๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Nefs Mücadelesi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 11 Aralık 2007, 05:05:32



Konu Başlığı: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 11 Aralık 2007, 05:05:32
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:               "(Ey kavmim) Beni yaratana bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim? Siz de hep O'na döndürüleceksiniz." (Yasin; 22)
Kur'an-ı Kerim, bütün insanlara ibret olmalıdır. Bu ayet-i kerime İsa aleyhisselam zamanında, salih kullardan Habib-i Neccar isminde bir zat hakkında inmiştir.
İsa aleyhisselam, Antakya halkına elçiler gönderdi, bunlar müşrik idiler. Allah-u Zülcelal'i tanımayıp putlara ibadet ediyorlardı.           Habib-i Neccar ismindeki bir zat, gizlice iman etmişti. Bu elçiler, inkar edildiği zaman, o zat geldi ve halkına şöyle söyledi:
"Bu elçiler sizden bir ücret istiyorlar mı?" Onlar şöyle dediler:
"Hayır, ücretsiz olarak, bize söyleyip hidayete çağırıyorlar." Habib-i Neccar:
"Öyleyse, niçin onlara tabi olmuyorsunuz?" dediğinde, ona  zulmetmeye başladılar. "Sen onlara iman mı ettin?" deyip onu taşlayarak, eziyet ve cefa içinde öldürüp şehit ettiler.
Ruhu daha dünyadan ayrılmadan, Allah-u Zülcelal ona, kıyamet gününde onun için hazırladığı cenneti gösterdi. O anda, onun için ne dediğini, Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede bize şöyle bildirmektedir:
"...Keşke kavmim, Allah'ın bana neler ikram ettiğini bilselerdi." (Yasin; 26)
İşte, bu ayet-i kerimeyi okuyarak, Allah'ın kendisine ikramını bilmeleri durumunda, müslüman olacaklarını düşündü. İnsan durup bir düşünürse, Habib de öldü, o zaman ona zulmeden insanlar da öldü. Fakat Habib nereye gitti, onlar nereye...
İçinde yaşadığımız zaman da aynen Habib'in yaşadığı zaman gibidir. Kim Allah-u Zülcelal'a samimi olarak yönelirse, Habib'e verdiğini ona da verecektir. Kim Allah'a düşmanlık yaparsa, Allah-u Zülcelal, onlara verdiği azabı, onlara da verecektir. Nitekim ayet-i kerimede onlara verilen azap hakkında şöyle buyrulmuştur:
"Sadece korkunç bir ses oldu. Onlar da hemen sönüverdiler." (Yasin; 29)
Bunlar Habib'i şehit edince, Cebrail aleyhisselam onların memleketini alt üst ederek, hepsini helak etti.
Dünyada helak oldukları gibi, Allah-u Zülcelal, kıyamet gününde de onlara nice azaplar verecektir. Dünya, insan için çok büyük bir düşman olduğu gibi salih amel yapması için de çok büyük bir fırsattır.
İnsanın zahiri vücudunda nasıl hayat varsa ki, dünya işlerini onunla yapar, vücudundaki hayatı, sağlığı kötü olduğunda, çok hasta olduğunda, bir şey yapmaya kuvveti kalmazsa; insanın manevi olarak da bir hayatı vardır.
Zahiri, vücuttan ayrı olan bu manevi hayat da hasta olur. Bu zahiri beden, nasıl ruhla hayatta kalıyorsa, manevi insan da imanla hayatta kalır. İnsan kafir olduğu zaman, o manevi insan ölür. Bunu şöyle de söylenebilir: İnsan kafir olduğunda, manen ölmüştür.
Hasta olduğumuzda nasıl doktora gidiyoruz ve doktor da bizi tedavi ediyor, Allah onun ilacını vesile kılıp bizi sıhhate kavuşturu-yor, biz de dünyevi işlerimizi yapmakta kuvvet buluyor isek; bu manevi olan insanın, ahiret insanının sağlığı da ibadet ve taatle, Allah'a kulluk yapmaktadır.
İnsan Allah'a itaat etmediği zaman, sağlığını kaybeder. Daha ne namaz kılabilir, ne zikir yapabilir, git gide küfre, Allah'ı inkara bile yaklaşır! Peki, o manevi insan niçin hasta oluyor? Cevabı çok basit, günah işlemekle...
Allah Zülcelal insanın kalbini, cam gibi saf, boş bir kağıt kadar beyaz yaratmıştır. İnsan bir günah işlediğinde, hemen o günahtan tevbe ederse, o günah kalbin üzerinde bir iz bırakmaz.
Tevbe etmezse, günah kalbin üzerinde siyah bir nokta bırakır. Bir günah daha yapıp yine tevbe etmezse, kalbin üzerine bir siyah nokta daha gelir. Bu şekilde, günahların bıraktığı noktalar, bütün kalbi kaplar, karartır. Kalp kapandığı, karardığı zaman da vücutta sağlık kalmaz, manevi insan; hasta, ölmek üzere olan bir kimse gibi olur. İnsan ölüm esnasında, sekaratta, nasıl dünyası için artık bir faydası yoksa, manevi insan da çok hasta olduğunda veya sekerattayken, kendi ahireti için bir kazanç sahibi olamaz.
Gördüğünüz gibi, günahlarla manevi insanı hasta ettiğimiz zaman, ahiretimizi de perişan etmiş oluyoruz. O manevi insanın uyanması, yeniden kuvvet ve sıhhat bulması, ancak Allah'ın zikriyledir. Allah'ın adının çokça anılmasıyladır.
Bu konuda Kur'an-ı Kerim'deki bir ayet çok açık ve nettir:
"Dikkat ediniz! Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Ra'd; 28)
Daha önce söylenildiği gibi, manevi insanın uykusu ve hasta olması da gaflet ve günahlar sebebiyledir.
Musa aleyhisselam, Tur-i Sina'ya, Allah-u Zülcelal ile konuşmaya giderken, bir insan keyiften nasıl oynuyorsa, o da Peygamber olduğu halde, Allah aşkıyla öyle keyifleniyor, cezbeleniyordu. Çünkü Allah'a aşık idi. İnsanın da Allah'a aşık olması lazımdır.
Anlatıldığına göre İbn-i Abbas radıyallahu anh şöyle demiştir:
"Kıyamet günü, dünya kır saçlı, gök gözlü, sırıtık dişli, müptezel davranışlı ve gören herkesin tiksineceği bir acuze (yaşlı kadın) kılığında Allah'ın huzuruna çıkarılır ve insanlara gösterilerek: "Bunu tanıyormusunuz?" diye sorulur. İnsanlar:
"O'nu tanımaktan Allah'a sığınırız." diye cevap verirler. Bunun üzerine onlara denir ki:
"İşte bu kendisi ile böbürlendiğiniz ve uğruna birbirinizin kanını döktüğünüz dünyadır."
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Dünya ve içindekiler lanetlenmiştir. Yalnızca Allah için olanlar müstesnâ!" (Tirmizi, İbn Mace)
Camii, ilim meclisleri gibi kutsal yerler de dünyadandır, sadaka vermek de dünya malıyladır, fakat bunlar mel'un değildir. Çünkü bunlar, Allah içindir.
Nice insanlar vardır ki, dünya ile cenneti satın alırlar. Dünyanın malı-mülkü, debdebesi onları Allah'tan uzaklaştırmaz. Bilakis Allah'a yaklaştırır. Dünya, insanı cehenneme sürükleyen şeylerdir.
Deniz kenarlarında çıplak gezmek, pis işlerle uğraşmak, içki içmek, kumar oynamak, ticaretle meşgul iken ibadeti terk etmek ve benzeri şeyler dünyadır. İşte bu dünya, kıyamet gününde insanın başına bela olacaktır.
İbn Abbas radıyallahu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Allah-u Zülcelal, Musa'ya üç günde yüz kırk bin kelime ile hitap etti (konuştu). Musa insanların konuşmalarını dinleyince, kulağına gelen Allah Kelamının yanında kulların sözleri çok basit kaldı ona sıkıntı verdi. Allah'ın Musa'ya vahyettiği sözlerde şunlar yazılıdır:
"Ya Musa! İbadet yapanlar zühd ile (dünyaya muhabbet etmemek ile) olduğu kadar hiçbir amelle bana yaklaşamazlar. Bana yaklaşmak isteyenler, onlara haram kıldığım şeylerden kaçınmakla yaklaşırlar. Hiç kimse de bana ta'zim ederek (saygı göstererek) ve azabımdan korkarak ağlamasıyla olduğu kadar, hiçbir amelle kulluk edemez." Bunları dinleyen Musa aleyhisselam:
"Ey bütün yaratıkların Rabbi! Ahiret gününde tek söz sahibi! Ey azamet ve lütuf sahibi! O kullarına neler hazırladın? Onlara ne mükafatlar vereceksin?" diye sordu. Allah-u Zülcelal de şöyle cevap verdi:
"Zahidlere (dünyaya muhabbet etmeyenlere) cennetimi verdim. Orada diledikleri yerlerde kalırlar. Kendilerine haram kıldığım şeylerden sakınanları ise kıyamet gününde bütün kullarımı hesaba çektiğim vakit, onlara olan sevgim, merhamet ve lütfumdan dolayı hesaba çekmeden cennete koyarım. Azabımdan korkup ağlayanlar ve bana saygı gösterenler için cennette yüce yerler vardır. Onların makamına başkaları ulaşamazlar." (Taberani, Ebu Nuaym)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Dünya sevgisini kalbine indirmeyen kimseyi gördüğünüzde ona yaklaşın. Onunla dost olun. Çünkü ona hikmet verilir. (Siz de irşad olunursunuz.)" (Ebu Ya'la)
Adamın birisi, salih kullardan bir topluluğa gidip:
"Ben ne kadar ibadet yapıyorsam da bir lezzet alamıyorum." diye dert yanmış, çare istemiş. Ona:
"Her halde, senin kalbinde şeytanın kızı var!" demişler. Zavallı adam:
"Bu nasıl olur?" diye hayretle sormuş. Sonunda, kendisine içinde bulunduğu durumu teşbih yollu, şöyle açıklamışlar:
"Dünya şeytanın kızıdır. Kim dünyayla evlenirse, elbette şeytan, kızının yanına gelecektir. Sen şeytanın kızını, yani dünyayı kalbine koyduğun için o da kendi kızını ziyaret maksadıyla senin kalbine geliyor. O lanetlenmiş şeytan, oraya geldiği için de sen ibadetten zevk alamıyorsun. Halbuki, sen dünya sevgisini kalbine koysan da koymasan da dünyalığın ne artar, ne eksilir. Yani, dünyayı sevmen, dünyalığını artırmaz."
Gerçekten de dünya sevgisini kalpten silmek lazımdır. Her derdin bir devası bulunduğu gibi bunun da bir çaresi vardır.
Dünya sevgisi, kişinin kalbine geldiği zaman, Allah'a sığınarak;
"Ya Rabbi! Beni bundan kurtar, bu hâli benden al! Ben senin sevgini, senin muhabbetini istiyorum." diyerek Allah'a yalvarmalıdır. Allah-u Zülcelal mert ve cömert olduğu için onun kalbinden dünya sevgisini silecek; eline de bol miktarda dünyalık verecektir İnşaallah.
Elimize aldığımız, yemek dolu bir tabağı, düz bir zemine koyduğumuzda nasıl içindeki yemek yere dökülmez, tabağı yan tuttuğumuzda ise yemek dökülürse; biz de kalbimizi Allah'ın rahmetine, ihsanına, bağışlamasına o şekilde dümdüz bir şekilde açmalıyız. Eğer kalbimizi Allah'ın huzurunda, ıslah olmamız için O'na dümdüz açmazsak, O'nun rızasını, feyzini elde edemeyiz. Çünkü o bize değil, biz O'na muhtacız.
Bazı insanlar, seytan onları aldattığı için şöyle diyorlar:
"Eğer benim kaderimde olsaydı, namaz kılacak, zekat verecek, ibadet edecektim. Takdir edilmediği için yapamıyorum. Ben ne yapayım, elimden bir şey gelmez."
Bu çok yanlış bir düşüncedir. Allah-u Zülcelal insana cüz-i ihtiyari, seçme kuvveti vermiştir. Yani ibadet edip etmemek, insanın kendi isteğine bağlıdır. Dolayısıyla insan:
"Benim ibadet etmemi, Allah taktir etmediği için ben ibadet yapmıyorum, O'nun emir ve yasaklarına karşı kayıtsız kalıyorum, içimden gelmiyor." diyemez.
Bu nefis ve şeytanın insana apaçık bir oyunudur. Allah-u Zülcelal insanı, ibadet ve imanda serbest bıraktığı, inanıp inanmamak, yapıp yapmamak insanın elinde olduğu için sorumlu tutmuştur. Bu yüzden kişi Allah'ın emirlerine uymadığında, suçu bizzat kendinde aramalıdır.
Eğer daima Allah-u Zülcelal'e yalvarır, O'ndan usulüne uygun bir şekilde, bizi affetmesini ve kalbimizden de dünya sevgisini çıkarmasını istersek, O bize bunu nasip edecektir. Yok eğer istemezsek, O bize muhtaç değildir ki, illa da versin!
Allah-u Zülcelal, daima kudret elini açıp manevi olarak bize "Gelin!" buyuruyor. Buna karşılık olarak bizim de O'na yönelmemiz, gitmemiz lazımdır.
O, bizim kendisine gitmemizi ve kaçmamamızı ister. Tabi, insan bunları dil ile veya kalben bile açıkça söylemez, ancak hal ve davranışlarla, Allah'a sırtını döner.
Bu dünya, üzeri bir örtüyle örtülmüş bir tabak gibidir. O örtü kaldırıldığı zaman, tabağın içinde ne olduğu meydana çıkacaktır.
Dünyada insanın kalbi, ruhu, iç dünyası da örtüyle örtülmüş bir tabak gibidir. Fakat insanın kalbinin içinde ne olduğu mahşerde bütün insanların, bütün Peygamberlerin önünde ve Allah-u                      Zülcelal'in huzurunda, açığa çıkacaktır. Bu sebeple, insan o meydana çıkacağını düşünmeli, Allah-u Zülcelal'in huzurunda, doğrulardan olabilmek için gayret göstermelidir.
Bir insanı veya bir çocuğu aldatır gibi -Haşa- Allah'ı aldatamayız. O yaptığımız her türlü gizli ve aşikare amellerimizden ve günahlarımızdan haberdardır. Doğruluğumuzu, samimiyetimizi,           şerrimizi bizden iyi bilir. O'na karşı hal ve davranışlarımızı düzeltmeliyiz ki, kıyamet günü bize ona göre muamele etsin.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...

 


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Zehibe üzerinde 29 Eylül 2009, 16:07:49
Amin...Amin...Amin...
Allah razı osun hocam çok güzel bir konuydu büyük bir zevk ve iştiyakla okudum
Dünyaya ahiretin tarlası olarak bakmalıyız ve ahirette ektiklerimizi biçeceğimizi bilmeliyiz
Kısaca dünyayı ahiret yurdunu kazanma vesilesi kılmalıyız


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Sümeyye üzerinde 13 Haziran 2011, 03:36:43
Esselamu aleykum ; amin amin amin ecmain insaallah dikkat etmemiz gerekenler açık şekilde anlatılmış Allah'a samimi olarak yönelip dunya sevgisini gönülde yer etmemesi için dua etmeliyiz Mali , eşi , evladi ve dostu emanet olarak görmek gerekli.Rabbim razı olsun hocam bu konuları birkere değil birçok kez okumamiz lazım Dua ile..


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Hadice üzerinde 13 Haziran 2011, 11:42:33
Ve aleyküm selam..Rabbim bizleri doğru yoldan ayırmasın içimizde dünya sevgisi bırakmasın inş...Allah razı olsun hocam


Dünya sevgisi, kişinin kalbine geldiği zaman, ALLAH'a sığınarak;
"Ya Rabbi! Beni bundan kurtar, bu hâli benden al! Ben senin sevgini, senin muhabbetini istiyorum."


Amin Amin Amin...


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: muhsin iyi üzerinde 06 Nisan 2013, 14:10:07
Zühd, Züht Nedir, Tasavvufta Zühdün Mahiyeti   
 ‘Zühd, Arapça rağbetsiz olmak, yüz çevirmek demektir. ‘ Kuran-ı Kerim’de sadece Yusuf suresinin 20. ayetinde geçer: ‘Onlar Yusuf’a rağbetsiz idiler. Onu az bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar.’ Yani Hz. Yusuf’u (a.s.) elde tutmak istemiyorlardı. Onu hemen biraz para karşılığında köle olarak elden çıkarmak istediler.  Zühd de Hz. Yusuf (a.s) gibidir. Onu az çok elde edenler, peygamberlere yaraşan bir imana ve ahlaka sahip olabilirler. Ama insanların büyük çoğunluğu zühdün kıymetini bilmezler. Onu hemen dünyalık biraz paraya satarlar. Zühd yerine dünyaya bağlı kalmayı isterler.

   İslam tarihinde hicri üçüncü asırda başlayan tasavvuf, başlangıçta bir zühd hareketi idi. Sahabeler, tabiinler, tebe-i tabiinler içerisinde pek çok kişi ehl-i tasavvuf gibi dünyadan, dünya nimetlerinden yüz çevirmişler, ibadetlere, Allah’ın rızasına yönelmişlerdi.  Özellikle peygamberimiz (s.a.s) döneminde mescidin bitişiğindeki çardaklarda kalan Ashab-ı suffeyi tasavvuf hareketinin başında görebiliriz. Bunlar gecesi gündüzü ibadetlerle geçen, maişet hususunda çalışmayıp Allah’a tevekkül eden kimselerdi.

   Zühd konusu iyi kavrandığı taktirde bundan doğan tasavvuf ve tarikatlar kavram ve olgusu da doğru anlaşılacaktır.

   Dinin ruhu ahrettir. Bütün peygamberler, insanları ahrette ebedi yaşamı cennette geçirmek için hak dinlere davet etmişlerdir. İnsanların hak dinlere girmemesinde en büyük etken, dünya hayatından hiçbir fedakârlıkta bulunmamayı, haram helal demeden dünya hayatından yararlanmayı istemeleridir. Dünya hayatına razı olmaları, onu yeterli görmeleridir. Oysa hak dinler, bunda bir sınırlama getirmiştir. Haram ve helal sınırları ile dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu belirtmişlerdir. Kişi helal ve haram sınırlarına dikkat ettiği anda Müslüman ve mümin unvanlarına hak kazanmaktadır. Helal ve haram sınırları dünyanın sunduğu zevkleri ortadan kaldırmamakta, bunu insan onuruna uygun olarak düzenlemektedirler. Aslında haram olan şeyler, helallere göre hem çok azdır hem de helal olan şeylerden bunları karşılayan nice nimetler vardır. 

   Yüce Allah (c.c.), insanları dünya hayatına, dünyanın zevklerine, nimetlerine değil de ahrete talip olmaya pek çok ayetle teşvik etmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
   ‘Ey inananlar! Eş ve çocuklarınızdan bir kısmı size düşmandır. Onlardan sakının… (Tegabün suresi, 14)’
   ‘Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir, imtihan konusudur (Enfal suresi, 28).’
   ‘Dünya hayatı gurur (aldanma) metaından başka bir şey değildir (Al-i İmran suresi, 181).’
   ‘Dünyanın metaı azdır. Ahret ise Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır (Nisa suresi, 77).’
   ‘Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir (En’am suresi, 32).’
   ‘Ahret dururken dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının geçimi ahrete nispetle çok azdır (Tevbe suresi 38).’

Bütün yaşamı Kuran-ı Kerim’i hayatına uygulamak olarak niteleyebileceğimiz peygamberimizin (s.a.s) dünya karşısında ahretin seçilmesi, dünyaya değer verilmemesi hususunda pek çok hadis-i şerifi vardır. Bunlardan bir kaçı şunlardır:
‘Dünya sevgisi, her kötülüğün başıdır.’
‘Kimin himmet ve kaygısı dünya olursa Allah o kişinin işlerini dağıtır. Fakirliği gözünün önüne koyar. Kimseye nasibinden fazla dünyalık gelmez. Niyet ve himmeti ahret olanın işlerini Allah toparlar. Gönlüne zenginlik verir. O arkasını dönse de dünya ona gelir.’
‘Dünya sevgisi helake götürür.’
‘Ey Bilal, bu cihandan giderken zengin değil, fakir olarak gitmeye bak!’
‘Allah’ın seni sevmesini istiyorsan dünyada zahid ol.’ 

Tasavvuf ve tarikat yoluna tövbe kapısında girilir. Bu, büyük dış kapıdır. Tövbe günahlardan uzaklaşmaktır. Bu, manevi bir makamdır. Ondan sonra zühd gelir. Kişi tövbe ettikten sonra manevi halleri ve makamları yaşamak ve aşmak için kendisine helal olan şeylerde de bir kısıtlama yaparsa, daha doğrusu bunlara karşı da bir isteksizlik içerisinde bulunursa, vaktini dünya ile ilgili şeyleri talep etmeye ayıracağına ibadetlere ve Allah’ın rızasına verirse böylece zühd sahibi olur. Yoksa fakir kişinin hali zühd değildir. Kişi dünyadan elini çekmişse buna zühd denir. Elde edemiyorsa ona fakir kişi olarak bakmak lazımdır. Çünkü fakir kişinin kalbi dünyayı arzuluyor olabilir. Zühd hali, istek ve irade ile meydana gelmektedir. Fakirlik ise mecburiyetten kaynaklanmaktadır. Fakir insanların genellikle olduğu gibi gönülleri dünya ile dolu olabilir. 

Elbette fakir bir kişinin zühd halini elde etmesi, zühd yolunda manevi derecelere ulaşması varlıklı bir kişiye göre çok daha kolaydır. Zira fakir insanların bunda kaybedecekleri bir şeyleri yoktur. Zengin kişilerin ise en az varlıklarını gönüllerinden çıkarmaları gerekir ki bu da kolay bir şey değildir. Çünkü sermaye, mal mülk insanın kalbini çok meşgul eder. Kalbe milyonlarca damarla bağlı bulunurlar. Dinin özü ise kalpte yer alır. Böyle birisinin zühd sahibi olması şurada dursun ihlâsla ibadetlere ve Allah’a yönelmesi bile kolay kolay gerçekleşemez. Dikkat edilirse tarih boyunca tasavvuf yoluna girenler genellikle sermaye, mal mülk sahipleri değil de kaybedeceği bir şeyleri olmayan fakir kişiler olmuştur.

Zühd, tasavvufun temel kavramlarından birisidir. O yüzden usul-i aşere içerisinde yer alır. Bir insan tasavvuf ve tarikat yoluna girdiğinde nefsini usul-i aşeredeki kavramlarla terbiye ederek manevi makamları kat eder. Nefis bunlarla zinetlenmediği zaman tezkiye olmuş kabul edilemez. Usul-i aşeredeki hususlar ise şunlardır: Tövbe, zühd, uzlet (Allah’la baş başa kalmak), kanaat (Eldekiyle yetinmek, şükür), tevekkül (Elinden geldiğini yaptıktan sonra işleri ve sonuçları Allah’a bırakmak, kaygılanmamak), daimi zikir hali, Hakk’a teveccüh (Her hususta Allah’a yönelmek), sabır, murakabe (Daima Allah’ın kendisinin yanında olduğunu, kendisini gözetlediği varsaymak), rıza (Allah’tan razı olmak).

Zühd, tasavvuf ve tarikat yolunda tövbeden sonra gelir, adeta iç kapıdır. Zühd hali meydana gelmeden kişinin Allah’la başbaşa kalması mümkün değildir.  Böyle birisinin uzlette kalbi hep dünyalık şeylerle meşgul olur. Yine zühd hali gerçekleşmeden eldekine kanaat ve şükür de meydana gelmez. Zira zühde sahip olamayan kişi, dünyaya rağbet eder, tutkuyla ona yapışır. Bunları artırma dertleri ile kanaat ve şükür aklının ucuna bile gelmez veya bu konuda istenilen düzeye ulaşamaz. Zühd kişide hal ve makam seviyesine gelmeden kişinin Allah’a tevekkül etmesi de mümkün değildir. Zira kalpteki dünyalık şeyler, nefsin ve şeytanların vesveseleri sonucu kaybedilebileceği yönündeki kaygılarla kişinin Allah’a gereği şekilde tevekkül etmesine mani olur. Zühdün sağlayacağı huzur ve sükûn halleri gerçekleşmeden kişinin istenilen düzeyde daimi zikre kavuşması ve Hakk’a teveccühte bulunması da imkânsızdır. Bütün bunlar da nefsin Allah’ın kaza ve kaderine rıza göstermesini engeller. Nefis Allah’tan razı olmayınca Allah da kuldan razı olmaz. Dolayısıyla Allah’ın rızasını elde etme yolu olan tasavvuf ve tarikattan beklenen netice gerçekleşmez. Bütün emekler boşa gitmiş olur.

Dikkat edilirse, nefsin en çok zorlandığı husus, zühddür. Tövbe için Allah’ın tehditleri vardır. Kişi korku ile günahlarına tövbe edebilir. Ama zühd kişinin iradesine ve isteğine kalmış bir şeydir. Yaparsa tasavvuf ve tarikat yolunda büyük faydasını görür. Ama kişi, tasavvufta istenilen derecedeki zühd haline ermeden de İslam’ın emir ve yasaklarına dikkat etmek şartıyla kendisini kurtarabilir. Allah’ın rahmetine erebilir.

Haramlardan, şüpheli şeylerden zaten yüz çevirmek gerekir. Bu bir Müslüman’da ve müminde aranan temel bir vasıftır. Zühd değildir. Zühd Allah’ın Müslüman ve müminlere ancak helal ve mubah ettiği şeylere karşı söz konusudur.  Elbette bunun da bir ölçüsü vardır. Yüce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de bu konuda çeşitli ayetlerle bizlere yol göstermiştir. Bir ölçü vermiştir. Sınır çizmiştir: ‘Sonra bunların peşinden art arda peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. Kendiliklerinden icat ettikleri ruhbanlığa gelince, biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir (Hadid suresi, 27).’

Hıristiyanların Allah’ın rızasını kazanmak için icat ettikleri ruhbanlığın en temel özellikleri ömür boyu evlenmemek, manastırlara çekilmektir. Oysa yüce Allah (c.c.), insanı hem sosyal bir varlık olarak yaratmış hem de cinsel içgüdü ile donatarak evlenmesine zorlamıştır. Evlenmemek zina gibi büyük bir günaha kapı açabilir. Ayrıca kişinin kafasını sürekli cinselliğe takacağı için manevi ilerlemesine de büyük engel teşkil edebilir. Bu durum pek az insan için ancak bir istisna oluşturur. Elbette bunlar da cinsel enerjileri ya yeterli düzeyde olamayan veya cinsel enerjilerini başka sahalara yüceltebilen, örneğin bununla çeşitli ruhsal, zihinsel melekelerin işlemesine imkân oluşturabilen çok idealist kişilerdir. Yoksa insanların büyük çoğunluğu cinsel enerjilerini (şehvetlerini) evlilik yolu ile meşru zeminde tatmin edemedikleri zaman çeşitli sapıklıklara veya zinaya düşebilirler. Dolayısıyla bu yolla zühde girmek doğru değildir. Yukarıdaki ayette de zaten bu durum dolaylı bir şekilde yasaklanmaktadır. Nitekim ömür boyu evlenmemek, cinsel aletlerini kesmek… gibi yollarla kendilerini ibadetlere vermek isteyen sahabelere (Allah onlardan razı olsun) peygamberimiz (s.a.s) izin vermemiştir. Kendi sünnetlerinde evlilik bulunduğunu özellikle belirtmişlerdir. Zühd sahibi kişi, örnek olarak peygamberimizin yaşantısını (sünnetini) temel olarak almadığı zaman ilgili ayetin muhatabı durumuna düşebilir. Bu işin bir uç noktasıdır.

Zühdde dikkat edilmesi gereken diğer uç nokta ise, helal olan şeyleri nefse ömür boyu haram kılmamaktır. Bu konuda yüce Allah (c.c.), şöyle buyurmaktadır: ‘Ey peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek Allah’ın sana helal kıldıklarını niçin haram kılıyorsun? Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir (Tahrim suresi, 1).’ Bu ayet, peygamberimizin (s.a.s) içtiği bal şerbetinden güya kötü bir koku geldiğini iddia eden eşlerinin hatırı için bir daha bal şerbeti içmemeye yemin etmesi, onu nefsine haram kılması üzerine inmiştir. Ayeti genel olarak zühd kavramı içerisinde mütalaa ettiğimizde helal şeylerin haram olarak kabul edilmesinin yasaklandığını göstermektedir. Tasavvufta kişi nefsanî terbiyede, oruç, riyazet, çile (halvet) gibi durumlarda belli bir zaman için bazı nimetlerden kendisini kısıtlayabilir ama bunları her zaman, ömür boyu nefsine haram kılması doğru değildir.

İnsanın dünya hayatına karşı ilgisi ile zühd arasında ince bir çizgi vardır. Bir yanda dünya yaşamını sürdürme endişesi, öbür yanda zühdden uzak olma tedirginliği bulunmaktadır.  Bu iki çizgi üzerinde Allah’ın rızasını bulmak, her Müslüman’ın yaşamsal bir ödevi ve sorumluğudur. Bu konu her Müslüman’ı düşündürmeli ve dünyaya karşı bir tavır almasını gerekli kılmalıdır. Kişinin dünya görüşünün, hayat felsefesinin temeli bu noktada kendisini somut olarak göstermektedir. Elbette insanların fıtratları farklı farklı olduğu gibi İslam dinindeki takva ölçüleri de birbirinden büyük ayrılıklar göstermektedir. Dolayısıyla herkesin zühdü birbirine benzememektedir.
Zühd, tasavvufi bir kavramdır. Dolayısıyla zühdî bir hayat herkese farz değildir. Bir Müslüman’ın zühd kadar önem vermesi gereken diğer husus da dünyanın imarıdır. Bunun için dünyaya çalışmak gerekir. Tasavvufta ise insanın nefsanî isteklerinden ve dünyadan uzaklaşması amaçlanır.

Müslüman’ın dünyaya değer vermemesi ile dünya hayatını imar etmesi gerçekliği görünüşte birbiriyle çatışmaktadır. Peygamberimizin (s.a.s) şu hadis-i şerifi bu konuya büyük bir aydınlık getirmekte ve çelişkiyi ortadan kaldırmaktadır:
‘Yarın ölecekmiş gibi ahret için hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışınız.’

   Yazımızın bu noktasında zühd konusunda iki farklı yaklaşımı konu alacağız ve aralarındaki çelişkiye dikkat çekip bir uzlaşmaya gideceğiz. Bunlardan birincisi şudur:
   ‘’Şibli’ye (k.s) zühdden sorulur. O da şu cevabı verir: Aslında zühd diye bir şey yoktur. Zira insan ya kendisine ait olmayan bir şeye rağbet etmez. Bu ise zühd değildir. Ya da kendisine ait olan bir şeye rağbet etmez. O zaman da insanın yanında ve beraberinde bulunan bir şeye rağbet etmemesi nasıl mümkün olur? Rağbet etmeseydi o şey elinde bulunmazdı. İnfak ederdi.’’

   Şibli’nin paradoksal görülen zühd açıklamasına dikkatimizi verdiğimizde konu iki bölüme ayrılmıştır. İlkinde elde olunmayan şeye karşı zühd gösterilemeyeceği belirtilmektedir. Oysa biz şu ana kadar olan açıklamalarımızda zühdün genellikle elde olunmayan şeylere, dünyalıklara karşı olan bir ‘isteksizlik’ durumu olduğunu ifade ettik. Şibli ise burada insanın elde edemediği şeylere karşı rağbet etmesini mümkün görmemektedir. Bu görüş, bütün tasavvuf literatüründe kabul gören zühd kavramına karşı durmaktadır. Hepimiz biliyoruz ki, insan tabiatı elde edemediği şeylere karşı rağbet duygusu yanında büyük bir hırs ve şehvet de gösterebilir. Bunu elbette mubah ve helallere karşı düşünüyoruz. Şibli (k.s) bu karşı çıkışıyla acaba ne anlatmak istemiştir? Zira bu sözüyle tasavvufun temel kavramlarından zühdü adeta inkâr etmektedir. Konuya onun psikolojisi icabı bakarsak, zannedersem, büyük bir aydınlık yaşanacaktır. Şibli (k.s), bir Allah dostudur. Allah’ta fani olduğu için dünyaya rağbeti yoktur. Dünya ile ilgili her şeyi adeta boşamıştır. Kendi gözlüğü ile tüm insanların tabiatlarını değerlendirmek gibi bir hatada bulunmaktadır. İnsanların kendisi gibi elde edemediği şeylere, dünyalıklara rağbet hissinden yoksun olduklarını düşünmektedir.  Bu durum Şibli’nin (k.s) bu sözü manevi bir sarhoşluk (sekr) eseri olarak söylediğini kanıtlamaktadır. Zira ancak bir manevi sarhoş, kendi durumunu tüm insanlar için teşmil edebilir.

   Şibli’nin açıklamasının ikinci bölümü de calib-i dikkattir. Burada ise insanın kendisine ait olan bir şeye rağbet etmemesinin mümkün olmadığı, rağbet etmeseydi bunun infak edileceği belirtilmektedir. Bu konu insan-eşya münasebetine değindiği için açıklama ve yorum beklemektedir. İnsanın temel ihtiyaç maddelerini, nesnelerini infak edemeyeceği bir gerçektir. Çünkü kendisine gerekli olan temel şeyleri (günlük veya yıllık yiyecek miktarı, giysiler, ev, araba) infak etmesi doğru değildir. Bunları infak ederse bunlara muhtaç olur. Fakirlik ise manevi bir bunalım doğurabilir. Oysa tasavvuf yolu bu tür manevi bunalımları ortadan kaldırmak için vardır. Öyle ise Şibli’nin burada kastettiği şey, ihtiyaçtan öte olan şeylerdir. Bunların elde bulunması gönülde bunlara karşı bir rağbetin işaretine açıktır. 

Gerçekten insan olarak sahip olduğumuz pek çok şeye ihtiyaç duymadığımız halde onları elimizde bulundurmamız bunlara bir bağlılıktır. Bir rağbettir. Yüce Allah (c.c.) konu ile ilgili şöyle buyurmaktadır: ‘‘Yine sana hangi şeyleri nafaka vereceklerini soruyorlar. De ki: ‘İhtiyacınızdan geri kalanı harcayın.’ Allah ayetlerini size böyle açıklıyor ki düşünesiniz (Bakara suresi, 219).’’ 
 
İhtiyaçtan arta kalan şeyler nelerdir? Bu nesneler ve eşyalar için söz konusu olabilir ama sermaye için büyük bir tehlike arz edebilir. Zira biliyoruz ki sermaye artmakla güçlenir. Dünyayı imar, sermayenin artması ve onun gerekli yerlerde kullanılması ile mümkün olmaktadır. İslam dininde sermaye her yıl zekâtla temizlendikten sonra ne kadar olsa da mubah ve helal kapsamındadır. Elbette yukarıdaki ayetin işaretiyle veya emriyle bu sermaye olduğu gibi veya kısmen yoksul insanlara infak edilebilir. Onun İslam dininin hizmetinde kullanılması ise büyük bir fazilettir, ibadettir. Bu her sahada söz konusu olabilir. Bunun yanında her yıl zekâtı verildikten sonra kişinin elinde bulunmasında da bir sakınca yoktur.

Tasavvuf yolunda bulunan kişilerin, böyle Şibli’nin dediği gibi, sermayeden uzak olmaları mı gerekmektedir? Zühd tasavvufun temel bir kavramı olduğuna göre, bu yola giren kişiler, elinde avucunda bulunan her ihtiyaçtan fazla şeyi infak etmek zorundalar mı? Evet, sözün özü şu ki, Şibli yukarıdaki sözleri ile bunu gerekli görmektedir. Nitekim çeşitli menkıbelerden biliyoruz ki, pek çok büyük sufi, bu yola girdiklerinde elinde avucunda bulunan şeyleri önce infak etmişlerdir. Bu durum tasavvuf yoluna giren her kişi için gerekli midir, zorunlu mudur? Zühd tasavvufun kilit bir kavramı olduğuna göre bu yola giren her kişinin yüce hal ve makamlara ulaşmak için, daha doğrusu Allah’ın rızasına ermede elinde avucunda bulunan her fazla şeyi ve sermayesini infak etmesi mi lazımdır?

Şibli’nin mantığını temel alırsak kendisine yetecek miktarın ötesinde para, mal mülk, sermaye sahibi olan her insanın bunları infak etmedikçe zühdü elde edemeyeceğini düşünürüz. Çünkü sahip olduğu şeyler onu dünyaya bağlamaktadır. Şibli’nin bu görüşü, madde ile insan arasındaki ilişkiyi çok materyalist bir tarzda tanımlamaktadır. Oysa bir Müslüman her şeyden önce idealisttir. Onun için öncelikle Şibli’nin (k.s) bu görüşüne katılmadığımı özellikle belirteyim.

Bu noktada Bahaeddin Nakşbend Hazretlerini (k.s) hatırlamamak mümkün değildir. O, zühd konusunda ikinci farklı yaklaşımı temsil etmektedir: ‘Bahaeddin Nakşbend Hazretleri (k.s) hacca gittiğinde Mina pazarında bir gencin 5000 dinarlık ticaret yaptığı halde kalbinin bir an bile Allah’tan gafil kalmadığını müşahede ederek ondan övgüyle bahsetmiştir. ‘

Gerçekten Nakşbendiyye tarikatında zühd kavramı bu çağa ve bugünün insanına daha uygun bir şekilde ele alınmaktadır. ‘El kârda, gönül yârda’ bu tarikatın adeta düsturudur.  Yani bir insan ne kadar sermayeye, mala mülke sahip olsa da gönlü sevgilide oldukça bu ona zarar vermemektedir.

Şibli (k.s) konuya insanın sahip olduğu şeyleri infak etmedikçe zühde eremeyeceği görüşüyle bakarken Bahaeddin Nakşbendi Hazretleri (k.s) konuyu sahip olunan şeylerin zühde engel olamayacağı yargısıyla değerlendirmektedir. Elbette Şibli’nin (k.s) konuya bakışı çok materyalist iken Bahaeddin Nakşbendi Hazretlerinki (k.s) ise çok idealist olmuştur. Konuyu insan psikolojisi ve tabiatı açısında bir değerlendirelim:
Gerçekten maddenin bir çekim gücü vardır. Buna ağırlık denir. Bu dünyada yaşadığımıza göre bu kanuna tabiyiz. Hiç kimse öyle kolay kolay nefsinin eğilimlerinden kurtulamaz. Her birimiz dünyaya sahip olduğumuz şeyler nispetinde bağlı durumdayız. Gerçeklik budur. Bunlar bizlerin Allah’a yönelmemizde, O’na karşı aşk ve şevk duymasında engel teşkil etmektedir. Bu noktaya kadar Şibli haklıdır. Ama bazı insanlar bir tarikata girip seyr ü sülüğa başladıklarında dünyadan yüz çevirmeyi başarabilmekte, Allah’a karşı büyük bir aşk ve şevk duyabilmektedirler. Bunlar ne kadar sermayeye, mala mülke sahip olsalar da bu durum onları Allah’a karşı aşk ve şevklerinde geri kılmamaktadır. Çünkü burada maddenin değil ruhun kanunları geçerli olmaktadır. Bahaeddin Nakşbendi Hazretlerinin, yukarıda dile getirdiğimiz, hacda bir gençte müşahede ettiği durum da bundan ibarettir.

İnsan, nefsinin hesabıyla baktığında dünyaya karşı aşırı bağlıdır. Ama insan sadece nefisten oluşmamakta, onda yaratıcıdan gelen bir nefha olan ruh da bulunmaktadır. Ruh, Allah’a karşı büyük bir aşk ve şevk duyduğunda ise pek çok maddeye sahip olsa da buna değer vermemektedir. Pek çok insanın gözünü bile kırpmadan canlarını ve mallarını İslam yolunda vermeleri bunun tanığıdır, ispatıdır. Burada ruh nefse üstün gelmektedir. Öyleyse Şibli (k.s) zühdü ele alırken onu nefsanî boyutta, Bahaeddin Naşkbendi Hazretleri (k.s) ise ruhanî yönüyle değerlendirmişlerdir. Böylece aralarındaki çelişki de anlaşılmış olmaktadır. Şibli (k.s) zühd konusunda nefsanî bir bakışla materyalist bir düşünceyi dile getirirken Bahaeddin Naşkbendi Hazretleri (k.s) ise ruhi bir bakış açısı ile idealist bir yorumu ortaya koymuştur.  Her ikisi de doğruyu söylemişler ama insana farklı boyutları ile bakmışlardır.

Şibli (k.s) nefsini tezkiye kılarak tasavvuf yolunda ilerlemişken Baheddin Nakşbendi Hazretleri (k.s) ruhu (kalbi) tasfiye ederek seyr ü sülüğunu tamamlamıştır. Sonuçta her ikisi de Allah dostluğunda buluşmalarına rağmen, tasavvuf yolundaki veya tarikatlarındaki yöntem farklılığı, maddeye, dünyaya bakış açılarını da etkilemiştir. Bu yüzden zühd konusunda görünüşte birbiriyle çelişen sözler söylemelerine neden olmuştur.

Sonuç
Zühd, dinin ileri derecedeki gayesini ve hedefini oluşturmaktadır. Tasavvufun giriş iç kapısı mesabesindedir. Tasavvufta zühd için ileri sürülen, elde bulunan varlığın ve sermayenin ihtiyaçtan fazlasının yoksullara infak edilmesi sadece bir görüştür. Bu nefse çok ağır gelen bir düşüncedir. Bunun yanında varlık ve sermayenin elde tutulması ama kalpten çıkarılması ise (‘El kârda, gönül yârda’) ayrı bir bakış açısıdır. Bu sonuncusu, insan tabiatına ve çağa daha kolay ve uygun görünmektedir.

Yüce Allah her birimize hidayet ve son nefeste iman nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

Kaynakça
1.Acluni İsmail bin Muhammed, Keşfü’l-Hafa, Beyrut, 1985, 2.C.
2.Beyhaki, ez-Zühdü’l-Kebir, Kuveyt, 1983.
3.Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü, Anka Yayınları, İstanbul 2004.
4.Prof. Dr. H.Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2000.
5.İbn-i Mace, Sünen, Beyrut 1975, 2.C.
6.İmam-ı Gazali, Kimya-yı Saadet, Bedir Yayınları, İstanbul 2003.
7.Kelabazi, et-Ta’arruf (Çev. Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, İstanbul 1979.
8.Mustafa Kara, Tasavvuf ve tarikatlar Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2003.
9.Ebu Nasr Serrac Tusi, el-Lüma’ (Çev. Prof. Dr. H. Kamil Yılmaz), Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996.
10.Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşbend Hayatı Görüşleri Tarikatı, İnsan Yayınları, İstanbul 2002.
11.Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1994.




Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Pelinay üzerinde 08 Temmuz 2014, 23:38:13
Esselamu aleykum ve rahmetullah.Efendimiz sallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki,"her kim dunyayi severse Allahu Teala onu dunyaa himzmetci kilar.her ki de ahireti severse Allahu Teala dunyayi ona hizmetci kilar."
Ne aci ki  derdimiz tasamiz dunya olmus..kalpimizi sevgisi kaplamis..her nee kadar hakk yoluna meyletmee gayret etsekde dunya sevgisi onumuze engel olarak cikiyor...
Hepimiz inaniyoruz ki her an bu dunyadan ayrilabiloriz..peki su an olsek ne yapariz,hazir mihiz buna,yaptiklarimizin hesabini verebilecek miyiz...birçoğumuz da bilmiyo demi ne yapacagini..bn de bilmiyorum..naparim hakikaten kestiremiyorum..
Mevlam kalplerimizdeki dunya sevgini sokup alsin..onun yerine aşkini nakşetsin...bizi doğru yola iletsin ve orda sebat kilsin inşallah...


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: furkan 8A üzerinde 22 Ekim 2014, 20:48:40
Hocam teşekkürler yazanın ellerine saglik


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Metin 8/A üzerinde 22 Ekim 2014, 20:50:46
hocam çok teşekürler elerinize sağlık
[/color]


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Ceren üzerinde 05 Kasım 2014, 00:22:26
Aleykümselam.Rabbim bizi dünyanın şehvetli halinden,cazibedar fitnesinden korusun inşallah....


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Rabia K üzerinde 16 Mart 2015, 16:39:35
Allah bizi dünyanin şevhetli halinden koruyup kendi muhabbetini verir işAllah


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Fatma Yaşar üzerinde 02 Nisan 2015, 19:47:04
Selamun aleykum...
insanın nefsine karşı çıkması gerekir.Eğer nefsine yenilirse ibadetlerini yapamaz


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: ❣ Muhammed ❣ üzerinde 09 Haziran 2015, 17:56:48
Ve Alleykümselam Ve Rahmetullahi Ve Berakatuh...Aslında nefsimizi terbiye edebilirsek.Bir çok kötülüğün önüne geçmiş oluruz.Bu yüzden bunun için iyi bir eğitim almak gerekir.Rabbim bu eğitimi bizlere nasip eylesin İnşaAllah.


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: İkraNuR üzerinde 09 Haziran 2015, 18:18:22
Paylaşım için Allah razı olsun.teşekkür ederim.


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Ceren üzerinde 15 Temmuz 2015, 17:43:37
Aleykümselam.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşim.Dünyanın kötülüğü kişinin imanına,ahlakına,ruhuna kadar işler.Rabbim bizi dünyanın bütün şehvetli günahlarından,çekici hayatından alı koysun.Günahlarımızı af eylesin.Dünyasını ahireti için çalışarak yaşayan kullarından eylesin inşallah....


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Mehmed. üzerinde 27 Temmuz 2015, 03:56:47
Ve aleykümüsselam ve rahmetüllah,  Kalbinde dünya olana yaklaşır şeytan.  Çünkü bir insan para alacağı kazanç sağlayacağı bir işe girer. Şeytan da böyledir nereden kazanç cikaracaksa oraya girer. Rabbim ( celle celaluhu ) bizlerin kalbini dinine isindirsin.


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Sefil üzerinde 14 Ekim 2015, 22:29:34
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...Amin

Allah razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Nur ERGÜN 8 üzerinde 07 Aralık 2015, 21:57:58
Esselamu albümüm ve rahmetullah ve berekatuhu  Allah teala hazretleri insanın iç güzelliğine  bakar  para pul bi gün var bugün yok önemli olan niyet önemli olan saadet


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Mustafa/Samed üzerinde 07 Aralık 2015, 22:23:08
Ve Aleykümüsselam. Dünyalıkları bırakmalıyız. Çünkü cennete girmek için dünyalıkları bırakıp ahireti almalıyız. Paylaşım için Rabbim razı olsun.


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Sevgi. üzerinde 10 Mart 2016, 07:26:50
  Aleyna Ve Aleykümüsselăm ecmain. Bu dünyanın geçici olduğunu hiç bir zaman unutmamalıyız ve ona göre yaşantımızı Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak sürdürmeliyiz. Mevlam yâr ve yardımcımız olsun inşaAllah. Amin
 Paylaşım için Rabbim Razı olsun kardeşim.


Konu Başlığı: Ynt: Dünyanın Kötülüğü
Gönderen: Pelinay üzerinde 19 Ağustos 2016, 10:30:41
Dünya şeytanın kızıdır. Kim dünyayla evlenirse, elbette şeytan, kızının yanına gelecektir. Sen şeytanın kızını, yani dünyayı kalbine koyduğun için o da kendi kızını ziyaret maksadıyla senin kalbine geliyor. O lanetlenmiş şeytan, oraya geldiği için de sen ibadetten zevk alamıyorsun. Halbuki, sen dünya sevgisini kalbine koysan da koymasan da dünyalığın ne artar, ne eksilir. Yani, dünyayı sevmen, dünyalığını artırmaz."

Amin amin amin ecmain insallah.Allah razi olsun hocam.nuthis bir yaziydi ozellikle verilen misaller cok hos tekrar tekrar okumak hatirlamak gerekiyor.