler arasında savaşla olmaktaydı, bugün pek çok değişik hizmetle bu iş gerçekleştirilmektedir. Bu konuda gafil olmak bir Müslüman’a her şeyden önce yakışmaz. Onlardan birisinde çorbada tuz misali ufacık bir katkımızın bulunması, yüce Allah’ın (c.c.) rızasının üzerimizde olmasını sağlayacaktır. Kısacası ilkyazımızın başındaki ifadeleri tekrarlarsak, manevi yolculukta çarklar dönüyor ama niçin dönüyor, bunlar hangi çarkları döndürüyor, neye hizmet ediyor, amaç ne, ona iyi bakmak gerekiyor. Yoksa şeytana ve nefse hizmet ederiz de farkında olmayız.

Pek çok kişinin tasavvuf yoluna girme nedeni hal yaşamak, üstün vasıflara sahip olup insanlara hükmetmektir.  Böyleleri baştan yanlış bir yolda bulunmaktadırlar. Nefis ve şeytanlar bu yolda onları çok derin çukurlara atarlar da çıkmaları bile mümkün olmaz. Niyetimiz Allah (c.c.) rızası için İslam’ı yaşamak, örnek hayatımızla başkalarının da yaşamasına vesile olmak, bütün dünyadaki Müslümanlarla birlik olup tüm dünya insanlığının bu dine girmesine çalışmak olmalıdır. Bu görünen en büyük çarktır. Bu dönmüyorsa veya bunun dönmesi için bir niyetimiz, isteğimiz, çabamız yoksa demek ki bu dinin dışında başka bir yoldayız ve nefis ve şeytanlar bizi başka dinlerle aldatıyorlar.

Yüce Allah (c.c.) bizlere akıl ve şuur versin. Rızası istikametinde ayırmasın. Zikrini rızası yolunda kılmayı nasip eylesin. Bizi gerçek Müslüman ve müminlerden eylesin. Âmin.
Muhsin İyi







Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 08 Ocak 2013, 17:22:00
Klap zikir ile nurları aldığı anda insanın hayatı değişiyor adeta. Rabbim zikirden hiç ayırmasın inş bizleri, nurlar oluk oluk aksın. Amin..


Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: Pelinay üzerinde 23 Ekim 2014, 18:09:55
ve aleykumusselam..amin ecmain inşallah..
İhlasla yapılan zikir kul ile Rabbi arasındaki perde ve engelleri kaldırır. Aynı zamanda kalbin cilasıdır, onu manevi kirlerden temizler, içindeki gafleti yok eder inşalalh..Rabbim bizlere de ihlasla edep üzere zikredebilmek nasip eylesin..
Allah razı olsun hocam..çok güzel ve önemli bir konuya değinmişszniz..


Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 15 Temmuz 2015, 18:30:22
Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuh , her ibadette olduğu gibi zikirde de adab üzere olunmalıdır. Allah c.c razı olsun.


Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: Mehmed. üzerinde 26 Temmuz 2015, 21:28:34
Ve aleykümüsselam , Zikir kalbin gıdasıdır. Günahlar da nefsin gıdasıdır. İkisi de kendi lehlerine bir şey yapılırsa daha fazlasını ister. Rabbim (celle celalühü) kalbimize gıdasını vermeyi nasip eylesin.


Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: Sevgi. üzerinde 06 Ağustos 2015, 23:39:28
Allahım neolur bizlerede heran zikir halinde olmamızı nasip eyle inşaAllah.Amin ecmain


Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: üsveihasene üzerinde 14 Ekim 2018, 19:12:03
Esselamü aleyküm Kalpler ancak Allah ı anmakla kemale erer ... kalpte zikir olmayınca ya nefs olur ya şeytan kalplerimiz Allah dedikçe huzura kavuşssun inşALLAH...AMİN


Konu Başlığı: Ynt: Zikrin Adapları
Gönderen: Esma Hamuş üzerinde 15 Ekim 2018, 00:52:04
Allah razı olsun hocam.. Sadece O'nun (c. c) rızasını  niyet ederek kalbimiz hep zikirle olsun inşaallah.. Dua ile